01 Haziran 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ali FERŞADOĞLU

Ölüm düşüncesi ve nisyan mekanizması


A+ | A-

Benliğimizin bilinen temel savunma mekanizması, bastırma ve unutmadır. Korktuğumuz, endişe ettiğimiz şeylerin; hakikî mahiyetlerini anlayamazsak; onları bastırır, unutur, nisyana mahkûm ederiz. Meselâ, “ölüm”,—gaflet nazarıyla—başta kendimiz olmak üzere, gençliğimiz, eşimiz/dostumuz, çoluk çocuğumuz hepimizi yutacak. Bu bize müthiş korku ve acı verir. Bu korkuyu yok etmek için iki yol vardır: Ya bastırıp, unutacağız veya ölümün mahiyetini anlayıp onu öldüreceğiz!

Ebedî/sonsuz yaşamak içten gelen, fıtrî bir arzu, istek, gemlenemez bir dürtüdür. Ölümün ‘yok oluş’ şeklinde algılanışı; bu arzumuzu mahveder. Bu halden ancak, âhiret, haşir (öldükten sonra dirilmeye imân) ile kurtulabiliriz.

Eski Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Josip Tito (1892-1980) fıtrat ve vicdânının sesini, şeref misafiri olarak Belgrad’a dâvet ettiği Salih Gökkaya’ya (komünist iken) şöyle anlatır: “Yoldaş, ölüyorum artık, ölümün ne korkunç bir şey olduğunu size anlatamam. Düşünün ölmek, yok olmak, toprağa karışmak ve dönmemek üzere gidiş... İşte bu çıldırtıyor beni. Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, ünvan ve makamlarımızdan ayrılmak. Dünyanın güzelliklerini bir daha görmemek. Ne korkunç bir şey! Öldükten sonra toprak olacaksam, diriliş, cezâ veya mükâfat yoksa, yaptığım mücâdelenin değeri nedir? Ben mahvolduktan sonra alkışlar yılan ve çıyanları insafa getirir mi? İtiraf ediyorum, ben Allah’a, peygambere ve âhirete inanıyorum artık. Dinsizlik çâre değil. Düşünün şu kâinatın bir yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir kanun koyucusu olmalıdır. Ölüm de son olmamalıdır. Bir merci olmalı. Bunların bir açıklaması olmalı. Marks halt etmiş, uyuşturmuş beynimizi...” 1

Evet, Tito’nun ifâde ettiği gibi; inançsızlık, ibâdetsizlik, teşekkürsüzlük sıkıntıları katlayarak büyütür. Buna karşı ateist, “Müslümanlar, öldükten sonra herkes dirilecek, Cennet var diyor; belki de var!” diye savunma mekanizması geliştirir; yokluğun yakıcı azabından geçici olarak kurtulur. Fakat, Cennet için de ibâdet etmek gerekir. Buna karşılık, “Belki de yoktur!” deyip ibâdet külfetinden de zahiren kurtulur.

Bazıları ölümü düşünmemek, akla getirmemek için alkol, uyuşturucu ve çeşitli fantaziyelere dalar. İşte bu bastırma, unutma, nisyana mahkûm etmedir. Halbuki, her günde yüz binlerce cenaze, belki her dakika karşımıza çıkarak bu mekanizmayı yok ediyor.

Maalesef, toplumda, ölüm hayatın dışına itilmiş. Sürekli bir kaçış var. Halbu ki, hakiki mânâsı anlaşılmak suretiyle, hayatın tam da içinde, merkezinde olması gereken bir hakikat. Zira ölüm, mü’min için; “öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbablarına kavuşmaya vesîledir. Hem, hakiki vatanlarına ve ebedî makam-ı saadetlerine girmeye vâsıtadır. Hem, zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna (cennet bahçelerine) bir dâvettir. Hem, Rahmân-ı Rahîmin fazlından, kendi hizmetine mukabil, ahz-ı ücret etmeye (ücret almaya) bir nöbettir. Hem, vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem, ubûdiyet ve imtihanın tâlim ve tâlimâtından bir paydostur.”2

Dipnotlar:

1- Halit Ertuğrul, Kendini Arayan Adam, YAY, İst., 1991, s. 105

2- Bediüzzaman, Sözler, 8. Söz

01.06.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Hakan YALMAN

ICBA: Mânevî bir Mostar


A+ | A-

Bu satırları Saraybosna’dan yolluyorum. Abdullah Eraçıkbaş ve İbrahim Özdabak ağabeylerin yazdıklarından belirli bir kanaat sahibi olmakla birlikte buraya gelirken; “Acaba namaz kılacak bir yer bulabilir miyim? Kıbleyi tayin için yanıma pusula alayım da orada sıkıntı çekmeyeyim” şeklindeki düşüncelerle zihnî ve fizikî hazırlıklar yapıp bu şekilde geldiğimiz Saraybosna’da gördüğümüz tablo çok şaşırtıcı idi. Etrafı dağlarla çevrili bu şehrin tam ortasından ve nehir boyunca ilerleyen yolda sağınıza ve solunuza baktığınızda sanki minareler fışkırıyor gibiydi. Belki de her kilometresinde bir cami vardı.

Osmanlı’nın çok net izleri ile yerleştirdiği şeâir, belirli sayıda kilise ile Hristiyanlık izleri ve binaların pek çoğunda hâlâ onarılmamış silâh yaraları ile azametli fakat bahtsız bir memleket mânâsının tam cisimleşmiş tablosu idi Saraybosna. Ruhlarında sevgi dolu, asil bir millet oldukları mimarisinden, insanların simasına kadar her alanda okunabilen bu memlekette, belli ki binaları gibi kalpleri de yaralıydı. Şehir turlarında bize rehberlik eden Adnan Bjelic ve Seyit Beylerin savaş yıllarında dokuz on yaşlarında olduğu anlaşılıyordu. Her ikisinin de, savaş yılarından bahsederken yüzleri farklı bir hâl alıyor, belki de kısmen hatırladıkları o acı yılların hatıraları ile derin duygulara dalıp gidiyorlardı. Gözlerinde bu derinliğin izleri okunabiliyordu. İşin ilginç tarafı birlikte olduğumuz doktor ekibi de ülkemizde pek rastlamadığımız ölçüde ve oranda maneviyâtı güçlü ve bu toprakların mazisini paylaşma istidadında ve duygu zenginliğinde kişilerden oluşuyordu. Saraybosna’nın pek çok sayıda camiinde hemen hemen her vakit namazını ayrı bir yerde kıldık. Her camide de belli sayıda cemaat oluyor ve bunların önemli bir kısmını gençler teşkil ediyordu. Bu gençlerin yüzüne batığınızda ‘sîmâhum fî vücûhihim’ hakikatini yaşıyor, bir Avrupalı’nın vechesinde peygamberî sıfatın ve tebessümün ne kadar hoş durduğunu gözlüyorsunuz. Sanki kırk yıllık dostunuz ve kardeşiniz gibi bağrınıza basasınız geliyor.

Ezan sesleri ile çan seslerinin semalarında yükseldiği Saraybosna huzurlu bir yer. Genel görünümü itibarı ile pek çok kimsenin kanaati Bursa’ya benzediği şeklinde. Boşnak, Hırvat ve Sırpların sadece din konusunda ayrıştıkları ve boşnak dendiğinde ön planda Türklük ve Müslümanlığın akla geldiğini ifade ediyor mihmandarımız Adnan. Kendi hâl ve tavırlarında da bir Anadolu gencinin safiyeti ile Avrupalı fiziği ve Müslümanlığın duruluğu çok güzel mezcolmuş. Aynı hal Seyit Beyde de gözleniyor.

Şehitlikte bir tarafta Osmanlı döneminde şehit olmuşlar, diğer tarafta 1992’den 1995’e kadar devam eden harpte şehit olan 200.000 kadar Müslümandan bir kısmı. Tam ortalarında ay yıldızı sembolize eden kabri ile İzzet Begoviç yatıyor. Şehitlerin önemli bir çoğunluğu 1960’lı yıllarda doğmuşlar ve bizim akranlarımız. Bu beni çok etkiledi ve sanki Peygamberimize (asm) komşu olduklarını hissederek hallerine imrendim. Saraybosna aynı zamanda tarihten bu güne şehitler kervanına beşiklik eden mübarek bir belde.

Bosna-Hersek bir yönü ile kültürlerin buluşma yeri. Hersek tarafında yer alan Mostar köprüsü asırlardır kültürler arasında özellikle de Müslümanlık ve Hristiyanlık arasında sağlam bir köprü olmuş. Buna kasteden tavra karşı insanlık ortak olarak cephe almış ve Birleşmiş Milletler burayı insanlığın ortak mirası içine dahil etmiş. Burayı dolaşırken bizim camiamızın aynı konudaki hassasiyetini ifade eden ICBA (Kültürlerarası Köprü Derneği) aklıma geldi. Bu, Risâle-i Nur hakikatlerinin geniş kuşatıcılığı ile çok güçlü ve sarsılmaz bir kale şeklinde mânevî bir Mostar hakikatine namzet olmak anlamını da ifade ediyordu.

Bu anlamda, Bosna-Hersek ve bizler arasında çok ortak yönler olduğunu, Risâle-i Nur Enstitüsü’nün ‘kültürler arasında köprülük’ içerikli bir kongresinin Mostar ve Saraybosna’yı içine alan bir saha içinde yapılmasının çok uygun olacağını düşünüyorum. En kısa zamanda nasip etmesi için şu an Saraybosna camilerinin ortasında ve binlerce şehidin ruhaniyâtının bulunduğu bir beldede, onların da ‘âmin’ dediklerini hissederek yürekten duâ ediyorum.

01.06.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

İman, fısk ve inkâr-2


A+ | A-

Cabir Bey: “Fâsık kime denir? Namazı keyfî olarak terk edene fâsık denir mi? Büyük günahlardan birini işleyen fâsık mıdır? İnanıp amel etmeyen kimselerin durumu nedir? Dini vecibelerini yerine getirmeyen kimselere imansız denir mi? Yoksa böyle kimseler münafık mıdırlar? Müslüman ve dinî vecibelerini yerine getiren anne babanın iman ettiği halde amelsiz çocuklarını hangi kategoriye alacağız? Böyle kimselerin imansız oldukları tartışılabilir mi?”

Dün zikrettiğimiz âyetlerin genişçe tefsirini yapan Bediüzzaman Saîd Nursî Hazretlerine göre münafıklar:

1- Allah’ı kandırmak gibi imkânsız bir işe kalkıştıkları için ahmaktırlar.

2- Çıkarlarını düşünme çabasıyla kendilerine zarar verdikleri için sefih ve akılsızdırlar.

3- Faydayı zarardan ayırt edemedikleri için cahildirler.

4- Tıynetleri pis, sıhhatlerinin madenî hasta, hayat kaynakları ölmüş rezil kimselerdir.

5- Şifa talebiyle hastalıklarını artırdıkları için aşağılıktırlar; sürünmeye mahkûmdurlar.

6- Elemden başka bir şey vermeyen bir kuvvetli azap ile tehdit edilmişlerdir.

7- İnanmadıkları halde “inandık” dedikleri için, insanlığın en aşağılık sıfatı olarak yalancıdırlar.1

Fısk, Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre, haktan yüz çevirmek, ayrılmak, günahta haddini aşmak, dünya hayatı ve mutluluğu için mukaddesat dâhil her şeyi feda etmektir. Fıskın kaynağı akıl, gazap ve şehvet denilen üç kuvveti ifrat veya tefrit içinde kullanmaktır. Yani bu üç kuvveti abartarak kullananlar, fıska düşerler, büyük günah işlemiş olurlar.2 Başka bir ifadeyle, büyük günahı açıktan işleyen, işlediği günahtan sıkılmayan, mahcup olmayan, günahlarıyla övünen ve zulüm yapmaktan lezzet alan kimselere de fâsık denmiştir.3

Îmânın, küfrün, münâfığın ve fâsığın tanımlarını ve sıfatlarını hatırladıktan sonra, şimdi içinde bulunduğumuz çevreye bir bakalım: Çevremizde bulunan ve îmânsız olmayan, îmânda bizi aldatmayan ve açıktan büyük günah işlemeyen Müslümanları, her ne kadar amelsiz ve günahkâr da olsalar münâfık veya fâsık diye nitelememiz, onları dışlamamız, onları kınamamız, onları yargılamamız, onları sınıflandırmamız, onları kodlamamız doğru olmaz. Doğru olan, onlar için duâ etmemizdir. Doğru olan, onlar için de, kendimiz için de Rabb-i Rahîm’den tevfîk ve hidâyetini eksik etmemesini dilememizdir. Doğru olan, onların-–bilhassa bunlar yakınlarımız ise—bağışlanmaları için Cenâb-ı Hakka niyaz etmemizdir.

Unutmayalım; büyük günah işleyen dinden ve imandan çıkmış olmaz. Çünkü insandaki nefis, şeytanı her vakit dinler.4 Öyleyse fâsık, nefsine ve şeytanına aldanmış kişidir; fakat dinsiz ve imansız kişi değildir.

Dinsiz ve imansız, ya kâfirdir, ya münafıktır. İmansızlığını gizlemiyorsa, kâfirdir; gizliyorsa münafıktır. Fakat gizleyen kimsenin gerçek hâlini de biz ancak Allah’a havale ederiz. İnandığını söyleyen kimseyi münafıklıkla itham edemeyiz.

Müslüman ve dini vecibelerini yerine getiren anne babanın, iman ettiği halde amelsiz çocukları için neden bir kategori bulamıyoruz? Onlar şüphesiz Müslüman’dırlar. Böyle gençlerin imansız olduklarını tartışamayız. Ancak böyle gençlere karşı gerek anne ve baba olarak, gerekse arkadaş, akraba, yakın, çevre ve toplum olarak üzerimize düşen görevlerimizi yapmadığımızı tartışabiliriz. Onlara iğne batıracaksak, kendimize çuvaldız batırmalıyız. Yakınlarımıza ve çevremize karşı gerek namaz, gerek sair ibadetlerle ilgili sorumlulukları konusunda izlememiz gereken yol, özetle şu olmalıdır:

1-Elimizden geldiği kadar sevdirmek ve müjdelemek,

2-Kayıtsız tavırlarına sabretmek,

3-İbadette muvaffak olmaları için Cenâb-ı Allah’a duâ etmek.

Cenâb-ı Hak cümlemize inanmayı ve inancını doğru biçimde yaşamayı nasip ve müyesser kılsın. Âmîn.

Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 87

2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 215

3- Mektûbât, s. 268

4- Lem’alar, s. 78

01.06.2010

E-Posta: [email protected]



Muzaffer KARAHİSAR

Dünden bugüne


A+ | A-

“26 Ağustos 1922 de Kahraman Türk Ordusu Büyük Taarruz yaparak Yunan ordusunu Afyonkarahisar’dan büyük bir bozguna uğratmıştır. Dumlupınar’da tekrar toparlanmaya çalışan Yunan ordusu ile Dumlupınar Meydan Muharebesi yapılmıştır. Burada da bozguna uğrayan Yunan ordusu, önüne gelen köyleri yakıp yıkıp, insanları öldürüp malları talan ederek soluğu İzmir’ de almıştır. Bizim köyümüz Selkisaray Dumlupınar’ın 15 km. doğusunda ve düşmanın geçtiği güzergâh üzerindedir. Bu sebeple köyümüzde taş üstünde taş bırakmamışlardır. Ben o zaman dört yaşımda olduğum için, fazla hatırlamıyorum. Ancak hayatım oralarda geçtiğinden, savaştan sonra olanları hatırlıyorum. Dumlupınar’a 6 km. uzaktaki Çal Köy yanında Adatepe denilen ağaçlık, ormanlık yüksekçe tepeye düşman birlikleri sığınarak kendilerini savunmaya çalışmışlarsa da Türk ordusunun karşısında tutunamamışlardır. Ağaç Köy, Büyükarslanlar, Çaydere’den Dumlupınar’a ulaşarak oradaki tren istasyonundan trenle kaçmak istedilerse de, tünellerden biri ve tren yolu tahrip edildiği için İzmir’e kadar atla, katırla ve yayan kaçmışlardır. Bozguna uğramış düşman askerinin giderken bıraktıkları malzemeler, mühimmat, askeriye tarafından teslim alınmıştır. Düşman askeri kaçarken silâhların bir kısmını da ele geçmemesi için dağa, toprağa, siperlere gömmüşlerdir. Daha sonra yapılan kazılarda birçok silâh, askeri mühimmat ve malzeme çıkmıştır. O bölge hâlâ askeriye tarafından korunmaktadır” diye hatıralarını anlatıyor Selkisaray’lı 93 yaşındaki Osman Olçun...

Bu gün memleketimizin her yerinden toprağa gömülmüş meçhul silahlar, mermiler, lav silâhları, askeri mühimmat çıkıyor. Bu silâhlar neyin nesidir? Nereden temin edilmiştir? Ne maksatla toprağa gömülmüş, denize atılmıştır? En önemlisi kime karşı kullanılacaktı? Bunların failleri kimlerdir? İşte bütün bu soruların cevabını bağımsız mahkemelerimiz vererek toplumu rahatlatacaktır.

Osman Olçun Amca hatıralarına devam etti: “1970 li yıllarda köyümüzden şoför Fikret Kılıçaslan yeni bir minibüs almıştı. Bizi Afyonkarahisar’a gezmeye götürmek istediğini söyleyince kabul ettik. Afyonkarahisar’a geldik, gezip ihtiyaçlarımızı karşıladık. Bir de kahve almak için, pasaja girerken sivil bir polis yakama yapıştı ve kim olduğumu, ne yaptığımı vb. sorular sordu. Ben saygılı bir şekilde cevaplar verince, soruların sonunda başımdaki örgü takkeyi çıkarmamı söyledi. “Bunu giymek yasak, yakalanınca iki bin lira para cezası ve iki ay hapis cezası var! Görmemiş olayım. Başından çıkar, hemen buralardan kaybol” dedi. Yakımı oradan kurtarınca suçlu gibi, takkemi cebime saklayıp hızlı bir şekilde minibüsün yanına vardım. Baktım şoför yok. Etrafıma bakınırken benim telaşla ve merakla arandığımı gören başka bir polis, kimi aradığımı sordu. Ben de şoförü aradığımı söyleyince, Fikret isminde birisinin, başındaki takkesi nedeniyle karakola götürüldüğünü söyledi.

Hemen Emniyet Müdürlüğü’ne gittim. Mazeretler söyledim. Bilememiş, bir daha olmaz. Onun köyün arabasının şoförü olduğunu, yolcuların mağdur olduğunu… şeklinde dil döktükten ve yalvardıktan sonra bana: 'Git iki bin liralık ceza parasını yatır, makbuzu getir' dediler. Gittim parayı yatırdıktan sonra Emniyet Müdürlüğü karakola yazı yazdı ve bizim arkadaş nezaretten kurtuldu. O zamanlarda Eskişehir sıkıyönetim komutanının bir baskın esnasında insanların üzerinden çıkan tespih ve takkeleri suç unsuru olarak tutanaklara geçirdiğini gazeteler yazmıştı.”

Vanlı Raif Zernekli anlatıyor: “1960'lı yıllarda Akrabam Selahattin Akyıl, Van’da ticaret yaparken Erzincan’lı Rafet Kavukçu onun işyerine bir tabela yapmış. Tabelada dağın arkasından bir güneş çıkıyor, her tarafı aydınlatan bir manzara var. Altında da “Nur Ticarethanesi Selahattin Akyıl” yazılıydı. Bir gün savcının emri ile polisler geldi. İşyerinde arama yaptılar. Levhayı suç unsuru taşıdığı gerekçesi ile sökerek adliyeye götürdüler. O esnada dükkân komşusu polislere levhayı götürürken bir bezle örtmelerini söyledi. Polisler nedenini sorunca da komşu: 'Hani bu levha suçlu ya, suç unsuru taşıyor ya! Yolda giderken vatana millete zararı dokunmasın. Yolda giderken bu levhayı okuyanlar da suç işlemiş olurlar. Örterseniz zararı önlemiş olursunuz” deyince polisler kızdılar ve 'sen kendi işine bak' diye o kişiyi azarladılar. O tabelanın mahkemesi üç yıl sürdü ve sonunda berat etti.”

Bu gün hâlâ daha karikatürist İbrahim Özdabak, 27 Nisan e-muhtırası Türk Malı isimli, 27.04.2010 tarihinde gazetemizde yayınlanan karikatüründe: Bir vatandaşa yanlışlıkla meçhul bir yerden gelen telefondaki konuşmanın baloncuklarında: "Laiklik elden gidiyor! Kur’ân okuma yarışması tertiplemişler… Çocuklara ilahi okutmuşlar… Kutlu Doğum şöleni hazırlamışlar…İrtica faaliyetleri artmış..." suçlarını sıralayan meçhul kişi, karikatürdeki vatandaşın: "Yanlış numara kardeşim!" demesiyle kendine gelip sesi kesiliyor.

Evet dünden bugüne kadar hâlâ daha bu şekilde sorunlar, sıkıntılar, baskılar, zulümler devam diyorsa, bunlar karikatürlere, yazılara konu oluyorsa ve hâlâ daha çocuklarımız okullarına başörtüsü ile gidemiyorsa; inanç hürriyeti, insan haklarına saygı, demokrasi vb. konularda yıllardır alabildiğimiz mesafe için, elimizi vicdanımıza koyarak çok, hem de çok düşünmemiz gerekir!

01.06.2010

E-Posta: [email protected]



Abdil YILDIRIM

Dünya doyumluk değil tadımlıktır


A+ | A-

İnsan, dünyanın fâni olduğunu, kendisinin de bir misafir olarak burada bulunduğunu bildiği halde, ebedî kalacakmış gibi dünyaya sarılıyor. Ahiretini kazanmak için verilen ömür sermayesi ile dünyayı kazanmaya çalışıyor. Ahiret nimetlerinin bir numûnesi olan dünya nimetlerine hırsla saldırıp, hepsini elde etmek istiyor. Dünyanın bir vitrin olduğunu unutup, bütün güzelliklerin ve lezzetlerin vitrinde gördüğü mallardan ibaret olduğunu zannediyor.

Peygamber Efendimizin (asm) “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahret için çalışınız” hadis-i şerifini hemen herkes bilir ama, her nedense sadece birinci kısmı dikkate alınır. Yani insanların büyük çoğunluğunda hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışma ve dünyalık biriktirme meyli mevcuttur. Acizliğinden ve muhtaç olduğundan dolayı kendisine verilen nimetlerin gerçek sahibiymiş gibi onları zimmetine geçirir. Daha da ileri gidenler, sahip oldukları ile de yetinmezler, daha fazlasını talep ederek hırsla dünyaya sarılırlar.

Halbu ki dünya, kendisine sarılanı bağrına basmaz, onunla ebedî olarak dost olmaz. Devamlı olarak onu sırtında taşımaz. Hiç ummadığı bir zamanda ve hiç beklemediği bir yerde dünya insanı sırtından indirir. Sahip olduğu malı mülkü, şanı şöhreti, eşi dostu, birer birer kendisini terk eder. Bir çok insan, meftun olduğu dünyadan müflis olarak ayrılmak zorunda kalır.

Zamanın mazi mezarlığı, dünyanın en büyük servetlerine sahip oldukları halde, müflis olarak dünyadan ayrılanların kemikleri ile doludur. En büyük imparatorluklara hükmedenler, “Dünya bir hükümdara çok, iki hükümdara az” diyenler, hazinelerinin anahtarlarını yetmiş devenin taşıyamadığı zenginler, dünyanın sırtından inmişler, kucağına girmişlerdir.

Dünya misafirhanesi, gerçekten caziptir. Çok güzel tanzim edilmiş, çok leziz nimetlerle donatılmıştır. İnsanda bulunan her duygu ve latifenin istifade edeceği bir lezzet mevcuttur. Fakat dünyadaki nimetler ve lezzetler, sadece tatmak içindir. Doymak için değildir. Zira insanda öyle duygu ve arzular vardır ki, onların burada doyması, tatmin olması mümkün değildir. Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi, “Bazıları dünyayı yutsa tok olmaz”. Zaten Cenâb- Hak, dünya nimetlerini ahiretteki sonsuz nimetlerinin bir numunesi olarak yaratmış, onların cüz’i bir lezzetini dünya nimetlerine katmıştır.

Demek ki dünya doymak için değil, tatmak içindir. Doymak isteyen, bunların asılları ve menba’ları olan ahiret nimetlerini elde etmeye çalışmalıdır.

HANİ KİM

DOYDU GİTTİ?

Günleri birer birer, saatler saydı gitti,

Gençliğim sabun gibi, elimden kaydı gitti.

Hayat coşkun bir ırmak, mecraya uydu gitti,

Mümkün değil durdurmak, daveti duydu gitti.

Hükümdarlar tacını, tahtını koydu gitti,

Çıkardı kaftanını, bir kefen giydi gitti.

Dünyaya el uzatan, şöyle bir değdi gitti,

Yaradan’ın hükmüne, boynunu eğdi gitti.

İpek, atlas giyenler, hepsini soydu gitti,

Tıka basa yiyenler, sanma ki doydu gitti.

(A.Y.)

01.06.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

İsrail kendi sonunu mu hazırlıyor?


A+ | A-

İSRAİL bir kere daha tüm dünyanın gözleri önünde masumları vurdu. Bütün uluslar arası hukuk kurallarını ihlâl ederek, savaş halinde dahi izin verilmeyen bir şekilde silâhsız gemilere saldırdı. Bu satırların yazıldığı sırada, İsrail televizyonunun bildirdiğine göre on kişi vurularak öldü. Otuz kişinin de yaralı olduğu haberleri geliyordu.

İsrail’ askerleri saldırdığında gemiler kıyıdan 70 mil açıktaydı. Uluslar arası hukuka göre karasuları 12 mili geçemiyor. Kaldı ki, bırakınız uluslar arası suları, karasularında olsa dahi, ev sahibi ülkenin sivil vasıtalara silâhlı saldırı düzenleyerek durdurma hakkı bulunmuyor.

Gazze’ye insanî yardım götürmekte olan bu konvoyda Türkler kadar Batılı yardımseverler ve insan hakları savunucuları da var. Amaç Gazze şeridinde İsrail ablukasıyla bunalmış ve her türlü insanî yardımdan yoksun durumdaki Filistinlilere tıbbî malzeme, gıda ve sağlık malzemesi götürülmesi.

Bundan sonra neler olacağını bilmiyoruz. Büyük ihtimalle İsrail zorbalıkla gemilere el koyacak, açıkladığı gibi malzemeleri alıp, bir kısmını Gazze’ye kendisi ulaştıracak. Ancak altı yüz eylemciyi Filistinlilerle buluşturmayacak. Uçaklara veya Marmara gemisine bildirip geri gönderecek.

Bir çok yorumcunun tesbiti, bu olayla Türkiye’nin İsrail-Filistin sorununa doğrudan dahil olduğu yolunda. Türkiye’de bir çok vatandaş galeyan halinde İsrail konsolosluklarının önünde toplanıyor. İslâm dünyası ayakta.

Peki, Türkiye bu konvoyun gitmesine izin verirken, bu olacakları öngörmüş müydü? Öngörmüş ise amaç neydi?

Elbette böyle bir organizasyonun resmî makamların izni olmaksızın gerçekleştirilmesi mümkün değil. Amaç ise; üzerine ölü toprağı serilmiş dünya kamuoyuna, İsrail’in bu bölgedeki insanlara uyguladığı zulmü, işgali ve insanlık dışı muameleyi bir kez daha gösterebilmek. Aynı zamanda BM başta olmak üzere uluslar arası kuruluşları daha ciddî bir şekilde harekete geçmeye zorlayabilmek.

Türkiye, kimine göre yeni Osmanlıcılık kimine göre ise, bölgesine sahiplenme olarak nitelenen proaktif hamlelerle bölgenin siyasetine ve sorunlarına müdahale etmeye çalışıyor. Hamileri izin vermediği için ciddî bir tavır ortaya koyamayan birçok Ortadoğu ülkesinin aksine, Ortadoğu’nun ve İslâm dünyasının İsrail karşısında çaresiz ve aciz olmadığını ortaya koymaya yönelik bazı çabalar, bunu hasretle bekleyen milyonlarca Müslümanı umutlandırdı.

Bütün bunların ne gibi sonuçlar doğuracağını zaman içinde göreceğiz. Ama ortada bir gerçek var: İsrail bu dünyayı umursamaz, hiç kimseye aldırmaz ve insanlık dışı politikalarını sürdürerek bu bölgede var olamaz. Bu politikaları sürdürmesinin önündeki en büyük engel de Türkiye olmaya başladı. Böylece olay, Türkiye ile İsrail arasındaki güç mücadelesine dönüşme eğilimi göstermeye başladı.

Hükümetin burada bir yandan uluslar arası kamuoyunu devreye sokarak, soruna uluslar arası hukuk çerçevesinde çözüm oluşturmaya çalışması; diğer yandan da İslâm dünyasını uykusundan uyanmaya ikna etmesi gerekiyor. Bütün bu gelişmelerin olabilmesi için de Amerikan yönetiminin İsrail’in politikalarından rahatsızlığını artık açıkça dile getiren kanadının desteğiyle, ABD’nin engellemelerinin önüne geçilmesi lâzım.

O gemide insanlığa hizmet uğrunda hayatını kaybedenlere Cenâb-ı Hak’tan rahmet diliyor, geriye kalan herkesin sağ salim evine dönmesini, yardımların da muhtaç Gazzelilere ulaştırılabilmesini diliyoruz.

01.06.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet BATTAL

Demokrasi ne işe yarar?


A+ | A-

Demokrasi siyaseti seyislik haline getirir. Seyis denen yöneticiler devlet denilen atın sahibi olan halkı değil de atı yani devlet kurumlarını ve kendilerine bağlı birimlerdeki personeli yönettiklerinin farkına varırlar ve atın sahibine kafa tutmaya ya da onu yönetmeye kalkamazlar.

Demokrasi, yöneticiyi, halk tarafından kendisine güvenilen, yetki verilen ve denetlenen “uzman” haline getirir. Böylece artık yöneticinin mahareti salâhâtinden daha önemi hale gelmiş olur.

Demokrasinin, din ve vicdan hürriyetinin diğer bir teminat aracı olan laiklikle problemi yoktur. Problem demokrasisiz cumhuriyetin halka laiklik adına din ya da dinsizlik dayatmasından kaynaklanmaktadır. Demokrasi toplumsal dinî motiflere yani şeaire dosttur.

Demokrasi halk ile devlet arasındaki ve yöneten amir ile yönetilen memur arasındaki iletişim kanallarını açık tutar. Böylece yöneticinin yüzüne karşı konuşabilecekken böyle yapmayanların onların arkasından konuşmalarını da hoş görmez ve bir mânâda “gıybeti günah haline getirir”.

İktidar her ülkede vardır. Demokrasi muhalefetli rejimdir. Muhalefet ise Gençlik Rehberi davasındaki müdafaasında Bediüzzaman’ın da dediği üzere (Tarihçe-i Hayatı, s. 564) “Meşru ve samimi bir muvazene-i adalet unsurudur.” Zira iktidarın böbürlenme riski vardır. Muhalefet ise dengeyi sağlar.

Demokrasi insan haklarını teminat altına alarak, insanları ve grupları takiyye yapmaktan kurtarır, samimi ve şeffaf bir toplumsal yapı kurar, ihlâsa katkı yapar. Demokrasi toplumu kategorize eder ama zıtlaştırmaz. Toplum katmanları arasındaki ilişkilerde iki cepheli olarak ve “düşmanımın düşmanı dostumdur” kuralına göre tavır alma ihtiyacını ortadan kaldırır.

İlk çağlardan bu yana devlet yönetiminin en çetrefil sorusu malumdur: Bizi düşmanlardan ordumuz koruyacak. Peki bizi askerlerimizden kim koruyacak?

İşte demokrasi koruyuculardan korunmamızı sağlar. Askeri sivil siyasetin emrinde ve kışlasında tutar. Askerin askerî konularda politika üretmesine engel olmaz ama bu politikalardan dilediğini tercih hakkını sivil iradeye verir. Ordunun dizginini—yeniden—millete verir. Orduyu milletin ordusu yapar. Derin devleti ortadan kaldırır.

Demokrasi siyasette ve sosyal hayattaki diğer toplumsal yapılarda “karizmatik” liderler bulma ihtiyacını ortadan kaldırır. İşlerin ve organizasyonların kişiselleşmesi riskini azaltıp kurumsallaşmayı geliştirir. Kurumların, “Zaman şahıs zamanı değil, cemaat zamanıdır” tesbiti doğrultusunda çağa ayak uydurmasını sağlar.

Zira Bediüzzaman’ın da tesbit ettiği üzere (Mektubat, s. 425) “Şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dâhi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûptur.”

Demokrasinin sürekliliği partilerin fikriyâtını netleştirir, sabitleştirir ve partileri ilkeli hale getirir. Böylece siyaseti de istikrarlı hale getirmiş olur. Zira “sürekli demokrasi” partilerin aldıkları misafir oyların oranını azaltır. Seçmenin bilinçli biçimde ve ana tercihlerine göre birbirinden ayrışmasını sağlar ve partilerin kurumsallaşmasına katkı yapar.

Bu sebepledir ki demokrasinin kesintiye uğradığı dönemlerde misafir oyların oranı artar, ilkesiz siyasetçilerin “başkasının arazisine gecekondu dikme” iştahı kabarır. (Bu sebeple bu dönemlerde partiler ve fikriyatları ile bu fikriyata göre beklenen bilinçli seçmen desteği başka şeydir, partilerin fiilen aldıkları oy oranı başka şeydir).

Demokrasi, halkı, “cebren yönetilen” olmaktan çıkarır, seç”men” yani “seçen insan-hakiki irade sahibi insan” yapar. Bir mânâda, tabanı tavan yapar.

Demokrasi devleti hizmetkar yapar, halkı da devlete “arzeden” değil devletten “rica eden” yapar.

Yani; demokrasi iyidir, iyi bir toplumsal yapı kurar. Ama bir şartla; şayet toplumun çoğunluğu erdemli insanlardan oluşuyor ise. Aksine, şayet toplumun çoğunluğu hamiyetsiz, faziletsiz ve bencil insanlardan oluşuyor ise demokrasi bir fazilet rejimi değil, olsa olsa, reyin rüşvet olarak verildiği bir rüşvet rejimi olarak sürer ya da çabucak yeniden istibdada döner.

O halde mesele, sistemin demokratikleşmesinden önce sistemi oluşturan fertlerin demokrasinin erdemleri konusunda eğitilmesi ve diğergamlık ve hamiyetin faydaları konusunda irşat edilmesidir. Zira, bencil ve cebini düşünen bir millet ekseriyeti ile demokrasi olmaz. Olsa da, önce hürriyeti değil ekmeği; yani başörtüsünü değil, borsayı koruyan ve dolayısıyla kendi bindiği dalı kesen çarpık bir demokrasi olur.

Meselâ, halkın çoğunluğu hangi partiye oy verdiğini gizliyorsa, demokrasinin gerektirdiği medeni cesaret yok demektir ve aslında parti tercihinin arka planında, bunu gizlemeyi gerektirecek bir problem var demektir. Yine bir başka örnek de şudur: Halk temsil reyi değil de tepki oyu veriyorsa, yani “Beni kim daha iyi temsil eder” veya “Devleti hangi parti daha iyi yönetir” diyerek değil de “oh olsun” duygusuyla ya da “inadına” oy veriyorsa problem vardır. Zira bu sistemde demokrasinin en temel kuralı olan “halkın etkilenen değil etkileyen olması kuralı” ihlal ediliyor demektir.

O halde; “Millet tenvir ve irşat edilmelidir”. Ama bu irşat, sadece, müftülerden oluşan irşat ekibi kurup millete vaaz ve nasihat ederek değil, milletin reşit olduğu millete hakkıyla hissettirilerek olursa bir mânâ ifade eder.

01.06.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

27 Mayıs ve Demokratlık mânâsı… (5)


A+ | A-

Bediüzzaman, Osmanlının son devrinde Şarktaki aşiretlere “Ve onlarla istişâre et. (Âl-i İmrân Sûresi, 159)”, “Onların aralarındaki işleri istişâre iledir. (Şûrâ Sûresi, 38)” âyetlerinin tecellisi ışığında “hâkimiyet-i millet” olarak târif ettiği “meşrutiyet” denilen demokrasinin târifiyle Demokratlık hakikatini izâh eder.

“Efkâr-ı ammenin (kamuoyunun) zembereği” diye nitelendirdiği bu hakikati, bir “nuranî vücud”a benzetir. Bu vücudun “kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbetir, aklı kânundur, şahıs değildir” tavsifiyle insanı insan yapan bütün ulvî hisleri uyandıracağını, İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacağını müjdeler. (Münâzarat, 23)

Daha sonra lâhikalardaki “bu vatanda dört parti var” esaslı tasnifinde de, kuvvetin kanunda olup istibdat ve mutlak keyfîliğin olmaması için, Demokratlık ve vicdan hürriyetinin, Peygamberimizin “Bir kavmin reisi onun hizmetkârıdır” hadisinde özetlenen İslâm’ın temel düsturuna dayanması gerektiğini belirtir. (Emirdağ Lâhikası, 386, 387)

Bu temel çerçevede devlet bürokrasinin diktasıyla çeşitli idarî ve içtimaî cinâyetlere sebebiyet veren Halk Partisi’ne ve Millet Partisi’ne karşı Demokrat Parti’yi, “millete hizmetkârlık” misyonuyla destekler. Pratiğe indirgendiğinde bu mânânın hürriyetperver Demokratlarda tezâhür ettiğini beyân eder. “Demokrat çıktı, istibdadı bir derece kırdı” hâşiyesiyle bu anlamı açıklar…

“BÜYÜK DOĞUCULUK SİYASÎ TEŞEKKÜLÜ”

“Bu vatandaki dört parti” tasnifindeki Demokrat Parti ile Halk Partisi arasında kalan partileri “Millet Partisi” kavramı içine alan Bediüzzaman, “Avrupa’nın İslâm âlemini parçalamak için aşıladığı ve Frenk illeti tâbir edilen ırkçılık, unsurculuk, menfî milliyetçilik fikriyle, ırkçılık ve Türkçülüğü esas alan”, “İslâmiyetin mukaddes milliyetini bırakıp zâhiren milliyetçilik ve hakikatte ırkçılık damarıyla” hareket eden parti ve partilerin dışındaki “Millet Partisi” partisi versiyonlarını Demokratlarla birlikte olmaya çağırır.

Buna göre, “Türkçülüğün içinde mezc olduğu ittihad-ı İslâmdaki esas olan İslâmiyet milliyetini esas alan” ya da “sırf İslâmiyeti esas alan” parti ve partilere, “Demokratın mânâsındadır, dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur; muhâlif ve muârız olmayarak, (Demokratlara karşı) iktidara gelmeye çalışmaz” yolunu gösterir. (a.g.e., 422)

Bediüzzaman bu tesbitleri tek tek tasrih eder. Talebesi Hulûsi Yahyagil’in, “Malaya seyahatimde oradaki alâkadarların çalışma tarzlarını söyledim. Büyük Doğucuların bu fakiri kendi zümrelerine katmak hususundaki tekliflerine, ‘Büyük Doğuculuk siyasî bir teşekkül müdür?’ diye sordum, ‘Evet’ dedikleri için…” diye başlayan ve “yalnız imanî ve Kur’ânî meselelerle ve hizmetlerle alakâdar olacağını” yazdığı mektubu lâhikaya alması, bu açıdan dikkate değer. (a.g.e., 373)

Yine DP’ye karşı diğer partileri destekleyen Sebilürreşad ve Doğu gibi gazeteler hakkında “Onlarla dostuz ve kardeşiz; fakat, siyaset noktasında değil” ifâdesi, dünden bugüne partilerin Demokratlık vasfına dair bâriz bir belirlemedir. (a.g.e., 281)

Bu bakımdan, DP’nin karşısına çıkarılan Hürriyet Partisi’nden İslâm Demokrat Partisine, 27 Mayıs’ın ardından DP’nin yerine geçen AP’ye karşı kurulan Yeni Türkiye Partisi’nden 12 Eylül’ün “güven ortamı”ndan “izinli” ANAP’a, Millet Partisi’nin devamı MHP’den BBP’ye, “Millet Partisi” kavramı çerçevesinde mütalaa edilir…

“DEMOKRATLARA İKİ MÜTHİŞ

DARBEYİ VURMAK!”

Keza Bediüzzaman, “dinî siyasete âlet etmeye mecbur olur” dediği “din nâmına siyaset” ve particiliği, “siyasî bir iftira” olarak takbih eder. “İslâmî bir devlet kurmak’ gibi siyasetvâri bir tarzda tebdil”e, “sahte siyaset bezirgânları, çocukları dahi kandıramayacakları acemice bir iftira ve bir uydurmadan ibâret maksatlı yalanlar” tepkisiyle şiddetle reddeder. “Çok vecihlerle vicdansızlık ve müthiş bir gaddarlık” olarak niteler. (a.g.e.,435)

Bu nitelemeyle, “siyasî bir teşekkül” olan “Büyük Doğuculuk”tan çıkan ve Bediüzzaman’ın “umûmun mâl-ı mukaddesi olan dinî, inhisarcılık zihniyetiyle kendi meslektaşlarına (siyasî mesleğine, partisine) daha ziyade has göstermekle kavi (büyük) bir ekseriyette, dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek” olan “tarafgir siyaset” ikazını dinlemeyen “millî görüş” partileri, bu niteleminin içine girer. (Sünûhat, 66-67)

MNP-MSP-RP’den AKP’ye açılan kulvarda, Demokrat Parti’ye karşı çoğu i’rabda mahalli olmayan, darbeler ve ara dönemler sonrası kurulan-kurdurulan nevzuhur muvazaa partiler, Bediüzzaman’ın bu temel târifine dahil olur.

Yine Bediüzzaman’ın “Şimdi bir kısmı dindarlık perdesine girip Demokratları din aleyhine sevketmek veya kendileri gibi tahribata sevketmek istedikleri kat’iyyen tebâyün ediyor” cümlesi, siyasî arenadaki “dinî istismar siyaseti”nin arkasındaki mâlum mihrakları ele verir. (a.g.e., 271)

Her ne kadar “gömlek değiştirdiklerini”, redd-i mirâs yapıp “değişim” ve “dönüşüm”e uğradıklarını iddia etseler de, “millî görüş” siyasî çekirdeğinin oluşturduğu bugünkü iktidar partisinin ucu, Necip Fazıl’ın “Büyük Doğuculuk siyasî teşekkülü” zihniyetine uzanır. Ki Başbakan ve parti sözcüleri, sık sık övünerek bunu itiraf ederler…

Bu açıdan Bediüzzaman’ın, “Demokratlara karşı, eski partinin müfrit ve mason veya komünist mânâsını taşıyan kısmı, iki müthiş darbeyi Demokratlara vurmaya hazırlanıyorlar” cümlesiyle DP ve AP’ye karşı 27 Mayıs kanlı darbesi ile 12 Eylül darbesini haber verir. Demokratlık mânâsını bildirir. (a.g.e.)

01.06.2010

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

İsrail’e karşılık vermenin zamanı değil mi?


A+ | A-

İsrail kendisine yakışanı yaparak, Gazze’ye insani yardım götüren gemilere saldırı düzenledi. Gemilerde 50 ülkeden 600 civarında sivil insan bulunuyordu. Tek amaçları Gazze’ye insani yardım götürmek ve Gazze’deki ablukayı böylesi sivil ve insani bir yolla delmekti. İsrail devleti bu girişimi engelleyeceği konusunda uyarıda bulunmuştu. Dediğini de yaptı. Şu ana kadar gelen bilgilere göre en az 10 kişi hayatını kaybetti. Bunlardan 9’unun Türk olduğu ifade ediliyor. Öte yandan 50’nin üzerinde de yaralı var. Netice itibariyle Mavi Marmara gemisinin kontrolü İsrailli deniz komandolarında…

Bu pek tabii ki, hukuk dışı, insanlık dışı bir devlet terörüdür. Ama İsrail bunu ilk defa yapmadığı için çok da şaşırtıcı olmamıştır. Olayın uluslar arası kara sularında olması ve tamamen sivillerden oluşan bir gemiye karşı yapılması da hukuk dışılığı arttıran iki önemli faktör. Ayrıca olayın sadece Türkiye açısından değil, uluslar arası boyutu olduğu ve dolayısıyla verilen tepkilerin uluslar arası boyutta olması gerektiği de bir başka hakikat.

İsrail tarafı pek tabii ki, kendisini haklı çıkaracak uydurma gerekçeler öne sürmeye şimdiden başladı. Ama hiçbir gerekçe bu saldırıyı haklı çıkarmayacaktır.

Öte yandan Türkiye Dış İşleri Bakanlığı bu yazı yazıldığı saatlerde, sert bir kınama mesajı yayınladı. İsrail’in bu saldırısının sonuçlarına katlanacağı ve bu olayın telafisi olmayan sonuçlar doğuracağı ifade edildi. Şimdilik bu sözlerin ne anlama geldiği bilinmiyor. Bunu ilerleyen saatlerde göreceğiz. İsrail Büyükelçisi de dışişlerine çağrılarak olayın hesabı sorulmaya ve izahat istenmeye başlandı. Daha sonra da büyükelçimizi geri çektiğimiz haberi geldi… Öte yandan İsrail’in büyükelçiliklerine insanlar akın ettiler ve oralarda da protesto gösterileri oldu ve gergin anlar yaşandı. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ise Mısır gezisini yarıda keserek, Ankara’ya dönme kararı aldı. Latin Amerika gezisindeki Başbakan’ın da bugün dönmesi bekleniyor…

Türkiye, izlediği dış politika ile uzun süreden beri İsrail ve Ortadoğu problemi konusunda gerek Türkiye kamuoyunda gerekse İslam dünyası nezdinde ciddi bir beklenti oluşturmuştu. Erdoğan’ın Davos’ta “One minute” çıkışıyla sembolleşen bu tavır, son olarak İsrail’in OECD’ye kabulü sırasında, Türkiye’nin veto hakkını kullanmaması ve şerh düşmekle yetinmesi sonrasında büyük yara almış ve samimiyet sınavını geçememişti. Şimdi Türkiye hükümeti yeni bir imtihanla karşı karşıya… Kamuoyundaki beklenti büyük… Bunu insanların söylemlerinden anlamak mümkün… “Derhal savaş açılsın” gibi büyük çaplı beklentilerden tutun da, sert diplomatik tedbir ve ekonomik boykotajlara varan tedbirler konuşuluyor. Bütün bunların arkasında dediğimiz gibi Türkiye’nin süregelen tavrının yattığını söylemek yanlış olmaz. Peki Türkiye’nin İsrail’e karşı geliştirdiği bu politikaların bir alt yapısı var mıydı? Asıl sorgulanması gereken nokta işte budur. Zira Sayın Başbakan’ın, muhalif politikacıların uçuk vaatleri karşısında çok yaygın kullandığı bir argümanı vardır: “Bunun karşılığı nedir?”… Başbakan burada kendine has üslubuyla “Vaatlerinizin alt yapısını açıklayın, bol keseden sallamayın” demek ister her zaman… Aynı suali Türkiye dış politikasında da, politika belirleyenlere sormak gerekiyor: Söylemlerinizin arka planı var mıdır? Bunların arkasında durmak için gereken güç, cesaret ve somut kozlar elinizde midir?

Nasıl ki, ekonomide “para basmak” için basacağınız paranın mutlaka bir karşılığı olması gerekir… Aynı şekilde devletler bazında atacağınız her adımın, her eylem ve söyleminizin de pratikte bir karşılığı olması şarttır. Bugün Türkiye’nin yönetiminde, hemen her kademede bunun eksikliği yaşanmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin İsrail politikalarının da bu şekilde “altyapısız” ve “pratikte karşılığı olmayan” bir takım hamasi söylemlerden öteye geçmediğine şahit oluyoruz. Sözgelimi İsrail bir yandan sizin bayrağınızın asılı olduğu gemiye saldırırken ve çoğu sizin vatandaşınız olan onlarca kişiyi öldürüp yaralarken, öte yandan da İskenderun’da Deniz İkmal Komutanlığı’na bir roketatarlı saldırı oluyor ve 7 şehit 8 yaralı veriyorsunuz. Yani içerden ve dışarıdan vuruluyorsunuz. Eş zamanlı olarak politik anlamda kilitleniyorsunuz. İşte altyapısı olan ve pratikte uygulanabilir bir politika örneği. Zira PKK kuruldu kurulalı Deniz Kuvvetleri’nden herhangi bir birime karşı herhangi bir saldırı gerçekleşmemişti. Demek ki, Mossad marifetiyle İsrail, Türkiye’ye gözdağı vermektedir. “Yaklaşma, karıştırırım” demektedir. Gemilere saldırı düzenlenmesi ile deniz kuvvetlerine yapılan bu saldırının eş zamanlı olarak gerçekleşmesi bir tesadüf olabilir mi? Pek tabii ki planı ve programlı bir harekettir, derin ve ince mesajlar içermektedir.

İsrail’in bugün attığı bu adımların kendi sonunu yaklaştıracağı konusunda ümit ve temennilerimiz yok değil, lakin olaya bu boyutları ile baktığımız zaman, Türkiye’nin ne denli cılız, zayıf ve mesnetsiz bir dış politika anlayışına sahip olduğuna da ne yazık ki şahit oluyoruz.

Bu olay üzerinden iç siyasette birtakım sonuçlar çıkaracak, yahut bu vahim olayı dilimize dolayacak değiliz. Ancak şu bir gerçek ki, Davos çıkışının ve İsrail’e karşı sert söylemlerinin içeride meyvelerini toplayan ve bunlardan nemalanan hükümetimiz, bu vahim olay karşısında –tıpkı OECD’deki rezalet gibi- gerekli ve somut karşılığı vermediği takdirde, sonuçlarına katlanması gerekecektir.

Son olarak Türkiye’nin vermesi gereken yahut verebileceği somut tepkiler konusunda ortaya atılan bir görüşü de aktarmakta fayda var. Görüşlerin bir çoğunun ortak paydası “artık kınamanın bir anlam taşımadığı” yönünde. Dolayısıyla diplomatik, ekonomik ve askeri bir takım yaptırımlara gitmekten başka çare kalmamıştır. Bir zamanlar büyükelçilik düzeyinde yaşanan “alçak koltuk” krizinin ve benzeri krizlerin ardından, nota verilmesi istendiğinde Başbakan bu isteklere “Bu müzik notası değildir” diyerek alaycı bir karşılık vermiştir. Şimdi sormak gerekiyor Sayın Başbakan’a: Acaba nota vermeyi düşünüyor musunuz? Yoksa Rio’da samba ritminden notalar mı dinlemeyi tercih edersiniz?

01.06.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

İsrail insanlığı öldüremez


A+ | A-

Gazze’ye yardım için yola çıkan ‘yardım gemileri’ni işgal eden ve gemideki gönüllülerden bir kısmını öldürüp bir kısmını da yaralayan İsrail, uluslar arası kabul edilmiş temel hukuk kuralları tanımadığını ‘canlı yayın’la dünyaya ilân etti. Hemen ifade edelim ki; ‘Küfür devam eder, zulüm devam etmez’ kaidesince bu yapılanlar İsrail’in yanında kâr olarak kalmaz ve kalmamalı.

Dün, saldırı ile ilgili olarak İHH’nın Fatih’teki merkezinde bir basın toplantısı düzenlendi. Toplantıda ısrarla üzerinde durulan ‘bilgi’lerden biri şuydu: İHH’nın öncülüğünde Gazze’ye yardım götüren gemilerde bulunanların tamamı sivildi ve ellerinde ‘silâh’ yoktu.

İsrail’in sicili; oldum olası hak, hukuk ve adalet tanımayan işlere imza atmakla dolu. Geçmiş yıllarda sokak ortasında ‘babasına sığınan çocuğu’ katlettiğini bütün dünya neredeyse ‘canlı yayın’larla görmüştü. İsrail’in yaptığı yanlışlar o kadar fazla ki, ne saymakla ne de tasnif etmekle bitirebiliriz.

Daha önce de Gazze’ye bomba yağdırmış ve bu saldırı İsrailli bir ‘uzman’ tarafından bile ‘soykırım’ olarak tanımlanmıştı. Dünya bu saldırılar karşısında tepki göstermiş, ama ülkeler nezdinde bir yaptırım uygulanmamıştı. Bundan cesaret alan İsrail, dün de Gazze’ye yardım götüren gemileri işgal etti, insanları öldürdü.

İsrail’in yaptığı ‘insan’a değil, apaçık ‘insanlığa’ saldırıdır. Bu saldırı kişilere yapılan saldırı olarak algılanırsa yanlış olur. Bu sebeple topyekün insanlığa yapılan bir saldırı olarak değerlendirilmeli ve ona göre de caydırıcı mukabelelerde bulunulmalıdır.

Dünya hukukunu dikkate almayan ve yaptığı işlerle insanlığı tanımadığını ortaya koyan İsrail’in yardım gemilerini engellemesi bekleniyordu, ama doğrusu müdahalenin bu kadar insafsızca olmasını hiç kimse beklemiyordu. Bu bakımdan haber duyulduğunda bütün dünya şok oldu. Ölü sayısı hakkında kesin bilgiler henüz açıklanmış değil. Ölü sayısı ne olursa olsun, İsrail’in yaptığı hareketin ‘savaş suçu’ olduğu gerçeğini değiştirmez.

Bütün dünya bu vahşet ve işgal karşısında söz ile itirazlarını ortaya koymuş durumda. Ama bu sözlerin arkasında durulması lâzım. Yıllardan beri yapıldığı gibi ‘sözlü açıklamalar’la yetinilirse bu tavır yine İsrail’in ekmeğine yağ sürmüş olur.

Başta İslâm ülkeleri ve Türkiye olmak üzere bütün dünyadaki ‘insan’lar bu vahşete karşı koymalı. İsrail, Gazze’ye yardıma giden ‘insan’ları öldürmekle aslında ‘insanlığı’ öldürmeye teşebbüs etmiştir. Ama gerek İsrail ve gerekse onun destekçileri—hangi ülke olursa olsun—bilmelidir ki, ‘insan’lar ölür, ama ‘insanlık’ ölmez. İnsanlık bu zulmü bugün değilse de yarın, ama mutlaka durduracaktır ve durdurmalıdır.

İsrail’in yapmaya çalıştığı şey, suları tersine akıtma gayretidir. Bu kadar boş bir gayret için insanları öldürmeyi göze alan vahşeti insanlık adına kınıyor ve uluslar arası imkânların devreye sokulmasını idarecilerimizden talep ediyoruz.

“İnsanlık”ı öldürmeye çalışan İsrail, ‘insanlık çizgisi’ne çekilsin...

01.06.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

27 Mayısların fotoğrafı


A+ | A-

Yıldönümleri önemlidir. Hele bazı yıldönümleri vardır ki, riyakâr ve yalakaların tarih karşısındaki yüzsüzlüğünü ortaya döktüğü için daha da önemlidir.

Meselâ Çanakkale Zaferi’ni şaşaalı törenlerle anarken ellerimiz çatlayıncaya kadar alkışlarız, boğazımız yırtılıncaya kadar nutuklar çekeriz, sahte alkışlarla sahte çiçeklerle anarız şehitlerimizi. Aziz şehitlerimizin uğruna canını verdiği değerlere sahip çıkamayanların, bırakın sahip çıkmayı bu değerlere savaş açanların şehitlerimiz için sözde methiyeler düzmeleri ne trajikomik bir riyakârlık fotoğrafıdır. “Bugün 27 Mayıs’ın 50. yılı” diye başlayarak bu meş’um darbeyi tel’in hareketine dönüşen tartışmalarda, sözümona feryatlarda bu fotoğrafa rastlamak, bu toprakların genine işleyen bir dalkavukluk ve ikiyüzlülük kodlarından olsa gerek.

27 Mayıslar; zulmü abad etmek isteyenlerin karşısında “Zalimler için yaşasın cehennem” diye haykıran, bu milletin uğruna kanını döktüğü, canını verdiği mukaddesatını nisyana mahkum etmek isteyenlerin azgınlığını gemleyen, “Bu sarık bu başla çıkar” diyerek şeaire “füruat müruat” tartışmalarına girmeden sahip çıkan bir İslâm kahramanının yanında yer alamayanların, bu mertçe duruşları yalnız bırakanların da eseridir. “B…tan Rıfat” adıyla imzalanan tarihî belgeler, “kahrolası hanedeki evlad u ıyal”e yüklenen günahlar, günü kurtarmak adına darbelere düzülen methiyeler, selâmlanan askerler, öpülen postallar levh-i mahfuzda “zındıkaya alet olanlar” şeklinde yazılmıştır bile. Zulmün kol gezdiği, insan şeref ve haysiyetinin ayaklar altına alındığı devirlerde bırakınız İslamiliği; insanî bir duruş sergileyemeyenlerin bugün demokrasi havarisi kesilerek mangalda kül bırakmamalarını samimiyetin hangi karesine koyabilirsiniz?

Üstad’ın vefatından kısa bir süre sonra gerçekleşen 27 Mayıs darbesi bu topraklarda gelenekselleşen bir anlayışın dibacesi olmuştur. “Ben yaparım olur, benim gibi düşünmeyenlerin, benden olmayanların yaşama hakkı yoktur” şeklinde özetlenebilecek bu anlayış milletin canına ot tıkamak için bundan sonra her on yılda bir hortlayacaktır. Zındıklığı yüzlerine vurulanlar, hayattayken başını öne eğdiremedikleri Bediüzzaman’ı mezarında bile rahat bırakmamıştır. Oysa tarumar edilen yalnız bir mezar değildir. Topyekün bir mazi, topyekün bir diriliştir mezara konulmak istenen. Millete meydan okumak üzere kurulan darağaçlarına meydan okuyacak Said yoktur; ama…

“Ama”ların başladığı yer artık farklılıkların da başladığı yerdir; başkalaşmaların, bir öylelerin bir böylelerin, tefe’üllü tevillerin adresidir. Bugünkü 27 Mayıs zihniyeti, anayasa değişikliğine karşı çıkarken “Sizin darbe anayasası diye eleştirdiğiniz 82 Anayasası milletin yüzde doksan ikisinin hüsnü kabulüne ve teveccühüne mazhar olmuştur. Yüzde doksan üç kabulle geçmeyecek bir anayasayı kabul etmiyoruz” şeklinde demokratik! bir söylem geliştirirken insanın sorası geliyor: “Bu işte matematiksel bir çelişki var; zira bugün çoğunlukla darbeleri lanetleyenler o gün hangi saftaydı acaba? Darbeyi meşru kılan bir anayasaya böyle bir teveccüh nasıl oluştu? Bugün Türkiye’nin demokrasi şahlanışından söz ederken, bu şahlanış karesinde görünmek hevesiyle ısrarla Menderes, Özal ve Erdoğan çizgisinden bahsedenler, ısrarla bir ismin ve bir mücadelenin üzerini çizenler o gün neredeydiler; Bediüzzaman tavrı gösterebilenlerin içinde miydiler acaba? Namık Kemal gibi, “Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten” diyerek insanlık duruşunun yanında yer alabildiler mi? Kısacası yüzde doksan ikinin içinde miydiniz dışında mıydınız? O günlerde ben çocuktum, bilenler bana da anlatsın da ben de bir göreyim 27 Mayısların fotoğrafını… Madalyonun hem önünü hem arkasını...

01.06.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

İsrail vahşeti ve Türkiye


A+ | A-

Başbakan, Güney Amerika gezisinin Arjantin bölümünü, “Atatürk anıtını açmaktan vazgeçtiler” diye iptal eder; bu karar Türkiye’de “Arjantin’e un minuto” (Star), “Arjantin’e de one minute” (Vakit) manşetleriyle duyurulur ve gezi iptalinin ötesinde Buenos Aires’e “haddini bildirmek için” misilleme olarak Ankara’daki Arjantin Caddesinin ismini değiştirmek, bu ülkeye doğrudan THY uçuşlarını, tekstil işbirliğini ve yatırım programlarını iptal etmek, oradan et almamak gibi “yaptırım”lar seslendirilirken, bir buçuk yıl önceki “one minute” çıkışının muhatabı İsrail, Gazze’ye yardım filosuna yaptığı baskınla en az 10 kişiyi katletti.

Bu rakam, İsrail hükümetinin verdiği sayı.

İsrail TV’leri ise sayıyı 20’ye kadar çıkarıyor.

Gazze'yi yıllardır inim inim inleten ambargoyu delip, oradaki insanlara bir nebze olsun nefes aldırabilmek için uluslararası bir organizasyonla yola çıkan yardım filosunun, tıpkı ambargo gibi insafsız, vicdansız ve kanlı bir operasyona hedef yapılması, İsrail’in ne kadar gözü dönmüş bir çılgınlık içerisinde olduğunu bütün dünyanın önünde bir defa daha gözler önüne serdi.

Daha önce karadan yapılan yardım seferi, Mısır’da Mübarek rejiminin çıkardığı tuhaf engellemelere ve bunun yol açtığı gerginliklere rağmen sonuca ulaşmış, ama can kaybı olmamıştı.

Ne yazık ki, bu deniz seferinde kan döküldü.

Dünyanın her yerinden insanî yardım gönüllülerinin, din adamlarının, milletvekillerinin, gazetecilerin yer aldığı yardım filosuna yapılan vahşi saldırı, Tel Aviv’in evvelce başka örneklerde de defaatle sergilediği, dünyaya dahi meydan okumakta tereddüt göstermeme tavrına çok dramatik yeni bir örnek daha oluşturuyor.

Dünya, bu alçakça saldırganlığı ve cür’eti de sineye çekip, İsrail’in hunhar politika ve zulümlerine sessiz kalmayı, daha ötesinde ABD’nin yaptığı gibi açıktan destek olmayı sürdürebilir mi?

İnsanlığın ortak vicdanı, böyle ağır bir yükü kaldırabilir mi? İsrail’in, yaptığı katliamı karartıp gözlerden saklamak için gösterdiği onca çabaya rağmen, kısmen dahi olsa canlı yayınlarla dünyanın her köşesinde sıcağı sıcağına ve an be an takip edilen bu inanılmaz trajedi karşısında aynı ortak vicdan sessiz ve duyarsız kalabilir mi?

Hep birlikte gözleyip takip edeceğiz...

Sayısı henüz tam olarak belli olmayan ölenlerin 9’unun Türk olduğuna dair haberler, filodaki yakınlarını dualarla uğurlayan insanlarımızın yüreğini ağzına getirirken, özellikle hükümeti ciddî ve zorlu bir sınavla karşı karşıya bırakıyor.

İsrail’in zulümlerine yönelik olarak “one minute”ten bu yana söylem düzeyinde tepki gösterirken, fiiliyattaki işbirliği ilişkilerini aynen devam ettiren ikili tavır, bu olaydan sonra da sürdürülemez. Aksi halde, İsrail politikalarını eleştiren söylemlerin hiçbir inandırıcılığı kalmaz.

Bu noktada, İsrail’in günlerdir “Gazze’ye yardım filosuna askerî müdahale” tehdidinde bulunduğu hatırlanırsa, buna karşı Türkiye’nin ne gibi bir hazırlık içerisinde olduğu da meçhul.

Ve İsrail Dışişleri Sözcüsünün “Türk Dışişleri ile hâlâ temas halindeyiz. Türk hükümeti bunun (filonun) arkasında olmadığını, organize etmediğini, katılmadığını, desteklemediğini söylüyor. Bunu bilmek çok güzel” (Habertürk, 31.5.10) ifadeleri son derece düşündürücü ve manidar.

Başbakanın, Brezilya’da iken gemilerle ilgili olarak “Bu bir sivil toplum organizasyonudur, bizim dışımızda bir olaydır” şeklinde beyanlarda bulunduğu hatırlanırsa, İsrailli sözcünün bu ifadelerden çıkardığı sonuç ve mesaj daha da anlamlı hale geliyor. İsrail, niyetlendiği saldırganlık için bu tavırdan da yüz bulmuş olabilir mi?

Saldırıdan sonra Arınç'ın açıkladığı “büyükelçiyi çekme, üç askerî tatbikatla genç millî takımlar maçını iptal” kararları İsrail'i durdurmaya yeter mi? Dikkat: İsrail'le yapılan—çoğu askerî—anlaşmaların iptalinden hâlâ söz eden yok, tatbikat iptalinde ise Ankara Atina'nın da gerisinde kaldı...

01.06.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.