Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Gül ile bülbülün hikâyesi



Gül ile bülbül...

Güzel bir hikâyesi ve gül ile bülbülün.

Güzel, heyecanlı, renkli, âhenkli ama hazin.

Hazin, zîra rengini kandan, âhengini figândan almış ve hep öyle kalmış.

Hayatın yeni inzal edilmeye başlandığı zamanlarmış. Her canlının, hilkatte kendisine bahşedilen fıtrî şekli tanıyıp tabiî rengi almaya çalıştığı günlerde, bitkilerden biri diğerlerinden önce hareketlenmiş.

“Ben en güzel yüz olacağım” demiş lisân-ı hâliyle.

Bu fıtrî yalvarış, hilkatinden gelen kendine has özellikler ve güzellikler taşıyan diğer canlıların dikkatini çekmiş. Onlar da lisan-ı hâlleriyle, aralarında bazı nüanslar bulunsa da netice itibariyle bütün canlıların güzel olduğunu ihsas etmişler.

O bu serzenişleri haklı görüp takdir etse de güzellerin içlerinden birinin diğerlerini de temsil edecek özellikler taşıması gerektiğini düşündüğünden, kendisinin bütün güzelliklere emsal ve sembol olabileceğini hissederek gülümsemiş.

“Yâ Hâlıkım, beni, bütün güzellikleri temsil edecek güzel bir yüz olarak halk et” diye yalvarmış.

Bir süre sonra kuru dallar canlanmış, sivri dikenler aralanmış, dal boyunca açılıp dikenleri kapatan yeşil yaprakların arasında tomurcuklanan güzellikler gelişerek gonca hâlini almış.

Tazeliğin timsali olan gonca güzelmiş, renkliymiş, kokuluymuş, endamlıymış, alımlıymış, diğer güzellikleri temsil edecek her türlü hususiyeti hâizmiş ama bunların hepsi içinde saklıymış ve hep öyle kalmak istiyormuş.

Şakıyarak güzelliğini âleme ilân edecek âhenkli bir sesin eksikliğini hissetse de müsterihmiş. Zîra kendinde nev’înin pek çok güzelliğini cemeden Yaratıcısının öyle bir sesi de halk edeceği inancıyla tevekkül içinde beklemiş.

Dinleme hassası harekete geçince gölgesindeki küçük ve beyaz yumurtanın içinden titrek tıkırtıların geldiğini duyunca bunun beklediği ses olabileceğini düşünerek o tarafa dönüp dikkatle dinlemiş.

Mecalsiz vuruşlar gittikçe güçlenip sertleşmiş ve hızlanarak devam etmiş. Bir süre sonra kabuk çatlamış, yumurta kırılmış ve içinden bilinen kuş türlerine pek benzemeyen küçük bir civciv çıkmış.

Kendine has özellikleri olan farklı bir kuşmuş bu. Diğer canlıların meraklı bakışları arasında hızla büyümüş, yürümüş, kanatlanmış ve uçup gülün dalına konmuş.

Bütün gözler ona bakarken o hepsini temsil edecek bir yüz aramış. Mütecessis bir nazarla etrafını süzerken goncayı gördüğü anda hilkatinde gönlüne işlenen yüzün o olduğunu anlamış ve içindeki güzellikleri görme iştiyakıyla şakımaya başlamış.

Onun hasretli haykırışı etrafta yankılandıkça gonca, beklediği sesi duymanın heyecanıyla hareketlenmiş. Yaprakların birleştiği buse noktasında başlayan küçük çatlaklık gittikçe çoğalarak birer tebessüm çizgisi hâlini alınca güzel ve mütebessim bir yüz teşekkül etmiş.

Böylece gonca açılıp gül olmuş, kuş şakıdıkça bülbül adını almış.

***

İlk zamanlar gül beyaz, bülbül şenmiş.

İnsanlar, ikisini de o hâlleriyle çok sevmişler.

Gerçi gül de bülbül de tek başına insanların bedii zevklerini hareketlendirmeye yetiyormuş. Lâkin ikisi bir araya geldiği zaman yaşanan ihtizazın hazzına doyum olmuyormuş.

Zevk-i selim sahibi insanlar o müstesna güzellikleri temâşâ edip âhenkli şakıyışları dinledikçe yaşadıkları yerlere güller dikmişler, gülşenlerde bülbüller yetiştirmişler ve zamanlarını oralarda geçirmeye başlamışlar.

Zaman geçtikçe güllerin sayısı artmış, bülbüllerin şakıyışları çoğalmış. İnsanlar yaşadıkları hissî hâlleri ve maddî güzellikleri onlara izafe edince gülü güzelliğin sembolü, bülbülü aşkın terennümü saymışlar.

Değişen iklim şartlarından mı, insanların hissî muaşakalarını kendilerine izafe ettiklerinden mi bilinmez ama zamanla güllere kırmızı benekler arız olurken bülbüllerin sesleri içli birer inleyiş hâlini almış.

Aslında bunlar güzelliğin ve âhengin insicamlı işleyişi neticesinde meydana gelen sevgi tezahürü hâllerden başka bir şey değilmiş. Fakat bazı mütecessis insanlar o tabiî tekâmülü bile kendi hislerine göre tefsir etme cihetine gitmişler.

Muhayyilelerinde geliştirdikleri hikâyelere göre, goncanın gönlündeki güzellikleri merak eden ve açılması için şakıyan bülbül, onun güzel yüzünü gördükten sonra şeyda sıfatını alacak kadar coşmuş.

Ağzını açtığı anda sırrını ifşa edeceğini ve gönlünü dolduran rayihanın uçacağını, renginin solacağını, yüzünün şerha şerha yarılacağını bilen gonca önceleri bülbülün hazin yalvarışlarına fazla aldırmamış.

Bu işveye, naza, edaya ve cefaya daha fazla dayanamayan bülbül, sıcakların gülzarı kasıp kavurduğu bir yaz günü yine gülün dalında bütün gün şakıdıktan sonra bitkin düşüp başı önüne eğilince gagası goncanın ucuna değmiş ve gülün açılışı başlamış.

Destur almadan gelip dalına konan şeyda bülbül yüzünden ruhu mesabesindeki rayihanın dağıldığını, yüzünün yarıldığını, yapraklarının kıvrıldığını ve renginin solduğunu gören gül; onun gülzarı saran rayihanın rehavetine kapılarak kendinden geçtiği sırada yeşil yaprakları arasına gizlediği dikenlerinden birini bağrına saplamış.

Gülün güzel yüzünü temâşa etmenin hazzıyla mest olup kendinden geçtiği için uzun süre hiç acı hissetmeyen bülbül, ancak göğsünden sızan kanlar gülün dibinde toprağa karışmaya başlayınca kendine gelebilmiş.

“İçmek ister bülbülün kanın meğer bir reng ile

Gül budağının mizâcına gire kurtare su”

Fakat Fuzulî’nin bu fısıltısını duymuşçasına göğsünden akan kanın su olup güle hayat vereceğini hissedince, çektiği onca acıya aldırmamış ve bu fedakârlığın hayatına mal olacağını bile bile inleyişi andıran içli bir sesle şakımaya devam etmiş.

Bülbül şakıdıkça kan akmış, kan aktıkça toprak kanmış, gül dalı o kandan kana kana sulanmış ve bir süre sonra güller bülbülün kanı gibi kırmızı açmaya başlamış.

Bediüzzaman’ın “Mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu maşukundan şikâyet eder. Çünkü, Samed aynası olan bâtın-ı kalp ile, sanem-misal dünyevî mahbuplara perestiş etmek, o mahbupların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehevanî sevmekler, bahsimizden hariçtir.) Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor, senin rağmına müfarakat ediyor” şeklinde de ifade edildiği gibi kendini bülbülün yerine koyan aşık mizaçlı insanlar gülün gadrine razı olmamışlar.

Bunun üzerine onlar da his ve hayal dünyalarında yaşadıkları hissî inkisarları güle izafe etmişler ve gülün akıbetini nazara vererek hislerini teskin etmeye çalışmışlar.

Lâkin aşkın fedakârlık olduğunu bilen ve aşığı temsil eden bülbülün gönlü, güzelliğin hazin haline razı olmamış ve Ömer Hayyam’ın mısraları ile gülü teselli etmek yine ona kalmış:

“Gül, ‘Bendeki yüz hiç kimsede yok’ der.

Gülyağcı neden beni hep ezmek ister?

Bülbül ona der, ‘Gördün mü ki bir gün

Gülmüş, ama bir yıl ağlamamış bir er.”

***

Aslında bütün bunlar birer faraziye.

Gül de bizarmış bu muhayyel mülâhazalardan bülbül de. Onun için zaman içinde hep yaşadıkları fıtrî hayatın hakikî hallerini terennüm edecek bir mütefekkir beklemişler.

Şairler hep zahire nazar etmiş, âlimler derin meselelere dalmış. Filozoflar malayani meselelerle meşgul olurken aşıklar içine düştükleri âteş-i suzanın hararetiyle yanıp kavrulmuşlar. Avam-ı nasta da öyle bir hassasiyet taşımadığından kimse onların hallerine tercüman olmamış.

Ta ki, Bediüzzaman Said Nursî gelene kadar.

Bütün mevcudâtın fıtrî ahvâli gibi Gül ile bülbülün fiilî muaşakasını da hilkatin hikmetlerine münasip bir lisânla ilk defa o tahayyül, tefekkür ve terennüm etmiş.

Maddî varlıkları itibariyle gülü “Tebessüm eden güzel ve lâtif bir yüz” bülbülü de “Gülün aşkıyla mâruf hayvancık” diye tarif eden Bediüzzaman, onların aralarındaki münasebeti anlatırken edebî teamüllere pek itibar etmemiş.

Daha önce bu meseleyi san’atlarına malzeme yapan bütün şairler, yazarlar gülün şekline, rengine; bülbülün sesine, hareketine bakarken Said Nursî onların hilkatlerini ve fıtratlarını esas almış.

Gülü bitki türünün, bülbülü de hayvan nev’înin mümessili saymış ve aralarındaki münasebeti “Nev-î hayvanâtın, nebâtâta derece-i aşka vâsıl olan şiddet-i ihtiyacını, nebâtâtın güzel yüzüne karşı mübarek başları üstünde beyan etmektir” diyerek tasrih etmiş.

Bu mânâları ‘kendi dili ile konuşan’ bülbülün sözlerinden çıkardığını söyleyip onların kendi hâllerinin izahını ve nağmelerinin mânâsını bilmemelerinin, böyle mânâlar çıkarmaya mâni olmayacağını anlatmış.

Bunu yaparken şairlerin hayallerinde canlandırdıkları maceraları bir bakıma teyit etmiş ama gülün hâline ve bülbülün diline onlardan çok daha farklı bir nazarla bakmış.

Bu sayede bütün şairlerin, yazarların, mevlidhanların, kasidehânların ve sair kelâm ehli insanın aksine, bülbülün “Nağamât-ı hazînanesinin, hayvânî teellümâttan gelen teşekkiyât değil, belki atâyâ-yı Rahmaniyeden gelen bir teşekkürât” olduğunu ortaya koymuş.

Gerçi Bediüzzaman bunu edebî hassasiyetten ziyade Esma-i Hüsnanın cilveleri hakkındaki âyetleri tefsir ederken yapmış ama bülbül şairâne konuştuğu için bir parça şairâne olduğunu söylediği bu bahsin haşiyesinde ‘Hayal değil hakikattir’ diyerek aynı zamanda edebiyata malolan hatalı bir teşbihi de tashih etmiş.

O zamana kadar şairler ve yazarlar, Peygamberimizin (asm) şahsî ve zatî güzelliğini anlatmak için onu güle benzeterek sevme hissinin güzellik tarafını nazara vermişler.

Fakat hakikî sevginin nebeân ettiği muhabbet-i Muhammediyi bütün yönleriyle ruhlara nakşedecek olan sevme hissinin aşık cihetini işleyen pek çıkmamış.

Bu eksikliğin tamamlanması için Peygamberimizin hitabî belâgatının ve nebevî evsâfının bülbüle benzetilerek anlatılması gerektiğinden onu da yine Bediüzzaman Said Nursî yapmış:

“Bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mâhiyetçe en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semâvâtın bütün mevcudâtını latîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-î beşerin andelîb-i zîşânı ve ben-i âdemin bülbül-ü zü’l-Kur’ân’ı Muhammed-i Arabîdir” diyerek Peygamberimizin risâlet sıfatını bülbüle teşbih etmiş.

Böylece hem hüsn-ü ta’lil san’atı yaparak gül ile bülbülün münasebetini olduğundan daha güzel bir sebebe bağlayıp sathî telâkkilerden kurtarıp indi ve hissî mülâhazalardan temizlemiş, hem de asırlardır eksikliği hissedilen teşbih-i beliği tamamlamış.

Zîra, yegâne gül-ü rânâ da o (asm), bülbül-ü şeyda da.

01.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (23.03.2007) - Mevlânâ ve Bediüzzaman

  (18.03.2007) - MUHABBET FEDAİLERİ

  (11.03.2007) - ‘İstanbul benim canım’

  (04.03.2007) - Mehmed Feyzi Efendi

  (25.02.2007) - ‘Türkiye’nin Medine-i Münevveresi’

  (18.02.2007) - Bir kış seyahati

  (11.02.2007) - Hüsn-ü zan mümkün oldukça...

  (04.02.2007) - ‘Mühim bir Âlim’i anarken

  (28.01.2007) - ‘Olmak, ya da olmamak’

  (21.01.2007) - Bu zamanın gençleri

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004