Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdurrahman ŞEN

“Safahat”ı anlayabilmek...



Millî şairimiz merhum Mehmet Âkif Ersoy’un “Safahat” isimli eserini anlamamızın önemi üzerine birçok yazarımız, ağabeyimiz sözler söylemiş, gereğini ve önemini belirtecek yazılar yazmıştır… Ama gelebildiğimiz nokta budur!

Lise, hatta üniversite bitirmişlere de; “Safahat’ı neden okumadın?” sorusu sorulduğunda alınan cevabın; “Okusam ne olacak? Bir şey anlamıyorum ki!” dediğini de hepimiz yürek burkuntusuyla biliyoruz maalesef…

Dilde yaşadığımız kopuşun üzerinde durup, “öğren” demenin fayda etmediğini de geride bıraktığımız yıllarda görmüş olduk ne yazık ki…

“Safahat”ı okumaktan, “okusam da anlamıyorum ki!” kolaycılığına kaçanların elindeki bu gerekçeleri artık hiçbir anlam taşımıyor…

Tecrübeli bir eğitimci ve iyi bir şair olan sevgili dostum A. Vahap Akbaş, uzun ve titiz bir çalışmanın sonucu olarak öyle bir eser ortaya koydu ki… Artık “Safahat”ı eline alan her okuma yazma bilen, hem de şiir diliyle yapılmış başarılı bir günümüz Türkçesi sadeleştirmesiyle bu muazzam eseri okuyabilecek ve “anlamıyorum ki!” diyemeyecek…

Aslında bazı şiirler dışında “Safahat”ın bütünün anlaşılamaması diye bir gerekçe zaten tutarsızdı. Kendilerini öyle savunduklarını sananlar, “Safahat”ı hiç ellerine almadıklarını, kapağını açmadıklarını ortaya koyuyorlardı okuyanlar, bilenler yanında. Çünkü… Sevgili A. Vahap Akbaş dostumun yaptığı sadeleştirmeye göz attığımızda, birçok mısraın, hatta şiirin sadeleştirmeye ihtiyacının olmadığını da görüyoruz.

A. Vahap Akbaş dostumun bu muazzam çalışmasının, Beyan Yayınları’nın 439’uncu kitabı olarak son derece kaliteli bir baskıyla okuyucuya sunulduğunu hatırlatmak isterim.

Ciltli ve ciltsiz olarak hazırlanan “Safahat”ın çift rakamlı sayfalarında asıl orijinal nüsha, karşısındaki tek numaralı sayfalarda ise, günümüz Türkçesi şiir ruhu zedelenmeden okuyucusunu bekliyor.

Şimdilerde Beyan Yayınları’nın, Osmanlıca aslını da ekleyerek yeni bir baskı yapacağı müjdesini de sizlerle paylaşmak isterim.

Başlığa dönersek… “Safahat”ı, Mehmet Âkif Ersoy’u anlamaktan bahsediyoruz da hep… Anlamak için okumak gerektiğini söylemek bile gereksiz elbette… Okumama gerekçesi önündeki engel böylece kalkan “Safahat”ın bu baskısını daha geniş kitlelere duyurmak, tanıtmak ise artık bu çalışmayı duyanların omuzunda sanırım…

Birkaç yılını verip bu çalışmayı bizlere kazandırarak nesillerimize büyük bir hizmette bulunan ve “Asım” olabilmenin güzel bir örneğini veren sevgili dostum A. Vahap Akbaş’ı bir kere daha yürekten kutluyorum.

Tabiî… Böylesine önemli bir çalışmayı, bir yayınevi olarak eserin lâyık olduğu biçimde okuyucuya sunabilmek de başlı başına takdire şâyan bir incelik ve görev bilinci örneği…

Hem sevgili A. Vahap Akbaş dostumu, hem de bir yayınevi olarak eseri lâyık olduğu biçimde okuyucuya sunabilme inceliği ve görev bilinci örneğini sergileyen Beyan Yayınları’nın sahibi Ali Kemal Temizer dostumu yürekten kutluyorum.

“Safahat”ı herkesin anlayacağı hâle getirdikleri için…

Sağolsunlar, varolsunlar…

İletişim için: “Safahat” / Orijinali ve Günümüz Türkçesi- Mehmet Âkif Ersoy / Beyan Yayınları / Ankara Caddesi No: 49 Cağaloğlu – İstanbul Tel: 0 (212) 512 76 97

Mehmet Âkif’in şiiri

“Safahat” gibi bir hazinenin içine dalmışken, mısra mısra, hece hece o güzelliklere kapılıp giden sevgili dostum Vahap Akbaş’ın, Mehmet Âkif merhumun şiir anlayışı üzerine “sanatalemi.net” sitesine yazmış olduğu yazıdan bazı bölümleri de meraklıları için paylaşmak isterim: “Mehmet Âkif’in kitaplarına aldığı şiirlerin hemen hepsi 1904’ten sonra yazılmıştır. / Yayımlanmış ilk şiiri ise ‘Kur’ân’a Hitap’tır. Şiir, 1985’te Mektep Mecmuasında yayınlanmış. Gençlik dönemindeki arayışları sırasında yazdığı şiirleri daha sonra yok etmiştir. / İkinci Meşrutiyet’e (1908) yakın dönemlerde edebiyatta gideceği yolu belirlemiştir. Bu konuda şöyle demektedir: ‘Kendimi milletimin huzurunda gördüğüm günden beri san’attan çok toplumu düşünmek istedim.’ / Âkif, Sebilürreşad mecmuasında imzasız olarak yayımladığı bir yazıda edebiyata dair düşüncelerini şöyle açıklamaktadır: ‘Şiir için, edebiyat için (süs), (çerez) diyenler var. Karnı tok, sırtı pek milletlere göre bu söz belki doğrudur. Lâkin bizim gibi aç, çıplak milletlere süsten, çerezden evvel giyecek, yiyecek lâzım. Onun için ne kadar süslü, ne kadar tatlı olursa olsun, libas hizmetini, gıda vazifesini görmeyen edebiyat bize hiç söylemez.’/ Safahat’ın dördüncü kitabı olan Fatih Kürsüsünde’ki şu mısralar onun san’at anlayışını özetler:

‘Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verişim...

İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim.

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:

Sözüm odun gibi olsun; hakîkat olsun tek!’

Akif, oldukça başarılı bir manzum hikâye yazarıdır. Hasta, Seyfi Baba, Küfe gibi manzumeler, onun bu alandaki ustalığının delilleridir. Aruzu tabiî, rahat bir şekilde, Türkçeyle uyum içinde kullanması, kafiyedeki ustalığı, özellikle dile hâkimiyeti onun manzumelerinin üstün özellikleridir. Bu tür eserlerinde düşünce, toplumun durumu ön plandadır. Şair bu eserlerinde daha çok didaktiktir. Ancak bu onun san’atının bir yönünü gösterir. Millî duygularla yazdığı Çanakkale Şehitleri, İstiklâl Marşı gibi şiirleri ile son dönemlerde yazdığı Gece, Secde, Hicran, Leyla gibi mistik duyarlıklı şiirlerinde coşkulu, şairane bir eda içindedir, son derece liriktir.”

01.04.2007

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Gül ile bülbülün hikâyesi



Gül ile bülbül...

Güzel bir hikâyesi ve gül ile bülbülün.

Güzel, heyecanlı, renkli, âhenkli ama hazin.

Hazin, zîra rengini kandan, âhengini figândan almış ve hep öyle kalmış.

Hayatın yeni inzal edilmeye başlandığı zamanlarmış. Her canlının, hilkatte kendisine bahşedilen fıtrî şekli tanıyıp tabiî rengi almaya çalıştığı günlerde, bitkilerden biri diğerlerinden önce hareketlenmiş.

“Ben en güzel yüz olacağım” demiş lisân-ı hâliyle.

Bu fıtrî yalvarış, hilkatinden gelen kendine has özellikler ve güzellikler taşıyan diğer canlıların dikkatini çekmiş. Onlar da lisan-ı hâlleriyle, aralarında bazı nüanslar bulunsa da netice itibariyle bütün canlıların güzel olduğunu ihsas etmişler.

O bu serzenişleri haklı görüp takdir etse de güzellerin içlerinden birinin diğerlerini de temsil edecek özellikler taşıması gerektiğini düşündüğünden, kendisinin bütün güzelliklere emsal ve sembol olabileceğini hissederek gülümsemiş.

“Yâ Hâlıkım, beni, bütün güzellikleri temsil edecek güzel bir yüz olarak halk et” diye yalvarmış.

Bir süre sonra kuru dallar canlanmış, sivri dikenler aralanmış, dal boyunca açılıp dikenleri kapatan yeşil yaprakların arasında tomurcuklanan güzellikler gelişerek gonca hâlini almış.

Tazeliğin timsali olan gonca güzelmiş, renkliymiş, kokuluymuş, endamlıymış, alımlıymış, diğer güzellikleri temsil edecek her türlü hususiyeti hâizmiş ama bunların hepsi içinde saklıymış ve hep öyle kalmak istiyormuş.

Şakıyarak güzelliğini âleme ilân edecek âhenkli bir sesin eksikliğini hissetse de müsterihmiş. Zîra kendinde nev’înin pek çok güzelliğini cemeden Yaratıcısının öyle bir sesi de halk edeceği inancıyla tevekkül içinde beklemiş.

Dinleme hassası harekete geçince gölgesindeki küçük ve beyaz yumurtanın içinden titrek tıkırtıların geldiğini duyunca bunun beklediği ses olabileceğini düşünerek o tarafa dönüp dikkatle dinlemiş.

Mecalsiz vuruşlar gittikçe güçlenip sertleşmiş ve hızlanarak devam etmiş. Bir süre sonra kabuk çatlamış, yumurta kırılmış ve içinden bilinen kuş türlerine pek benzemeyen küçük bir civciv çıkmış.

Kendine has özellikleri olan farklı bir kuşmuş bu. Diğer canlıların meraklı bakışları arasında hızla büyümüş, yürümüş, kanatlanmış ve uçup gülün dalına konmuş.

Bütün gözler ona bakarken o hepsini temsil edecek bir yüz aramış. Mütecessis bir nazarla etrafını süzerken goncayı gördüğü anda hilkatinde gönlüne işlenen yüzün o olduğunu anlamış ve içindeki güzellikleri görme iştiyakıyla şakımaya başlamış.

Onun hasretli haykırışı etrafta yankılandıkça gonca, beklediği sesi duymanın heyecanıyla hareketlenmiş. Yaprakların birleştiği buse noktasında başlayan küçük çatlaklık gittikçe çoğalarak birer tebessüm çizgisi hâlini alınca güzel ve mütebessim bir yüz teşekkül etmiş.

Böylece gonca açılıp gül olmuş, kuş şakıdıkça bülbül adını almış.

***

İlk zamanlar gül beyaz, bülbül şenmiş.

İnsanlar, ikisini de o hâlleriyle çok sevmişler.

Gerçi gül de bülbül de tek başına insanların bedii zevklerini hareketlendirmeye yetiyormuş. Lâkin ikisi bir araya geldiği zaman yaşanan ihtizazın hazzına doyum olmuyormuş.

Zevk-i selim sahibi insanlar o müstesna güzellikleri temâşâ edip âhenkli şakıyışları dinledikçe yaşadıkları yerlere güller dikmişler, gülşenlerde bülbüller yetiştirmişler ve zamanlarını oralarda geçirmeye başlamışlar.

Zaman geçtikçe güllerin sayısı artmış, bülbüllerin şakıyışları çoğalmış. İnsanlar yaşadıkları hissî hâlleri ve maddî güzellikleri onlara izafe edince gülü güzelliğin sembolü, bülbülü aşkın terennümü saymışlar.

Değişen iklim şartlarından mı, insanların hissî muaşakalarını kendilerine izafe ettiklerinden mi bilinmez ama zamanla güllere kırmızı benekler arız olurken bülbüllerin sesleri içli birer inleyiş hâlini almış.

Aslında bunlar güzelliğin ve âhengin insicamlı işleyişi neticesinde meydana gelen sevgi tezahürü hâllerden başka bir şey değilmiş. Fakat bazı mütecessis insanlar o tabiî tekâmülü bile kendi hislerine göre tefsir etme cihetine gitmişler.

Muhayyilelerinde geliştirdikleri hikâyelere göre, goncanın gönlündeki güzellikleri merak eden ve açılması için şakıyan bülbül, onun güzel yüzünü gördükten sonra şeyda sıfatını alacak kadar coşmuş.

Ağzını açtığı anda sırrını ifşa edeceğini ve gönlünü dolduran rayihanın uçacağını, renginin solacağını, yüzünün şerha şerha yarılacağını bilen gonca önceleri bülbülün hazin yalvarışlarına fazla aldırmamış.

Bu işveye, naza, edaya ve cefaya daha fazla dayanamayan bülbül, sıcakların gülzarı kasıp kavurduğu bir yaz günü yine gülün dalında bütün gün şakıdıktan sonra bitkin düşüp başı önüne eğilince gagası goncanın ucuna değmiş ve gülün açılışı başlamış.

Destur almadan gelip dalına konan şeyda bülbül yüzünden ruhu mesabesindeki rayihanın dağıldığını, yüzünün yarıldığını, yapraklarının kıvrıldığını ve renginin solduğunu gören gül; onun gülzarı saran rayihanın rehavetine kapılarak kendinden geçtiği sırada yeşil yaprakları arasına gizlediği dikenlerinden birini bağrına saplamış.

Gülün güzel yüzünü temâşa etmenin hazzıyla mest olup kendinden geçtiği için uzun süre hiç acı hissetmeyen bülbül, ancak göğsünden sızan kanlar gülün dibinde toprağa karışmaya başlayınca kendine gelebilmiş.

“İçmek ister bülbülün kanın meğer bir reng ile

Gül budağının mizâcına gire kurtare su”

Fakat Fuzulî’nin bu fısıltısını duymuşçasına göğsünden akan kanın su olup güle hayat vereceğini hissedince, çektiği onca acıya aldırmamış ve bu fedakârlığın hayatına mal olacağını bile bile inleyişi andıran içli bir sesle şakımaya devam etmiş.

Bülbül şakıdıkça kan akmış, kan aktıkça toprak kanmış, gül dalı o kandan kana kana sulanmış ve bir süre sonra güller bülbülün kanı gibi kırmızı açmaya başlamış.

Bediüzzaman’ın “Mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu maşukundan şikâyet eder. Çünkü, Samed aynası olan bâtın-ı kalp ile, sanem-misal dünyevî mahbuplara perestiş etmek, o mahbupların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehevanî sevmekler, bahsimizden hariçtir.) Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor, senin rağmına müfarakat ediyor” şeklinde de ifade edildiği gibi kendini bülbülün yerine koyan aşık mizaçlı insanlar gülün gadrine razı olmamışlar.

Bunun üzerine onlar da his ve hayal dünyalarında yaşadıkları hissî inkisarları güle izafe etmişler ve gülün akıbetini nazara vererek hislerini teskin etmeye çalışmışlar.

Lâkin aşkın fedakârlık olduğunu bilen ve aşığı temsil eden bülbülün gönlü, güzelliğin hazin haline razı olmamış ve Ömer Hayyam’ın mısraları ile gülü teselli etmek yine ona kalmış:

“Gül, ‘Bendeki yüz hiç kimsede yok’ der.

Gülyağcı neden beni hep ezmek ister?

Bülbül ona der, ‘Gördün mü ki bir gün

Gülmüş, ama bir yıl ağlamamış bir er.”

***

Aslında bütün bunlar birer faraziye.

Gül de bizarmış bu muhayyel mülâhazalardan bülbül de. Onun için zaman içinde hep yaşadıkları fıtrî hayatın hakikî hallerini terennüm edecek bir mütefekkir beklemişler.

Şairler hep zahire nazar etmiş, âlimler derin meselelere dalmış. Filozoflar malayani meselelerle meşgul olurken aşıklar içine düştükleri âteş-i suzanın hararetiyle yanıp kavrulmuşlar. Avam-ı nasta da öyle bir hassasiyet taşımadığından kimse onların hallerine tercüman olmamış.

Ta ki, Bediüzzaman Said Nursî gelene kadar.

Bütün mevcudâtın fıtrî ahvâli gibi Gül ile bülbülün fiilî muaşakasını da hilkatin hikmetlerine münasip bir lisânla ilk defa o tahayyül, tefekkür ve terennüm etmiş.

Maddî varlıkları itibariyle gülü “Tebessüm eden güzel ve lâtif bir yüz” bülbülü de “Gülün aşkıyla mâruf hayvancık” diye tarif eden Bediüzzaman, onların aralarındaki münasebeti anlatırken edebî teamüllere pek itibar etmemiş.

Daha önce bu meseleyi san’atlarına malzeme yapan bütün şairler, yazarlar gülün şekline, rengine; bülbülün sesine, hareketine bakarken Said Nursî onların hilkatlerini ve fıtratlarını esas almış.

Gülü bitki türünün, bülbülü de hayvan nev’înin mümessili saymış ve aralarındaki münasebeti “Nev-î hayvanâtın, nebâtâta derece-i aşka vâsıl olan şiddet-i ihtiyacını, nebâtâtın güzel yüzüne karşı mübarek başları üstünde beyan etmektir” diyerek tasrih etmiş.

Bu mânâları ‘kendi dili ile konuşan’ bülbülün sözlerinden çıkardığını söyleyip onların kendi hâllerinin izahını ve nağmelerinin mânâsını bilmemelerinin, böyle mânâlar çıkarmaya mâni olmayacağını anlatmış.

Bunu yaparken şairlerin hayallerinde canlandırdıkları maceraları bir bakıma teyit etmiş ama gülün hâline ve bülbülün diline onlardan çok daha farklı bir nazarla bakmış.

Bu sayede bütün şairlerin, yazarların, mevlidhanların, kasidehânların ve sair kelâm ehli insanın aksine, bülbülün “Nağamât-ı hazînanesinin, hayvânî teellümâttan gelen teşekkiyât değil, belki atâyâ-yı Rahmaniyeden gelen bir teşekkürât” olduğunu ortaya koymuş.

Gerçi Bediüzzaman bunu edebî hassasiyetten ziyade Esma-i Hüsnanın cilveleri hakkındaki âyetleri tefsir ederken yapmış ama bülbül şairâne konuştuğu için bir parça şairâne olduğunu söylediği bu bahsin haşiyesinde ‘Hayal değil hakikattir’ diyerek aynı zamanda edebiyata malolan hatalı bir teşbihi de tashih etmiş.

O zamana kadar şairler ve yazarlar, Peygamberimizin (asm) şahsî ve zatî güzelliğini anlatmak için onu güle benzeterek sevme hissinin güzellik tarafını nazara vermişler.

Fakat hakikî sevginin nebeân ettiği muhabbet-i Muhammediyi bütün yönleriyle ruhlara nakşedecek olan sevme hissinin aşık cihetini işleyen pek çıkmamış.

Bu eksikliğin tamamlanması için Peygamberimizin hitabî belâgatının ve nebevî evsâfının bülbüle benzetilerek anlatılması gerektiğinden onu da yine Bediüzzaman Said Nursî yapmış:

“Bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mâhiyetçe en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semâvâtın bütün mevcudâtını latîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-î beşerin andelîb-i zîşânı ve ben-i âdemin bülbül-ü zü’l-Kur’ân’ı Muhammed-i Arabîdir” diyerek Peygamberimizin risâlet sıfatını bülbüle teşbih etmiş.

Böylece hem hüsn-ü ta’lil san’atı yaparak gül ile bülbülün münasebetini olduğundan daha güzel bir sebebe bağlayıp sathî telâkkilerden kurtarıp indi ve hissî mülâhazalardan temizlemiş, hem de asırlardır eksikliği hissedilen teşbih-i beliği tamamlamış.

Zîra, yegâne gül-ü rânâ da o (asm), bülbül-ü şeyda da.

01.04.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Okullarda şiddet



Güney Amerikalıların şiddet olaylarından korunmak için evlerinin avlularını yüksek duvarlarla çevrelettirdiklerini duymuş muydunuz?

Madde bağımlılığı ve zararlı alışkanlıklarda hızlı bir artış meydana geldiğine, meselâ esrar kullanımında 2001 yılına göre yüzde 75’lik bir artış görüldüğüne, bu gidişle 10 sene sonra ülkemizde de sokağa çıkılamayacağına dikkat çeken Prof. Dr. Nevzat Tarhan, insanın kanını donduran bu açıklamalarını 29 Mart 2007’de okullarda şiddet olaylarını araştırıp önlem alma maksadıyla kurulmuş Meclis Araştırma Komisyonunun davetlisi olarak katıldığı toplantıda söylüyordu.

Evet, Türkiye Büyük Millet Meclisi bu maksatla bir komisyon kurmuş, uzmanlarla birlikte araştırmalar yapmış. Sonuçlarını ise, basın mensupları, yazar ve sanatçılardan meydana gelen bir topluluğa Dolmabahçe Sarayı Salonunda 29 Mart’ta yapılan bir toplantıda sundu.

Acı sonuçlarından herkesin etkileneceği bu gidişe dur demek, önlemler almak maksadıyla araştırmalar yaptırmak ne kadar önemli ve sevindirici.

Tabiî ki elde edilen sonuçların önlemler olarak uygulamaya geçirilmesi ise, çok daha sevindirici olacak.

İşin diğer bir sevindirici yanı da araştırma teklifinin bir muhalefet partisi milletvekilinden gelmesi ve iktidar partisinin de buna sahip çıkması. Sayın Zülfü Livaneli’nin 15 Şubat 2006’da 20 milletvekiliyle birlikte sunduğu önerge, Mecliste oybirliğiyle kabul edilmiş ve gerekli komisyon kurulup hemen araştırmalara başlanmış. 1,5 ay gibi kısa bir sürede yapılan araştırmalar gerçekten konunun ne kadar acil olduğu ve önlemler alınması gerektiğinin de sinyallerini vermekte.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Meclis Araştırma Komisyonunun AKP milletvekili Halide İncekara’nın başkanlığı ve farklı partilere mensup 20 milletvekilinin yürüttüğü komisyon, çalışmalarını son noktaya getirmiş. Gerçekten hayatî bir konu. Halide İncekera’nın takdiminden sonra söz verilen CHP İstanbul Milletvekili Zülfü Livaneli, kendisini harekete geçiren nokta üzerinde durdu. Ankara Maarif Koleji’nde okuduğu yıllarda, okullarda sükûnet bulunduğundan, şimdi ise şiddet ülkesi olma noktasına doğru gidildiğinden, polisi dahi şaşırtan olaylar meydana geldiğinden, “Neden oluyor?” diye sormak, sebeplerini düşünmek gerektiğinden söz etti, “Türkiye şiddet ülkesi olamaz” dedi. Olayların asıl sebebinin kültür krizi olduğuna, Hacıbektaş Cezaevi’nin kapatılması örneğini vererek, üniversite öğretim üyelerinden dinî önderlere varıncaya kadar herkese görevler düştüğüne, ancak manevî ve evrensel değerlere sahip çıkılarak bunun üstesinden gelinebileceğine parmak bastı.

Yarın da toplantıdan bazı anektotlar verelim.

01.04.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Birlikte hizmete devam



Kur’ân’ın işaret ettiği, Hz. Ali’nin Celcelutiyesi’nde, Gavs-ı Azam’ın Fütûhu’l-Gayb’ında tebşir ve taltif ederek alkışladığı yüce ve nurânî bir davanın mensuplarıyız. Şimdi ve istikbalde yapacağı hizmetler nispetinde bu manevî kahramanların duâ ve iltifatlarına mazhar olmaya aday bahtiyar bir topluluktur bu nurânî ekol.

Başta mü’minler olmak üzere bütün insanlığı, okyanusların azgın dalgalarına rağmen sahil-i selâmete çıkaracak olan gemide bu yüce dâvânın bütün mensupları mürettebat, sâir insanlar yolcu... Gemiyi sağ salim sahile çekmekle vazifeli mürettebat ile bu mürettebâta canlarını, mallarını emanet etmiş olan yolcuların konumunu ve mesuliyetlerini izaha gerek yoktur sanırım.

Çok önemli bir vazifeyi, oldukça ağır bir misyonu yüklenmiş olan Bediüzzaman ve onun etrafındaki çok sınırlı sayıdaki dâvâ adamı, her türlü tehlikeyi göze alarak, akla gelmedik zahmet ve meşakkatlere katlanarak, canları, malları pahasına bu yüce emaneti şanla şerefle günümüze taşıyarak bize tevdî ettiler.

Başta Üstad ve sonrasında bu kudsî emaneti devralan o hizmet erlerinin, aşkla şevkle, onca mani ve engellere rağmen adeta destanlar yazarak ortaya koydukları nurânî hizmetlerde, bu gün sanki bir rehavet, bir atalet hissediliyor gibi. Himmet ve gayretlerde, şevk ve ciddiyetlerde sanki bir geriye gidiş seziliyor gibi. Daha açık bir ifade ile, önümüze serilmiş bütün maddî imkânlara ve nimete, hazır bunca hizmet erbabına ve daha sayamayacağımız bir çok imkâna mukabil, gerekli performansı gösterebiliyoruz diyebilir miyiz? Veya geçmişte hizmet erbabının içinde bulundukları binbir imkânsızlık ve zorluklar, bizim şimdi içinde bulunduğumuz her türlü fırsat ve imkânlarla kıyas edildiğinde, hizmet noktasında nerede olduğumuz herhalde kendiliğinden anlaşılır.

Bana göre bu rehavet ve tevakkuf hâlimiz üzerine kafa yormalı, ciddi değerlendirmeler yaparak bir çıkış yolu bulmalı. Her halükârda eski şevk, heyecan ve gayretimizle bütün insanlığın muhtaç olduğu ve görmek istediği bu nurlu dâvâyı, lâyık olduğu mevkiye getirmeliyiz.

Hizmetlerdeki bu durağanlık ve rehavete sebep olacak bizce bilinen veya bilinmeyen bir çok sebep varsa da; görebildiğim kadarıyla en dikkat çekeni, dünyevîleşme marazının nur câmiasını da etkilemesi ve bu tehlikeli gidişâtın himmet ve gayretlerimizi pasifize etmesiyle birlikte gündemlerimizin ilk sıralarını ahirete bakan hizmetler yerine, dünyaya bakan meşgalelerin işgal etmesidir.

Diğer önemli bir sebep de, kaderin bir tecellîsi olarak, geçmişten bugüne, hakkıyla birlik-beraberliğin sağlanamaması ve bu durumun avam-ı ehl-i iman nezdinde çok büyük ihtilaflarmış gibi görülmesi. Bu gibi durumların da, camianın genel durumu bakımından müsbet izlenimler bıraktığı söylenemez.

Çok basit sitem ve soğuklukların dahi, nurânî hizmetler üzerindeki menfî tesirlerini göz önünde bulundurursak, göze gelen bir saçın bir dağı setrettiği gerçeğinden hareketle, sebebi ne olursa olsun, hizmet erbabı arasında olabilecek incinmelerin, kırgınlıkların bu hizmetlere vereceği zararları düşünerek böyle durumlara karşı dikkatli olunmalı ve vukuunda hemen tamiri cihetine gidilmeli.

Geçmişte olan kırgınlıklara, dargınlıklara bir sünger çekmeli; bundan sonra olması muhtemel incinmelere, küskünlüklere de prim vermeden yüklendiğimiz şu ulvî dâvâmızın hatırı ve şerefi için, daha bir gayret ve ciddiyetle nurânî hizmetlerimizi birlikte daha ileri seviyelere taşımalıyız.

Unutmamalıyız ki, Bediüzzaman’ın yıllar önceden haber verdiği, “Alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor!” diyerek feryat ettiği ve bütün insanlığı tehdit eden o dehşetli yangın, bugün hâlen devam ediyor.

Bu korkunç yangını söndürecek manevî itfaiye erlerinin nur hadimleri olduğunu düşünüyorum. Bu yangının ancak ve ancak Risale-i Nur’dan nebeân edecek olan Nur damlalarıyla söndürülebileceğini tahmin ediyorum.

Kısaca mesuliyetimiz büyük, yükümüz ağır, vazifemiz çok, yolumuz uzun...

Muhtaç gönüller, aç ve susuz kalp ve ruhlar Kur’ân’ın hakikatlerini bekliyor. Bu acib, bedbaht asrın darda kalan, hasta insanı, devâyı, şifâyı arıyor.

Haydi öyle ise, Nur hadimlerine durmak yok... Birlikte hizmete devam...

01.04.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Risâle-i Nur'da Celâl ve Cemâl tecellileri



Ankara’dan Hanım okuyucumuz:

*“Risâle-i Nur’da bahsedilen Celâlî ve Cemâlî isimlerle ilgili bilgi verir misiniz? Bu isimlerin tecellîleri, kişilere göre birinin diğerine göre öne çıkması, varlıklardaki ve insanlardaki yansımaları ve sonuçları nelerdir?”

Cenâb-ı Hakk’ın hem Celil olduğunu1, hem Cemil olduğunu2 Peygamber Efendimiz’den (asm) öğreniyoruz. Yani Allah Teâlâ eşsiz Celâl ve İzzet Sahibi olduğu gibi, aynı zamanda sonsuz Cemâl ve güzellik sıfatının da Sahibidir. Üstad Bedîüzzaman’ın ifadesiyle, Cenâb-ı Hakk’ın Celâli ne kadar Cemil ise; Cemâli de o kadar Celil’dir.3

Celil ismi, Kur’ân-ı Kerim’de, “Yeryüzünde bulunan herkes fânidir. Ancak Celâl ve İkram sahibi Rabb’inin vechi bakidir”4 âyetinde ve “Celâl ve İkram sahibi Rabb’inin ismi ne yücedir!”5 âyetinde Cenâb-ı Hakk’ın sıfatı olarak zikredilmiştir.

Bütün mevcudâtı güneşlerden, ağaçlardan zerrelere kadar emrine itaat ettiren Rubûbiyet haşmetinin Celil ismini gösterdiğini bildiren Bedîüzzaman, Mahşer hakîkatının Celil ismi ile de izah edilebileceğini, nitekim Allah’ın yüksek Rubûbiyet haşmetinin böyle fani bir memleket üzerinde durmayacağını; sermedî ve bâkî bir haşmet dairesi, ebedî ve yüksek bir Rubûbiyet dairesi îcad edeceğini, yani sonsuzluk âleminin Celil isminin de bir gereği olarak yaratılışının Cenâb-ı Hakk’a hiç de zor olmayacağını kaydeder.6

Saîd Nursî’ye göre, zulüm, küfür ve inkâr Cenâb-ı Hakk’ın izzet ve azametine dokunduğundan, böyle küfür ve inkâr içinde bulunan hezeyancı ve yalancı vehimleri Cehennem’e atmak da Celil isminin bir gereğidir.7 Celil isminin imzası, denizin fırtınasında ve yerin zelzelesinde bulunmaktadır. Yeryüzü ve gökyüzü Celil ismini zikrederler.8 Güneş ve arş gibi büyük varlıklar da haşmet diliyle Celil ismini zikretmektedirler.9

Bütün varlıkların simasından Cemil ismini de okumak mümkündür. Çünkü her şey olağanüstü güzel yaratılmıştır. Varlıkların olabilecek en güzel şekliyle yaratılması, Hâlık-ı Zülcelâl’in eşsiz güzelliğini ve misilsiz Cemâlini gösterir. Deniz içindeki ve yeryüzündeki merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanlara ve yavrulara dikkat edilirse “Yâ Cemîl, Yâ Rahîm!” dedikleri kolayca anlaşılacaktır.10

Bedîüzzaman’a göre, kâinatta nurun olması elbette Nur’dandır. Vücudun olması Mevcud’dandır. İhsan zenginlikten gelir. Cömertlik serveti gösterir. Talim, ilme işaret eder. Hüsün ve güzellik vermek, Hasen’den; güzelleştirmek, Güzel’den; cemal vermekse elbette Cemil’dendir. “İşte bu hakîkata binaen iman ederiz ki:” der Saîd Nursî, “Bu kâinatta görünen bütün güzellikler öyle bir Güzel’den geliyor ki, bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla, âyinedârlık dilleriyle, O Güzel’in cemalini tavsif ve tarif eder.”11

Her şey güzel olmasına rağmen, ölümün ve âdemin dehşetli bir sûrette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlûkatı durmadan hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu fevkalâde bir teessürle gördüğünü beyan eden Bedîüzzaman, “Bize Allah yeter! O ne güzel vekildir!”12 âyetinin ince sırlarında bu yaralara karşı fevkalâde büyük teselliler bulduğunu kaydeder. Buna göre; canlıların sürekli gelip gitmeleri, doğup ölmeleri, görünüp kaybolmaları Ezel ve Ebed güneşi olan Cemil-i Zülcelâl’in kudsî cemalinin ve sonsuz güzel olan Esmâ-i Hüsnâ’sının sermedî güzelliklerinin cilvelerini tazelendirmek içindir. Varlıklarda görünen güzellikler varlıkların kendi malları değildir. Bu güzellikler tezahür etmek isteyen, Sermedî ve mukaddes bir cemalin, daimî tecellî eden ve görünmek isteyen mücerret ve münezzeh bir hüsnün ve güzelliğin işaretleri, alâmetleri, âyineleri ve cilveleridirler.13

Saîd Nursî, gözü karardığı halde ölüme koşan insana, “Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun?” diye sorduktan sonra, bu uzun yolculuğun nereye olduğunu yine kendisi cevaplandırır. Bedîüzzaman burada, bin yıllık mutlu bir dünya hayatının bir saatlik Cennet hayatına değmeyeceğini; bin senelik Cennet hayatının ise Cenâb-ı Hakk’ın Cemal’ini bir saatlik görüşün lezzet ve saadetini asla vermeyeceğini; işte insanın böyle mutlak ve sonsuz Güzel olan bir Cemil-i Zülcelâl’in rahmet dairesine ve huzuruna gittiğini, dolayısıyla o daireye giderken ölüm korkusu yaşamasının yanlış olduğunu önemle vurgular.14 Haşrin hak olduğunu, çünkü Cenâb-ı Hakk’ın Esma’sının haşri gerektirdiğini izah eder; bu âlemi böylesine güzel yaratan ve tanzim eden Cemil-i Bâkî’nin, mü’min kulları için ebedî Cennet hazırladığını ve bunun O’nun kudretine hiç de zor olmadığını, çünkü Cenâb-ı Hakk’ın Cenneti bir bahar kolaylığında yaratıp tanzim edebileceğini, zaten bunu Kur’ân’da şiddetle vaad etmiş olduğunu bildirir.15 “Evet!” der; “Koca Cennet bütün hüsün ve cemaliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i Cennete Cenneti unutturan bir Cemâl-i Sermedi; elbette nihayeti ve şebîhi ve naziri ve misli olamaz!”16

Yarın inşaallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Daavât, 86;Gümüşhânevî, M. Ahzab 2/234; 2- Gümüşhânevî, M. Ahzab, 2/234; 3- Mesnevî-i Nûriye, s. 178; 4- Rahman Sûresi, 55/26,27; 5- Rahman Sûresi, 55/78; 6- Sözler, s. 72; 7- Sözler, s. 77; 8- Sözler, s..301; 9- Mektûbât, s. 228; 10- Sözler, s. 301; 11- Şuâlar, s. 71; 12- Âl-i İmran Sûresi, 3/173; 13- Şuâlar, s. 69; 14- Mektûbât, s. 223; 15- Sözler, s. 68; 16- Şuâlar, s. 71

01.04.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

İzmir notları…



Geçen hafta sonu “Bediüzzaman Hazretlerinden Topluma Mesajlar” konulu bir program için İzmir’deydik. Çalışmalarını her zaman iftiharla izlediğimiz şefkat kahramanı İzmirli hanımların organize ettiği program, eşsiz fedakârlıkları ve yaptıkları titiz iş bölümü neticesinde çok hoş bir atmosferde gerçekleşti. Program günü uzun zamandır görmediğimiz Egeli dostlarımızla hasret giderdik. Akşam da Risâle-i Nur’dan Hanımlar Rehberi üzerine tatlı sohbetler yaptık…

“Koltuklarda karşılıklı sohbet etmek” boşuna cennet nimetlerinden sayılmıyor...

Aslında bu tür programlar, toplumda gündemi oluşturma, dikkatleri Risâle-i Nur’a ve Bediüzzaman Hazretlerinin mesajlarına çekmenin yanı sıra dostlukları tazelemek, birbirinden şevk ve gayret almak noktasında da faydalı..

Sizce de öyle değil mi?

Bediüzzaman Haftasının ardından…

Bediüzzaman Hazretleri, vefatının 47. yıldönümü münasebetiyle düzenlenen “Bediüzzaman Haftası” programları çerçevesinde yurdun dört köşesinde yapılan organizasyonlarla anıldı.

İlginçtir, hafta boyunca yurdun hemen her bölgesi bol bol yağış aldı. Kuraklık endişesiyle sıkılan yürekler biraz olsun ferahladı.

Meteoroloji haberlerini sevinçle takip ederken, Emirdağ Lâhikası’nda (s. 415) zikredilen şu satırları hatırlamamak mümkün müydü?

“Mükerrer tecrübelerle yağmurun Risâle-i Nur’la alâkadarlığı ve şimdi çok zamandır yağmura şiddetli ihtiyaç olduğu bu zamanda Risâle-i Nur’un gizli düşmanlarının tehlikesinden ve geniş planından kurtulmasına bir işaret olarak … o rahmete dair emr-i İlâhî Nur Talebeleri olan bizim başımızı, yüzümüzü ve gözümüzü yağmurla okşadı…”

Evet Risâle-i Nur, kaynağını Kur’ân’dan ve âlemlere rahmet olarak indirilmiş Zâtın (asm) verdiği derslerden aldığı için onu okumak, ondan bahsetmek, onun mesajlarını neşretmeye çalışmak rahmete vesile oluyor.

Gökyüzü ve yağmur yüklü bulutlar şahit…

Mutfakta tefekkür

“Ekmek Pişirme Gizleri” adlı eserinde Rick Curry, ekmek pişirme ya da herhangi bir işle meşgul olurken başarının maneviyatı unutmamakta saklı olduğunu bakın nasıl ifade ediyor:

“Ekmek pişirirken vicdan yoklaması yaparım. Tarifi okuduktan sonra derin bir nefes alır, gevşer ve Allah’ın huzurunda olduğumu düşünürüm. Geçen yirmi dört saati hatırlar ve hayatıma giren iyi şeyleri sayıp bunlar için Allah’a şükrederim. Hamuru karıp kabarmaya bıraktığımda bu yeni hayatımdaki yerimi düşünür ve ruhsal hayatımda farkındalığımı arttırması için Allah’a duâ ederim. En son yaptıklarım, yapmadıklarım, düşüncelerim ve arzularımın kendim ve diğerleriyle ilişkim hakkında bana ne söylediğini incelerim. Aileme ve iş arkadaşlarıma nasıl davrandığıma bakarım. Son yirmi dört saat içerisinde başkaları için cömertçe birşeyler yaptım mı? İçimde kızgınlık barındırıyor muyum? Dilimi tuttum mu? Başkalarının ihtiyaçları için duâ ettim mi? Konuşmam kırıcı oldu mu? Sorunun mu, yoksa çözümün mü bir parçasıyım? Kibar mıydım? Allah’ın beni sevgiyle izlediğini hatırladım mı?”

Çocuğunuz iyi insan olsun!

Batılı uzmanlar anne babalara ‘’Geleceğin suçlusunu yetiştirmenin 10 kuralı”nı şöyle açıklıyor:

• Daha küçükken çocuğa istediği her şeyi vermeye başla. Bütün dünyanın onun geçimini sağlamak zorunda olduğuna inansın.

• Kötü sözler söylediği zaman gül. Kendisinin akıllı olduğunu sansın.

• Ona ahlâkî hiçbir eğitim gösterme. “21 yaşına gelince kendi karar versin” diye bekle.

• Onun yapması gereken her şeyi sen yap ki, bütün sorumlulukları başkalarına yüklemeye alışsın.

• Eşinle sık sık kavga et ki, bir gün aile parçalanırsa, şaşırmasın.

• Çocuğa istediği kadar harçlık ver. Hayatta karşılaştığın güçlüklerle onun da karşılaşmasına ne gerek var?

• Yiyecek, içecek ve konforla ilgili bütün arzularını yerine getir. İstediklerini yapmamak tehlikeli soğukluklara sebep olabilir.

• Komşulara, öğretmenlere, polislere karşı daima onun tarafını tut. Hepsinin çocuğa karşı peşin hükümleri vardır.

01.04.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Başörtüsü mektubu



17 Mart’ta çıkan “Başörtüsü ve 28 Şubat” yazınız üzerine fikirlerimi iletmek istiyorum.

28 Şubat sürecinde MGK’da alınan kararlara dayanarak başörtüsü yasağının uygulanmasına büyük hız ve önem verilmiştir. Ayrıca Kur’ân kursları, İHL’ler ve dinî vecibelerini yerine getiren vatandaşların kurdukları vakıf ve yurtların denetim altına alınmasında sıkı kararlar alınmış ve derhal uygulanmaya konulmuştur.

Bugün bu kararların uygulanması biraz yumuşatılsa da başörtüsü yasağı ve çocukların Kur’ân öğrenmesi konusundaki yasak devam etmektedir. Bu durum maalesef değişmemiştir.

Başörtüsü sorunu özetle ve bir sloganla şöyle ifade edilebilir: “Ömür biter, sorun bitmez.”

Aslında bu sorunu çözmek bazı çevrelerin ileriye sürdüğü gibi zor değildir. AİHM kararlarından sonra, anayasanın 24. maddesi değiştirilip biraz daha açıklığa kavuşturulmuş olsaydı bu sorun şimdiye kadar çoktan bitmiş olacaktı. Çünkü 24. maddede “insanların inançlarından dolayı kınanamayacakları” ifadesi yer almaktadır. Bu “kınanamayacaktır” ifadesinin önü biraz takviye edilerek daha kolay anlaşılır hale getirmek için kapsamı genişletilebilir ve böylece sorun köklü bir çözüme kavuşturulabilirdi.

Hükümet şimdi de bu sorunu, anayasa değişikliğini göze alarak çözebilir, çözmelidir.

Hükümetin şimdiye kadarki uygulamalarına karşı yürütülen faaliyetler gerginliğin azalmadığını, çoğaldığını göstermektedir.

Bugün Çin Meclisinde bile başörtülüler temsil edildiği halde, bu hak Türkiye’deki başörtülü bayanlara henüz tanınmamıştır. Böyle bakıldığı zaman demokrasi ve inanç özgürlüklerine saygı bakımından komünist Çin’den daha geri bir duruma düşmekteyiz. Bu, övünülecek ve savunulacak bir durum olamaz.

Merve Kavakçı’nın başına gelen olayı ve haksızlığı biliyoruz. Ona ilâve olarak Belediye İl Genel Meclislerine seçilen başörtülüler de görevlerini yapamaz duruma düşürülmüşlerdir.

İslâma doğrudan saldıramayanlar bu heveslerini başörtüsü, Kur’ân kursları, İHL’ler ve dinî vecibelerini yerine getiren kamu görevlilerine ceza vererek tatmin etmeye çalışıyorlar.

Bazı ilâhiyatçı ve hukukçuların yasağı desteklemeleri yasakçıların gücünü artırmıştır. Başta Yeni Asya olmak üzere bazı gazetelerin yasağa karşı çıkmaları ve köşe yazarlarının hedeften hiç ayrılmama konusunda gösterdiği samimiyet ne yazık ki yasağı kaldırmaya yetmemiştir.

Başörtüsü yasağı yükü Türkiye’ye daha fazla çektirilmemelidir. Bu yasak başörtüsüyle sınırlı kalmıyor, başka hakları da alıp götürüyor.

Unutulmamalıdır ki, idare ve mahkeme kararları ile Kur’ân hükümleri değiştirilemez. Kim ne yaparsa yapsın, nasıl karar alırsa alsın, başörtüsü İslâmdan kaynaklanan bir dinî vecibedir.

İslâm dini ortadan kaldırılmadığı müddetçe başörtüsü de ortadan kaldırılamaz. Biliyoruz ki, İslâm dinini ortadan kaldırmaya hiç kimsenin gücü yetmez. Yüce Allah “Dini Ben gönderdim, koruyucusu da Benim” buyurmaktadır.

Başörtüsü yasağı konusundaki ısrarlı görüşlerinizden dolayı sizi kutluyor ve başarılarınızın devamını Yüce Allah’tan diliyorum.

Mustafa Başoğlu Sağlık-İş

Sendikası Genel Başkanı

01.04.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Sevginin şifreleri



Sevgi, içimizdeki mutlu olma isteğinin kaynağıdır. Su kaynağı gibi, içimizden akan duygu seli, huzur bahçelerine ancak sevgi ile akar. Sevgi, hayattır. Hayatın pozitif bakışı ve olumlu düşünme yaklaşımı, sevgiye bağlıdır. Sevgisiz hayat, oksijensiz bir anın hayata veda ettiren en kötü kapanışıdır. “Biz muhabbet fedaileriyiz, husûmete vaktimiz yoktur.” Bu veciz ifadeyle, muhabbet halkasında el ele, omuz omuza birliğimizi perçinleyebiliriz.

Ortak düşüncelerimizi paylaşabiliriz. Ortak çözümlerde buluşabiliriz. Ön yargılarımızı kırarak, peşin hükümlerden sıyrılarak kalpten kalbe yol verebiliriz. Kâinatın yaratılış sebebi muhabbettir. “Kâinatın sebebi vücududur.”

Muhabbet, Hz. Muhammed’le (asm) anlam bulur, şereflenir ve şeref alır. Muhammed’siz muhabbet olmaz. Muhabbet Allah’ın verdiği bir sermayedir ve sermaye sahibinin izniyle kullanılmayı gerektirir.

Sevgi, affetmektir, kucaklamaktır, ıslâhına katlanmak ve bunun için sabretmektir. Vefa hissinin şefkatle tahammülüdür. Sevgi, bir madendir, kaynaktır. Bitmeyen, tükenmeyen bir ilâhî hazineden akar.

Sevgi, barıştır ve yakınlıktır. Bütünlüktür, sabırdır ve daha da ötesi olgunluk ve fedakârlıktır. Sevginin dili, tatlıdır, yumuşaktır, sıcaktır ve kuşatıcıdır.

Sevgi, dostluğun nişanıdır. Yaşamanın mutluluk delilidir. Bir başkasını anlayacak empatidir. Kalbî ve vicdanî bir lezzetin ruhanî boyutunda, sevgi lillah için meyvedar bir çekirdek olarak huzurla yeşerir.

Sevgi, tatlı dile dönüşünce akrebin sokmasını engeller ve bozar. Sevgi, yılanı deliğinden çıkaracak bir letafettir. Saygıyı arttırır, birbirini anlamayı sağlar. Sevgi, yaratılıştır. Varlık sebebidir. Yar ve yaran sevgiyle anlaşılır, inanılır ve kabullenilir.

Muhabbet, fitneleri keser, konuşmanın önünü açar. Bizi biz yapar. Farklılığı öğretir. Çeşitliliği anlama imkânı verir. Yeni çözümlerin toleransını sağlar. Sevdikçe seviliriz, sevildikçe daha huzurlu birer insan oluruz. Beşeri sevmeklerin zayıf halklarından uzak, ulvî bir hissin yansıması olursa, muhabbet nuranileşir.

Aile, muhabbetle büyür ve korunur. Dayanışma buna bağlıdır. Ortak heyecanlar ve coşkular buna bağlıdır. Ülkemiz de bir ailedir. Hepimiz bu büyük ailenin birer ferdiyiz. Bu büyük aile sevgiyle ve saygıyla gelişir. Böylece içimizdeki birlik ruhunu hayatın bir parçası ve geleceğimizin güven dolu bir ortamı yapabiliriz.

Eşimizi sevgiyle hayat arkadaşlığında mutlu edebiliriz. Onu dinleyerek ve anlayarak, farklı görüşlerine değer vererek gerçek beraberliği yakalayabiliriz. Çocuğumuzu da sevgiyle, anlayışla ve bazı hatalarını görmezlikten gelip, onu şefkatle kucağımıza basarak kaynaşabiliriz, sarılabiliriz, bütünleşebiliriz.

İç isteklerimiz, duâlarımız, beklentilerimiz ve anlayış görme hakkımız, bizim de bir başkasına aynı muamelede bulunmamızı gerektiriyor.

Ne kadar verirsek o kadar alırız sevgiyi. Muhabbet, paylaşmakla dostluğa anlam katar. Fedakârlıkla muhabbetin fedaisi oluruz. Bereketi kendisinde olan ve gittikçe bizi büyüten, sabırlı kılan, inanarak düşündüren ve pozitif tutan en büyük hazinemiz kalbi muhabbettir. “Ayine-i Samet” kalbimizin sesi makbuldür. Vicdanımızın yüksek ruhu da burada saklıdır.

Dış olaylardan, bitmeyen sıkıntılardan, kafamızı kurcalayan sevimsiz manzaralardan bir an için ve sürekli kurtulmak istiyorsak, muhabbet meşalesini yakalım. Yunus’un dediği gibi “Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz.”

Hasılı, Bediüzzaman’a yaraşır bir muhabbet yılında hepimize düşen çok vazife var.

01.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İdeolog ve dai't duat



Geçenlerde okuduğum bir haber bana manidar geldi ve birçok çağrışımlara neden oldu. Haberin konusu ve başlığı şöyleydi: “Cumhurbaşkanı Sezer’den komutanlara sürpriz yemek.’ Haber dikkat çekici olsa da haberin içindeki bir kesit daha da dikkat çekiciydi. Sezer’in basına duyurulan programında yer almayan yemeğe Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın yanında kuvvet kolmutanlarıyla birlikte Eğitim ve Doktrin Komutanı Orgeneral Orhan Yöney de katılmıştı.

Doğrusu Eğitim ve Doktrin Komutanı ifadesi dikkatimi çekti. Elbette ordu eğitimden ibarettir ve eğitimle ilgili bir birimin bulunması fazlasıyla yerindedir. Garibime giden bu değildi elbet. Ama doktrinle ilgili bir bölüm bulunması ve bu bölümün başındaki komutanın yemeğe çağrılması çağrışımların kaynağını ve merkezini teşkil ediyordu. Bilindiği gibi her ne kadar Türkiye’deki rejimin niteliği 1950 sonrası demokrasi olsa da rejimin diğer bir niteliği daha var. Bunu da ideolojik tarafı temsil ve teşkil ediyor. Orduda bunu temsil eden makam mühim bir göreve tekabül ediyor olmalı ki Cumhurbaşkanı Necdet Sezer Eğitim ve Doktrin’den sorumlu komutanı da mezkur yemeğe davet etmiş.

Bilindiği gibi, genellikle ülkenin ideolojik mahiyeti inkilap tarihi derslerinde öğretilir. Ve bu dersi de lise ve dengi okullarda genellikle subay kökenliler verir. Rejimi koruma kollama görevinin bir şekilde orduya ait olduğu genel kabul gören bir husustur. Burada rejimin niteliğini koruma kollama görevinin de aynı kuruma ait olduğu hissediliyor veya anlaşılıyor. Zira sivil kurumlar arasında böyle bir kurumun varlığından haberdar değiliz. En azından rejimle ilgili sivil makamlarda çekirdek bir kurumun olduğunu bilmiyoruz. Olsa olsa bu idiolojik mahiyet sivil kurumlar içine serpiştirilmiş olabilir.

Haberin ilk çağrıştırdıkları isimlerden birisi Suslov oldu. Brejnev döneminde devletin ideoloğu idi. Hatta onun vefatından sonra Brejnev’in pusulasını kaybettiği söylenir. İdeolojik devletlerde mutlaka propoganda bakanlıkları olur. Elbette devlet niteliği gereği buna önem verir ve bu makamlarla birlikte ruhunu korumaya ve kendisini ve geleceğini savunmaya çalışır. Bunu bazen tanıtma bakanlığı deruhte eder. İran gibi dini rejimlerde ise yine irşad ve tebliğ bakanlıkları gibi bakanlıklar bir cihetle aynı görevi görürler.

***

Papa 16’ıncı Benediktus Papa olmadan önce Engizisyon Mahkemelerinin devamı niteliğinde görülen Vatikan’a bağlı Doktrini Muhafaza Kurumunun başında olduğu biliniyor. Bu arkaplandan dolayı bir açılım veya reformasyon süreci olan II. Vatikan Konsili kararlarını içine sindiremediği ve bu zeminden diğer Hıristiyan kiliselerle birlikte Regensburg’da da İslâmiyet aleyhindeki konuşmayı yaptığı farz edilir. Bu konuşması sözkonusu arkaplanına hamledilmektedir. Sünni devletlerde öteden beri bir kadı’l kudatlık makamı bulunur ise de bu makam ideolojiyle ilgili değil hukukla alakalıdır. Hukuki en yüksek mercidir. Devlet bir yerde bu makamı meşruiyet aracı yapsa bile ideolojisini yayma veya benimsetme aracı yapmaz. Devletin yapısıyla doğrudan alakalı değildir. Bir de devletin işleyişine nezaret eden şeyhülislamlık kurumu vardır ve bu makam kısmen sözü edilen ‘doktrini muhafaza’ kurumlarına benzetilebilir. Ama şeyhülislamlık makamının ideolojiyi veya resmi doktrini yayma gibi bir vazifesi yoktur. Bu anlamda bir poroganda mekanizması değildir.

Buna mukabil, Fatimilerin Dai’t duat yani başdai veya dailerin liderininin böyle bir vazifesi bulunmakta idi. Ve Cevher Sakli, Ezher’i kurarken amacı Dai’t duat’ın denetimi altında burasını Fatimi mezhebini ve doktrinini yayan bir eğitim ocağı yapmaktı. Gerçekten de Ezher bu doktrinel fonksiyonunu Selahaddin Eyyübi’ye kadar aralıksız sürdürür. Fatimilerin yıkılmasıyla birlikte dai’t duatlık kurumu da yıkılır. Ve Selahaddin Eyyübi ve sonrasında bu kurum, doktrin propoganda merkezi olarak anıldığı 100 yıl kapalı kalır ve ondan sonra Sünnilik üzerine yeni bir siftah yapar. Bu kurumu meşhur Karakuş çökertir. Mukabilinde doktrin değil ama bir referans sistemi benimsenir ve böylece yıkıcı kabul edilen karşı doktrine karşı devlet kendisini sağlama almaya çalışır. Şeyhülislam Ebu’s Suud da aynısını yapmaya çalışmıştır. Bu bir doktrin vazetme değil doktrine referans sistemiyle mukabele etmedir.

Suslov ve Josef Goobels’ler batini devletin olmasa bile yine dinin yerini alan çağdaş ideolojik devletin bir dai’t duatından başka bir şey değildirler.

***

Elbetteki devletlerin fikri bir altyapısı olması lazım ama bu fikri altyapı halkın değerleriyle bütünlük ürzetmeli ve değerleri arasından süzülmelidir. Osmanlı’daki gibi onun billurlaştırılmış hali olmalıdır. Elbetteki devlet fikri inhiraflara karşı dikkatli olmalıdır. Suriye’de olduğu gibi halkla bütünleşmeyen devletin ideolojisi zamanla azınlıkların bineği haline gelir.

Bu dikkatsizliklerin sonucunda Suriye azınlıkların eline geçmiştir. Bunun nedeni de Amerikalıların Irak’ta yaptıklarını Fransa’nın 50 sene önce Suriye’de yapmış olmasıdır. Doktrinler değişen şartlara göre zaman zaman gözden geçirilmelidir. Çünkü hakikat durduğu yerde durmaz; televvün yani her daim renklenme halindedir.

01.04.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Islâh yolu var, görmek gerek



Türkiye’de, son zamanlarda artan hırsızlık, gasp, cinayet gibi suçlar sebebiyle vatandaş ciddî tedirginlik yaşarken, cezaevlerinin de adeta ‘dolup taştığı’ ifade ediliyor. Bugüne kadar 43 defa ‘af’ gören cezaevleri, 1980 ihtilâli harici tarihinin en kalabalık dönemini yaşıyormuş. Haberlere bakılırsa, cezaevlerinde ‘boş yer’ kalmamış.

“Rahşan affı” sonrası 72 binden 49 bine düşen tutuklu ve hükümlü sayısı 28 Şubat 2007 itibariyle rekor kırarak 77 bin 425’e ulaşmış. Üstelik bazı cezaevlerinde kapasitesinin iki katı tutuklu ve hükümlü bulunuyormuş. (Milliyet, 17 Mart 2007)

Cezaevleri konusu, sadece Türkiye’nin meselesi değil. ‘Modern dünya’ bu konuda yaşanan sıkıntılara çare arıyor. Arıyor, ama bulabilmiş değil. Çünkü maalesef ‘çare’ doğru yerde aranmıyor. “Cezaevleri, varlık sebebi olan ‘ıslâh’ fonksiyonunu yerine getirilebiliyor mu?” sorusuna, gönül rahatlığıyla “evet” demek mümkün değil. Uzmanların da her defasında tekrarladığı gibi, cezaevine atılanların bir kısmı, çıktıktan sonra aynı suçları işleyebiliyor.

Yaşanan problemlerin biri de, ‘hükümlü’ sayısından daha fazla ‘tutuklu’nun cezaevlerinde bulunması. (Mart 2007 rakamlarına göre cezaevlerinde 30 bin hükümlüye karşılık, 47 bin tutuklu olduğu belirtiliyor.) Bu da, adaletin hızlı işlemediğinin bir göstergesi olsa gerek. Hızlı ve adil işlemeyen bir sistem, ‘ıslâh’ fonksiyonunu yerine getirebilir mi?

Çareyi doğru yerde aramayanlar, sık sık çıkarılan ‘af’larla problemi bu günlere taşıdılar. Kamuoyunda “Rahşan affı’ olarak isimlendirilen son af uygulaması 22 Aralık 2000’de yürürlüğe girdi ve cezaevleri kısmen boşaldı. Ancak, ‘kalplere yasakçı’ konulamadığı için cezaevleri yeniden doldu. ‘Af’ların problemi halletmediği görülmüş olsa gerek.

İstanbul Üniversitesi Ceza ve Ceza Usul Hukuku Öğretim Üyesi Doç. Dr. Adem Sözüer’in dikkat çektiği bir konu var. Şöyle diyor: “Suçun işlenmeden önlenmesine ilişkin kanunumuz eksik. Ayrıca, ‘Kişiyi cezaevine koymadan nasıl yargılayabilirim?’ düşüncesiyle adlî kontrol sistemini etkili bir şekilde uygulamaya koymamız lâzım.”

Evet, “Suçun işlenmeden önlenmesine ilişkin” ne yapabiliriz? Bunu sadece ‘kanun hazırlayarak’ yapmak mümkün mü? Kolay ve etkili yol olan ‘Kalplere yasakçı koymak’ yolu niçin görülmek istenmez? Suç işlemeyi kökten önleyen bundan daha tesirli bir yol var mı, olabilir mi?

Nasıl ki sağlık konusunda ‘koruyucu hekimlik’ten bahsediliyor ve önemi anlatılıyor; aynen onun gibi ‘suç işleme’ konusunda da “suç işlemeyi ta başından engelleyen” bu metodun ciddî olarak gündeme getirilmesi lâzım. Kalplere konulan yasakçı işte bunu temin eder. “Suç” işlemeye yöneltilen kişiye, kalplerdeki yasakçı seslenir ve “Yapma! ‘Polis’ görmese de seni gören bir Allah var!” diye ikâz eder. Bu inanç ve düşünceye sahip olan bir insanın suç işlemesi kolay olabilir mi?

O halde, var olan çareyi görelim ve suçu işlemeden önleyen “kalplere yasakçı koyma”nın çaresine bakalım. Zaten başka çare de kalmadı. Yanlışta ısrar ve inadın kimseye bir faydası yok.

01.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Geçmiş olsun!



Gözümüz aydın, Ankara’nın tansiyonu düşmüş. Ankara’nın tansiyonu düştüyse, bütün Türkiye’nin tansiyonu düşmüş demektir. Ama gerçek durum öyle değil tabiî… Türkiye’nin tansiyonu önümüzdeki günlerde hipertansiyona dönüşecek gibi gözüküyor.

On birinci cumhurbaşkanı kim olacak tartışması yaşanırken, Ankara’da bir tansiyon problemi yaşandığı söyleniyordu. Geçen Salı günü öğrendik ki, “Ankara’nın tansiyonu düşmüş”… Geçmiş olsun dedikten sonra, bu tansiyonun neden yükseldiğini, sonra nasıl düştüğünü merak ettik. Gördük ki, birileri kendi kendilerine önce tansiyonu yükselttiler, sonra da tansiyonu düşürdüklerini ortaya attılar.

Biliyorsunuz tansiyon, kan basıncını ifade eder. Yüksek kan basıncına ise hipertansiyon adı verilir. Her 7 kişiden birinde görülen yüksek tansiyon (hipertansiyon), kan basıncının sürekli olarak (14/9)’un üzerinde olması hali olarak tanımlanır. Yüksek tansiyon baş ağrısı, bazen baş dönmesi, çarpıntı, çabuk yorulma gibi şikâyetlere yol açar.

Ancak bu belirtiler Ankara’da pek gözükmüyordu… “Hastalık hastası” olan kişilerin icat ettiği tansiyon sözde düşmüş. -Bu tartışmalar “fıtık” tartışmalarına sebep olmuştu, ama tansiyonu bilmiyorduk- Bu hastalığın belirtilerinden olan yorulma, kriz çığırtkanlarında görülmüyor, ama millet artık bu tartışmalardan bıktı, hipertansiyonu çıktı…

* * *

Geçen hafta Meclis kulislerinde karşılaştığımız AKP’li hukukçu bir milletvekili, “Askeri cumhurbaşkanlığı tartışmalarına çekmek istiyorlardı, olmayınca, hukuk çevrelerini bu tartışmanın içine çekmeye çalışıyorlar” sözü üzerine bu konudaki düşüncelerimi yazmak ihtiyacı hissettim.

Peki neydi Ankara’nın tansiyonunu çıkardığı söylenen, sonra da düştüğü iddia edilen olay?

Geçen hafta, hükümet ile yargı arasındaki yaşanan gerginlik aşıldı. Gerginliğin sebebi Yargıtay’da 23, Danıştay’da ise 9 üyelik için 10.5 aydır yapılmayan seçimdi. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) seçim yapabilmesi için Adalet Bakanı Cemil Çiçek ya da Adalet Bakanlığı Müsteşarı Fahri Kasırga’nın toplantıya katılması gerekiyordu. Fakat HSYK’nın son iki toplantısına hem Çiçek, hem de Kasırga katılmadığı için gündem maddeleri görüşülememiş, Kasırga, yerine bir müsteşar vekilini de görevlendirmemişti. Bu sebeple toplantı için gerekli olan şartlar oluşmamıştı. HSYK'da, 22 Mart’ta Kasırga hakkında suç duyurusunda bulunmuştu.

Sonrasında “yargı siyasallaştırılıyor” denilerek tansiyon yükseltilmişti.

Peki sonuç ne oldu? Sonuç, Çiçek geri adım attı. HSYK’nın gündemi “Danıştay seçimi” olarak belirlendi. HSYK İçtüzüğü’ndeki “Görüşülemeyen konular bir sonraki toplantıda ele alınır” hükmünü hatırlatan seçilmiş üyeler, Yargıtay seçimini de gündeme getirdiler. Sonuçta seçilmiş üyelerin dediği oldu ve boş üyeliklere 15 Nisan’da seçim yapılması kararlaştırıldı… Ve tansiyon düşmüş oldu!

* * *

Bu konuda hukukçular da şunu söylüyorlar. 12 Eylül askerî savcısı Faik Tarımcıoğlu, HSYK üzerinden koparılan yaygaranın sebebinin “ideolojik kaygı”dan kaynaklandığını söylüyor. Adalet eski Bakanı Hikmet Sami Türk bu fikre katılırken, “Hükümetin Yargıtay ve Danıştay’daki boş üyeliklerin seçimini geciktirmesi bu kaygıları haklı çıkarıyor, bu kaygıları arttırıyor” diyor.

Danıştay Başkanvekili Tansel Çölaşan’ın eşi Hürriyet Gazetesi Yazarı Emin Çölaşan “Türk yargısında, hele yüksek yargıda bu gibi olaylara ilk kez tanık olunduğu”nu söylerken, “işin içindekiler”in, “Yüksek yargı üzerinde iktidarın ne gibi hesapları var?” diye sorduğunu söylüyor ve ekliyor: “Bu soru boşuna sorulmuyor. Önümüzdeki Mayıs ayında Yargıtay Başsavcısı emekli olacak. Yargıtay tarafından yeni başsavcı adayları arasında seçim yapılacak en yüksek oyu alan adaylar Çankaya’ya sunulacak. Bunlardan birini o makama cumhurbaşkanı seçecek...”

Görüldüğü gibi tartışma devam edeceğe benziyor. Yani, tansiyon düşmüş falan değil…

* * *

Şimdi 15 Nisan’a kadar-Cumhurbaşkanlığı seçim takviminin başlayacağı günden bir gün önce-bu konu beklemede. Düşen tansiyon o tarihte veya öncesinde yükselir mi, bilmiyoruz. Ancak şurası kesin ki, sun’î tartışma çıkarmada ve kriz üretmede pek maharetli olan çevreler boş durmazlar. Son günlerdeki taktik şu: Önce tansiyonu yükselt, sonra düşür…

Bu arada hükümetin de önce kriz olabilecek, tansiyonu yükseltecek karar alıp, sonra da geri adım atma konusundaki maharetini de göz ardı etmemek lâzım. Çünkü geri adımlar son 4 yılda çok sık görüldü, önümüzdeki günlerde görülürse şaşmamak lâzım.

01.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004