Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

Avrupa ‘aile’ye sığınacak



Türkiye’yi ‘idare’ eden bazı yöneticiler, hızlı nüfus artışına çare ararken, Avrupa tam aksine ‘hızlı nüfus düşüşü’ne çare arar duruma gelmiş. Uzun yıllar, ‘nüfus planlaması’ yapan Avrupa, maksadının tam aksiyle ‘tokat’ yemiş durumda. ‘Çocuk ayak bağı olur’ diyerek rahat yaşamayı teşvik eden ‘mim’siz medeniyet, ‘duvar’a dayanmış görünüyor.

“Refah devleti çocuğu öldürdü” başlıklı araştırmaya yer veren Yeni Aktüel, Avrupa’nın doğum oranındaki düşüşe çare olarak ‘Ataerkil aileye dönüş ve dinin yeniden hâkim olduğu toplum yapısı’nı çare olarak gördüğünü belirtmiş. (Yeni Aktüel, 13-19 Temmuz 2006)

Almanya örneğinde olduğu gibi Avrupa, yanlışın farkına varınca ‘doğru’yu tercih etme konusunda inad etmiyor. Dün ‘az çocuk yap’ diyen sistem, bugün aile olarak yaşamayı ve çocuk doğurmayı maddî anlamda da ciddî olarak destekliyor. Daha önce de bir vesile ile hatırlatmıştık: Zaman zaman Almanya şehirlerini “Aile kurun, aile olarak yaşayın. Bunun size en az yüz farklı faydası var” diye ‘reklam panoları’ süslüyor. (Bu panolardan birkaçını bizzat gördüğümü ifade etmek isterim.)

İlgili yazıda şu noktalara dikkat çekilmiş: “Asıl ilginç olan, Avrupa’da bugün geleneksel toplumların sosyal modellerinin tartışılıyor olması. Örneğin son zamanlarda Alman basınında ‘aile’ kurumunun erdemlerini öven yazılar ön planda. Sunulan kurtarıcı modelse, ‘Ataerkil aile yapısı!’ Amaç, doğum oranının arttırılması. Bu konuda Amerikalı demograf ve yazar Philip Longman’ın görüşleri hayli ilginç. Longman, doğum oranlarındaki düşüş nedeniyle ‘Bugün refah devletinin olanaklarından yararlanan en verimli ve laik toplumların, gelecekte dinin hâkim olduğu bir yaşantı ve ataerkil ailelerin geri döndüğü bir yapıya en güçlü adaylar’ olduğunu söylüyor.” (agd.)

Avrupa’da ‘aile’ ve ‘din’in geri döneceği tesbiti, bir bakıma ‘Avrupa İslâma hamiledir, günü gelince onu doğuracaktır’ tesbitiyle de örtüşmez mi?

*

“Kimliğiniz lütfen!”

“Türkleşmiş Amerikalı” Mark Petrovich, Amerika’dan yazdığı notlarda ülkesindeki ‘sigara yasağı’nı şöyle anlatmış:

“Amerikalılar kurallara bayılır. Burada alkol 21, sigara 18 yaşına kadar kimseye verilmiyor. Çocuk, babası için bile bakkala gidip sigara alamıyor. Ve bu kurallar çok sert bir şekilde uygulanıyor. Sigara ve alkol almak isteyen herkese kimlik soruluyor. Hatta bu işi öyle abartmışlar ki; ablama sigara almaya gittim, kasiyer bana bile kimlik sordu. ‘Ben 36 yaşındayım... 18 gösteriyor muyum, teşekkür ederim’ diye bir laf çıktı ağzımdan bir anda. ‘Kusura bakmayın, kimlik göstermezseniz sigara vermiyoruz’ dedi kasiyer. Kızsam mı, sevinsem mi bilemedim.” (Yeni Aktüel, sayı: 53, 13-19 Temmuz 2006)

Amerika’da ‘Filmlerde sigara sahnesi olmasın” diye yürüyüşler bile yapılıyor. (Yeni Asya, 15 Temmuz 2006) Türkiye’deki sigaraya teşviğini gördükten sonra, bu hassasiyete gıpta etmemek mümkün mü?

Bu ‘küçük âdet’ bütün dünyaya büyük zararlar veriyor...

10.08.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Kurtuluş parolasını öğret!”



“Men talebe ve cedde vecede.” Kim aşk ve şevkle, ciddiyet ve samimiyetle birşeyi isterse ona ulaşır, onu elde eder.

Demek samimi niyet, nice arzu ve emelin gerçekleşmesi için yeterli. İnsan birşeyi içtenlikle, cân ü gönülden ister ve bu yolda gayret gösterirse, Allah ona nice kapılar açar ve ona kavuşmasını sağlar.

Gerçeği arama arzusunu taşımak kadar önemli birşey yoktur dünyada. Nice hak ve hakikat aşığı, dünyanın en ücra köşelerinde de olsa ona kavuşmuşlardır. Meselâ günümüzde Rusya’da, Çin’de, dünyanın en uzak köşelerinde hakikatler hakikati İslâma kavuşanların sayısı az değildir.

Asr-ı Saadette de Cahiliyeden kurtulan nice insan vardır İslâmın güzelliklerine koşan. İşte onlardan biri Haccac bin İlad, kavmiyle birlikte Mekke’ye doğru yola çıkıyor. Issız bir yerde gece bastırıyor. Korkunç mu korkunç bir yer. Issız mı ıssız. Korkmayan kimse yok. Öncü olan Haccac’dan sığınak bulmasını istiyorlar. O da cinlerin cirit attığı bu yerde onların şerrinden kendini ve kafilesini korumak için her türlü tedbiri alacağını söyler söylemez, kendi görünmediği halde bir ses duyuyor. Bir cinden geldiği anlaşılan ifadeler meâlen şöyle: “Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkmaya gücünüz yeterse, haydi çıkın. Fakat Allah’ın verdiği bir kudret olmaksızın çıkamazsınız.”

Bu ifadeler, Rahman Sûresinin 33. âyeti idi.

Haccac bin İlad, arkadaşlarıyla birlikte duydukları bu ifadeleri Mekke’ye vardıklarında Kureyşlilere anlatıyor. Onlar da, “Ey Ebu Kilâb (Haccac’ın lâkabı). Sen dininden döndün” diyorlar. “Bunlar, Muhammed’in kendisine indirildiğini iddia ettiği sözlerden.” Az sonra gelen As bin Vail durumu öğrenince diyor ki: “Ne var bunda şaşılacak? Haccac’ın söylediği sözler Muhammed’in söylediklerinin aynı”

Mekkeliler bu sözler üzerine kindar bakışlarla bakmaktan başka birşey yapamıyorlar. Efendimizin (asm) Medine’ye hicret ettiğini öğrenen Haccac, Medine’ye gidiyor. Duyduklarını anlattığında Allah’ın hak kelâmı olduğunu öğreniyor ve Efendimize (asm) şöyle diyor: “Öyleyse bana İslâmı anlat, kurtuluş parolasını öğret.”

10.08.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Güneşin batıdan doğması



İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Beşinci Şuânın Yirminci Meselesinde bahsedilen güneşin mağripten doğması ne demektir? Güneş batıdan doğunca kaç gün süreyle kalacak? Bir gün mü kalacak? Belli bir süreye kadar devam mı edecek?”

Güneş, doğudan doğar; batıdan batar. Esasen “doğu ve batı” tabirleri insanoğlunun diline, güneşin bu düzenli hareketlerinden aksetmiştir. Bu bir düzenli kânundur ve bu kanun, dünya var olduğu günden beri hiç bozulmamıştır. Yani İlâhî emir hep böyle gelmiştir. İlâhî emir güneşin başka yönlerden de doğmasını âmir bulunsaydı, güneş hiç tereddütsüz o yönlerden de doğardı. Çünkü güneş, Allah’ın emirlerine harfiyen itaatkârdır. Yıldızlar ve ağaçlarla beraber her an Allah’ın emirlerine boyun eğer ve Allah’a secde ederler.1

Güneşin bu seyrinin, Allah’ın emrine eksiksiz itaatini ve harfiyen boyun eğişini yansıttığını Allah Resûlü (asm) şöyle beyan buyurur:

Ebû Zerr-i Gıfârî (ra) diyor ki: Güneşin battığı sırada bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) bana: “Ey Ebû Zer! Güneş nereye gidiyor, biliyor musun?” buyurdu. Ben: “Allah ve Resûlü (asm) daha iyi bilir” dedim. Resûlullah Efendimiz (asm): “Güneş gider; ta Arşın altında secde eder. (Tekrar doğmak için) İzin ister ve ona izin verilir. (Nihayet bir gün güneş, Âdemoğullarının fenalıklarından ötürü sıkılır. Ve bu halde) Secde etmeye yaklaşır. Fakat secdesi kabul olunmaz. (Tekrar doğmak üzere) İzin ister; fakat izin verilmez. Ve ona: ‘Geldiğin yere dön!’ denilir. O da battığı taraftan doğar.”2 Allah Resûlünün (asm) bu ihbarı, Kur’ân’ın; “Güneş yörüngesinde yürüyüp gitmektedir. Bu Azîz ve Alîm olan Allah’ın kânûnudur”3 âyetindeki sözüdür.

Güneşin her doğuşunu Allah’ın emrine harfiyen boyun eğişi, her öğle vaktindeki yükselişini kıyamı, her zevalden sonraki eğilişini rükûu ve ufukta her yere kapanışını ise secdesi saymak mümkündür.

Güneşin batıdan doğuşu bir Kıyamet hadisinde şöyle haber verilir:

Ebû Hüreyre (ra) anlatmıştır: Resûlullah (asm) şöyle buyurdu ki (Uzun bir hadistir): “...Tâ ki güneş batıdan doğar. İnsanlar bunu görünce topluca iman ederler. Fakat bu zaman, daha önce iman etmemiş olan ve imanıyla hayır kazanmamış bulunan hiçbir kimseye imanının fayda vermeyeceği bir zamandır.”4

Bedîüzzaman Hazretleri, güneşin batıdan doğuşunun artık kıyametin kopuş saatinin başlangıcı demek olduğunu beyan eder. Bu bir yıkılış ve çözülüş başlangıcı olduğuna göre, artık güneşin ne kadar kalacağı önemli değildir. Kâinat bu günkü şekliyle bitmiştir artık! Zira bu öyle dehşetli bir saattir ki; insanoğlunun cürümleri, isyanları, günahları, ahlâksızlıkları ve çılgınlıkları ayyuka çıktığından; kâinattan Hazret-i Muhammed’in (asm) risâlet nuru çıkmış, Kur’ân gitmiştir. Kur’ân’ın cazibe kuvveti kopmuş, yerkürenin ipi çözülmüştür. Kâinat bu sıkleti, bu ağırlığı ve mes’ûliyeti taşıyamadığından divane olmuş, vefat etmiştir; yerküre başıboş serseri gibi olmuş, kafasını ve aklını kaybetmiş, şuursuz kalan başını bir gezegene çarpmıştır.5 Bu şiddetli çarpışma esasen–emr-i İlâhî ile—kıyametin kopuş sürecinin de başlaması demektir. Çarpışmanın dehşetli etkisiyle yerküre mihverinden çıkar, hareketinden geri döner, batıdan doğuya olan seyahatini, doğudan batıya doğru değiştirir. Güneş, battığı ufukta bundan dolayı tekrar gözükmeye başlar.6

Üstad Saîd Nursî’ye göre, artık semavî ve ulvî küreler “Kün!” emrine, yani “Mihverinden çık!” hitabına mazhar olmuşlardır. Derken yıldızlar çarpışır, dev küreler oradan oraya savrulur, feza dev boyutta dalgalarla çalkalanır, milyonlarla güllelerin ve kürelerin müthiş sesleri ve sadâları kulakları patlatır. Dev kıvılcımlar, ateş topları, alevler dalga dalga yükselir. Dağlar uçuşur, denizler yanar ve yeryüzü düzlenir.7

Güneşin batıdan doğuşu kıyametin kopuş sürecinin başlangıcı olduğundan; artık zamansız olarak tevbe kapısı kapanmış, pişmanlık imkânı ortadan kalkmış, Âdemoğlu için dünya hayatı sona ermiştir.

Kâinatın çözülüşü, dağılışı ve yıkılışı sona erince, Cenâb-ı Hakk’ın emriyle yeni bir hayatın ve ebedî bir âlemin inşâ edileceği Kur’ân’ın beyanı ve taahhüdüdür.8

Dipnotlar:

1- Rahmân Sûresi, 55/4; 2- Buhârî, 9/1321; 3- Yâsîn Sûresi, 36/38; 4- Buhârî, 12/2123; Diğer rivâyetler için bakınız: Müslim, Eşrâti’s-Sâ’a; 5- Lem’alar, s. 329; 6- Şuâlar, s. 510; 7- Sözler, s. 490; 8- Bakınız: Yâsîn Sûresi, 36/79; Rûm Sûresi, 30/27.

10.08.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Psiko-sosyal boyutumuz din/iman



“Allah’a niçin ihtiyacımız var?” sorusuna cevap arayan Dr. Alexis Carrel, “İnsan, her devirde ve her ülkede kudsîye yönelmek istemiştir. Bu durum, sevmekten de öte bir eğilim hâlini almıştır”1 der. İnsan, aklıyla Allah’ı bulabilir. Ancak, “Kâinatın yaradılışının sırrı nedir; sonu ne olacaktır; evvelâ insanı bir kul olarak yaratıp, sonra sayısız ni’metler ihsan eden, Kerîm-i Mutlak olan Allah’a nasıl teşekkür ile ibâdet edilecektir; emir ve yasakları nelerdir, itaat veya isyanın neticesi ne ile elde edilecektir; birbirimize karşı görev, sorumluluk, haklarımız var mıdır; tekrar dirilecek miyiz, dirileceksek nasıl bir muameleye tâbi tutulacağız; nerede barındırılacağız?” gibi son derece hayatî mevzuları bilemez.

Sınırlı olan insan beyni, bu sınırsız soruları anlama kabiliyetinden yoksundur. Diğer bir ifâdeyle, sınırlı olan bir şey, sınırsızı kuşatamaz, göremez. Hattâ cevâbı olmayacak bir şeyin sorusu da anlamsızdır.2 Dolayısıyla, sonsuza açılan kavramların muammasını ve soruların cevabını, ancak din verir: “O, kendi emriyle kullarına, kullarından dilediğine meleklerini vahiyle indirir ve der ki: ‘Benden başka ilâh olmadığını ve Benim emirlerime karşı gelmekten sakınmalarını halka bildirip onları azabımdan sakındırın.”3

Ancak, aklı bütün bütün bir kenara itemeyiz. Çünkü, din, akla hitap eder. Bundandır ki, “Aklın nûru fen; vicdânın ziyası din ilimleridir. İkisi birleştiğinde hakikat tecellî eder”4 denmiştir. İlim, fen ve felsefe de, kâinatın ve yaratılışın düğümünü çözmeye çalışır. E. Scrödinger’in ifâdesiyle, “İlim, insanlığa en büyük bağışı, ‘Bizler kimiz? Nereden geliyoruz ve nereye gideceğiz?’ gibi dehşetli soruların cevaplarını bulmak, ya da en azından akılları bu konuda rahatlatmak olacaktır.”

Ne var ki bilim, İlâhî kudretin bediî sanat eseri olan kâinat, varlıklar ve hâdiselerin fizikî cephesinden bahsederek, “Nasıl?” sorusuna cevap arar. Halbuki, insanoğlu, hem kendisinin, hem kâinatın metafizik yönünü de merak edip öğrenme zorunluluğu hissetmektedir. Öncelikle, “Kim?” ve “Niçin?” sorularının cevaplarının peşindedir. Oysa ilim, “nasıl” sorusu ile “eşyanın gerçek mahiyetine” de tam olarak cevap veremez. Meselâ niye bu kâinat var, niye bu yıldızlar var; niye cins cins yaratıklar var? Bilim, bunlara cevap veremez. Bilim, “Bu var” der; ondan sonra olgunun “nasılı”nı inceler.5

İlim, eşyanın zâhirini görür, yüzeyden inceler; derûnuna nüfûz edemez. İlimle sebeplerin bittiği yerde devreye, “sezgi-kalb, hads, vicdân” gibi mânevî, rûhî “ölçekler” girer. Zaten yaratılış hikmetine ve mezkûr sorulara, bugüne kadar dinler dışında tatminkâr cevaplar veren başka bir bilgi kaynağı çıkmamıştır. Ferdî bir tercih olarak din, hayatı anlamlı ve yaşanabilir kılan temel değer kaynağıdır.6

Düz mantığımız bile kuru bir bilginin bütün problemleri çözmeye kifâyet etmeyeceğine işâret eder. Dolayısıyla, bilmenin bittiği yerde düşünme başlar. Düşünme bilmenin verilerinden başlayarak onu sonsuz mümkünler anlamına yaymak demektir... Fakat, süje (algılayan, idrak eden) ve obje (algılanan idrak edilen) ikiliğini âlem vasıtası ile aşamayız.7

Dipnotlar:

1-Başarının Sırları, s. 113.; 2-Prof. Dr. Sabri Özbaydar, İnsan Davranışının Sınırları ve Spor Psikolojisi, Altın Kitaplar Yay., 1983, s. 20-22.; 3- Nahl Sûresi: 2.; 4-Münâzârât, s. 127.; 5-Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, Yeni Asya, 15.12.2001.; 6-Prof. Dr. Hayri Bolay-Doç. Dr. Mümtaz’er Türköne, Din Eğitimi Raporu, Ankara, 1995, s. 3.; 7-Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş, Ank Ün. Basımevi, 1963, s. 50-51.

10.08.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Yangın var



Bir yangın varsa bir şehirde, bir mahallede; banane diyemezsin.

Kuru olman yetmez, sırılsıklam olman da.

Bencil de olabilirsin, diğergam da. Ama ne yangını söndürmeye çalışman için diğergam olman gerekir, ne de bencil olman arkanı dönüp gitmeni gerektirir.

Bir yangını benciller de söndürür; dünyanın kendi etrafında döndüğünü zannetmek bile engellemez, bir kova su alıp yangına dökmeyi.

Yangın, hele içinde bulunduğun şehirde, köyde, mahallede olan yangın, durup seyredilesi bir manzara değildir. Kapı komşundaki yangın ise asla bir televizyon şovu değildir. Yanı başında yangın varken, ne akşam yemeğini, ne hiç kaçırmadığın diziyi, ne anlatacağın o çok önemli olayı düşünebilirsin.

Bir yangın varsa, söndürülmelidir. Vakit geçirmeden, en azından kendi evine sıçramadan, kendi tenini acıtmadan, kendi yüzünü yakmadan, kendi evladını içine almadan.

Çeşit çeşittir yangınlar. Kimi evleri yakar, kimi kalpleri kavurur.

Kimi dünyadan eder, kimi ahiretten.

Kimi dayanılamayacak kadar olsa da, canını alıp kurtarır; kimi “ateşe dayanabileceğin kadar günah işle”deki kadar dayanılmaz.

Onların “zaten öyle insanlar” olması da, senin “zaten bazı şeyleri aşmış” olman da kurtarmaz ateşin sana sıçramasına.

Kaldı ki, bencil olmak da bir çeşit yangındır; bencilsen, “ben”se merkezindeki, yanmaya başlamıştır merkez üssün.

Kova kova su taşımalısın, önce komşuya, sonra kendi “ben”ine. “Ben yanmıyorum, sen asıl kendine bak” diyenlere cevaben, belki önce kendine. Önce kendin kurtulmalısın içindeki ateşlerden. Kendi odunuyla beraber, kendi ateşini götürenlerden olmamalısın.

Farkında olmalısın. Pişmekle yanmak arasındaki farkı anlamak için kül olmayı beklememelisin.

Sönmeli ve söndürmelisin.

Sönmek ve söndürmek için “ben” olmaktan kurtulup, “biz” olmalısın. Bir mahalle yangınında kül olmak yerine, bir “biz” havuzunda erimeyi tercih etmelisin.

Yangın var. Ne seyretmeli, ne de yangına bir “körük” olarak gitmelisin.

Bir yangının külünü yeniden yakıp gitmemelisin.

10.08.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Suudi Arabistan ve Türkiye



Türkiye, 40 yıl aradan sonra Suudi Arabistan Kralını ağırlıyor. En üst düzeyde bir ziyaret gerçekleşiyor. Kral Abdullah, resmen geçen yıl Ağustos ayında tahta geçti. 1982 yılında veliaht ilân edilen Kral Abdullah, üvey kardeşi Kral Fahd’ın felçli olduğu son 10 yılda da fiilen Suudi Krallığını yönetiyordu. Onun etkin olduğu bu dönemde Türkiye-Suudi ilişkileri istikrarlı bir gelişme izledi.

Kral Abdullah, Mekke belediye başkanlığından bu yana Kraliyet ailesinde güçlü ve ona göre dengeli bir genişleme stratejisi uygulayan bir lider.

Kral, kalabalık bir heyetle bakanlar, işadamları, bürokratlar ve ailesi ile geldi. Bu ziyaretin alışılmışın dışında bir ağırlığı ve önemi var. Dışişleri Bakanı Prens El Faysal da buna değinerek, “Ekonomik, sosyal, siyasî ve özellikle de askerî alanda iki ülke arasındaki işbirliğini sağlayacak pek çok antlaşma şimdiden imzalandı. Bu ziyaret esnasında da birçok antlaşma imzalanacak. Biz Türkiye’ye yeni stratejik ortağımız olarak bakıyoruz” cümleleriyle siyasî iradelerini en net şekilde ortaya koymaktadır.

Kraliyetin etkili ikinci ismi kabul edilen Prens El Faysal, CNN TÜRK’te Mithat Bereket ile yaptığı röportajda, ketum diplomatik üslubuna rağmen, Türkiye ile işbirliği konusunda açık mesajlar verdi. Kendi tabiriyle beklediği mutlu sorular bunlardı.

Beyrut’ta toplanan Arap Birliği’nin barış durumundan eylem durumuna geçmesine atıf yaptı. “Stratejimizi gözden geçireceğiz” dedi. İsrail karşısında batının, özellikle ABD’nin tutumunu eleştirdi. Mithat Bereket’in “Siz strateji ile uğraşırken, İsrail vuruyor. Zaman kaybı yok mu?” sorusu çok yerindeydi ve tatmin edici bir cevap bulamadı.

Buradan şunu anladım. “Arapların intibahı” sonucunda Türk-Arap birliğinin İslâm Birliğine giden yolu açacağını belirten Bediüzzaman, Arapların uyanışını başlangıç kabul eder. Ortadoğu ölüm kusarken, yeni yeni kıpırdamaya başlayan İslam ve Arap dünyası, yeni formüller ve kalıcı çözümler üzerinde çalışmak zorundadır. Hükümetler, bu saatten sonra savaş bombardımanı altındaki bölge halklarını ve kendi vatandaşlarını, pasif tepkilerle geçiştiremezler.

Batının menfî yüzü ve ABD ile İngiltere’nin İsrail’le “Şeytan üçgeni”, mutlaka cesur ve riski göze alan direnişlerle çözülür. Bunun için bölge ülkelerinin kendi aralarındaki tarihe mal olmuş soğukluklardan ve nifaklardan kurtulmaları gerekir.

Bunun emareleri gün geçtikçe artıyor. Suriye-Türkiye yakınlaşması, İran’la geliştirilen müspet diyalog zemini, Irak’ta toprak birliğine Türkiye’nin gösterdiği özen, diğer İslâm ülkeleri ile yakaladığı işbirlikleri, batının özellikle ABD’nin hem dikkatini hem de husumetini çekmektedir.

Her ne kadar Türkiye köprü ve santral kabul edilse de, bu tarihî rol bir mirasın sonucudur. Asya’da husumet azalıp diyaloglar arttıkça, batının menfîliğine karşı tepki ve nefret kanalize oldukça, Asya’da yeni bir iklim, Avrupa’da ise olumlu cephede bir yakınlaşma görülmektedir.

Tarihî perspektif; son on yıla yayılan neredeyse üçüncü dünya savaşı, üçüncü dünya ülkeleri ile ABD-Batı eksenindeki şer cephe arasında yaşanmaktadır. Bize düşen şer cepheye muhalif akil batıyla ve Avrupa’yla müspet cepheyi fark edip, cepheleşmeyi iki kutuplu bir dünyanın menfî-müspet kategorisinde, insan haklarına saygı ve karşı olanlar şeklinde görmektir.

Suudi Arabistan’a gelince, son ziyaretleri ile Arap-Türk kaynaşmasını sembolize eden bir sonuca imza atmışlardır. Altı anlaşmanın imzalanması ve karşılıklı güvenin öne çıktığı bir atmosferin yakalanması son derece önemli. İki ülke, birçok konuda uluslararası arenada birbirlerine yakın pozisyondalar. “ABD müttefiki” iki ülke, her halde kendi ittifaklarını bir adım öne çıkararak, akıllı bir yeni tavır geliştireceklerdir.

Prens El Faysal, Suudi Arabistan’ın rolünü, Arap dünyası ile İslâm dünyası arasında bir köprü olarak yorumluyor. Benzer şekilde Türkiye’nin rolü de İslâm dünyası ile Avrupa arasında bir köprü olduğuna göre, birbirini tamamlayan iki misyonu üstlenmiş oluyorlar.

Zenginliğin, şatafatın ve gelir fazlalığının devlet kabul edilen hanedan aileler üzerinden devletleştiği bir yapının, elbette tabanı önemseyen ve bölgenin fakir konumuna yatırım ve istihdamla çare arayan bir sürece girmesi kaçınılmazdır.

Bu yakınlaşma devam etmelidir. Fitneler kuruyana kadar.

10.08.2006

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

‘Kadının adı’



Geçtiğimiz hafta yazar Duygu Asena öldü.

Sözde “feminist” söylemleri ile gündeme geldi.

“Kadının Adı Yok” eseri ile ön plana çıktı.

Marksist bir anlayışa sahipti. Sonra anlayışı değişti mi bilemiyorum.

Kadının adı olmaz mı? Elbette vardır. Hem de her kadının adı vardır.

Kadına en güzel makamı İslâmiyet vermiştir. İslâmiyetten önce müşrik olan Arap kavmi, kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Hem de hiç acımadan. Kız çocuğunun varlığı, erkeklerde bir aşağılık duygusu meydana getiriyordu.

İslâmiyet bunu kökten kesmiştir. Kadına İlâhî emirle haklar getirilmiştir.

Ona “anne” denildi.

Ve o dinin peygamberi Resûl-i Ekrem (asm) “Cennet annelerin ayakları altındadır” demiş, annenin rızasının ne kadar önemli olduğunu en yüksek düzeyde dile getirmiştir.

Kadın, Cahiliye devrinde eşya gibi alınıp satılırdı. Hususi kadın pazarları vardı. “Kadının adı” o zamanda yoktu.

Günümüze geldik.

İşte Duygu Asena’nın dile getirdiği kadınlar, dinin hebâ ettiği kadınlar değil, sefih medeniyetin modern köle haline getirdiği kadınlar ile cehaletin hâkim olduğu ortamlarda heder edilen kadınlardır.

Reklâmlarda, iş dünyasında, genelevde ve birçok toplum kulvarlarında kadın en acımasız bir biçimde kullanılmaktadır.

Dışı süs, iç dünyası tamamen bataklığa düşmüş kadınlar, hayatlarından bıkmış bir zavallılar topluluğudur.

“Meteorolojik ısı 40, politik ısı 100, ömürsel ısı ölçüm dışı” diyen Çetin Altan, ne kadar hayıflanırsa hayıflansın zamanı gelen gidiyor.

Dünya bir yolcu gemisi gibidir.

Nice Duygu Asenalar, Yılmaz Çetinerler gelir-geçer.

Ama gerçekler değişmez.

10.08.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004