Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Biz, dışarıdakiler



Biz içeriye almadıklarınız, kapıdan döndürdükleriniz, dışarı attıklarınız, adamdan saymadıklarınızız.

Biz, sınavlarınıza, derslerinize, toplantılarınıza, törenlerinize almadıklarınızız.

Biz, kimi zaman soğukta, kimi zaman güneşin altında, kimi zaman yağmurda, karda, kimi zaman kalabalıkların gözü önünde, kimi zaman tenhada gözyaşları içinde, ama nihayetinde dışarıda beklettikleriniziz.

Biz, onurunu vestiyere bırakıp içeri girmekten de, hakkını bir kenara atıp yoluna devam etmekten de, yalvarmaktan da, bana ne demekten de kaçınanlarız.

Ne kapıda lütuf bekleyen, ne içeriye gıptayla bakan, ne hoşgörünüze sığınarak içeride kalmak isteyen, ne başını uzatıp dışlandığımız dört duvar arasında ne olup bittiğini merak edenleriz.

Biz dışarıdakileriz. Bizim için eğitim de, tören de, ağıt da, neşe de, hayat da o kapının ardındakilerden ibaret değildir.

Konuşmak için kürsüye, kutlamak için protokollü törenlere, öğrenmek için duvarların aşılması gerektiği binalara ihtiyacımız yok.

Yok saysanız da varız. Küçümseseniz de kocamanız. Değersiz görseniz de değerliyiz. Yüzdelerde küçük rakamlarla ifade etseniz de, ifade edemediğiniz rakamlardayız.

Biz dışarıdakileriz. Ve dışarısı her zaman o güvenlikli girişi olan içerilerden daha büyüktür. İçeri daha güvenli görünse de, tüm güvenliği en ufak bir sarsıntıyla riske girecek kadar güvensizdir. Sıcaklığı da, serinliği de kendinden değildir. Üstündeki çatı semayla bağlantıları keser, daima arzîdir. Hangi pencere açılmışsa, hayata ancak o pencereden bakabilecek kadar, bakış açısı sınırlanmıştır.

Dışarısı ise geniştir. Emniyetlidir. Gökyüzüyle ilişkisi daimidir. Her şeyi tüm boyutlarıyla gösterir, araya duvarlar koymaz.

Dışarıdakiler, kapısında bekçiler olan sizin içerilerinizden daha kalabalıktır. Daha eğlencelidir. Daha öğreticidir. Daha kuşatıcıdır. Daha samimidir. Daha bizdendir. Ve daha özgürdür.

Biz dışarıdakiler. Buradayız.

27.11.2006

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Gurur ve hortum



Son dönemlerdeki anlam daralmasından ya da toplum nazarında bazı ölçülerin değişmesinden dolayı gurur, iftihar mânâlarıyla karıştırılarak rağbet edilen bir değer haline getirilmiştir. Halbuki gurur; kaçınmamız gereken kibir ve büyüklenme mânâlarına daha yakındır.

Gerçekte gurur bir aldanmadır. Çünkü acz ve fakrdan müteşekkil fâni bir insanın gururlanması ve kibirlenmesi maddî-manevî bir çok şeyden mahrum olması demektir. İşin esasına bakıldığında kendi nefsi ya da kavmi adına menfi mânâda iftihar duymak ve övünmek de gurura yakındır ve kayıptır, dünya barışı için tehdittir.

İnsanın en önemli imtihanlarından birisi de bu gururdur. İnsanlık tarihine bakıldığında insanların ekseriyeti gurur ve kibir yüzünden hakka ve hakikate karşı inad edip ayak diremişler, güç ve kudretlerini dayanılmaz; ilim ve irfanlarını aşılmaz zannederek; cehalet karanlığında kalmışlar ve nice zulümlere sebep olmuşlardır. Fakat en sonunda kendilerinde vehmettikleri ile birlikte yerle bir olmaktan kurtulamamışlardır.

Peygamberimizin (asm) İslâmı tebliğ etmeye başladığı ilk yıllarda, müşriklerin İslâma karşı mukavemet etmelerinin en önemli sebeplerinden birisi de, tüm zamanlarda olduğu gibi, kendilerine yakıştırdıkları zenginlik, asalet ve sınıf farkı gibi statülerden dolayı gurur ve kibirleriydi. Etrafındaki herkesi köle olarak gören, fakirlere ve zayıflara, kadın ve çocuklara ya da başka kavimlere zulmeden ve aşağılayan müşriklere, aşağıladıklarıyla birlikte saf tutup Âlemlerin Rabbi için secdeye gitmek, toprak seviyesinde olmak çok ağır gelmişti. Halbuki gâfil insan, eninde sonunda toprak seviyesinden de daha aşağıya gömülmekten kendisini kurtaracak bir çıkış yolunu henüz bulabilmiş değil.

Kur’ân, başları havada, burunları güya Kaf Dağındaki müşrikler için, Kalem Sûresinde: “Yakında biz onu, o hortumunun üzerinden damgalayacağız” diyerek onların gurur ve kibirlerini yerle bir etmiştir. Âyetteki “hortum” tabiri ilginçtir. İslâma muhalefet edenlerin, anûdane ayak direyenlerin ve burunları doğrultusunda gidenlerin, Nuh deyip peygamber demeyenlerin, gurur ve inatta aşırıya ne kadar çok gittiklerini teşhir edercesine burunlarının büyümesinin artık “hortum” gibi yakışıksız bir hale geldiğini ifade etmiştir. Gurur ve kibirleriyle hem gülünç duruma düştüklerini ve ayrıca da bu dünyada dikkat ehlinin ve halkın nazarında mânen, âhirette ise maddeten de damgalanacaklarını ve rezil olacaklarını ilân etmiştir.

Âyetin nazil olduğu zamanlarda sadece filin ve sivrisineğin hortumu meşhurdu. Şüphesiz her şey yerinde güzeldir; fil için zarafet ve avantaj olan, insan için farklıdır. Günümüzde ise hortumun, sömürüde teşkilâtı kurup devamlılık ifade eden Batıda “sifon etkisi” ve bizde de hortumculuk olarak kullanılan tabirlerin de hissesi olsa gerektir. Avrupa kâfirleri ve Asya münafıkları, tıpkı filler ve sivrisinekler gibi maddî-manevî yer üstü zenginliklerinden petrol gibi yer altı zenginliklerine kadar her şeyi çekip hortumlayanlar ve kanlarını emenlerin varlığı ve İslâma karşı mağrurane inatları bu çağın hususiyetlerindendir.

Aslında hakka ve hakikata karşı inadın esasında imansızlık, en azından iman zaafı yatmaktadır. Ene ve zerre risâlesinde de olduğu gibi küfrün ve iman zaafının iki çıkış noktası vardır. Kur’ân’a muhalif felsefe ve ondan ders alan tabiatçılık da, tıpkı müşriklerin kendilerinde vehmettikleri güç ve kudret gibi, tâ eski Yunan’dan itibaren zerrelerde ve atomda her şeyi idare eden bir güç vehmetmişlerdir. Mesnevî-i Nuriye’de “Bahusus o esbâb-ı tabiiyenin üssü’l-esâsı hükmünde olan cüz-ü lâyetecezzadaki kuvve-i câzibe ve kuvve-i dâfianın içtimalarının hortumu üzerinde, bir muhaliyet damgası var” denilerek, tabiî sebeplerle bir araya gelmesi muhal olan güçleri bir araya toplayan İlâhî güce dikkat çekilmiştir. O çok büyüttükleri güçlerin de Cenâb-ı Hakkın emrinde olduğu ve aksinin ise “zerrelerde, Eflâtun kadar bir şuur ve Calinos kadar bir hikmetin ispatı” ile mümkün olduğu yani bâtıl olduğu damgalanarak, mühürlenerek âleme ilân edilmiştir.

Ene yani “ben” cephesinde ise, bilindiği gibi Risâle-i Nur’da bu hususta geniş izahlar vardır. Konumuzla alâkalı olarak Mesnevî-i Nuriye’de şöyle bir ifade daha geçmektedir: “Ey şek cephesinde, gaflet gölgesinde istirahate çekilen biçare! Gaflet serinliğinde, şek içinde zevk ettiğin lezzeti lezzet sanma! O zehirli baldır. Az bir zaman sonra Cehennemî bir azaba inkılâp edecektir. Eğer âlâmın lezâize, nârın nura inkılâp etmesi emelinde isen, evkat-ı hamsede rükû ve sücud kancasıyla gururun hortumunu bük, sık, başını kır, imanı doldur. Sonra âyâta tefekkürle tâate devam eyle ki, şek ve gaflet perdeleri yırtılsın.”

Demek ki, iki cihan saadetini yok eden gurur ve kibir hortumunu parçalamak için, Âlemlerin Rabbinin her emrinin önünde mütevazi bir şekilde eğilmek ve önünde beş vakit secdeye gidebilmek gerekiyor. Semaya yükselecek kadar büyümek istiyorsak, “mü’minin miracı olan secde” en kısa ve tek yol.

27.11.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hayrın anahtarı, şerrin kilidi



“İnsanlardan öylesi vardır ki hayrın anahtarları, şerrin de kilitleridirler. Bu hayırda hazineler, hazinelerde de anahtarlar vardır. Ne mutlu hayra anahtar, şerre kilit olabilenlere! Yazıklar olsun şerre anahtar, hayra kilit olanlara!”1

Bu bir hadis-i şerif. Keşfü’l-Hafa’da yer alan bu hadis-i şerifi, geçenlerde teröristlerin dağdan inmesine sebep olan Ata Hocayı tebrik ettiğimde hatırlatmıştı.

Oturup insanın düşünmesi gerekiyor. “Acaba ben hangi sınıfa giriyorum: Güzel, hayırlı hizmetlere anahtar, şerre kilit mi, yoksa şerrin anahtarı, hayrın kilidi mi oluyorum?” diye.

Bulunduğumuz yer, konum, imkân, şartlar ve nihayet irademiz bizi hangisine hazırlıyor, yönlendiriyor?

Müslim’de anlatıldığına göre2 birgün Kâinatın Efendisinin (asm) huzuruna çıplak denebilecek kadar elbisesiz, yoksulluktan süklüm püklüm olmuş bir topluluk geldi. Mudar Kabilesindendi bunlar.

Böylesine yürekler yakan bir tablo karşısında Allah Resûlü son derece duygulandı. Rengi kaçtı. Yerinde duramadı, bir içeri girdi, bir dışarı çıktı. Hemen Hz. Bilâl’a ezan okumasını emretti. Cemaat toplanınca kàmet getirttirip namaz kıldırdı.

Sonra da Ashabına bir kısım hakikatleri hatırlattı. Yaptığı konuşmada çok önemli noktalara dikkat çekti. Allah’ın, insanları Hz. Âdem’den (as) yarattığı, Allah’a karşı gelmekten sakınılması gerektiği, Allah’ın bizleri daima kontrol ettiği, akrabalık bağlarını koparmamakla ilgili âyetler okudu. Sonra Haşir Sûresinin sonunda yer alan, “Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz. Her nefis yarın için önceden gönderdiğine dikkat etsin” meâlindeki âyeti hatırlattıktan sonra, “Herkes altın, gümüş, giyim-kuşam, buğday ve hurma olarak neyi varsa sadakalarını versin. Bir hurmanın yarısı kadar da olsa versin” dedi.

Bunun üzerine Ensardan biri zorla kaldırdığı bir çıkın yiyecek ve giyecekle çıkageldi. Halk onu takip etti. Herkes birşeyler getiriyordu. Öyle ki getirilen yiyecek ve giyecekler iki büyük yığın olmuştu.

Bu gayret, bu faaliyet Resûl-i Ekrem’i (asm) o kadar sevindirmişti ki, gülümsüyor, yüzü altın gibi parlıyordu. Şöyle buyurdular: “Kim İslâmda iyi bir çığır açarsa, o kimseye hem açtığı o çığırın sevabı, hem de o çığırda ilerleyenlerin sevapları verilir. Onu işleyenlerin sevaplarından da birşey eksilmez. Kim de kötü bir çığır açarsa, kendi günahıyla birlikte o yolda ilerleyenlerin günahları da onun defterine yazılır. O kötülüğü işleyenlerin günahlarından da birşey eksilmez.”

Dipnotlar: 1. Keşfü’l-Hafa, 1:255 (Hadis no: 787). 2. Riyâzü’s-Sâlihîn ve Terc., 1:213.

27.11.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Ölüm kavuşmaktır



Nefis kabul etmese de, aslında ölüm dostlara, ahbaplara kavuşmaktır ehl-i iman için. Zahirî yüzü acı ve dayanılması zor olsa da, ölüm çirkinliklerden güzelliklere adım atmaktır. Oranın güzellikleri ancak oraya adım attıktan sonra fark edilebilir. Nefsânî duygular, en iyi hayatın, en güzel yaşama şeklinin dünyada olduğunu insana kabul ettirmeye çalışsa da, çekilen sıkıntılar, maruz kalınan elemli haller bu dünyada gerçek huzurun elde edilemeyeceğini göstermektedir.

Kâinatın Rabbi, ölümü, yaratmış olduğu şu dünya hanındaki bütün canlılar için vazgeçilmez bir kader olarak tayin etmiştir. Her canlı mutlaka ölümü tadacaktır. Ölümden kurtuluş, şu dünya hanına misafir olarak gönderilen hiçbir canlı için mümkün değildir. Zira ölümü halk eden Kâinat Sultanı, en sevdiği kullarına bile bu şerbeti içirmiştir.

Peygamberlerin ve bilhassa Habibullah olan Efendimizin (asm) ölümle bu dünyadan ayrılması, ölümün unutulmaması gereken bir gerçek olduğunu bize hatırlatmalıdır. Yaratıcı, kâinatı onun yüzü suyu hürmetine yarattığı sevgili kulu Muhammed’e (asm) bile altmış üç senelik dünya hayatını yeterli kılmış ve onu ölümle bu dünyadan ebedî mekânına almıştır.

Bizler ölüm gerçeğini unutmak ve böyle bir vâkıa olmayacakmış gibi yaşamak lüksüne sahip değiliz. Bir gün sıramız gelecek ve bizler de çok sevme gafletinde bulunduğumuz bu dünya hanından ayrılacağız. Bizler dünyanın en güçlü insanlarından da olsak kendimizi ölümden kurtarma imkânımız olmayacaktır.

Bir ayağı mezarda olacak kadar yaşlanmış olan gafiller vardır ki, ölüme önem vermemekte veya ölümden sonraki hayatta başına nelerin geleceğini düşünmemekte veya düşünmek istememektedir. En yaşlı hallerde bile nefis, insanlara dünya hayatının ebedî yaşanabileceği hissini verebilmektedir ne yazık ki… Oysa dünyada yaşanan her an, insan için bir fırsattır. Bir ebedî hayatı kazanma fırsatıdır dünyada yaşanan dakikalar.

Genç yaşta bile insanların ölebileceği, ölümün sadece yaşlılara mahsus olmadığı gerçeği de gözlerimizin önünde hemen her gün tecellî etmektedir. Bu sebeple ölümü sevme girişimi genç yaşlarda başlamalı hayatımızda. Ölümle ünsiyet peyda etmek, diğer bir ifade ile ölümü bir ana kucağı gibi kabullenmek fıtratın gereğidir. Bunun için ölümü çok zikretmek, adeta ölmeden önce her gün ölümle beraber olmak insan için vazgeçilmemesi gereken hâletlerdir.

Ölüm kaçamayacağımız ve gizlenemeyeceğimiz bir vakıadır. Ecelimiz gelince bir saniye bile daha dünyada yaşama imkânımız olmayacaktır. Ölüm ânımız gelmezse dahi ölümü unutamayız. Zira yakın akrabalarımız, dostlarımız ölmekte ve bizler onların cenazelerini ebedî istirahatgâhlarına götürmek, en azından götürenlere refakat etmek zorundayız.

Bizler yakınlarımızın ölümü ânında gizlensek dahi, dostlarımız bizi bulacak ve “Başınız sağ olsun” diyerek o korktuğumuz gerçeği bize hatırlatacaklardır. Başımızın ilânihaye bu dünyada sağ olmayacağını bir kere daha bu vesile ile düşünmek zorunda kalacağız.

Her gün biraz daha takatı azalan vücudumuz, başımızı istilâ eden beyaz kıllar açık bir şekilde bir sona doğru gittiğimizi bizlere ihtar etmektedir. Çok gerilerde bıraktığımız gençlik yıllarımızı hatırladığımızda, vücud binamızın oldukça eskimiş olduğunu ve harabiyete yaklaştığını daha iyi anlayacağız.

Ama o uslanmaz nefis bizleri hep yanıltmaktadır. Bizleri gerçekler karşısında gülünç duruma düşürmektedir. Böylece anlıyoruz ki, bu dünyadaki en büyük meselemiz, bu azılı düşman olan nefsi ıslâh etmektir.

Sevgisi bütün hataların başı olan dünyaya yapışmakla çok büyük hata yaptığımızı bir gün anlayacağız mutlaka. Ümit edilir ki, iş işten geçmeden fani sevgilileri bırakma şuurunu kazanalım ve gerçek mahbublara dönme azmini gösterebilelim…

Bu vesile ile, geçtiğimiz günlerde Hakkın rahmetine kavuşan muhterem insan Cemil Zorlu Ağabeyime Allah’tan rahmet diliyorum. O gerçekten dünyaya ehemmiyet vermeyen bir çarıklı erkân-ı harp idi. Mütevazi, müstağni ve müşfik idi. İman ve Kur’ân dâvâsının ortalıkta az görünen mensuplarındandı. Mekânı Cennet olsun. Zorlu ailesine bir kere daha taziyetlerimi sunuyorum.

27.11.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Mehdilik hevesi



Piyasada "Mehdi heveskârları" o derece çoğaldı ki, ortalık adeta geçilmez oldu.

Sağdan say bir düzine, soldan say bir düzine... (Bu arada, ne bir tek Deccal'in varlığından söz eden var, ne de Süfyandan. Varsa yoksa illâ Mehdi...)

Sayıları düzineleri geçen bu adamların herbirisi için de "Ahirzaman Mehdisi" olduğunu iddia edenler, en azından böylesi bir beklenti içinde olanlar var.

Oysa, Ahirzaman Mehdisi bir tanedir. O da, bu işe heves etmekle, yahut iddiada bulunmakla olacak şey değil.

Mehdi'nin kim olacağı, tamamiyle İlâhî takdire bağlı. Kesbî çalışmalarla o makama çıkılmaz, o makam elde edilmez.

Risâle–i Nur'da açıkça izah edilen bu hakikate rağmen, bazıları aynı daire içinde zihinleri bulandırma metotları kullanarak, Mehdilik meselesini saptırmaya çalışıyor.

Hariç dairelerde avcılık yapsalar, o "sayyâd–ı bîinsaf"ın hiçbiri umurumuzda olmazdı.

Ama ne yazık ki, fikrî ve kalbî bulanıklığını getirip Risâle–i Nur'a bulaştırmaya çalıştırıyorlar; işte biz de bu sebeple aynı doğruları mükerreren hatırlatmak ihtiyacını hissetmekteyiz.

Hülâsa, Mehdi taslaklarının gönüllü (bir kısmı paralı) meddahlarını dinlediğimizde, çıkardıkları pahalı kitap veya broşürleri okuduğumuzda kat'î kanaatle şunu anlıyoruz ki:

1) Bunlar, Risâle–i Nur'daki ilgili bahisleri maalesef anlamamışlar. Bazısı da zaten anlamak istemiyor, çünkü maksatları "üzüm yemek" değil; münakaşa çıkarmak, kargaşa meydana getirmek istiyorlar.

2) Bunlar, Risâle–i Nur'daki "hikmet–i ipham" hakikatinden bihaber oldukları gibi, aynı zincirin devamı ve temel halkaları olan "sırr–ı teklif ve imtihan" hakikatinden de bir hayli uzak duruyorlar.

3) Üstad Bediüzzaman'ın "Risâle–i Nur bu meseleyi halletmiştir. Mehdi meselesini medar–ı bahsetmeyin, üzerinde başkalarıyla münakaşa etmeyin: Zira, o takdirde ehl–i dünya taarruz, ehl–i diyanet de itiraz etmeye başlar" yönündeki mesaj ve tavsiyelerine rağmen, bir kısım kendini bilmezler, bu Mehdi meselesini münakaşa zeminine çekmeyi en büyük marifet zannediyor. Alâmet–i fârikaları gibi, en büyük sermayeleri de "hikmet–i ipham" perdesi altındaki bu meseleyi kurcalamak olmuştur.

4) Bunlar, merhum Hasan Feyzi'nin bir mektubunda (E.L. s, 75) silsile–i siyâdet ve şerâfete bağlı olarak gördüğü Üstad Bediüzzaman için sarf ettiği "Üstad'ım, bir hikmete binaen hakikî hüviyet ve milliyetini setr ve ihfâ ediyor" sözündeki sırrı da anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Çünkü, işlerine gelmiyor da ondan.

Bunlara daha başka maddeleri de eklemek mümkün. Ama bu kadarı bile maksadı hasıl etmeye kâfi gelir.

Son olarak bir noktayı daha hatırlatmakta fayda görüyoruz. O da şu: Bilerek, yahut bilmeyerek olsun, kafaları karıştırmak, zihinleri bulandırmak isteyenler her zaman için ortalıkta bulunabilir. Onlar da, kendilerince bir vazifeyi ifaya çalışıyorlar.

Bu, aslında çok da büyütülecek, yahut mühimsenecek bir mesele değil... Asıl önemli mesele, Risâle–i Nur'daki "hikmet perdesi"yle örülü izahları bilmek ve o izahlar istikametinde ihlâsını, sadâkatini, i'tidalini hiç bozmadan, hiç sarsılmadan, hatta en ufak bir tereddüde dahi kapılmadan hizmetine aynen devam edebilmektir.

Zira, bir Nur Talebesinin Risâle–i Nur'daki bu meseleyle alâkalı hakikatli izahları haricinde ne bir arayışı vardır, ne de bir beklentisi.

Tek dileğimiz, hariçten herhangi bir arayış, yahut beklenti içinde olanların, Nur Talebelerini bu konuda rahatsız etmemeleri.

Fark

Fikir ve dayatma

Fikir ve dayatma arasındaki farkın en yakın, en çarpıcı bir misâlini "Kemalizm"i eleştiren Prof. Yayla ile ona karşı linç kampanyası başlatan cephenin tutumunda görmek mümkün.

Prof. Yayla'nın yaptığı şey, elbette ve hiç şüphesiz ki, eleştiri çerçevesinde kalan bir fikir yürütme hadisesidir.

Onun karşısına geçip cephe alanlar ise, yine hiç şüphesiz ki, fikirden nasipsiz bir "dayatma silâhı"yla amel ediyorlar. "Hurra!" diye insafsızca yükleniyorlar.

Neyse, bu çamur daha çok su kaldırır. En iyisi, biz şöyle bir "Çat, pat, küt!" üçgeni ile kısa keserek bitirelim.

Çat: Doğrusunu söylemek gerekirse, işte budur Kemalizm ve işte böyledir Kemalistler.

Pat: Ayrıca, böylesi bir dayatmanın "gerilemeye tekabül" edip etmediğini varın siz tahayyül edin.

Küt: Prof. Yayla'yı konuşmacı olarak dâvet eden AKP'lilerin, zoru görünce "dostunu satma" tavrını sergilemesi, onların nasıl bir karakter yapısına sahip olduğunu göstermiş oluyor.

KİTAP

"Al götür, oku getir" sistemi

Elbistan'dan gönderilen üç sayfalık dolu dolu bir mektup var elimizde. Şevk ve gayret hissini coşturan bir mektup. Barla Kitabevinden arkadaşımız Abdülkadir Şahin yazıp göndermiş.

Burada kitabevine bağlı olarak halka açık bir kütüphane kurulmuş. İsmi de "Al Götür, Oku Getir Kütüphanesi" diye konulmuş.

İsminden de anlaşıldığı gibi, orijinal bir buluş ve harikulâde bir sistem... Bu sisteme göre, vatandaş hiç ücret ödemeden, hiçbir harcama yapmadan istediği kitabı emaneten alabiliyor.

Tabiî, okuduktan sonra tekrar getirip iade etmek kaydı şartıyla...

Ayrıca, isteyen kütüphanede de oturup istediği kitabı okuyabilir.

Bunda asıl ve yegâne maksat şudur: Parası olsun olmasın, yetek ki herkes kitap okuyabilsin...

Doğrusu, bu durumda hiç kimsenin "Kitap alamıyorum, okuyamıyorum" diye bir bahanesi kalmıyor.

Bu sistem, aynı zamanda Kur'ân'daki ilk İlâhî buyruk olan "Oku!" hakikatine de hakkıyla hizmet ediyor.

Söz konusu mektupta, yaşanmış birçok hadise de misal olarak zikrediliyor. Hemen her gün, her yaştan insanlar gelip bu kütüphaneden dilediğince istifade ediyor.

İlme ve okumaya hizmet yolunda atılan ve büyük fedakârlık isteyen hamiyetli bir adımdır bu. Bu hizmete emeği geçenleri tebrik ederken, benzer çalışmaların başka mahallerde de yayınlaştırılarak devam etmesini diliyoruz.

Günün Tarihi

Sinan'ın en ihtişamlı eseri: Selimiye Camii

27 Kasım 1575: Edirne'de inşaası tamamlanan Selimiye Camii, büyük bir merasimle ibadete açıldı.

Bu muhteşem cami, Kànunî Sultan Süleyman'ın oğlu Sultan II. Selim tarafından Mimar Sinan'a inşa ettirildi.

Mimar Sinan'ın "ustalık eserim" dediği bu ihtişamlı caminin, önce İstanbul'da inşa edilmesi düşünüldü. Ancak, daha sonraları fikir değiştirilerek, serhad şehri olan Edirne'de karar kılındı. Caminin yapımına 1568/69 yıllarında başlandı.

Mimar Sinan, Tezkiretül Bünyan (Binaların Kitabı) isimli eserinde, Sultan II. Selim'in şöyle buyurduğunu beyan eder: "Benim çokça sevdiğim Edirne şehrinde öyle bir cami inşa eyle kim, cihanda eşi benzeri olmaya."

Selimiye Camii, birçok yönüyle dünyada hakikaten eşsiz bir eser hüviyetini taşıyor.

27.11.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif sorular



Kocaeli’nden okuyucumuz: “1- Vaktiyle eşimle nikâhlanırken 100 veya 60 okka altın mehir olsun denmişti. Ben onu veremedim. Bu söz beni şimdi bağlar mı? 2- Ben karıma mehir olarak 15 milyar verdim, kabul etmedi. Mehir olarak öldükten sonra birisini vekâleten kendisi yerine hacca göndermemi veya çocukları büyüyüp evleninceye kadar benim evlenmememi istedi. Böyle mehir olur mu? 3- Şimdi tekrar oturup anlaşsak mehir yerine gelmiş olur mu? Vaktiyle verilen sözden caymış olur muyum?”

Yüz veya altmış okka altın çok yüksek bir değer olmakla beraber, mehir olarak elbette takdir edilebilir ve verilebilir. Fakat bunun sözde kaldığı, fiilen verilmediği anlaşılıyor. Gerçekleşmeyecek bir sözün neden verildiğini sormak lâzım önce. Verilen söz sorumluluk gerektirir.

Bu söz sizi bağlamış olsa bile, siz bu yüksek değeri veremediğinize göre, verebileceğiniz bir değer üzerinde yeniden eşinizle görüşün. 15 milyarı kabul etmemişse, ekonomik imkânlarınız nispetinde kabul edebileceği bir değere kadar arttırabilirsiniz. Mehir olarak öldükten sonra değil, o sağ iken ona vekâleten birisini veya mümkünse bizzat kendisini hacca gönderebilir veya götürebilirsiniz şüphesiz. Fakat karınızın sizin için evlenmeme şartı koyması makbul şart değildir. Böyle mehir olmaz. Sizin, mehir konusunu şimdi tekrar oturup, onun da razı olacağı şekilde konuşup, belirleyip, ödeyip helâlleşmenizde fayda var. Bunu yeterince geciktirmişsiniz. Mümkünse daha fazla geriye bırakmayın.

***

Bahattin Bey: “Mahkemede resmî olarak boşanmış karı-kocanın dinen tekrar evlenmesi nasıl gerçekleşir?”

Mahkemenin boşaması kocanın üç talak hakkından birini alır. Yani koca böylece bir boşama yapmış olur. Bir boşama hakkının kullanımından sonra, hemen ardından eğer barış sağlanmışsa, iki taraf eğer yeniden birleşmeye karar vermişse, birleşirler. Buna dinde engel yoktur. Resmiyette de—bildiğim kadarıyla—bir engel yoktur. Yeniden resmi nikâh yapıp evlenmek mümkündür.

***

Adapazarı’ndan Nejat Bey: “Kefaret orucuna başladım. Fakat 55. gün Kurban Bayramına rastlıyor. Kurban Bayramında oruç tutmak haram deniyor. Ben bilmeyerek başladım. On beş gün tuttum. Şimdi ne yapacağım?”

Kefaret orucu birbiri peşi sıra tutulan altmış bir günlük oruçtur. Bu süre ara verilmeden tutulur. Ara verilirse oruca yeniden başlamak gerekiyor. Çünkü hadiste “şehrayni mütetabiayni”1 tabiri vardır. Yani hadis iki ay orucun peş peşe tutulmasını emrediyor. Buna ara vermemek gerekiyor. Bu açıdan kefaret orucuna başlarken altmış bir gün hesap edilip orucun devamına engel bir durumun olup olmadığına bakılmalıdır. Kadınların âdet günleri bundan müstesnadır. Kadınlar âdet günlerinde bırakırlar, âdet günü bitince kaldıkları yerden devam ederler. Çünkü kadınlar için bu engel fıtridir. Fakat erkekler için böyle bir fıtrî engel söz konusu değildir.

Siz ise altmış bir günlük oruca hesap etmeden, bayrama rast geleceğini düşünmeden başlamışsınız. On beş gün de tutmuşsunuz. Bu durumda; kefaret orucuna bu gün burada ara verip, Kurban Bayramından sonra yeniden ve baştan başlamanız daha doğru olacaktır. Kurban Bayramında oruç tutmak haram olduğu için, oruca devam edip Kurban Bayramını oruçlu geçirmenizi tavsiye etmeyiz.

Bununla beraber, eğer devam edip bayramı oruçlu geçirmeyi göze alırsanız, kefareti ödemiş olursunuz. Fakat bu durumda, Allah’ın bayramında oruçlu olmanın günahından Allah’a affına sığınmanız gerekecek. Tercih sizin. Takdir Allah’ın. En iyisi biz, kul ile Allah arasına girmeyelim.

***

İzmir’den Ferhat Öğmen: “Hacda şeytan taşlamanın hükmü ve hikmeti nedir? ‘O kadar insanlar sıkıntı çekiyorlar, ölüyorlar. Yapılmasa olmaz mı?’ diye soranlar var. Buna nasıl cevap vermeliyiz?”

Hacda şeytan taşlamak vaciptir. İlleti emirdir. Hikmeti nefislere musallat olan şeytandan Allah’a sığınmaktır. Yapılmasa cezayı gerektirir. Bunu kul kaldıramaz. Kulun emir kaldırma yetkisi yoktur. Kul emre uyar. İnsanların sıkıntı çekmeleri ve ölümlere maruz kalmalarının sebebi şeytan taşlamak değil; bu alanda insan dolaşımının sağlıklı yürümesini ve bu bölgede hacıların sağlıklı hizmet almalarını sağlamaktan aciz kalan beşerdir. Beşer kendi acziyetine yanmalı, Allah’ın emrini sağlıklı olarak yapabilir kudreti göstermeli, o bölgeye gerekli ve yeterli hizmeti getirmekten imtina etmemelidir.

Dipnotlar: 1- Buhari, Savm 29, 31, Hibe 20, Nafakât 13, Edeb 68, 95, Kefaretu’l- Eymân 3, 4, Hudud 26; Müslim, Sıyâm 81, (1111); Muvatta, Sıyâm 28, (1, 296, 297); Ebu Davud, Savm 37, (2390, 2391, 2392, 2393); Tirmizî, Savm 28, (724).

27.11.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Voltaire’i linç etmeden önce



Ankara’nın çalışkan, üreten gazetecilerinden biri Tacettin Ural.

Muhabirlik, haber müdürlüğü, Ankara Temsilciliği gibi görevlerde bulunmuş, haberin mutfağında da, istihbarat masasında da, yazar olarak kitapların sayfalarında da yer almış bir imza.

Acarkent Villaları ile yaşanan orman talanını gündeme getiren Çevre Bakanı Osman Pepe’ye vuramayanlar danışmanını hedef almış.

Tacettin Ural ne yapmış?

Kitap yazmış.

Birikimli bir gazeteciye yakışan da eser vermek değil mi?

Ural, kitabının adını da “Papa Bir Puttur” koymuş.

Ancak mal bulmuş mağribi gibi kitabın üzerine atlayanlar, Tacettin Ural’ın, kitabı aracılığıyla Papa’ya put dediğini ima etmişler. Ancak kitabın kapağını kaldırsalar, “Papa bir puttur” sözünün ünlü Fransız düşünür Voltaire olduğunu göreceklerdi.

500 yıl önce ettiği bir sözden dolayı düşünür Voltaire’i bile linç eden bir marazi kafa yapısı.

Bu satırları Tacettin Ural’ın papalık müessesesi ve Vatikan’a bakış açısını paylaşmayan biri olarak yazıyorum bunları.

Dinler konusunda yazarken, ne denli batıl bir din olursa olsun saygılı bir ifade kullanılmasını, bu tarzın o dinin mensuplarına bir saygı olmanın ötesinde kendi dinine hürmetin de bir gereği olduğuna inanıyorum.

Ancak yazdı, okudu, konuştu diye birilerinin hedef tahtası olmasına isyan ediyorum.

Hele hele linç mantığı...

Atilla Yayla konuşmalı, Tacettin Ural yazmalı.

Ancak Tacettin Ural kitap yazmak yerine ormanı talan edip, villalar yaptırsa, böyle bir saldırıya uğrayacak mıydı, orası belli değil.

İktidar hırsı uğruna, ‘Rejim elden gidiyor’ diyenleri de, irtica geliyor vaveylasıyla ortalığı yıkanları da çok gördü bu ülke.

Ancak hedefi iyice büyüttüler.

Bu kez yolsuzlukları, hırsızlıkları örtme uğruna Papa’yı bile bu işe alet ettiler.

Türkiye’nin sorunu ne Tacettin Ural’ın yazdığı kitapta, ne Papa’da yatıyor.

Türkiye’nin sorunu bu zihniyette yatıyor.

Beceriksiz siyasetçinin rejimi kullanmasına, talancı hırsızın laikliğin arkasına sığınmasına prim verdiğimiz sürece, kutsal değerlerin hastalıklı ruhlar, müflis insanlar tarafından kullanılmasına mani olamıyoruz.

Bakın Cumhuriyet tarihinde üçüncü kez bir Papa Türkiye Cumhuriyetini ziyaret edecek.

Diğer iki Papa’nın İslâm dünyası ile diyalogdan yana olmalarına karşın, 16. Benedikt tehlikeli bir Papa.

Medeniyetler çatışmasını gerçekleştirmeye inanmış, “Derin Avrupa”nın liderlerinden biri. Ülkemize de İslâm dünyası ile bir diyalog zemini oluşturmak için değil, Ortadoks ve Katolik kiliseleri arasındaki diyaloğu tesis etmek amacıyla geliyor.

Zaten Peygamberimiz hakkında sarf ettiği çirkin sözler sebebiyle de tehlikeli bir dinî önder.

Ancak medeniyetler çatışmasına sarılanların Kabil’den Paris’e, Bağdat’tan Londra’ya kadar dünyayı getirdikleri nokta ortadayken, buna karşı Medeniyetler İttifakı tezi ile ortaya çıkan Türkiye’nin insanlık adına Papa’ya vermesi gereken mesajlar olabilir. Hatta olmalı da...

AKP iktidarının, Saadet Partisi ve Millî Gazete’nin bu işi istismar edeceği kaygısıyla Papa’dan köşe bucak kaçmak yerine, insanlığın sesi olma misyonunu üstlenmeleri daha yararlı olabilirdi.

Bazı sözler tarihe bazı sözler insanlığın vicdanına emanet edilmeli. Papa’nın Türkiye’den başka bir İslâm ülkesine gitmesi söz konusu olamayacağına göre, bu mesaj Türkiye’de ve bizim yöneticilerimiz tarafından verilmeliydi.

Müslüman misafirperverliğini yansıtan bir konukseverlikle karşıladığımız Papa’ya sadece Müslümanlardan duyabileceği mesajları, alabileceği dersleri bu vesile ile vermeliydik.

AKP hükümeti, seçim meydanlarında aleyhine kullanılacağı şeklindeki sığ hesaplar uğruna bu fırsatı kullanamadı.

Papa olayı sadece günlük haber malzemesi olarak kalırken Türkiye neyle meşgul? Ecevit’in cenazesinden solda ittifak çıkarma hesapları, CHP- MHP ittifakı, Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkışının önlenmesi...

Bunlar bizim yarım asırlık bir gündemimiz. Hiç olmazsa, birkaç günlüğüne ara verebilmeliydik bunlara.

Yarın Papa’yı Çankaya Köşkünde misafir edecek olan Cumhurbaşkanı Sezer de bir din devleti olan Vatikan’ın devlet başkanı sıfatıyla Papa’yı ağırlarken, Türkiye adına yaptığı ayrımcılığı vicdanının terazisine vurabilmeliydi.

Hırslarımız uğruna 500 yıl önceki bir sözünden dolayı Voltair’i bile linç ederken, önce Atilla Yayla’ya, sonra Tacettin Ural’a yapılanın bir düşünce soykırımı olduğu gerçeğini göz ardı etmeyelim. Ve soralım: Sıra kimde?

27.11.2006

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Fikir gazetesi



Gazeteler; yayın dünyasında aldıkları pozisyon, varoluş gayeleri ve üstlendikleri misyonlara göre kabaca bir tasnifle iki kısma ayrılırlar: 1. Fikir gazeteleri, 2. Bulvar (magazin) gazeteleri. Birinci kısım gazeteler hedefledikleri dâvâ ve ideal edindikleri dünya görüşleri doğrultusunda yayın yapar, haber, yazı ve yorumlarında yayın prensiplerinden taviz vermeden doğru bildiklerini okuyucusuyla paylaşırlar. Her şeyin ihtisaslaştığı bu gazetelerde köşe yazarları ve yorumcular da her konuda değil, uzmanlık alanları ile ilgili konular üzerinde kalem oynatır, görüş bildirirler.

Türkiye’de bu tasnif farklılaşmış, pekçoğu birbirinin taklidi magazin basını, bizzat kurucularının itiraflarıyla fikri öldürmek amaçlı yayınlanır olmuştur. Hürriyet ve Günaydın gazetelerinin eski sahiplerinden Sedat Simavi ile Necip Fazıl arasında geçtiği rivayet edilen bir polemik bunun ispatıdır. Anlatıldığına göre Necip Fazıl’ı çok ideolojik yayın yapmakla suçlayan Simavi “Öyle bir gazete çıkaracağım ki” der, “Kadıköy’den vapura binen okuyucu Karaköy’e indiğinde gazeteyi bitirmiş olacak.”

Maalesef bu gerçek olmuş, okunan değil, bakılıp bir kenara bırakılan gazeteler basın dünyamızı işgal etmiştir. Fikir gazetesi iddiasındaki pekçok günlük yayın organı Batıdaki bulvar gazetelerini bile geride bırakacak bir yayın anlayışını sürdürmektedir. Okuyucunun kültür seviyesini yükseltmek, kamuoyu oluşturmak, olaylar hakkında doğru bilgilendirmek yerine, seviyenin gittikçe düşmesine ve müptezelleşmeye hizmet eden bir yayın anlayışı yüzünden gazete tirajları yıllar geçse de artmamaktadır.

Yeni Asya’nın yeri

Tavizsiz çizgisiyle, Babıali’de bulunduğu 37 yılda saygın bir yer edinen Yeni Asya ise kendisini fikir gazeteleri arasında konumlandırmakta ve gazeteciliği Hakka hizmet için yapmaktadır. Taşıdığı misyon ve ayırd edici vasfı olan demokrat anlayışı itibarıyla—paylaşmasa da—her fikrin hiçbir baskıya maruz bırakılmadan ifade edilebilmesinden, fikre fikirle karşılık verilmesinden yanadır.

Yayın hayatı boyunda aldığı tavır, attığı cesur manşetler düşünce ve inanç hürriyetinin korunması adınadır. Bu uğurda çok bedeller ödemiş, sıkıntı ve baskılara maruz kalmış olsa da, dik duruşu dikkatli gözlerden kaçmamakta ve takdir edilmektedir.

Yeni Asya da bazı refikleri gibi gündemin ağır, kesif, dokunanı yaktığı bir ortamda ‘hayatın içinden’ konuları manşetine taşıyıp, avamî tabirle topu taca atabilir. Ama o böyle yapmayıp, şimşekleri üstüne çekme pahasına, doğru ve hak bildiğini söyleyip, ‘suya sabuna’ dokunmakta tereddüt etmiyor.

Sonuna yaklaştığımız 2006’dan örnek verecek olursak, bu yıl içinde gündem oluşturan Danıştay saldırısı, İsmail Ağa cinayeti, irtica tartışmaları, terör, TMK, 301. madde, askerin çıkışları, AB sürecindeki duraklama, demokratikleşme gibi konularda, Risâle-i Nur’dan aldığımız ölçülere dayanan ilkeli, tutarlı, yapıcı ve dengeli yayınlarımızla Yeni Asya farkını ortaya koyduk. Eleştiriyi hakarete vardıracak bir üslûp ve dil kullanmaktan sakındık.

Geçtiğimiz bir haftada ise manşetlerimiz yine fikir ağırlıklı idi. Hasan Hüseyin Kemal başarılı bir röportaja daha imza attı ve akademisyen Mümtaz’er Türköne ile görüştü. Bazı güç odaklarının yersiz ve korku ve vehimlerle ülkeyi germeye çalıştığı bir ortamda, Türköne’nin söyledikleri önemliydi. Bunu “Laiklik silâhla korunmaz” başlığıyla manşetimize taşıdık.

Daha sonra Türkiye, örnekleri sıkça yaşanan bir fikir lincine şahit oldu. Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Atilla Yayla, AKP’nin düzenlediği bir panelde yaptığı konuşma dolayısıyla sözlü ve yazılı saldırıya maruz kaldı. “Kemalizm gerilemeye tekabül eder” dediği için lince tabi tutulan Yayla’ya ilk olarak Yeni Asya sahip çıktı. Hafta boyu, yorum ve manşetleri ile fikre yapılan saldırıyı kınadı. Ankara Haber Müdürümüz Kemal Benek de Yayla ile sıcağı sıcağına konuştu. Yine, TESEV tarafından yaptırılan ve halkın genelinin yasakçılar gibi düşünmediğini gösteren “Din, toplum ve siyaset” anketinden çıkan “İrtica tehlikesi yok” sonucunu manşetimize taşıdık. Sosyal yapıyı da ihmal etmeden, Çocuk Hakları Gününde “Çocuklarımızı kurtaralım” çığlığı Yeni Asya farkıyla manşetimizde yer buldu.

Bizi takibe devam etmenizi diliyoruz.

Hepinize hayırlı haftalar...

27.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Türko'lardan Osmani'lere...



Belçika’da bir Türk köyünün varlığından haberdarız. Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde emsalleri bulunuyor. Her nasılsa Türklerden yardım görmüş bu insanlar köylerine şükran ve minnet ifadesi olarak Türk ismi vermişler. Osmanlı ile birlikte Batı’da Türk köylerinin yükseldiğini görüyoruz. Osmanlı ki nazım bir rol oynayan denge devleti olarak kâh onun, kâh bunun imdadına yetişmiş ve dengeyi sağlamış. Sözgelimi Françesko’yu İngilizlere karşı himaye etmiştir. Ve ilginçtir, 19. yüzyılda Osmanlı hasta bir adam olmasına rağmen Afrika’daki insanların yardımına koşmuştur. Sudan, Eritre, Mısır ve Somali gibi ülkelerde binlerce ve hatta yüz binlerce kişi asıllarının Türk olduğunu iddia ediyor. Sudan’da Gazi Selâhaddin gibi bakanları ve cumhurbaşkanı yardımcıları var. Bunların bir kısmıyla tanışıklığımız oldu. Dolayısıyla Tonybee gibilerinden nakledilen söz doğrudur: Türk tarihi yazılmadan dünya tarihi yazılamaz. Türk tarihi ise o kadar dallı budaklı ki onun tarihini yazmak da dünya tarihini yazmakla eşdeğerdir.

Yine 19’uncu yüzyılda Osmanlı topraklarından kopup gidenler Latin dünyasında el Türko rüzgârları estirmişler. Küba lideri Castro’nun bile bu topraklardan; İstanbul’dan giden bir Musevinin torunu olduğunu biliyoruz. Bu anlamda Carlos Menem gibi Castro da Latin dünyasının bir başka el Turko’sudur. Amerikalılar nasıl Avrupa kökenli ise Latinler de en azından bir kısmı itibarıyla Osmanlı kökenlidir. Bangladeş ziyaretimizde de gördüğümüz gibi Bangladeş’in hem maddî, hem manevî kurucuları, fatihleri alperenlerdir. Manevî fütuhatı Horasan erenleri yaparken, fizikî futuhatı da Türkistan’lı bahadır Muhammed Bahtiyar Kilci yapmıştır.

***

Dünyada sayılı cennetler vardır. Bizde de ‘cennet yurdum’ ifadesi vardır. Yurtlar cennetten kopmuş parçalardır. O mânâda Araplar Endülüs için ‘el firdevsu’l mefkud’ yani ‘Kayıp cennet/firdevs’ derler. Hakikaten de öyledir. Buna mukabil, Keşmir’in adı da Cennet vadisidir. Yeşillikleriyle güzellikleriyle Keşmir de öyledir. Daha önceki Keşmir seyahatimizde Abdurreşid Turabi ile görüşmüştük. Kendisinin gazetemizi ziyaret ettiği gün Cihan Haber Ajansında da yine Keşmirle ilgili ilginç ve ilginç olduğu kadar bizi ilgilendiren bir haber yer aldı. İkisinin bir araya gelmesi tevafuk. Hatta önce haberin onların gezisiyle irtibatlı olabileceğini sanmıştım. Değilmiş. Ama haberde Azad Keşmir olarak bilinen bölgenin başkenti olan Muzafferabad’ın Muzaffer Han adlı bir Türk tarafından kurulduğunu öğreniyoruz. Eşeledikçe altından Türk unsuru çıkıyor. Rusça bir atasözü de tam bu anlama geliyor: Bir Rus’u keseleseniz altından Tatar çıkar. Zira mezalim ve baskı dönemlerinde milyonlarca Tatar zorla Ruslaştırılmış. Bundan dolayı da arz ettiğimiz söz darb-ı mesel olmuş. Cihan Haber Ajansının haberinden de Belçika’daki Türk köyleri gibi Himalaya havzasında da Türk köylerinin varlığını öğreniyoruz. Bu köylerin varlığını, bu köyleri daha önce ziyaret etmiş bulunan İHH yetkilisi Hüseyin Oruç Bey de teyid ediyor, doğruluyor.

***

Latin Amerika’nın el Turko’ları varsa Himalayaların da Osmani’leri var. ‘Himalayaların eteklerinde Türk köyleri’ başlıklı haberde, bizim kayıp kabilemiz olan bu kadim Osmanlılar şöyle tasvir ediliyor: “Pakistan’ın kontrolünde bulunan Keşmir’in sarp dağlarında Osmanlı İmparatorluğu döneminden günümüze kadar ayakta kalmayı başaran çok sayıda Türk köyü, zorluklar içerisinde hayatlarını idame ettiriyor. Keşmirli Türklerin tamamı Osmanlı Devleti’nin yardımlarından dolayı ‘Osmanî’ soyadlarını kullanıyor. Türklerin Hicrî 3. asırdan itibaren İslâm dinini kabul etmesinin ardından Sufi ve din adamları öncülüğünde kabileler halinde Horasan bölgesinden Hint yarımadasına geldikleri biliniyor. Tarihteki ilk Türk-İslâm Devleti olarak kabul edilen Gazneliler’in kurucusu Gazneli Mahmut bu bölgeye 17 kez sefer düzenleyerek Hint kıt'asının Müslümanlaşmasında önemli bir rol oynamış. Hint kıt'asındaki Türkler Gazneliler zamanında şehirler kurarak bölgeye yerleşmiş. Günümüzde yoğunlukla Himalayaların eteklerine dağılmış küçük köylerde varlıklarını sürdürüyor. Bölgede Keşmir ya da Pakistan Türkleri olarak biliniyor. Kendi aralarında konuştukları bozulmuş Türkçeleri var ancak konuşma dili olarak Urducayı tercih ediyor. Bu köylerde yaşayan Türklerin tamamı ‘Osmanî’ soyadını kullanıyor. Bu soyadı Sultan 2. Abdülhamid Han zamanında yapılan yardımlar ve kurulan ilişkiler ve Osmanlı Devletine bağlılıkları nedeni ile kullanıyor. Pakistan Keşmir’inde zor şartlar altında yaşayan Türk köyleri 2005 Pakistan depreminden en fazla etkilenenlerden. Bir çok köyde haritadan silinecek kadar can kaybı yaşanmış. Aileler birbirinden ayrılmış ve zaten ağır olan hayat şartları daha da ağırlaşmış. Köylerin tamamı dağlık olması nedeniyle ziraat yapılamıyor birçok köyün hâlâ karayolu bağlantısı bile yok.

Himalayaların eteklerinde bu şartlarda varlıklarını devam ettiren Türk asıllı olduklarını övünerek söyleyen Türk köylüleri, bir dernek etrafında birleşmiş. 1976 yılında kurulan ve hâlâ faaliyetlerine devam eden Azad Keşmir Türk Kalkındırma Derneği sayesinde seslerini duyurmaya çalışıyor. Bu derneğin bastırmış olduğu kitapta Keşmir’de yaşayan köylülerin hangi ailenin nerede yaşadığı ve Keşmir’e nasıl geldikleri hakkında bilgiler yer alıyor. Keşmirli bir çok aile, soy ağaçlarını Emir Timur’a dayandırıyor...” Bu köylerin bir kısmı Muzafferabad yakınlarında diğerleri de Gori adlı bir kasabanın yamaçlarında bulunuyor. Dünyayı keşfettikçe karşımıza eski-yeni Türkler çıkıyor. Kayıp kabileler sadece Musevilere has değil. Hindistan’da demek ki bizim de kayıp kabilelerimiz varmış. Tarihî arkeoloji bize bunu gösteriyor.

27.11.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Kemalizm ideoloji mi?



Liberal Düşünce Topluluğunun beyin takımından Prof. Dr. Atilla Yayla, kamuoyunun hürriyetçi ve liberal düşünceleriyle tanıdığı bir ilim ve düşünce insanı.

Prof. Dr. Mustafa Erdoğan ile birlikte “demokrat ikili” olarak gördüğüm bir çizgileri ve kendi perspektiflerinde iddiaları var.

Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde, evrensel değerlerin genişleme hacmi oldukça fazla bir açılımın temsilcileri olarak katı ve resmî ideolojiyi sorgulaya geldiler. Bu konuda sivil toplum bilinci, bireyin öncelikleri, devlet aygıtının hayatımızdaki yeri, Batı demokrasileri ve özgürlüklerin beşerî ihtiyacı karşılama zarureti, vb. konularda gerek yayın, konuşma ve gerekse proje grubu olarak çalışıyorlar.

“Din” eksenine oturtulmadıkları için “irtica” ithamına maruz kalmayan ve günlük yaşantıları itibariyle “çağdaş yaşam” standartlarını taşıdıkları için bazı çevrelerce “mazur görülebilir” kabul edildiler.

Ne de olsa “şeriat” talepleri yoktu. Çağdaş yaşıyorlardı. Modern insanlardı. Batının değerlerine sahiptiler. Bir masada ortak davranışı zorlayacak bir “muhafazakârlık” içinde değillerdi.

Bütün bunlar beraberlik için yeterli iken, sorgulamaya ve toplumsal taleplere duyarlı olmaları laik kesimin sindirim sistemine ağır geldi. Bu ağırlık mideye indi.

Adı geçen kişilere “dinci”, “bölücü”, “milliyetçi” ya da “gerici” gibi yaftalarla izole etmek imkânları da olmadı.

Gençler ve merkezin statüko kanadında yer alan sağ-sol eksenli bir çok insan bu topluluğun “yumuşatıcı ve rahatlatıcı” mesajlarından dolaylı olarak etkilendi.

Darbelerin ütülediği zihinler eski günlerine dönmesine karşılık yeni kuşak ütülenmemeyi öğrendi. Böylece Türkiye’de “komünist, şeriatçı, aşırı milliyetçi, bölücü” gibi tehdit algılamalarının içine yeni bir grup daha girdi: Liberaller.

Herkesi ve her şeyi tehlike gören ve hazım kapasitesini tüketmiş malûm çevreler, bu günlerde Atilla Yayla üzerinden yeni bir vaveylanın hırçınlığı içindeler.

Yayla Hoca için bir bardak suda fırtına koparanların takıntısı ne?

Efendim; AKP’nin İzmir Gençlik kollarının dâvetlisi olarak katıldığı programda demiş ki, “Kemalizm ilerlemeden çok gerilemeye tekabül eder.”

Tam da milleti yıllardır gericilikle itham edenlere tekabül edecek mukabil bir söz.

Yani “Gericilik” ile “Kemalizm” bağlantısı.

Mütekabiliyet prensibine uyumun iki ögesi iddiasında bulunmuş.

Dahası Kemalizm bir ideoloji mi?

Bir gruba göre “evet,” bir gruba göre “tartışılır,” bir gruba göre ise “hayır,”

Sahi Kemalizm bir ideoloji mi?

Kendisi bir “orijin” mi? Yoksa bir kopya mı?

Doğrusu hoş bir tartışma.

Atilla Hoca üzerinden cami hocalarından sonra üniversite hocaları da hedef alındıysa, birilerinin bilimle problemi var demektir.

Türkiye, müzakereyi ve yakın tarihi sorgulamayı öğrenme sürecine girdi.

İsimler, resimler ve olaylar üzerindeki sis perdeleri kalktıkça, tartışma zemini zaman zaman tansiyonu yükseltse de “müsademe-i efkârdan barika-i hakikat” çıkacaktır.

Fikrî tartışmaya ve hakikatin berraklığını bulmaya herkes hazır olmalı.

Sonuçta farklı ve makul düşünenler mutlu olacaktır.

27.11.2006

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Hizmetin dünyaya ve mânâya yönelişi



Dünyanın önümüzdeki döneminde ön plana çıkacak olan farklılık iletişimin kavramlar ve kelimeler alanından çok duygular alanına kayması olacaktır. Duygular ise zaman ve mekan sınırlılığını önemli ölçüde aşmış fonksiyonlardır. Bu algılandığında olabilirler ve olamazlar hakkındaki hükümler önemli ölçüde değişecek ve yeni bir dünya ve varlık algısı insanlığa hakim olacaktır. Maddî dünyaya sınırlı bakış açılarının idrak edemeyeceği şekilde varlıklar ve olaylar arasında zaman ve mekan ötesi bağlantılar gözlenmktedir. Bu bağlantılar aynı zamanda yaşamamaış ve aynı mekanı paylaşmayan fertler arasında çok güçlü bağlar oluşturmuş ve aynı gaye etrafında halka olmalarının zemini olmuştur. Bu aslında derinliğine incelendiğinde fertler arsı çok güçlü bir iletişim ve birliktelik ya da ortak gaye zeminidir. Bu irtibat alanı asırlar sonra yaşayan insanları Hazret-i Muhammed(a.s.m.) ile aynı gaye etrafında biraraya getirecek ve “Bedr’in arslanları” ile aynı duyguları paylaştıracak çok farklı bir irtibat alamıdır. Duygudan duyguya ve bilinçaltından bilinçaltına olan bu iletişim asırlar öncesinden bu zamana duaların ve bu zamanın insanlarının kalplerinde asırlar öncesinde yaşamış olanlara yüreğin en derinlerinde samimi bir sevginin zemini olabilir.

Hayatın en önemli gayesi anlamlandırılabilmesi olmalı. Bu açıdan bakıldığında her işleyiş, her kıpırdanış ayrı bir önem kazanıyor. Çevremizde cereyan eden oluşlar, yani kainat ya da kevnler, varlıklar alemi sürekli bir şeyler anlatma çabası içinde. Şimşeğin çakışında, yağmurun sağnak sağnak inişinde, rüzgarın uğultusunda, dağların görüntüsünde, kısacası varlık aleminde ne var ve hangi işleyiş varsa hepsinde pek çok anlamlar yüklü ve her haliyle bir şeyler anlatmak istediklerini ifade ediyorlar.

İnsanın yeryüzüne gönderilmesinde ve varlık aleminin yaratılmasında gözetilen temel maksadın sonsuz bir güzelliğin varlıklar şeklinde ifade edilmesi ve şuur boyutunda yansıtılması sırrı olduğu yine varlık ve şuur arası iletişimden anlaşılmaktadır. Bu anlamda ferdin ve ferdin de bir parçası olarak içinde var olduğunu algıladığı varlığın anlamlandırılması ve yine bu ikili bağlantının temel meyvesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu cümleden olarak tarihin farklı dönemlerinde farklı varlık algıları ve kimlik tanımları ortaya çıkmıştır.

Tarihi boyunca insanlık, varlık alemini ve kendi benliğini anlamak ve anlamlandırmak konumunda ve çevresindeki işleyişlerle iletişim halindedir. Varlık alemi ile ilgili farklı zamanlarda ortaya konan farklı yaklaşımlar insan hayatı ile ilgi her şeyi ve doğal olarak kendi canlılığı, hayatı ve sağlığı ile ilgili problemleri çok yakından etkilemektedir. Kendini algılama şekli varlığı algılama şeklini ve varlığı algılama şekli bedeni ile ilgili problemleri algılama şeklini etkileyecektir.

On dokuzuncu yüzyılın ön planda tutulan felsefi yaklaşımları pozitivizm, determinizm, sekülerleşme gibi kavramların etrafında şekillenmiştir. Bu çerçevede algılan bir varlık aleminde bilim mutlak hükümranlığını kurmuş ve her şeyin şekillenmesindeki temel güç olarak algılanmıştır. Sanayi ve teknolojideki baş döndürücü gelişmeler ve bilimin varlığa mutlak anlamda hükmedebileceği intibaını veren uygulamalar bilimin tahtını iyice sağlamlaştırmıştır. Artık varlık, maddi plana sınırlı ve analitik yaklaşım içinde parçalara ayrılmış ve her parçanın kendi iç bütünlüğü dışında parçalar arası bağlantının göz önüne alınmadığı bir tarzda algılanır olmuştur. Pozitivist düşüncenin bu güçlü gelişi daha önceki dönemlerin bilgi birikimini bir anda silip atıvermiş ve kendi tanımladığı varlık dünyasını tanımları ile uyuşmayan geçmiş dönemlere ait bilgileri değişik suçlamalarla reddetmiştir. Bilim o kadar kendinden emin ve analiz ederek parçalara ayırarak tanımladığı madde konusundaki bilgilere o kadar güvenmektedir ki, artık son noktaya geldiği düşünülmüştür. Bu güçlü rüzgar yirminci yüzyılda da etkilerini belirgin şekilde hissettirmekle birlikte bu yüzyılın başlarından itibaren pozitivist bakışın ve bilimsellik adı altında maddi aleme ve laboratuara sınırlı varlık anlayışının tahtı sarsılmaya başlamıştır. Fiziğin geldiği yeni noktada her an yeni bir değişimin gerçekleştiği hiçbir şeyin kararlı ve bütünden bağımsız olamadığı bir varlık anlayışı atom içi alemin keşfi ile maddi dünya anlayışını sarsmıştır. Parçaların bütünü meydana getirdiği düşüncesi yerini her bir parçanın ayrı bir bütün olduğu düşüncesine bırakmıştır. Her bütün, bütünlerin toplamı içinde yine onlarla da bütünleşerek yer almaktadır. Çok küçük zaman dilimlerinde çok hızlı değişimlerin yaşandığı, her şeyin her şeyle irtibatlı olduğu ve bu irtibatın akıl almaz ölçülerde kısa zaman dilimleri içinde kurulduğu yeni varlık tablosu kaos, belirsizlikler şeklinde ifade edilen kavramları alemimize taşımıştır. Artık varlığın bütünü sebep-sonuç ilişkileri kurularak geleceğin belirlendiği determinist yaklaşımdan çok uzaklaşmıştır. Bilimin kendine aşırı güvenen bir eda ile “olmaz” ya da “olur” şeklinde ortaya koyduğu hükümlerden pek çoğunun bir anlamı kalmamıştır. Bilinemezlikler, belirsizlikler, ihtimaller daha ön plana çıkmış ve yeni dönemin varlık algısı köklü değişikliklere Bütün bu değişikliklerden sonra artık yeni dönem duyguların çağı olacak gibidir. Katı bir madde algısı ve etrafında şekillenmiş madddi alem tanımı artık daha kuşatıcı, esnek ve şeffaf yaklaşımlara dönüşecek ve manevi değerler, inanmak yükselen değerler olacak gibidir.

Artık maddenin anlamı algılar alanının dışına taşmış ve maddeye yönelen insanlık şahs-ı manevisi anlamını daha derinlerde keşfetme arayışı doğurmuştur. Bu da dünyanın geleceğinde dinin yükselen değer olacağının çok önemli bir işareti olmalıdır. Son Haşir Sempozyumu artık dini kavramlar ve manevi değerler etrafında bütünleşecek insanlığın ve bu bütünleşme sürecinin mozaiğinin Risale-i Nur olacağının çok önemli bir müjdesi olmalıdır. Artık nur talebeleri günlük olaylardan ve dünya siyasetinden daha derinlere yönelip alt alanda güçlendirilmiş manevi yaklaşımlarla dünyaya ışık tutma arayışı içine girmelidir. Artık tabakalaşma sürecine giren beşerin daha derinlerde ve manevi alanda yani duyguların ve manaların alanında çalışmalarına çok büyük ihtiyaç var. Bu artık hedef ve dünyaya yönelik maksatlarda bir bütünleşme ve ortak tezler üretmeyi gerekli kılmaktadır. Nur talebelerinin nurani alandaki ittifakı dünya barışının ve manevi değerlerin yükseldiği bir dünyanın çok güçlü bir duası olacaktır. Kainat kitabındaki veriler de nur talebeleri üzerinde böyle bir fıtri vazife olduğunu ve fıtratın gereğinin bu olduğunu ortaya koymaktadır. Bu noktada, nur talebeleri ve nura gönül verenler yeni bir durum değerlendirmesi yapmalı ve zamanın omuzlarına yüklediği vazifenin yeni yorumu ile hizmetlerin planı ve stratejik yaklaşımlar belirlenmelidir. Bu durumda maddi alan ve siyasi zeminden çok mana alanına ve Kur’ani değerlere ve Risale-i Nur’un acz, fakr, şefkat ve tefekkür alanına bir kayma olacaktır.

27.11.2006

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Şükran günü, ‘kara Cuma’ ve tatil



Geçtiğimiz Perşembe gecesi, Amerika’da ve bazı Avrupa ülkelerinde “şükran günü” olarak kutlandı. Önceden hazırlıklar yapıldı, hindiler alındı, kabaklı turtalar hazır edildi. Evler balonlar ile süslendi. Hemen her Amerikalı, akraba ve dostlarına şükran günü münasebetiyle tebrik kartları gönderdi. Çünkü ailecek yenecek şükran günü yemeği çok özel bir anlam ifade ediyordu. Neydi bu şükran gününün tarihçesi?

Thanksgiving, adı üstünde şükretmekten gelen bir anlam taşır. İlk olarak İngiliz kolonisi Virjinya tarafından 1619 yılında kutlanan bu gün, 1817’de New York’ta resmî kutlama günü ilân edilir. 19. yüzyıl boyunca da Amerika’nın diğer eyaletlerinde kabul görür. 1863 yılında ise Abraham Lincoln Thanksgiving’i her yıl Kasım ayının son Perşembesi kutlanmak üzere resmî bayram ilân eder. (Yalnızca Kanada’da her yıl Ekim ayının ikinci Pazartesi kutlanır) Thanksgiving Day’in diğer anlamı da “Harvest festival,” yani Hasat Şöleni’dir. Ektiklerini biçen çiftçiler, ellerini boş bırakmayana şükranlarını iletirler. Bu gelenek Amerika’ya ilk gelen göçmenler tarafından getirilmiştir ve Amerika’da Avrupa’ya göre çok daha büyük bir gün haline gelmiştir.

Şükran günü münasebetiyle okullar ve iş yerleri Perşembe ve Cuma günü tatil edilir. Ertesi gün Black Friday “kara Cuma” olarak adlandırılır. Bu günün özelliği ise, çılgınlar gibi alış veriş yapmaktır.

Büyük mağazalar, günler öncesinden promosyon kuponlarını hazırlar ve ev adreslerine postalar. Üstüne üstlük, reklâm afişleri ve indirimler, ihtiyacı olmayanı bile can evinden vurup alış veriş yapmaya iter.

Fiyatlar ise son derece şaşırtıcı bir hal alır. $250’a bile lap top satıldığına göre varın gerisini siz düşünün. İşte bu yüzden kimse pişman olmak istemez ve gece yarısından itibaren mağaza önlerinde kuyruğa girerler (yani Allah’a şükrettikten hemen sonra, koştur koştur mağaza talan etmeye).

Yüzlerce kişilik kuyrukta insanlar sabah 5’te açılan mağazalar önünde soğuğa aldırmadan bekler ve sonunda kapılar açılır. Büyük bir ordu düşman üstüne nasıl bir hırsla yürürse aynen öyle yürürler, ucuzlamış ürünleri raflardan döke saça, birbirlerini ite kaka toplamak için.

Kasa önünde saatlerce süren bir bekleyiş. Ama bütün bunlara aldırmayan, istediğini hatta istediğinden de fazlasını elde etmiş (sırf almak için almış) gülüşü var yüzlerde. Doymak bilmez insanoğlu, kasa önünde hesap ödemeyi beklerken ve sepetinde onlarca şey dururken, etraftakilerin sepetine ve ellerindekilere bakakalır. “Eyvahhh! Bak şu adamın elindekini görmedim, sen bekle kasada, ben bi koşu alıp geleyim…!”

Biz Müslümanların da çok iyi bildiği gibi, “şükür” imanın ve tevhidin en büyük gereğidir. İnanan insan, Allah’ı anmak için, yer, mekân ve zaman tanımayan bir ruh haleti taşımalıdır. Tefekkür ile başlayan bu süreci, kendi ruhsal tekâmülü içinde eritmeli, başkalaşmayı gün be gün tazelenerek sürdürmelidir. Önemli olan devamlılık ilkesine sadık kalmak, yaşayışımızda tutarlılık göstermektir. Şükrün ardından israf etmek de bize yakışmaz.

• Bundan sonra, (artık) şükredesiniz diye sizi bağışladık. (Bakara Sûresi, 52.)

27.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004