Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Mustafa ÖZCAN

İkiliğin kaynağı



Hakikatları hikâye diline aktaran Mevlânâ ikiliğin ve şaşılığın kaynağının ışık değil, yansıtıcılar olduğunu söylüyor. Bazen bu yansıtıcılar nedeniyle hakikatı farklı algılamaktayız. Kavramlar da dilin yansıtıcılarıdır. Onlar da bazen anahtar görüntüsündeki kilitlerdir. Esasen yanlış anlamaların tamamının kaynağı eksikliğimizdir. İnsanın kemalatı eksiktir. Akıl, his, keşf ve duyguları eksiktir ve insanı yanıltabilir. Bundan dolayı, Eflatun insanları mağaradakilere benzetir. Karanlıkta mağaradakilerin veya körlerin fil tarifi hep kısmîdir ve eksiktir. Bu eksiklikten dolayı fili tanımlamakta ve dolayısıyla birbirlerini anlamakta zorluk çekerler.

Hazreti Peygamber (asm) insanın uykuda ve dolayısıyla gaflet denizinde olduğunu söyler. ‘İnsanlar ölünce uyanırlar’ buyurur. Demek ki tam intibah ancak ölümün koynunda oluyor. Zaman, mekân insanı perdeliyor. Ali Şeriati’nin bu mânâda insanın dört zindanı diye bir terimi vardı.

Bazen kullandığınız araç veya kavram hem kilidiniz, hem de anahtarınız olabiliyor. Hem duvarınız, hem de köprünüz. İrfan ve olgunluk mertebesi arttıkça insanın fehmi ve anlayışı da gelişiyor. Bundan dolayı eskiler; “Bazı insanlarda bilgi düzeyi olgunlukla birleşince ondaki bilgi hikmete dönüşür” derler. En azından neden anlamadığını anlamaya başlar. Kavramların ve dilin sınırları da esnek olduğundan dolayı insanlar genellikle birbirlerini anlamakta zorlanırlar. Aynı referansları kullansanız bile durum pek fazla değişmiyor. Referanslara yüklediğiniz anlam da o derecede önemlidir. Bu anlamda yine selef: “Kem min aibin kavlen sahihan, afetuhu el fehmussakim” demişlerdir. Yani: Nice doğru ve isabetli bir söz sadece anlaşılmadığı için rededdilmiştir. Halbuki ifadelerin gramatik ayrımında anlaşabilsek ve muhatabımızla aynı dili kullanabilsek anlaşmazlığın önündeki bütün engeller aşılacaktır. Ama bu imtihan gereği muhabir-i hakiki bu engellerin dünyada tam aşılmasını murad etmemiş.

***

Mevlânâ’nın hakikatları hikâyeleştirerek ve şiir diliyle anlattığını söylemiştik. ‘Kem min aibin’ vecizesini de yine bir üzüm analojisiyle bizlere kavratır. Mevlânâ, üzümü farklı adlarla bilen dört adamın kavgasını hikâye eder bize. Bir adam dört kişiye bir miktar para verir. ‘Bu para ile işinize yarayanı alın!’ der. Dört kişiden biri olan Acem (İranlı), ‘Bu parayı engüre verelim’ der. Öbür arkadaş ise Araptır ve ‘Aksilik etme’ diye atılır. ‘Ben engür istemem, ineb isterim’ diye tutturur. Onlardan birisi de Türk’tür. ‘Ben ineb istemem, üzüm isterim’ diye inat eder. Rum olan bir diğeri ise; ‘Bırakın bu lakırdıları! Bu para ile istafil alalım’ diye söze karışır. Derken dört kişi birbirleri ile çekişmeye, dövüşmeye başlarlar. Çünkü adların aynı anlama veya müsemmaya işaret ettiğinden bihaberdirler. Onlar ahmaklıklarından, birbirlerine yumruk savuruyorlardı. Çünkü bilgi ve hikmet kırıntısından bibehre idiler. Orada çeşitli dil bilir, sır sahibi üstün bir er bulunsa idi onları uzlaştırır, barıştırırdı. Onlara derdi ki: “Ben bu para ile hepinizin istediğini alırım. Hiçbir art düşünceye kapılmadan, hile yoluna da sapmadan gönlünüzü bana verirseniz, bu paranız istediğiniz şeylerin hepsini alır. Bu paranızla dördünüz de muradınıza erersiniz. Dört düşman uzlaşır, birleşir...”

***

Mevânâ bu hikâyeyi anlattıktan sonra kıssadan hisse bölümüne gelir ve kulağa küpe şu altın öğütlerde bulunur: “Kim, bu ad doğru ad diye isme yapışır, onu ararsa, senin gibi ümitsizliğe düşer, perişan olur. Niye bu ağacın adına yapışırsın da dili, damağı acı, talihsiz bir hale düşersin. Addan geç, sıfatlarına bak da sıfatlar, seni zâta ulaştırsın. Halkın anlaşmazlığı addan dolayı meydana gelir; fakat anlama ulaşınca anlaşmazlık gider ve rahatlık hasıl olur. Yazık ki; Türk, Fars, Arap ve Rum’un kavgasından üzüm, engür, ineb ve istafil şüphesi çözülemedi. Mânâ dillerini bilen bir Süleyman gelmedikçe de, bu ikilik ortadan kalkmaz...”

Bu hikâyeyi günümüzdeki ekümeniklik tartışmalarına uygulayacak olursak görürüz ki ihtilafın kaynağı, Süleyman’ın; İskender kılığında bir Fatih’in yokluğundadır. Bundan dolayı üst üste binmiş meseleler bir Gordiom düğümü olarak çözümsüz bekliyor. Bu ve benzeri Gordiom düğümlerini de herhalde çözse çözse bir başka madde ve mana eri Fatih çözer.

05.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (04.12.2006) - İstanbul kavşağında Petros-Andreas buluşması

  (03.12.2006) - Hakikatın ve misafirin hakkı

  (01.12.2006) - Yeni kateşizm

  (30.11.2006) - Jestler ve gerçekler

  (29.11.2006) - Hazreti Ömer ve Papa

  (28.11.2006) - Bir darbe, üç savaş

  (27.11.2006) - Türko'lardan Osmani'lere...

  (26.11.2006) - Osmanlı’nın son sefirleri

  (24.11.2006) - Cenaze hesaplaşmaları

  (23.11.2006) - İkinci Hariri suikastı

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004