Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


M. Ali KAYA

Bid’at nedir, ne değildir? (2)



—Dünden devam-

Bediüzzaman, Lem’alar isimli eserinde sünnetin çeşitli mertebelerini sayar. Sünnetin bir kısmının vâcip olduğunu, bunun asla terk edilemeyeceğini ifade eder. Bunların muhkemât olduğunu ve asla değiştirilemeyeceğini belirtir.10 Bunlar ibadetlerin vaciplerini oluşturduğu bir gerçektir. Kurban kesmek vaciptir ve asla terk edilemez. Peygamberimizin (asm) uygulamaları dışında kurban ve diğer ibadetler yorumlanamaz ve bunun yerine bir başka şekil konulamaz. Yani hiç kimse “Kurbandan maksat et yemektir. Ben beş kilo et alır ve fakirlere veririm. Veya parasını dağıtırım” diyemez.

Sünnetin diğer kısmı ise nevâfil nevindendir. Bu da iki kısımdır. Birincisi ibadete tâbi olan ve ibadetlerin sünnetlerini oluşturan kısmıdır. Bediüzzaman’a göre “Bunların tağyiri bid’attır.”11 İbadet ile ilgili olan sünnetin yerine konulan ve sünneti ortadan kaldıran tüm âdetler bid’at sayılır. Sünnetin yapılmasına imkân tanıyan ve kolaylaştıran teknolojik âletler ve imkânlar sünneti ortadan kaldırmadığı için bid’a kavramına girmez.

Sünnetin adab kısmıyla amel eden ise Peygamberimizin (asm) nurundan feyiz alır ve âdetini ibadete çevirir. “Onlara muhalefete bid’a denilmez”12 diyor Bediüzzaman. Yalnız o feyizden ve o sevaptan istifade edemez.

Sünnetin içinde en önemlisi ise “Şeâir-i İslâmiye” denilen, İman ve Müslümanlık alâmeti olan âdetler vardır ki bunları değiştirmek tamamen bid’at kavramına dâhildir.13 Ezanı ibadet diliyle değil de ibadet olmaktan çıkaran tercüme dili ile okumak, “Selâmün Aleyküm” şeklindeki selâmı, Kur’ânî ve İslâmî olmaktan çıkaran, onun yerine konulmak maksadıyla söylenen “Günaydın”, “Tünaydın” gibi tâbirler tamamen bid’at kavramına dâhildir. Burada selâmı ibadet ve sünnet şeklinden çıkaran bir durum söz konusudur. Namazda sarık sarmak bu nevî bir Şeâir-i İslâmiye olduğu için bunun yerine konmaya çalışılan ve secdeye mani olan şapka da bid’a kavramına dâhildir.

Bediüzzaman Fatiha Sûresinde geçen ve daima Allah’tan istediğimiz “istikametli yolun”, “enbiyâ, sıddıkîn, şühedâ, evliyâ ve sâlihîn”in yolu olduğunu belirtir. Kurtuluşun ancak bu yola girmekle olduğunu ifade eden Bediüzzaman, hangi maslahat için olursa olsun bu yoldan ayrılmayı netice veren bu yolun köşe taşları hükmünde olan “Şeair-i İslâmiye”yi değiştirmeye çalışmanın tamamen bid’at olduğunu söyler. “Her bid’at dalâlettir” hadisinin bu hususu kesinlikle kastettiğini ifade eder.14

Bu bağlamda Bediüzzaman “Medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı şeref tanıdığı bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinat telâkki ettiği selef-i sâlihînin cadde-i nuraniyelerini terk etmeyi” bid’a olarak değerlendirir.15 Yine Bediüzzaman ehl-i bid’a olarak “Şeâir-i İslâmiye”yi tahrip etmeye ve değiştirmeye çalışanları kasteder. Onlara fetva veren âlimleri de “Ulemaü’s-sû’” olarak vasıflandırır.16

Tahribatçı ehl-i bid’ayı iki kısma ayıran Bediüzzaman bunlardan birincisini “din namına ve İslâmiyet’e sadakat namına dini milliyetle aşılayıp kuvvetlendirmek için” yeni icatlar peşinde koşanlar, diğerini ise millet namına “Milleti İslâmiyetle aşılıyoruz” diye yeni icatlar peşinde koşanlar olarak değerlendirir.17

Bediüzzaman ayrıca böyle “Bid’aların yaygın olduğu zamanda Sünnet-i Seniyeye ve hakikat-i Kur’âniyeye temessük edip hizmet eden, yüz şehit sevabını kazanabilir” hadisini de nakleder.18

SONUÇ

Bid’at, Kur’ân-ı Kerim’in nâzil olup bitmesi ve İslâm dininin tamamlanmasından sonra bunu yeterli görmeyerek yeni hükümler ile dine bir şeyler ilave etmek, bir şeyler çıkarmak ve dini değiştirmek demektir. Allah’ın emir ve yasaklarını beğenmeyerek yeni âdetler ile Allah’ın hükmünü kaldırmaya çalışmak, Peygamberimizin (asm) sünnetini beğenmeyerek sünnetin yerine yeni âdetler koyarak değiştirmek bid’attır. Bu da dinin inanç ve ibadet ile ilgili hususlarını kapsar. İnançta bozuk itikatlar ve düşünceler, ibadette ise bu nevî yeni âdetler bid’at sayılır.

Allah’ın emirlerini yapmayı kolaylaştıran, Peygamberin sünnetini güçlendiren ve dinin hükümlerinin pratikte uygulanmasına yardım eden yenilikler bid’at sayılmazlar.

Bu bağlamda, Resûlullah’a salât-ü selâm getirmek Allah’ın emridir. Bunun için dinî törenler yapmak ve mevlit okutmak, yemek yedirmek ve komşuları akrabaları bir araya getirerek sevgi ve muhabbet iklimleri oluşturmak ve bunu Allah’ı ve Resûlullah’ı (asm) anarak yapmak Allah’ın emrini yerine getirmeye çalışmak sayılır, bid’at sayılmaz. Bunu bid’at olarak görüp engel olmak aslında Allah’ın emri ve Resûlullah’ın sünnetini yerine getirmeyi ve Müslümanlar arasında sevgi ve muhabbet oluşturmayı engellemek anlamına gelir.

Vefat edenleri hayırla anmak ve onlara duâ etmek sünnette vardır. Bunun için mevlid okutup, kırkıncı, elli ikinci geceleri tertip etmek ve bunu Peygamberimizin (asm) emri doğrultusunda Kur’ân okuyarak ve duâ ederek yapmak ne güzel bir âdettir. Böylece İslâm ikliminin yaygınlaşması ve ibadet için Müslümanların bir araya gelmesi sağlanmış olur.

Allah için sadaka vermek, zekât ve fitre dağıtmak Allah’ın emri gereğidir. Ölünün ibadet borcunun affını Allah’tan umarak, orucun fidyesine kıyasen devir yapmak dinin bir emrini, Peygamberin (asm) bir sünnetini ortadan kaldırmıyor, bilâkis hayata tatbikini sağlıyor. Buna bid’at diye engel olmak yanlıştır. Müslümanlar bu vesile ile bir araya gelerek Kur’ân okumakta ve peygambere salât-u selâm getirmekte ve Allah’a duâ etmektedirler. Buna bid’at diyerek engel olmaya çalışmak doğru değildir. Bilâkis bu gibi adetleri çoğaltarak Kur’ân’ın okunması, peygamberin anılması ve duâ edilmesi için imkânlar sağlanması gerekir.

Ne gariptir ki camilerde müezzinin kametten önce cemaatten yeni gelenlerin sünnetlerini kılmalarına imkân sağlayan ve biraz sonra farzın başlayacağını bildiren üç ihlâs-ı şerifi açıktan okuyarak Fatiha ile bitirmesine bid’at diye karşı çıkılmaktadır. Peygamberimizin (asm) sık sık okunmasını tavsiye ettiği, Kur’ân’ın Tevhid hakikatini en güzel şekilde belirleyen ve bunun için Kur’ân’ın üçte birine denk olan bir zikri ifa eden bu okumanın ne derece mü’minlere faydalı olduğu açıktır. Karşı çıkanlar ‘Kur’ân’ı dinlemek gerekir, cemaatin bir kısmı namaz kılıyor’ diyebilirler. Hâlbuki bu husus farzın ve sünnetin kifaye kısmındandır. Bir kısım Müslümanlar dinlemiş olsalar diğerleri ibadetle meşgul olduğu için dinlemeyebilirler. Ama hiç kimse dinlemezse herkes günahkâr olur. Camide ise elbette dinleyen büyük bir cemaat vardır ve namaz kılan sonradan gelen birkaç kişidir. İhlâsların okunması onların da sevabı çok olan ilk tekbire imam ile yetişmelerini sağlaması açısından da önemlidir.

Dipnotlar:

10- Lem’alar, 105

11- Age, 105

12- Age, 105

13- Age, 105

14- Mektubat, (2001-İstanbul) s. 384–385

15- Mektubat, 402

16- Mektubat, 420

17- Mektubat, 424

18- Lem’alar, 229; Cem’u’l-Fevaid, 1:29; Münziri, Terğib ve Terhib, 1:41

03.07.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

İslâm ve Batı



Washington’taki Pew Araştırma Merkezinin yaptığı bir araştırmaya göre, Müslümanlarla Batılılar karşılıklı birbirlerine tepkili ve önyargılılar. Araştırma 31 Mart -14 Mayıs tarihleri arasında 14 bin kişinin katılımıyla, “Batılılarla Müslümanlar birbirini nasıl görüyor?” konusunda yapılmış.

Araştırma evreninde Müslüman dünyasından Mısır, Endonezya, Ürdün, Nijerya, Pakistan, Türkiye seçilmiş. Uzakdoğu’dan Çin ve Japonya varken, Avrupa’dan Britanya, Fransa, Almanya, İspanya’da nabız tutulmuş. Bir de ABD dahil edilmiş.

Müslüman ülke halkları, Batıyı “saygısız” görürken, Batı ise Müslümanları “hoşgörüsüz” olarak değerlendiriyor. Özellikle Hazret-i Muhammed (asm) ile ilgili karikatür krizinin, İslâm dünyasının bu kanaatinde etkili olduğu anlaşılıyor.

Müslümanlar, 11 Eylül saldırısını Arapların yapmadığına inanıyor. İnanmayanların oranı Türkiye’de yüzde 59’u buluyor. Müslüman halklar, terörü tasvip etmiyorlar. Meşrû görmüyorlar. Buna rağmen Batı, İslâm toplumlarını terör alanı gibi görüyor ve işgal altında cebir ve şiddet uygulayarak tahrik ediyor.

Kadınlara bakış konusunda, karşılıklı birbirlerini “saygılı olmamakla” itham ediyorlar. Burada kadın olgusuna iki ayrı toplumun veya medeniyetin yüklediği değer ve kabullenme yaklaşımından kaynaklanan farklılıkların bariz etkisi var.

Müslümanlardaki mahremiyet kavramı içinde kadın için düşünülen statü ile Batının seküler yapısının kadını obje gören nefsanî bakışının etkisi fark ediliyor.

Türkiye kesitine baktığımızda; halkın yüzde 69’u Batılıları bencil, yüzde 70’i şiddet yanlısı, yüzde 67’si ise küstah görmektedir. Bu da gösteriyor ki; Türkiye medeniyet tanımında İslâm, coğrafi ve siyasî tanımında batılı olmaya çalışıyor. Bu denge üzerinden bakıldığında; Batının baskın, kibirli, hor gören ikircil tutumlarının tepki aldığı açık farkla anlaşılmaktadır.

Müslümanların Hıristiyanlara ve Yahudilere bakışını irdeleyen sorunun cevapları, biraz garip geldi. Türkiye’de ankete katılanların yüzde 15’inin Yahudilere, yüzde 16’sının Hıristiyanlara olumlu baktığı belirlenmiş.

Dini kriter olarak sorulduysa, Müslüman nüfusun cevapları daha düşük oranda olumlu olur. Ancak insanî ilişkiler anlamında sorulmuş olsa, daha yüksek rakamların çıkacağını düşünüyorum. Konunun tam anlaşılamadığı kanaatindeyim.

Batılıların Müslümanları nasıl gördüklerine bakıldığında, İspanyolların yüzde 29’u, Almanların yüzde 36’sı, Fransızların, Rusların ve Britanyalıların yüzde 60’ı Müslümanları olumlu buluyor.

Bu oranlar, Batı halklarının zannedilenden fazla Müslümanları öğrenme eğiliminde olduğunu gösteriyor.

Türkiye’nin ABD’ye bakışı ile ilgili ortaya çıkan sonuçlar da beklendiği gibi. Araştırmaya göre ülkemizde, ABD hakkında olumlu düşünenlerin oranı yüzde 12. 1999 yılında bu oran yüzde 52 iken, 2002’de yüzde 30’a ve bir sonraki yılda yüzde 15’e gerilemiş.

Özellikle Filistin zulmüne destek çıkan ve Irak ile Afganistan’ı işgal eden Amerika’ya halkımızın olumlu bakmaması çok doğru bir tepki. Bu sosyal parametreyi herkesin doğru okuması gerekir.

Yukarıdaki araştırmanın sağlıklı olup olmadığını ve araştırmacı kuruluşun öncelik derecesini tam bilmiyoruz. Ancak bu genel verilerden bir değerlendirme yapmak gerekirse;

1- Dünya barışı için dinler arası diyalog ve kültürler arası tanıtım arttırılmalıdır.

2- Müslüman toplumlar, İslâm algısını daha olumlu anlatmak ve bugünün bilim metotları ile batı dünyasının ilgisini çekecek çözüm ve yaklaşımları belirlemelidir.

3- Batı, İslâmı doğru bilme sürecindedir. Tarihi ön yargılar, yerini düşünmeye ve anlamaya bırakmıştır. Sivil toplum inisiyatifleri, birbirini anlama sürecini sağlamalıdır.

4- Terör, özgürlükler, temel haklar, kadın, demokrasi, güvenlik ve İslâmiyet konularında ortak müzakereler sonucunda, kabul edilebilir evrensel ölçek beraberce yeniden tanımlanmalıdır.

5- Batının, Müslümanların duyarlılık farkını anlamalarına yardımcı olunmalıdır.

03.07.2006

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Fıtrat yalan söylemez



Fertler ve toplumlar arasında uzlaşmanın temel yolu doğrular ve yanlışlar konusunda bir esneklik içinde muhatabiyet olmalıdır. Gerçek boyutu ile algılanan varlık âleminin özünde bu esneklik zaten mevcuttur. Belki de ferdî planda ve sosyal hayatta barış, varlığın genel ritmine, zerrelerden yıldızlara uzanan fıtrî âhenge uyum sağlamaktan geçmektedir.

Kâinatın ömrü içerisinde bir kesiti teşkil eden insanlık yeryüzünde bulunduğu sürece muhtemelen hep bu uyumun arayışı içinde olmuştur. Uyumun yakalanabildiği durumlar ve zamanlar güzellik kavramının içinde ele alınmıştır.

Güzellik temel bazı kurallar ve kabuller çerçevesinde şekillenen bir kavram olmakla birlikte içinde bir izafilik ve kişiye görelik tarafı hep bulunan bir kavramdır. Bu anlamda toplumun ve ferdin kabulleri, genel kültür yapısı, inançlar gibi pek çok faktör etkili olur. Bir toplumun çok yanlış ve çirkin gördüğü haller başka bir toplumda kabul gören, el üstünde tutulan durumlar olabilir. Yine ferdin o anki ruh halinin algıladığı herhangi bir nesne ya da olayın güzel veya çirkin tanımlama açısından çok önemi olmalıdır.

Aynı iki olay farklı ruh halleri ile farklı şekillerde tanımlanabilir. Bu ve benzeri şartlar içerisinde güzelliğin mutlak tanımı ya da mutlak güzelliğe ulaşma imkânı maddî âlemde ve varlıklar plânında pek mümkün gözükmemektedir. İnsanoğlu mülk âlemine geldikten sonra beyin ve algıların gelişimi ile varlık âleminin işleyiş kurallarına muhatap oluyor. Bu çerçevede iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi tanımlamaları öğrenmektedir. Bu şekilde mülk âlemini tanımlayan insanın bu âleme muhatap oluşunun çerçevesi çizilmekte ve bu çerçeve içinde yaratılışın asıl gayesi olan Hâlık-ı Âlem’i tanıyıp, O’na muhatap olma ve sevgiyle, samîmîyetle yönelme sonucu hedeflenmektedir. Bu sonucun gerçekleşmesi yolunda kâinat denen zemin insanın idrakine göre hazırlanmış ve mülk onun sınırlı algılarına mânâ ifade edecek tarzda şekillenmiştir.

İnsanlar genellikle esbab âleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için Hâlık-ı Kâinatı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh, dolayısıyla zaman ve mekân içinde yapılmış tanımların dışında olan O Zat-ı Mukaddesi maddî boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak O’nu maddî âlemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlıştır.

Varlık âleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir anında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O’nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey nasıl O’nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse aynı şey zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey genel bir değerlendirmenin yanında anda da yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezelî irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Âdil-i Mutlak herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddî boyutta çirkin olarak gözüken bir şey O’nun güzel demesi ile güzelleşir aynı şekilde maddî âlemin en güzeli sadece O’nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın aslî değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlâhî hükümdür. Çünkü, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O’dur. Nefs’ül emîri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabb’ül Âleminin kabulleri ve yüklediği değerlerdir.

Bu açıdan bakıldığında gerçek taassup varlığın kendinden kaynaklandığı vehmiyle yüklenen değerlerde ısrarcılıktır. Her gün yeniden şekillenen varlık tablosunda güzellik ve doğruluğun da yeniden şekillendirilebileceğini hep nazarda tutmak ve önümüze çıkan verilere bu esneklik içinde bakmak eşyaya uyum içinde muhatap olabilmenin temel şartıdır. Bu esnekliğin bugünkü sosyal yaşantıya yansıması demokrasi kavramı ile uyumlu gibidir. Bu anlamda demokrasinin âlemin fıtrî ritmine en uygun idare şekli ve toplumların şekillenmesinde şu ana kadar karşılaşılan rejimlerin en uygulanabiliri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Varlık âleminde her şeyin en doğru ve genel ile âhenkli olanı fıtrî olanıdır. Bu çizgi yakalandığında ferdî ve sosyal mutluluk da elde edilmiş olacaktır. Belki de doğruları bulmak için yapılması gereken tek şey fıtratın sesini dinlemek. Çünkü fıtrat hep doğrunun yanında yer alıyor ve sesi dinlenebildiğinde hep doğruları hissettiriyor.

03.07.2006

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Ezan sesi



Çocuk bağrışmaları, işportacıların sesleri, araba kornaları, yorgun bedenleri taşımaktan bitap düşmüş ayak sesleri, bütün bu sesler arasında ayırt edebildiğim o ses, içinde vapur, martı ve dalgaların geçtiği şiirlerin üstüne yazılınca anlam kazanan o ses, bir duvar kıyısında boynunu bükmüş kimsesiz bir çocuk tablosunun fonunda duyulunca o ses, uzaklığında yetim kaldığım, yakın durduğumda dikkatimi celbetmeyen o ses. Günbegün değişen dünyanın değişmeyeni o ses. Yeryüzü, gökyüzü ve ikisi arasındakileri avuçlayan, sarsan o ses. “Hele bir kendine gel bakalım, nereye koşuyorsun!” diyen ve aynı zamanda alt cümlede binlerce ve hatta milyonlarca mesaj ihtiva eden kutsî.

Zaten varsa bir şey hayatınızda ve o şey zaten sizinse ellerinizin arasından bir civa gibi akıp gitmeyecektir. Onu tutabilirsiniz, o sizin olabilir, yalnız siz onun olabilir misiniz?

Hayatlarında belki de ilk defa duydukları ezan sesiydi ülkemden uzaklara taşıdığım ve yabancı bir memleketin neredeyse hiç tanımadığım insanlarına dinlettiğim. Öyle bir sesti ki o, Süleymaniye’de, Sultanahmet’te ya da Selimiye’de defalarca duyulmuşsa da dinlenmemiş, dinlenmişse de hissedilmemiş, hissedilmişse de içselleştirilmemiş. Ezan kümesinde bir kapsayıcı olmamış, kesişiminde bile yerimizin olmadığı, ‘bizimse hani nerede’ diyebildiğimiz, ancak bu kadarla yetinebildiğimiz.

“Şimdi sizlere ezanı (call to prayer) dinletmek istiyorum” dedim dünyanın öbür ucundaki arkadaşlarıma. “Bunu dinlerken lütfen sessiz olalım. Çünkü bu bizim için çok değerli” diye de ekledim. Zaten herkes susmuştu. Şaşkın bakışlarla etrafa bakmaya başladılar ve ezan başladı. Sabah ezanıydı seçtiğim, saba makamından. Ben başımı öne eğmiştim, yıllardır sürekli duyduğum yalnız ilk defa hazır ola geçtiğim bu seste yine ilk kez ağladım.

Sanki bu ezan başkaydı. Sanki ben ilk kez duyuyordum bu sesi. Başka türlü okunuyor olabilir miydi? Hayır hiçbiri değildi bunların, ben sadece uzak düşmüştüm içimdeki sese. Ruhumu yıkayan, her günümü 5’e bölen ve aralarda yaşadığım ezanımdı karşımdaki Hıristiyan topluluğun kalbini çalan ve beni yerle yeksan eden.

Kilise çanlarıyla uyandığım New York’un göbeğinde dedim ki “Hey canına seni bir dayanılmaz, bir derli toplu, bir anlatılmaz seviyorum ki.” (Kemalettın Kamu)

Nerdesin? Benden uzakta nerede okunuyorsun? Seni duyunca içleri titremeyen insanların içinde mi, seni duyup da kılını bile kıpırdatmayan gafletin üstünde mi? Benden uzakta, benden öte nerede okunuyorsun? Çağır beni istediğin yere geleyim, yeter ki seni duymak bahtiyarlığına ereyim. Ezan saatlerine bakıp da huzura varmak canımı acıtıyor. Lütf-u İlâhîden dileniyorum seni.

Ülkem topraklarına adım attığım vaktin öğle ezanı bir yıldır duyduğum en güzel sesti. Ve ben…

“Açın camları ezanı duymak istiyorum. Allah’ım bu ezan sesi. Sussun herkes, ezanı dinliyorum.”

Gurbetin en acınılası yanı işte bu özlemler… ve siz…

Çok şanslı olduğunuzu biliyor muydunuz?

“Şu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli,

Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli” (Mehmet Âkif Ersoy)

03.07.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Olgunlaşmak için



Bir öğrenci belli bir hedefe ulaşabilmek için az mı gayret gösterir? İlkokuldan başlayan maraton nice sınav, okul, staj, v.s.’den geçerek arzu edilen noktaya ulaşır.

Hangi iş olursa olsun ideale ulaşabilmek için nice gayret ve çaba sarf ederiz. Bütün mesele olgunlaşabilmektir.

İslâm en mükemmel, en ideal bir din, Allah’ın gönderdiği kutsal bir sistemdir. Hedefi de insanları, hem dünyada hem de âhirette mükemmele ulaştırarak mutlu etmektir.

Kişi İslâmı öğrendiği, uyguladığı ölçüde mükemmeli yakalama fırsatı bulur. Madem ki İslâm, “Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmı seçtim”1 âyeti gereği kemale erdirilmiş bir nimettir, mü’min de ona uyarak kemali yakalama imkânı bulacaktır.

İslâmın getirdiği emir ve yasaklarda hep bu espriyi göz önünde bulundurmak gerekir.

Kur’ân, “İnanıyorsanız üstün olan sizsiniz”2 buyurur.

Tabiî ki bu üstünlük inanıp inancın gereğini yerine getirmekle ideal noktaya ulaşır.

İslâmın emir ve yasaklarındaki sır da budur: Mü’mini ideale yönlendirmek. Ona ulaşma çabası içerisine sokmak.

Peki, konulan bir kısım müeyyide, had ve cezalara ne diyeceğiz?

Bunlar da ideale yönlendirmek içindir.

İnsan beşerdir, şaşabilir, bir kısım hata ve günahlar işleyebilir. Ama tamirat imkânı her zaman mümkündür. Bunun yolu da tevbedir. Tevbenin bir kısmı kul hakkıyla ilgili olduğu için kısası, kuldan helâllik dilemeyi gerektirebilir. Haksız yere adam öldürme, hırsızlık yapma gibi fiillerde İslâmın koyduğu cezalarda olduğu gibi.

İslâmda asıl olan ceza değil, caydırıcılıktır. İnsanları bir kısım suçları işlemekten uzaklaştırarak toplum düzen ve huzurunu sağlamaktır. Zaten insanları suç işlemeye itecek atmosferi İslâm önceden aldığı tedbirlerle önler.

Meselâ İslâmın uygulandığı bir toplumda kimse açlık sebebiyle hırsızlık yapmaz. Çünkü İslâm zekât, fitre, sadaka gibi hayırlarla kişiyi ona itebilecek yollardan uzaklaştırmaktadır.

Bütün bunlara rağmen ender de olsa bir kısım suçlar işlenebilir. Bu noktada yapılacak iş cezası neyse uygulamaktır.—Kulun hakkını affetmesi müstesna—merhamete gelip cezayı uygulamaktan kaçınmamak gerekir. Merhamet-i İlâhîden fazla merhamet merhamet değildir. Kur’ân, “Eğer Allah’a ve âhiret gününe îmân ediyorsanız, onlara acımanız sizi Allah’ın hükümlerini tatbik etmekten alıkoymasın”3 buyurur.

Demek İslâm her hâl ü kârda insanları kemale erdirmeyi hedeflemektedir.

Dipnotlar:

1. Maide Sûresi: 3.

2. Âl-i İmran Sûresi: 139.

3. Nur Sûresi: 24:2.

03.07.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İman gücünü kıran iç parazitler



Dikkat edildiğinde imânın, hem nûr/ışık, hem kuvvet/enerji kaynağı olduğu görülür. Evvelâ imân; bir ışın/ışık gibi, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Böylece insan kalbinde öyle bir rûhî, manyetik enerji, güç meydana gelir ki, o kuvvetle her felâkete, her hâdiseye karşı direnç gösterilebilir. Ve öyle bir genişlik kazanılır ki, geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.1

Sonsuz potansiyel yeteneklere; duygu ve lâtifelerimizi (enerji boyutlarını) nihayetsiz yükseltme, yönlendirebilme gücüne sahibiz. Bunların da düğmesi hür irâdemizin eline verilmiştir. Öyle ise neden her zaman kerâmetvârî işler başaramıyor, olağanüstü haller sergileyemiyoruz? Bunun iki ana sebebi olmalıdır:

1- Hâfızamızın yüzde yirmisini kullandığımız gibi; mânevî ve psiko-biyo-fizyolojik enerji boyutlarımızı da çok düşük kapasitede tutuyoruz. Çoğumuz, kabiliyet ve gücünü tam kapasiteyle kullanmaz; yüzde 20’si ile iktifa ederiz.2 Fevkalâde tehlikeli durumlarda veya duygularımız aşırı uyarılıp doruk noktaya çıktığı zamanlarda fevkalâde bir efor sarf ederek olağanüstü güç sergileriz.

2- Bozuk iklim şartları, parazitler, havanın, televizyon, radyo, telsiz ile benzeri cihazların görüntü ve sesi iletmelerine engel olduğu gibi; mânevî iklim şartlarının bozukluğu, yâni, nefsî arzular, düşünceler; habis, pis ruhlar, kötü enerji, insî-cinnî şerirler gibi parazitler de rûhumuzun voltajını düşürür; görüntü ve ses almamıza mâni olur.

Görüntü ve sesleri alabilmemiz için televizyon cihazının antenlerini UHF, VHF kanallarına çeviririz. Aksi halde, görüntü ve ses alamayız. İşte, rûh/duygularımızın antenlerini İlâhî hakikatlere çevirmemiz; fıtrî kanunlar kanallarıyla bağlantıya geçmemiz gerekmektedir. Formülümüz şu, gayet basittir:

* Eğer ruhumuzu keşfeder, duygularımızı tanırsak;

* Bilgi hazinemizin kapasitesini artırır; kendimizi iman hakikatlerine motive edebilirsek;

* Düşüncelerimizi bir noktaya odaklaştırır, konsantre olabilirsek;

* Rûh gücümüz, biyomanyetik alan ve beden enerjileri arasında ilgiyi kurabilirsek;

* Potansiyel hâlinde rûhumuza yerleştirilen duygu, yetenek, biyo-psiko-fizyo-elektro-manyetik güçlerimizi zikir, fikir, şükür, eğitim ve terbiye ile tekâmül ettirebilir, ortaya çıkarabilir ve geliştirebilirsek;

İşte o zaman şuûrlu bir yönlendirmeyle kaybolmayan dalgaboylarının kanallarına girer, bâzı kesitlerini görebilir, ses ve kokuları algılayabilir; düşüncelerin frekanslarını okuyabiliriz. Ve müthiş bir enerjiye sahip olur, harika hallere ve olağanüstü işlere mazhar olabiliriz.

Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 45.;

2- Mesnevî-i Nûriye, s. 202

03.07.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Nakil ve defin belgeleri



Mezarında dahi rahat bırakılmayan Bediüzzaman Said Nursî'nin "meçhûl mezar"ı ile ilgili tartışmalar gündemi işgal ederken, bir yandan da yaşanan acı gerçeklerin belgeleri de gün yüzüne çıkmaya başladı.

İşte, aşağıda bu belgelerden iki tanesinin sûretini görmektesiniz: Biri, cesedin nakli, diğeri ise defni ile ilgili "zabıt varakası."

Bu belgelere göre, Urfa'da medfun bulunan Said Nursî'nin naaşı, 12 Temmuz 1960 tarihinde mezarından çıkartılarak Isparta'ya nakledilmiş.

Aynı tarihi taşıyan ve hemen hemen aynı ifadelerle tanzim edilen bu belgeler, ilgili şehirlerdeki askerî ve mülkî yöneticilerin de imzasını taşıyor: Vali vekili, emniyet müdürü, sağlık müdürü, il jandarma kumandanı, merkez kumandanı, merkez hükümet ve belediye tabibine ilâveten "mevtanın kardeşi" Abdülmecid Ünlükul.

Herbiri altışar imza taşıyan bu zabıt varakalarında yer alan resmî ifadeler ise şöyledir: "Konya İmam Hatip Okulu fahri Arabî hocası Abdulmecit Ünlükul, Urfa’da medfun kardeşi Said-i Nursî’nin cesedinin nakl-i kubûr suretiyle, Isparta'ya defnine müsaade olunmasına dair 4 Temmuz 1960 tarihli dilekçesi üzerine, iş bu talebi is'af (kabul) edilerek 12 Temmuz 1960 günü (gecesi) Afyon'a getirilmiş bulunan mevtaya ait tabut teslim alınarak Isparta'ya getirilmiş ve aynı gün akşamı kardeşi Abdulmecit Ünlükul'un da hazır bulunduğu halde aşağıda imzaları bulunan şahıslar huzurunda Isparta Şehir Mezarlığında ihzar edilmiş (hazırlanmış) bulunan kabre defnedildiğine dair iş bu zabıt, mahallinde tanzim ve hep birlikte imza altına alındı."

Merhum Abdulmecit Efendi, o tarihte yaşanan vak'anın gerçekte böyle olduğunu hayatta iken yakın çevresine anlatmış ve bütün anlattıkları yazılı kayıtlara da aynen geçmiştir.

Yalnız, şu fark ile ki: Abdulmecit Efendi, büyük kardeşi Said Nursî için tertiplenen "mezar nakli" evraklarının ihtilâlciler tarafından kendisine zorla imzalatıldığını ayrıca ve mükerreren beyan etmiştir. Bu gerçeğin de bir kısım şahitleri halen hayattadır.

Gelelim, netice-i kelâma...

Resmî belgelerde yazılı olduğu üzere, Said Nursî'nin cesedi, kardeşinin de nezaretinde bir gece vakti Urfa'dan alınarak Isparta'ya getiriliyor ve önceden hazırlanmış bulunan bir mezara defnediliyor. Ancak, Bediüzzaman Hazretlerinin naaşı, şu anda o resmî belgelerde ifade edilen yerde değil.

Zira, durumdan bir şekilde haberdar olan Üstad Bediüzzaman'ın birkaç sadık talebelesi, yine bir gece vakti gidip naaşını oradan alarak bir başka meçhûle götürüyorlar.

Çünkü, Üstadlarının bu yönde vasiyetleri vardır ve mezar yerinin iki-üç kişiden başka hiç kimsenin bilmediği bir yerde olması gerekiyor.

İkinci mezar nakli gibi, bu da ayrı bir vakıadır. Esasında doğru olan da budur: Madem ki, mezarı meçhûl kalacak, o halde resmî zevatın da bildiği yerde olmaması icap eder.

Şayet, bugün mezar yeri belirlenecek olursa, büyük ihtimalle vefatından sonra yaşananlar bir kez daha tekrarlanacak. Yani, muhtemelen iki mezar nakli hadisesi yeniden yaşanacak. Ki, böyle bir vak'aya sebep olmak, hiçbir şekilde akıl kârı değildir.

Hisarcıklıoğlu'nun mektubu

Hatırlarsınız, TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, bundan bir ay kadar evvel üç büyük parti liderini (Erdoğan, Baykal ve Ağar) bir araya getirmiş ve onları elele tutuşturmak suretiyle güzel bir başarıya imza atmıştı.

Biz de bu "Birlik görüntüsü"nü takdir ile buna sebep olan Hisarcıklıoğlu'nu samimiyetle tebrik etmiştik.

Söz konusu yazımız üzerine sayın Hisarcıklıoğlu da bir mektup gönderdi. Samimî ifadelerle yoğrulmuş bu mektubu, araya acil konuların girmesi sebebiyle gecikmeli olarak şimdi yayınlıyoruz.

Sayın Hisarcıklıoğlu'nun 22.06.06 tarihli mektubu şöyle:

Sayın Salihoğlu,

Türkiye’nin girişimcileri, kanaat önderleri, müteşebbis insanları, hem ülkemizin siyasî ve ekonomik istikrarının garantisi, hem de ekonomideki dinamizmin kaynağı olan büyük camiamızın geniş katılımıyla gerçekleştirdiğimiz 61. genel kurulumuza basınımızın saygın bir mensubu olarak gösterdiğiniz ilgi, verdiğiniz destek ve 30.05.2006 tarihinde Yeni Asya gazetesinde çıkan yazınızdaki objektif yorumlarınız için teşekkür ediyorum.

Sayın Salihoğlu,

Sizin de yazınızda belirttiğiniz gibi, genel kurulda başbakan ve muhalefet liderleriyle birlikte gerçekleşen selâmlama fotoğrafı bir mesaj verdi: İş âlemi ve bütün Türkiye, Anayasa’nın tartışılmaz olan maddelerinde herkesin birlikte olduğunu, bunun dışındaki alanlarda herkesin demokratik kurallar içerisinde tartışabileceğini gösteren bir tabloydu. Uzlaşıyı gösterebilmek sadece sözle değil, görüntüde de önemlidir. Bugünlerde ülkemizde de böyle görüntüye ihtiyaç vardı. Çünkü bildiğiniz gibi göreve geldimiz günden beri ülkemizin her köşesini dolaşıyor, iş dünyasının sıkıntılarını ve görüşlerini yerinde tespit ediyoruz. İşte, genel kuruldan önceki haftalarda yaptığımız ziyaretlerde, oda ve borsa başkanlarımızın bazı sıkıntı ve tereddütlerini bizzat gördüm. Özlemlerini dinledim.

Hatırlarsınız, geçmişteki en büyük sıkıntı, çatışma kültürüydü. İktidar ve muhalefet Türkiye’nin meseleleri üzerinde şüphesiz farklı farklı düşünecek ama, ülkemizin ortak menfaatlerinde herkesin el birliği içinde olabileceğini gösteren bir fotoğraftı. Onun için “Yüzyılın fotoğrafı” olarak nitelendirildi bu fotoğraf. Bunun TOBB Genel Kurulunda gerçekleşmesi ise, bizler için gurur ve onur tablosu olmuştur.

Sayın Salihoğlu,

Yazınızdaki bir hususa da küçük bir katkıda bulunmak istiyorum. Bu fotoğraf, bir emrivaki değil, gerçek bir doğallık taşımaktadır. Bu iş dünyasının, Türk insanının bir isteğiydi, kişisel bir yönlendirme değildi.

Bugün TOBB’un yurt içinde ve yurtdışında sağladığı itibar ve saygınlık, ilkeli, objektif ve dengeli bir çizgide tavizsiz izlediğimiz politikaların sonucudur. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da Türk tüccarının ve sanayicisinin yanında yer almaya devam edecektir.

Bir yazar ve gazeteci kimliğinizle, TOBB’a ve faaliyetlerimize göstermiş olduğunuz ilgiye ve bize şevk veren duyarlılığınıza teşekkür ediyor, selâm ve saygılarımı sunuyorum.

M. Rifat Hisarcıklıoğlu

TOBB Başkanı

03.07.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sırat Köprüsü üzerine -1



İzmir’den okuyucumuz: “Sırat Köprüsü nedir? Mecazî midir? Yoksa gerçekten var mıdır? Kesilen kurbanların sahibine sırat köprüsünü geçerken binek olmasının hikmeti nedir?”

Âhiretin deresini, tepesini, düzlüğünü, yokuşunu, köprüsünü, yolunu, yordamını, terazisini, mizanını, ateşini ancak dünyadaki benzerleriyle kavrayabiliriz. Başka türlü kavrama imkânımız yok. Görüş ufkumuz dünyadaki benzerleriyle ve sembollerle çevrili. Âhiretle ilgili haberlerde yer alan uhrevî maddelerin sûretini ve şeklini mânâ itibariyle kavrayabilmemiz için dünyadaki benzerleriyle ifade etmek zorunluluğu var. Âyetlerde ve hadislerde âhireti ve içindekileri anlayabilmemiz için böyle ifade edilmiştir. Meselâ mahşerdeki terazi elbette bakkal terazisi şeklinde olmayacak. Kaldı ki dünyada bile şekil itibariyle biri diğerine benzemeyen çok farklı biçimlerde teraziler söz konusu. Hatta aynı bakkal dükkânında, o eski bildiğimiz klâsik teraziden tutun, farklı boy ve ebatlarda ve farklı ölçeklerle çok sayıda elektronik terazi örnekleri görmek mümkün. Öyleyse mahşerde sevap ve günahımızı tartan bir teraziden söz edildiğinde, çok hassas ölçüleriyle sonsuz duyarlıklı bir tartı âletinin bulunduğunu anlarız, gerçek şeklini görmeyi âhirete bırakırız.

Sırat köprüsü için de aynı bakış açısı söz konusudur. Sırat Köprüsü, Cehennemin karanlık ve dev alevleri üzerinde kurulmuş, dehşetli, kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprüdür. (“kıldan ince, kılıçtan keskin” ibaresi sırat köprüsünün çok hassas bir ayar içinde olduğuna ve dehşetine işâret eder.) Buradan herkes geçecektir. Çünkü Cennetin yolu Sırat köprüsünden geçer. Cennete giden de, Cehenneme düşen de bu köprüye uğrar. Bu köprüden geçerken günahkârlar ve kâfirler ayakları sürçerek dev ateşe düşerler. Mü’minler ise amellerine göre belirli hızlarda bu tehlikeli köprüyü geçerler. Peygamber Efendimiz’in (asm) bildirdiğine göre bu köprüden ilk geçecek olanlar Peygamber Efendimiz (asm) ve ümmeti olacaktır. Sonra diğer ümmetlerin salih amelleri sayesinde sırat köprüsünü sür’atle geçeceği bildirilmiştir.1

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri insanın bir yolcu olduğunu beyan eder ve “Sırat”ı yolculuğun zorunlu uğrak yerlerinden birisi olarak zikreder. Bedîüzzaman, insanın, âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, Sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihanda hiç durmadan yürüyen bir yolcu olduğunu kaydeder.2

Yarın inşallah devam edelim.

Duâ

Allah’ım! Bizi hüsrana uğratma! Bizi küfrana uğratma! Bizi butlana uğratma! Bizi isyana uğratma! Bizi tuğyana uğratma! Göz açıp kapayıncaya kadar bizi nefsimizin eline bırakma! Bizi yanılgılardan, batıl yollardan ve haramlardan koru! Bizi Kur’ân’ın aydınlığına götür! Bizi kendi kafa fenerimizin ışıkçığına bırakma! Bizi Sana kul eyle! Bizi nefsimize köle eyleme! Bize doğruları göster! Bizi eğrilere bırakma!

Âmin... Âmin... Âmin...

Dipnotlar:

1- İbn-i Mâce, Zühd, 33

2- Sözler, s. 35

03.07.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Gaflet mevsimi



Serin ilkbahar rüzgârları yerini kavurucu güneş ışınlarına bırakınca, nefsimizin isyanları da hemen sahnede görünmeye başlar. Oflamalarımız, puflamalarımız her gün şikâyet dolu dakikaların geçmesine sebep olmaktadır. Bu mevsimde maddî imkânı yerinde olanlar dünyanın Cenneti hatırlatan köşelerini aramaya başlamakta, diğer bazı insanlar da şikâyet mânâsındaki ifadeleri her fırsatta dile getirmeye devam etmektedirler.

Yaz koşuşturmaları ve şikâyet hallerinden dolayı çoğunlukla derin gaflet halleri ortaya çıkmaktadır. Bu sıralarda dünya hayatının daha sıkıntılı haletlerini yaşayanları bir düşünebilseydik belki nefsimizin şikâyetlerine engel olur, içinde bulunduğumuz durumdan dolayı Rabbimize şükrederdik.

Sıcak yaz günlerinde Cehennemin dünya sıcaklığıyla kıyaslanmayacak ısısının varlığını hatırımıza getirebilseydik, belki o zaman sıcaklardan şikâyet yerine Rabbimizin bizleri Cehennem ateşinden koruması için duâlar eder, ubudiyet vazifelerimizi eksiksiz yapmanın imkânlarını arardık.

Bir düşünebilsek, bu sıcak yaz günlerinden çıkarabileceğimiz sayısız dersler olduğunu anlayabileceğiz. Yeter ki nefsimizin aldatmalarına kanmayalım. Meselâ sıcak Arabistan ve Afrika çöllerinde yaşayan insanları düşünebilirsek, hallerimize şükretmemizi gerektiren çok nimetler içinde yaşadığımızı anlarız.

Meselâ, suya muhtaç, yiyecek bir şeyler bulmakta oldukça zorluk çeken dünyanın değişik bölgelerindeki hemcinslerimizin içinde yaşadığı zor şartları aklımıza getirir ve insanî duygularımızı hayatımız üzerinde etkili kılabilseydik, içinde yaşadığımız şartların hiçbirisinden şikâyet etmememiz gerektiğini anlardık.

Daha ötelere gidebiliriz. Bir inanan insan olarak ibretler alabilmek için, hayalen Arabistan kıt'asına, İslâm nurunun Allah’ın yüce Resulü vasıtasıyla Mekke semalarını aydınlattığı ilk yıllara gidelim. Ve orada Bilâl-i Habeş ve onun gibi iman nuruna kavuşan sahabilerin, şirk bataklığı içinden çıkmak istemeyen Ümeyye bin Halef ve onun gibilerin zulümlerine nasıl maruz kaldıklarını, kitapları açıp okuyalım.

Arabistan’ın kavurucu güneşi altında susuz bırakılan o iman kahramanlarının bütün dayanılması zor işkencelere rağmen nasıl direndiklerini bir düşünelim. Düşünelim ve bizlerin ne kadar dünyanın güzel imkânları içinde bulunduğumuzu bir değil binler kere gözlerimizin önüne getirelim.

Allah’ın Resûlü (asm) gibi, kâinatın onun yüzü suyu hürmetine yaratıldığı bir büyük insanın hangi şartlar içinde hayat sürdüğünü de öğrenmemiz lâzım. Öğrenelim ve kendi hayatımızla insanlığın medar-ı iftiharı olan Yüce Nebî’nin yaşantı biçimlerini kıyaslayalım. Eminim ki böyle bir kıyaslama yapabilirsek oldukça mahçup olacak ve bu dünya hayatında yaşadığımız hiçbir haletten dolayı şikâyet etmememiz gerektiğini anlayabileceğiz.

Bu “dayanılması zor” diye ifade ettiğimiz sıcakların bizim için ne kadar büyük nimet olduğunu ve Allah’ın bize lütfettiği nimetlere ne kadar şükredersek yine karşılığını veremeyeceğimizi anlayabilmemiz için, her an kafamızı avucumuzun içine almalı ve nefsimize gerçekleri kabul ettirene kadar bu tefekkür halimizi bozmamalıyız.

Evet, her zaman hatırlanması gereken bir gerçeği tekrar hatırlıyor ve hatırlatıyorum ki, bizler ciddî bir imtihandan geçmekteyiz. Şeytanın, zavallı insanları yoldan çıkarmada oldukça başarılı olduğu zamanımızda, öyle basit sıkıntılardan şikâyet edersek, dünyanın zevk ve sefası içinde yüzen insanları emsâl kabul edip dünyevî zevklerin peşine düşersek nasıl kazanabileceğiz bu zorlu imtihanı?

Bir anımızı bile boş geçirmeden Rabbimizin bizlere bahşetmiş olduğu nimetlere ve güzelliklere karşılık şükretmemiz gerekmektedir. Bize insan olmayı, bize İslâm olarak iman nurlarıyla tanışmayı, bize sıhhat ve afiyetler içinde günlerimizi geçirmeyi nasip eden Rabbimize karşı kulluk görevlerimizi yerine getirmeden, hangi yüzle karşılaştığımız zorluklardan dolayı şikâyet edebiliyoruz?

03.07.2006

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Ölüm kavuşmaktır...



O acıyı yaşadığımda 21 yaşımdaydım. Okulun ilk günüydü. 2 yıl boyunca kâh Okmeydanı SSK Hastahanesinin odalarında, kâh Yedikule Göğüs Hastalıkları Hastahanesinin soğuk koridorlarında şifa aramıştık. O biçare hastaların hastahane duvarlarını yırtıp dışarıda patlayan çığlıklarına, inlemelerine dayanmak ne kadar da zordu. Yatsı namazı için Yedikule Hastahanesinin camisine doğru giderken morgun önünden geçerdim. Karanlıkta ağaçlar arasında ilerlerken zihnimde hep neden ve şimdi ne olacak sorularına cevap arar sonra ‘O’ndan gelip O’na dönecek olmanın “verdiği huzurla rahatlardım biraz. Hayat ve ölüm arasındaki karmaşık bağı anlamaya çalışıyordum.

İçimde kopan fırtınayı dindirir umuduyla başhekime

- ‘Doktor bey çaresi yok mudur bu hastalığın? diye sormuştum. Doktor bey bana dönmüş ve içimdeki fırtınayı kasırgaya çeviren o cümleyi söylemişti:

- ’’Eğer çaresi olsaydı ben oğlumu kurtarırdım! ’’

Feryad ki feryadıma imdâd edecek yok mu? Eylül’ün sonları... Hastalık iyice dayanılmaz bir halde. Ah ya biz... Ya biz nasıl dayanalım... Bu defa başka bir doktorun odasındaydım.

- ’’Doktor bey bir şeyler yapamaz mıyız?. Elindeki filme bakıp,

- ’’Maalesef artık yapılabilecek bir şey yok’’ demişti.

Vereceği cevabı zaten biliyordum da ne olurdu beni kandırmak için bile olsa yalan söyleseydi. Boğazımı tıkayan şey nasılda büyüktü Allah’ım. Gözlerime toplanan yaşları içime akıtırken sırtımı dönmenin bir çare olacağını sanmıştım. Nerede... Bir ekim günü gece yarısı aramızdan ayrıldı... Annesiz babasız büyümüştü. Şimdi de beni babasız bırakmıştı. Iğdır'dan İstanbul’a gelip yeni bir hayat kurmak. Onurlu, dürüst, çalışkan. Kimseyi kırmayan, kimsenin kendisinden kırılmadığı bir adam. Bileğinin gücüyle alnının teriyle verdiği hayat mücadelesinde harama tenezzül etmemiş bir insan. Bir baba. Sevgili Babacığım ben senin vefatında bile, bu yazıyı yazarken ağladığım kadar ağlayamamıştım. Bak 16 yıl geçmiş üzerinden. Hani zaman en iyi çareydi. Hani her şey zamanla unutulurdu. Ne zormuş Seni, sensizliği yazmak.

Oysa ben başka bir babadan bahsedecektim. Çocuklukta beraber top oynayıp düştüğümüz, Üniversiteye beraber hazırlandığımız akrabam, kardeşim, dostumun babasından. Sevgili Sönmez, acın henüz çok taze biliyorum ve ben senin acını paylaşacaktım aslında. Yaşadığımız şeyler ne kadar da benziyor değil mi? Sen de, sana baba diye seslenenlerle yetineceksin artık. Sen de ailene moral vermeye çalışırken içindeki yangını yüzüne iğreti taktığın soğukkanlı görüntünle saklamaya çalışacaksın. Senin kalemin iyidir. Eğer kabul edersen bir hatırlatmada bulunmak isterim. Birgün babanı yazmaya çalıştığında sen de benim gibi kimsenin olmadığı bir yerde ve bir zamanda yalnızken otur klavyenin başına. Kâğıt kalem kullanma sakın. Kağıt ıslanır, mürekkep dağılır sonra. Bir sayfalık yazıyı yazmanın ne kadar uzun süreceğine şaşıracaksın. Babamızı kaybettik. Başımız sağolsun değerli kardeşim......

Sebebi Sensin

Ekrem Kaftan, genç kuşak şairler arasında üslûbu, kelimelere hakimiyeti, şiirindeki duygu yoğunluğu ile farklı olduğunu kabul ettiren bir şair. Kendisine geçtiğimiz günlerde şairliğine dair hasbelkader düşüncelerimi söylediğimde bu düşüncelerimde pek de yalnız olmadığımı anladım. Ahmet Kabaklı merhumdan, Yavuz Bülent Bakiler gibi pek çok edebiyat adamının da kendisi hakkında oldukça sitayişkâr sözleri olduğunu öğrendim. Bundan önce ki şiir kitapları Gülistanbul ve Yaristanbul’u okurken aldığım hazzı şimdi de “Sebebi Sensin’’de buluyorum. Şair olmak böyle bir şey demek: Sözcüklere anlam yüklemek, kelimelerle beste yapmak gibi yani. Onca sözü edebî bir dille, bir anlam, duygu ifade edecek şekilde bir araya getirmek. O yüzden şairlere imrenir belki biraz da bu yüzden kıskanırım. Ekrem Kaftan işte öyle bir şair bence. Yüzakı Yayıncılıkan çıkan kitap şiir severlere gönül rahatlığıyla tavsiye edilebilecek bir eser. Kâfi mahlasını kullanan Ekrem Kaftan yüzlerce şiire imza atmış bir gönül adamı. Mahlası her ne kadar Kafi de olsa yazdıkları kifayet etmiyor. Daha yazılacak çok şiir var çünkü.

(Yüzakı Yayıncılık: 0 (216) 532 44 44)

BİR ŞİİR

Süleymaniye’nin Dilinden

Ekrem Kaftan

Bir zafer ayı idi secdeye şehadetim,

Elif elif yükselen minareler inledi;

Yalnız Hakka kulluktur, asırlardır adetim,

Mim’in remzi kubbeler ezanları dinledi....

Nice sima nur aldı gölgemdeki sücuddan,

Seyredip her birini ağladım gizli gizli;

Ruh toplayıp sinemde Hakk’a giden vücuttan,

Sevdamı kurşunlarla dağladım gizli gizli.

Bilirim her taşımda sayısız mânâ bulur,

Arza indiğim çağın ruhunu taşır ol Mim;

Sinemdeki âyetler derdine derman olur,

Anlarım gönlündeki tek muzdarip şair kim.

Görsem derim tahtımda ol Mim ile şairi

Beraber secde edip yalvarsalar Allah’a

Dinlesek o şairden hakkımdaki her şi’ri

Benimle ulaşsalar cennetteki sabaha

(Sebebi Sensin’den)

Gönülden Dile

“İşte küçücük bir insân, icadsız, sırf sûrî bir san’atçığı ile, bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa; acaba bir sâni’-i zülcelâl, koca kâinatı, bir musikî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insânın başını öyle bir fonoğraf-ı rabbanî ve bir musika-i ilâhî tarzında yapmış ki; hikmet-i beşer, o san’at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor?”

Bediüzzaman Said Nursî- Sözler 32. Söz

Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim

Ben hayatta en çok babamı sevdim

Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk

Çarpık bacaklarıyla -ha düştü ha düşecek

Nasıl koşarsa ardından bir devin.

Sevinçten uçardım hasta oldum mu,

Kırkı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul’a

Bi helâllaşmak ister elbet, diğ’mi oğluyla!

Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu,

Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu,

En son teftişine çıkana değin

Koştururken ardından o uçmaktaki devin,

Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için

Açıldı nefesim, fikrim, can evim

Hayatta ben en çok babamı sevdim...

Can Yücel

03.07.2006

E-Posta: [email protected]




Cevat ÇAKIR

Çevre ödülleri



Eminönü Belediyesi’nin düzenlemiş olduğu 1. Uluslararası Eminönü Sempozyumu’nda tanıştığım bir akademisyenle sohbet sırasında, konu çevreye geldi. Kendisinin, kelaynaklarla ilgili bir araştırma yaptığını ve bu sebeple İNEPO’dan ödül aldığını söyledi. Bu bilgi üzerine geçen haftalarda Milliyet gazetesinin 1. sayfasında yer alan bir haberi hatırladım.

Habere göre gazete çalışanlarından üç kişi İstanbul Çevre İl Müdürlüğü tarafından erguvanla ilgili yazı ve resimlerinden dolayı ödüle lâyık görülmüşlerdi. Resimden ödüllerin Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından verildiği anlaşılıyordu. İnepo’nun Yeni Asya’yı görmediğini daha önce de görmüştük. Ama İstanbul Çevre İl Müdürünün, her hafta çevre sayfası yayınlayan Yeni Asya’yı görmemesi garip. Gerçi Yeni Asya’nın çevre sayfasını başlattığı 1994 tarihinden bu yana yedinci Çevrre Bakanı görevde. Ne hikmetse Çevre Bakanları da Yeni Asya’yı görmemişti. Dönemin Çevre Bakanı Sayın Taşar ise, farklı bir davranışla her hafta çevre sayfası sebebiyle tebrik faksı çekerdi. Ayrıca cep ve ev telefonları dahil bütün telefonlarını bildirerek her an kendilerine ulaşabileceğimizi bildirmişti.

Kirli’den temizlik öğütleri

Ekmek teknesi dizisinde “kirli” tiplemesini canlandıran Kadir Çöpdemir’in “4 Mevsim Çevre” dergisinde kendisiyle yapılan ropörtajdan bir kısmını sizlere aktaracağım:

“Ağaç dikin, ite köpeğe dokunmayın! Temiz olun, etrafı çok temiz tutun. Ağaç dikin çiçek dikin. Hayvanata nebatata saygıda kusr etmeyin...”

Kendilerinin İstanbul’a geldikten sonra çevre açısından bir değişiklik olup olmadığı ile ilgili soruya karşılık; “Ben 1983 yılında geldim İstanbul’a. Bir şey söyleyeyim, 20 yılda bu şehri her gün her dakika, her saniye biraz da amiyane tabir olacak, okuyucular beni affetsin, biraz daha taciz ettik. 83 yılında okumak için geldiğim İstanbul’la, bugünün gördüğüm İstanbul’u arasında dağ gibi fark var. Ve bu güzel şehir buna direniyor abi! Mühim olan bizim yaptığımız değil, şehrin direnmesi. Ne kadar soylu bir şehirmiş bu ya! Nasıl bir kutsal şehirmiş! Direniyor ya, hâlâ yavru. ‘Dur lan şuraya da tutunayım. Buraya da tutunayım’ diyor. Ama kararlıyız di mi beyler, canına okuyacağız di mi beyler.”

Güzel bir geleceğimiz yok sorusuna karşılık; “Bizim kimliğimize dair bazı mevzuları halletmesi lâzım. Şunu da itiraf edeyim. İstanbul 100 yıl önce bundan daha yeşil değilmiş. Sadece daha huzurlu, daha sakinmiş. Şimdi daha yeşil ama daha terörize, daha anarşizan. Dünün dersini çıkarıp, yarına yürürken o huzuru bugünkü kodlarımızda nasıl buluruzu, bugüne nasıl evirebilirizi çözmemiz lâzım.”

“Bir bakışta iki kuş gördüğün doğru mu?” sorusuna karşılık da şunları söylemiş: “Ben bir doğa aşığıyım. Kendimi çok iyi hissediyorum doğada, mutlu oluyorum ama bu koşuşturma içinde çok fazla fırsat bulamıyorum. Ama paralize olurum, illürize olurum, yeşil ve maviyle kavuştuğum bir anda isem, o beni illürize eder ve kilitlenip kalırım uzunca bir süre. Çok uzun bir süredir böyle bir kilitlenme yaşamıyorum, ama seviyorum tabiî ki. Bu uğurda ne yaptın dersen, hayatta dikili üç beş ağacım oldu. Bir iki çam bir iki selvi, iğde... Hayvanata nebatata her daim saygıda sonsuzum.”

Şehir hayatını elinin tersiyle itip köye gitme özlemi olup olmadığı ile ilgili bir soruya da şöyle cevap vermiş: “Ulan yeterin artık, ben Dikili’de hıyar, domates yetiştirmeye gidiyorum diyebilicek bir adam değilim. Yani yaşamı dizayn edeceksin, merde namerde, muhtaç olmadan yaşamı sağlayacak bir ekonomi olacak. Ondan sonra harbiden bir bağın bahçenin ortasında, itinle köpeğinle yaşamak insanı çok mutlu eder.”

Yerlere atılan çöplerle ilgili olarak da; “Mısır çarşısında, caminin orada küme halinde mısır koçanı gördüm. Bunu Çanakkale Şehitlerinin huzurunda da gördüm. Adam yemiş mısırını, karpuzunu atmış. Ya millitim, yapmayın bunu ya! Ceddinizden utanın. Ayıp ya! Bir gün kalkacaklar mezardan, sille tokat girecekler.”

Küresel ısınmayla ilgili bir soruya da; “Suyumuz kaynadı bile abi, ne ısınması! Abi küre ısınıyor işte ya. Ben şöyle hesapladım. Kırklı yaşlara geliyorum, Allah ne ömür verdiyse yaşayacağız. Ben ölmeden eğer cayır cayır olmasa sevinirim, sıcaktan rahatsız oluyorum çünkü. Zaten 15-20 yılımız var ömür olarak.”

03.07.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Filistin terazisinde Çankaya



Cumhurbaşkanlığı Köşkünden gelen açıklamayı masamda bulamayınca, bir telâş bastı beni. Önce masanın etrafındaki 2 metrekarelik alanı taradım, sonra masanın sağlı sollu olmak üzer etrafında dört tur attım ama nafileydi.

İşte tam o sırada beynim çalışmaya başladı. Beynimin zaman zaman çalışması karşısında yaşadığım mutluluğu gizlemeden hemen Çankaya’nın internet sitesine girip, cumhurbaşkanımızın açıklamasına ulaştım.

Her yıl 1 Temmuz olduğunda bir heyecan basar beni. Aynı heyecanı Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in de yaşadığını hissetmek, beni daha da, ”gönençli” kılar. Sonra faks cihazını görebileceğim bir noktaya konuşlanıp, beklemeye başlarım Çankaya Köşkünden gelecek olan Kabotaj Bayramı açıklamasını. “Cumhuriyetin ilk yıllarında ulusal bağımsızlığın, ekonomik alanda da desteklenerek kalıcı kılınması yönünde önemli adımlar atılmış, çıkarılan yasalarla köklü değişimlerin önü açılmıştır“ cümlesinden başlayarak, “Kabotaj ve Denizcilik Bayramı’nda yurttaşlarımıza esenlikler diliyorum”a kadar bir solukta okurum.

Filistin’de, İsrail’in 75 yıldır acımasız bir şekilde sürdürdüğü devlet terörünün yeni bir örneğine şahit oluyoruz. Bir askerin kaçırılması sebebiyle Filistin halkına karşı çok ağır bir zulüm uyguluyor İsrail.

Hamas’ın seçimleri kazanmasından bu yana ekonomik ve siyasî abluka ile karşı karşıya olan Filistin’de artık ekmek stokları bile azalmaya başladı. Güç bir dönemden geçen Filistin’in dışarıya sesini duyurabildiği iki etkin kanal var. Biri Türkiye diğeri ise Mısır.

Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ve Başbakan Erdoğan bir devlet adamı ağırlığı ve bir Müslüman duyarlılığı içinde çaba gösteriyorlar. İsrail ve Filistin’le temasları olan bir ülke olması hasebiyle Türkiye’nin ağırlığı önemli. İki tarafla da temasımız var.

Ancak bu çabaların arasında Cumhurbaşkanı Sezer’in ismini göremiyoruz. Hangi uluslar arası sorunda Sezer devrede oldu ki diyebilirsiniz. Ancak Sezer İsrail’den henüz yeni geldi. Orada yaptığı temasların mürekkebi kurumadı. İki tarafta da liderlerle görüşmeler yaptı. En azından yapılan konuşmalar, verilen sözler sıcaklığını koruyor.

Geçen 6 yıllık cumhurbaşkanlığı sürecinde Sezer böyle bir ağırlık oluşturamadı. Irak’ın Kuveyt’i işgalinde Özal, Bosna, Kosova ve Karabağ konusunda Demirel, Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanları olarak uluslar arası camiada ağırlıklarını koymuşlardı.

Sezer’in görev yaptığı süre içinde bölgemiz Amerikan işgali başta olmak üzere çok büyük olaylara şahit oldu. Bunların hiçbirinde Sezer’i aktif olarak devrede görmedik.

Peki sorarım size, ülke içinde her gerilimde baş aktör olmak mıdır Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanlığı?

İlhan Selçuk’un arkadaşı olmak yetmiyor. Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili sürecin içine girdi. Nisan 2007’de Çankaya’ya eşi başörtülü biri çıkmasın diye ülkeyi rejim krizine sürüklemekte bir sakınca görmeyenler, çok geriye gitmeden sadece İsrail-Filistin olayındaki tavra bakarak, şu sorunun cevabını vermeliler. Çankaya’ya eş durumundan biri mi çıkmalı yoksa Türkiye’nin ağırlığını uluslar arası camiada hissettirecek biri mi?

Bu ülkenin sorunları olabilir. Ancak Bosna’dan, Kosova’ya, Filistin’den, Çeçenistan’a, Yukarı Karabağ’a, Batı Trakya’ya kadar bu ülkeden çok şey bekleyenler var. Aynen Pakistan’ın, Banda Açe’nin beklediği gibi.

Kötü yönetildiği için eleştirsek de, her zaman, bu ülkeye yazık etmeyelim, çünkü bu ülke sadece bize lâzım değil inancını taşıyorum. Öyle sonu gelmeyen hayallerin, büyük Turanların falan peşinde değilim. Sadece Türkiye gibi bir ülkenin varlığı dahi Filistinli’nin, Bosnalı’nın, Kosovalı’nın en büyük dayanak noktası olabiliyor. Eğer biz bir de bu ülkeyi adam gibi yönetmeyi başarabilsek...

Kimi zaman yapıştığı bünyenin kanını emen bir kene gibi, öyle büyük krizlere sokuyoruz ki ülkeyi kendi sorunlarından başını kaldırıp, etrafında olanlara bakamıyor. Bu ülkenin misyonunu anlamadığımızı düşünüyorum kimi zaman.

Biz küçük kavgalarımızla kene gibi ülkenin kanını emerken, sadece Türkiye’nin el uzatabileceği birçok mazlûm millet bizden çok şey bekliyor. Bir de biz bu ülkeden çok şeyler beklememiz gerektiğini anlayabilsek. Filistin ateşin ortasında yanarken, ulusalcı duygularla Kabotaj Bayramı kutlayan bir Sezer, diğer tarafta Başkan Bush’u harekete geçirmeye çalışan bir Erdoğan.

Erdoğan ve Bush’u şahıslarından soyutlayıp, şu kararı vermemiz lâzım: Köşk’te dünya çapında ağırlığı olan ve uluslar arası camiada söz sahibi bir lider mi, yoksa dünyadan elini eteğini çekmiş, ülkesinde ise gerilim sebebi olmaktan başka bir fonksiyonu olmayan biri mi olmalı?

03.07.2006

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

YASEM Yayınları



Yeni Asya Neşriyat birimine konu çeşitliliği bakımından daha rahat hareket etme imkânı sağlamak ve geniş kesimlere hitap edebilmek maksadıyla kurulan YASEM Yayınlarının ilk beş kitabı çıktı.

Verdiği sürekli eğitim desteği ile, bu dünyaya “taallümle tekemmül” için gönderilen insanın öğrenerek mükemmelleşmesine yardımcı olmaya çalışan Yeni Asya Sürekli Eğitim Merkezi (YASEM), başvuru kitapları hazırladı.

YASEM Yayınları arasında yayına sunulacak eserlerde ise şu kriterler esas alınıyor:

-Risâle-i Nur perspektifine uygun düşecek bir yaklaşım sergilemek.

-Birey odaklı olmak ve insan psikolojisini dikkate almak.

-21. yüzyılın yenilenme ve dinamik değişimine açık bir vizyon yansıtmak.

-Farklılıkların makul ve meşrû çizgisini benimseyen, özgün ve sentezleyen bir bakış açısı sunmak.

-Günümüz gelişim ve eğitim yöntemlerinden maksimum yararlanmak.

-İletişim tekniğine uygun beyin gücünü harekete geçirecek bir yol izlemek.

-Risâle-i Nur’dan ve dinî kaynaklardan, gerektiğinde doğrudan alıntı yapmak yerine, özgün üslûba uygun bir ifade biçimi kullanarak kaynakla bağ kurmak ve dipnot vermek.

-Ferdin hayal ve düşünme gücünü geliştirerek verilmek istenen olgunun doğru algılanmasına yardım etmek; yani akla kapı açmak, yorumu muhataba bırakmak.

-Bireyin özgür iradesini desteklemek, müdahaleci ve enjekte edici bir tarz ve üslûba girmemek; yani ihtiyarı/seçimi elden almamak.

-Düşünce sistematiğimizin temel prensiplerini, kurumsal bir sistem çerçevesinde iletişim tekniği içinde sunmak.

***

Eğitim ağırlıklı ilk beş kitabı kısaca tanıtalım:

Sınıfta 40 dakika:

Eğitimci ve Danışmanlık Uzmanı Bestami Çiftçi tarafından kaleme alınan kitapta eğitim ve öğretimin sembol mekânı sınıf üzerinde duruluyor. Eğitim ve öğretim faaliyetlerinin gerçekleştiği bir ortam olarak zihinlerde yer eden sınıfı ele alan yazar, onu hem dört duvardan ibaret maddî boyutuyla, hem de insan hayatının şekillenmesinde önemli bir yer tutan sosyal ve psikolojik boyutlarıyla ele alıyor. Yazar, sınıfın bilgilerin baskıcı uygulamalarla değil, katılımcı bir eğitim anlayışıyla hatırlanmasını istiyor.

*

Eğitsek de mi saklasak?:

Türkiye’deki eğitim sisteminin sorgulanarak demokratik eğitimin anahtar kelimelerinin verildiği bu kitabın yazarı da Bestami Çiftçi. Yazar kitabında aileden başlayan demokratik temelli eğitimin, eğitim ve öğretim hayatına nasıl yansıması gerektiği üzerinde duruyor. Yer yer hatıralarla zenginleştirilen çalışmada, Batıda yaygın olan ev okulları da ele alınmış. Diyaloglarla ilerleyen kitap bir bakıma geçmiş ve gelecek kuşakların buluşma noktasına dikkat çekiyor.

*

Yazma motivasyonu:

Sözle söyleyemediğimiz veya ifadede zorlandığımız pekçok görüşü yazarak daha rahat anlatabiliriz. Eğitimci-yazar Hüseyin Kara birikimlerini aktardığı kitabında yazmanın bu yönüyle bir özgürlük olduğuna dikkat çekmiş. Eserde, yazmanın bir eğitim konusu olduğuna değinilerek, düşüncelerini yazıya geçirmek isteyenlere ip uçları veriliyor, yol gösteriliyor. Yazar kitabının önemli bir bölümünü ise yazarlığın ön şartlarından olan okuma ile düşünme ve dinlemeye ayırmış.

*

Çocuğu tanımaya ve onunla empati kurmaya yönelik bir çalışma olan Beni Anlayın’la, eğitimin püf noktalarının hatıralarla süslendiği Bir Öğretmenin Anıları da Hüseyin Kara tarafından kaleme alınan diğer kitaplar. İyi okumalar...

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.

03.07.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bu ateş bizi de yakar



İsrail’in Filistinlilere yaptığı zulüm karşısında, dünya ülkelerinin sessiz kalması insanlık adına utanç verici bir durum. Tabiî ki tepki gösteren ülke ve ‘insan hakları kuruluşları’ var, ama onların sesi de gür çıkmıyor.

Ortadoğu’ya barış götürmek iddiasıyla Irak’ı da kana bulayan Amerika’dan da ses çıkmıyor. Her şey ‘normal’miş gibi dünya işine-gücüne devam ederken, Filistinliler bir anlamda ölüm sırasını bekliyorlar.

Kendilerini ‘dünyanın jandarması’ gibi gören ülkeler; hak, hukuk ve adaleti sadece kendileri için istediği sürece dünyanın huzur bulması mümkün değildir. Çünkü dünya artık bir ‘köy’ hükmüne gelmiştir. Köyün bir yanında başlayan yangına müdahale edilip söndürülmese, ‘köy’de sağlam ev kalabilir mi?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da bu anlamı tasdik eden bir beyanda bulunmuş. Ankara’da düzenlenen bir toplantıda konuşan Erdoğan, şöyle demiş: ‘’Addis Ababa’da milyonlarca çocuk ölümü beklerken, Telafer, Kerkük acı çekerken, Gazze alev alev yanarken Ankara’da, Londra’da, Paris’te Washington’da insanların huzurundan mutlaka bir şeyler eksilecektir. Bunu görmezlikten gelemeyiz. Zira küreselleşen bir dünyada yaşıyoruz. Öyleyse adaleti, refahı, mutluluğu, barışı insan hak ve hürriyetlerini, insanca yaşamayı talep ederken, bunu bireysel, lokal olarak asla düşünmemeliyiz. Tüm insanlık için talep etmeliyiz. Bu konuda ne dil ayrımı yapabiliriz, ne din ayrımı yapabiliriz, ne kültür ayrımı yapabiliriz, ne insanların zenginliği, fakirliği noktasında ayrım yapabiliriz, ne de insanları siyah-beyaz diye bir ayrıma tabi tutabiliriz.’’ (AA, 1 Temmuz 2006)

Dünyanın yangın yerine çevrilmesine kayıtsız kalamayacağımıza göre, Filistin’in yakılıp yıkılmasına nasıl kayıtsız kalabiliriz? Bu noktada İslâm dünyasına da büyük görev düştüğünün farkındayız. Böyle bir yangın karşısında İKÖ’nün ve benzeri ‘çatı kuruluş’ların daha aktif, netice alıcı gayretleri olabilmelidir. Ne yazık ki, İslâm ülkelerinin yönetim kademesi, ‘halk’larından kopuk. Bu da onların aktif olabilmelerine engel oluyor.

İsrail’in Filistin’i yakması karşısında hadiseyi—maalesef—’film’ gibi izleyenler arasında ‘büyük Türk medyası’ da var. Bazı ‘büyük gazete’ler, konuyla ilgili haberlere birinci sayfasında ‘yer’ bile bulamamış. (Bakınız: Milliyet, 1 Temmuz 2006)

Yanı başımızdaki yangın acaba kimin hatırı için görülmüyor? Oysa, haksızlık ve zulüm; kimden olursa olsun ona karşı çıkmak gerekmez mi? Bir milletin yok edilme gayretleri karşısından susmak, sırayı ‘biz’e getirmez mi?

İçerde ve dışarda, yaşanan her türlü haksızlık ve adaletsizliğe karşı çıkalım. Bilelim ki, sustukça sıra bize de gelir. Mazlûmlar için duâ edelim: Allah’ım! Zalimlere fırsat verme. Âmin.

03.07.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Türkiye’nin dünyaya armağanları



Newsweek dergisi Mübarek’in sakil siyasî mirasıyla ilgili ilginç bir yazı yayınladı: Firavun’dan sonra. Gerçekten de Mübarek’in firavun olup olmadığı tartışılır. Ama yabancılar genellikle mecazi anlamda da olsa Mısır liderleri için firavun tabirini kullanıyorlar (after the pharaoh). Zira onları en iyi bu sıfat anlatıyor ve dile getiriyor. Mübarek için de öyle.

Bu hususta Enver Sedat’a bir söz atfedilir: ‘Nasır ile ben Mısır’ın son iki firavunuyuz...” Gerçekten de firavunlar dönemi sonrasında Mısır’da genellikle yabancılar yönetime gelmişlerdir. İktidar doğrudan yerli Mısırlı yönetime ancak 1952 Hür Subaylar ve Nasır darbesiyle birlikte geçiyor. Enver Sedat’ın eşi Cihad Sedat daha sonra eşine atfedilen bu sözü reddetmiş ve yalanlamıştır. Lâkin Mısırlı olmalarına rağmen halklarına yönelik katılıkları dikkate alındığında yabancıların bu ismi onlara uygun görmelerinde bir sır ve hikmet olduğuna inanıyoruz.

Firavun meselesine bir kenara bırakarak Mübarek sonrası Mısır’ın tahliline geçebiliriz. Mısır, Mübarek sonrası dönem için bir model arıyor. Bu hususta çeşitli modeller var. Çin modeli, Meksika modeli, Türkiye modeli, Cezayir modeli veya Müşerref modeli. Aslında Müşerref modeli Türkiye modelinin bir kopyası mesabesindedir. Bangladeşli Erşad ve Müşerref gibi Asyalı Müslüman liderler kendilerine model olarak Atatürk çizgisini seçmişlerdir. Hatta laik bir model olmasına rağmen Türk modeli dindar darbelere bile örnek olabilmiştir. Bunun ilk elden tanıkları arasında bendeniz de varım. Bizzat Ömer Hasan el Beşir geçmişteki bir görüşmemizde 12 Eylül’ü model olarak aldıklarını söylemişti. 12 Eylül belki onlar için teknik bir modeldi ama neticede bir modeldi.

***

Velhasıl Türkiye, Kemalizm ve ardından darbeler geleneğiyle İslâm dünyasına model olmuştur. Mısır Arap dünyasına genel bir modeldir. Türkiye de İslâm dünyasına. Bundan dolayı Mısırlıların ‘Mısır dünyanın anasıdır’ şeklindeki böbürlenmelerine karşılık tarihçi Gelibolulu Mustafa Ali Anadolu’nun rolüyle karşılık verir ve şöyle der: “Mısır dünyanın anası ise ona bir baba lâzım. Anadolu da dünyanın babası olsun varsın...”

Gerçekten de öyledir. Mısır dünyası sağa yattığında Arap dünyası da sağa yatmış. Sola yattığında da sola yatmıştır. Nasır döneminde Arap dünyası sola yatmıştır. Sedat döneminde de sağa. Bu mânâda, Türkiye de İslâm dünyası için külli bir modeldir. Newsweek dergisi de açıkça bunu ortaya koyuyor. Dergiye göre Mısır, Mübarek sonrası kendisi için bir model arıyor. Muhtemel modellerden birisi de Türkiye. Türkiye Sudan’da darbe modeliyle öne çıktığı gibi, Mısır’da da sistemin muhafızlığı adına derin devlet modeliyle öne çıkıyor. Newsweek dergisi Türkiye’de sistemin bekçiliğini yapan zinde kuvvetler için ‘derin devlet/the deep state’ tabiri kullanıldığını ve Mısır’ın da bu modeli adapte edebileceğinin tartışıldığını yazıyor. Zaman zaman Irak için de ordunun rolünün öne çıktığı Türkiye modeli gündeme getiriliyordu. Dergiye göre bu hususta küçük bir pürüz var. Türkiye’deki zinde kuvvetlerin laiklikle nikâhlı olduğunu, ama Mısır’da ordunun böyle merkezi bir düşüncesinin olmadığını ve bunun orada birleştirici bir nokta olmadığını kaydediyor.

***

Sonra Çin ve Cezayir ve Meksika modelleri teker teker tahlil ediliyor ve sebr ve taksim suretiyle sonuca gidilirken her ülkenin modelinin farklı olduğu ve Mısır’a tam olarak uymadığı ifade ediliyor. ‘Mısır benzese benzese bir tek kendisine benzer. Bu da Firavun sistemidir’ deniliyor. Bu durumda Mısır için de fazla söylenebilecek bir söz yok. Kral öldü yaşasın kral kalıbına uygun olarak bu mânâda Firavun’dan sonra Mısır’da yeni ve genç bir Firavun bekleniyor.

Soru şu: Bu yeni Firavun kim olacak? Her ülkenin kendisine has bir kaderi var. Onun dışında da şüphesiz Müslümanların da ortak bir kaderi var. Bunlar iç içe mütedahil daireler. Ama Türkiye burada darbelerle ve derin devletiyle öne çıkıyor.

03.07.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004