Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Edepsiz edipler



Meşhur bir sözdür:

"Edipler edepli olmalı!"

Kendini yazar veya edebiyatçı sananlar, köşeleri nasıl kullanıyorlar bir bakalım:

Tuncay Özkan (KanalTürk) Hakan Aygün'e:

"Cumhuriyet'ten çıkan Hakan var ya, karşıma çıkmasın. Yakaladığım yerde onu döveceğim."

Ahmet Hakan'a:

"Devşirilmiş, takkeli bir liboş olarak ne geldiği yeri, ne de bugün bulunduğu yeri hazmedebiliyor. Ahmet Hakan kim ki bir tanımlamada bulunacak. Beni konuşturursa, kendisi ile ilgili söyleyecek çok şeyim olur. Terbiyesizlik, densizlik ediyor.Kalem erbabı "edepsiz" olursa, okuyucu ne yapsın?

Ya onlar gibi olacak yahut yazılarını okumayacak!

Bu insanlar memleket kurtaracağız diye yırtınıyor...

Önce "dil"ini kurtarsın!

Son söz:

Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz.

NE İŞ OLSA YAPARIM ABİ

Hiç aklınıza geldi mi?

Dünyada kaç çeşit meslek var?

Biz de bilmiyorduk, aklımıza düşürdüler.

Efendim, aerodinamikçi, telefon kumanda tesisi operatörü, cerrahi cihaz tamircisi… şahmerdan işçiliğinden çay tadımcılığına… Terzilikten, kasaba kadar tanımlanmış 42 bin çeşit meslek varmış.

Ya Türkiye'de?

Henüz 500 bin civarında meslek tanımlanmış.

Dahası, Türkiye İş Kurumu Samsun İl Müdürü Tahsin Bayar, Türkiye'de pek çok mesleğin henüz daha tanımlamadığından dertli.

Neden?

Çünkü, ülkemizde pek çok meslek bir kişi tarafından aynı anda yapılıyormuş. Yani uzmanlık yok. Bu da hem kaliteyi düşürüyor, hem de maliyeti arttırıyor.

Demek ülkemiz insanı işsiz kaldığında doğru söylüyormuş:

"Ne iş olsa yaparım abi!"

...noktalama...

ABD'de şişmanlık pahalıya patlıyormuş. Düşünebiliyor musunuz adamlar yılda 100 milyar dolar harcıyor...

ABD'liler obezitenin sırf tedavisi için 8 ayda 22 milyon YTL harcamış.

Adamlar hem dünyayı yiyorlar, hem de zayıflamak için dünyanın parasını ödüyor!

Adalet mi bu?

ELEKTRİK ÇARPSIN!

Elektriğe zam yoldaymış.

Zaten,

İnsanları elektrik değil...

Fatura çarpar!

İNTERNET EVLİLİKLERİ

İnternet evlilikleri kısa sürüyormuş.

Chat odalarından ne beklenir ki?

Yalanlarla kurulmuş bir dünyada, yalanın mumu yatsıya kadar yanar!

17.12.2006

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Bugün Şeb-i Arus...



Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin, (Hicrî 672, Miladî 17 Aralık 1273 akşamında) batan güneşle –adeta- yarışarak gözden kaybolup, fenâ âleminden bekâ âlemine göçünün 733. yıldönümünü idrak ediyoruz bugün.

Sağlığında iken ölümünü “Şeb-i Arûs-Düğün Günü” olarak kabullenen Mevlânâ’nın, UNESCO kararıyla bugünden itibaren 1 yıl boyunca bütün dünyada anılacak olması ne kadar sevindirici ise; yurt içinde ve dışında bu konuda ciddî hiçbir adım atıldığını duyamayışımız ise o kadar üzücü.

Bu arada, fırsattan istifade edip, “Mevlânâ” adının ardına gizlenen ve kendi özel amaçlarını yaymaya çalışanların üst üste kitaplar yayınladıklarına da dikkatleri çekmek isterim. “Mevlânâ’yı çarpıttılar”, Mevlânâ’ya hakaret/iftira” gibi saldırılar yapacak olanlara şimdiden haber vereyim istedim. Böyle konularla uğraşacaklarına, Mevlânâ’nın lâyıkıyla anılması, anlaşılması için kolları sıvasınlar!

Mevlânâ konusunda en geniş çalışma yapanlardan Abdülbaki Gölpınarlı Hocanın, “Mevlânâ Âdâb Ve Erkânı” isimli eserinin sunuşuna kulak vererek, o gönül açıcının ruhuna birer fatiha yollayalım: “Mevlevîlik, yedi asra yakın bir müddet, üç kıt’ada hüküm süren Osmanoğulları’nın geniş ve feyizli topraklarında, İslâm medeniyetini temsil etmiş, kendi estetik ve teknik şartları dâhilinde, medeniyet âleminde silinmez izler bırakmış, mensub olduğu ekolün en muhteşem musîki eserlerini vermiş, en ünlü şairlerini yetiştirmiş, en ince el san’atlarını ibdâ’ etmiş, sırasına göre en mistik eserleri ortaya koymuş, sırasına göre en insanî duyguları besleyip geliştirmiş, en hür düşünceleri dile getirmiş, taassuba göğüs germiş, yaşayışa, ilâhî olduğu kadar da beşeri bir zevk katmıştır. Mevlevîlik, öyle bir pota ki, oraya atılan hammadde, orada, istidâdına en uygun inkişafı bulmuştur. Mevlevîlik, öyle bir hava ki o havaya düşen zerre, ya güneşlere ışık salar bir hâl almış…”

Mustafa Miyasoğlu 60 yaşında

Daha önce bir vesîleyle, Mustafa Miyasoğlu Ağabeyin, kalem hayatımda özel bir yeri olduğunu paylaşmıştım sizlerle…

İşte o Mustafa Ağabeyim, geçtiğimiz Ağustos ayında 60. yaşını idrak etti… Bu takvim rakamı aynı zamanda, yazı hayatında da 40. yıla tekâbül ediyor…

Ben de bu gerçeklerden hareketle, Mustafa Ağabeyimin san’atta 40, yaşantıda da 60. takvim yılını edebî bir ortamda paylaşalım istedim. Öncelikle Sarmaşık Kültür Dergisi’nin 10. sayısında kendisine özel bir bölüm ayırdık. Ortaya kitaplık çapta bir metin çıktı ki… Mustafa Ağabey hakkında yazmak isteyip de yazamayanları ve dergi boyutunu düşünerek kısa yazanları da düşünürsek, olabileceğin 5’de biri kadarının olduğunu söylemek de abartı olmaz…

Bir vefâ örneği gösteren hemşehrilerinin, Kayseri’de yayınlanmakta olan Berceste Dergisi’nin 52. sayısında “Mustafa Miyasoğlu Dosyası” yaptıklarını da hatırlatmak isterim.

Elbette Mustafa Miyasoğlu gibi çok yönlü bir kültür adamının adına dosyalar yayınlamakla yetinmek yeterli değil. Onun için 23 Aralık Cumartesi günü saat 13.00- 16.00 saatleri arasında Beyoğlu Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi Tiyatro Salonu’nda bir de özel program düzenledik. Sarmaşık Kültür Evi olarak düzenlediğimiz bu toplantıda öncelikle Mustafa Miyasoğlu Ağabeyin edebî kişiliği, romancı yönü, kültür adamlığı, eğitimciliği, fikir adamlığı gibi özelliklerine dikkat çekmek üzere bir panel düzenlendi. Tarafımdan yönetilecek panelin konuşmacıları ise; Prof. Dr. İskender Pala, Doç. Dr. M. Mehdi Ergüzel, Dr. Necmettin Turinay, İhsan Işık ve Mustafa ağabeyin romanları üzerine tez hazırlayan Hayati Koca olacaklar. Program, Mustafa ağabeyin şiirlerinden bestelenmiş örneklerin de sunulacağı Fırat Kızıltuğ konseriyle sona erecek. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin katkısıyla gerçekleşecek olan bu programın, Şubat ayı içinde Ankara’da, Nisan ayında ise Mustafa Ağabeyin doğum yeri de olan Kayseri’de de tekrarı hedefimiz… İnşallah başarabiliriz sanıyorum. Kalemine kuvvet Mustafa Ağabey…

Veee, TRT’de “Nobel” skandalı!

Malûmunuz, artık bir de Nobel’imiz var… Ve bu Nobel etrafında keskin ayrılıklarımız da… Nobel’i ve alanı göklere çıkaranlar kadar yerin dibine batırmak isteyenler ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar… Her ayrı düşünmede yaşadığımız gibi gerçekler ve fikrî kırıntılara bile tahammül etmeden hem de!

İşte bu hengâmede, daha önceki programlarında da olduğu gibi TRT-1’de yayınlanmakta olan “Sınırlar Arasında” programıyla –sadece- izleyenlerin düşünce ufkunu genişletmeye çalışan Banu Avar hedef tahtasına oturtuldu. Orhan Pamuk’un İsveç’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü alışının ertesi akşamında TRT-1’deki “Sınırlar Arasında” programında, Nobel Ödülü’nün tarihçesi dikkatlere sunuldu… İsveç sokaklarında yapılan röportajlara da yer verilen programda, Orhan Pamuk adını duyup duymadıkları da soruldu İsveçlilere, İsveç tarihinden bazı dilimler de… Medyada özetlendiği biçimiyle, Banu Avar’ın sunduğu, “Sınırlar Arasında” programında şu görüşler paylaşıldı izleyenlerle:

“ *Nobel ve benzeri uluslar arası ödüller ABD eski başkanlarından Ronald Reagan’ın kurguladığı gizli bir planlamayla ve ABD’nin küresel kültür emperyalizmine hizmet’ amacıyla verilmekte, ödül alanlar bu amaçlarla kendi ülke ve bölgelerinde kullanılmaktadır.

* Ödülü reddeden yazar Jean Paul Sartre Cezayir asıllıdır.

* Pamuk kendi millî kimliğini reddettiği için bu ödülü almıştır.”

İşte asıl ilginçlik de burada yaşandı ve olayın üzerinden daha 24 saat geçmeden medyamızdan ilginç çıkışlar başladı… “Çıkış” deyişim kibarlığımdan… Yoksa yazılanlar, yaptırılan haberler alenen çift yönlü ispiyondu… Hem TRT’ye, hem savcılara! Ve başka konularda çifte sağır olanlar bu konuda son derece acul davranıp hemen programın tekrarını yayından çıkardılar… Programın tamamının yayından kaldırılmasına da kesin gözüyle bakılıyor…

Kendilerine ve kendileri gibi düşünenlere lâzım olduğunda “özgürlükçü”, “her fikre saygılı” görünenlerin, başkalarından bu taleplerde bulunanların da Banu Avar’a saldırması ve linçe katılması ilginç, manidâr…

Hafta içindeki manşetimizi hatırlayın yeter!

Buyurun Orhan Pamuk’un röntgeni!

Kitaplarını baştan sona okuyabilenlerin bile “zorlandım” diyebildiği Nobel’li yazarımız Orhan Pamuk’u ve eserlerinin röntgenini en kestirmeden, Prof Dr. İlber Ortaylı hoca çekivermiş…

Önceki hafta Adana Seyhan’da düzenlenen bir konferansta konuşma yapan Prof. Dr. İlber Ortaylı Hoca, bir dinleyicinin Pamuk’la ilgili sorusu üzerine bakın ne demiş: “Kaleme aldığı bir eserde şöyle bir ifade geçiyor: ‘İmam ikindi namazı saatinde caminin balkonuna çıkarak ikindi ezanını okudu.’

Bu toplumun gerçeklerini, inançlarını bilen her insan bilir ki, bir kere namazın saati olmaz, vakti olur. Saat ayrı, vakit ayrı bir kavramdır. Camilerde balkon yoktur, minarenin şerefesi vardır. Ezanı da imam okumaz, müezzin okur, o da şerefeye çıkmaz, içeriden okur. Bu örnekle de sabittir ki kişiler kendi içinden çıktıkları toplumu bilmeden bir şeyler yapmaya çalıştıklarında doğru şeyler yapmazlar, yapamazlar.”

17.12.2006

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Ay yükseldiği yerde parlar



Mevlâna, edebiyatımızın ve düşünce dünyamızın mehtabıydı.

San’at, ilk defa onunla tanıdı aşkın ışık hâlindeki in’ikasını. Şiir, ateşin şulelerini onun manzumelerinde gördü ve edebiyat onun terennümü sayesinde tebessüm etti.

Işık, şevk ve cezbenin insicamından müteşekkil o nûrânî parlaklık gözlere gülümseyip gönülleri aydınlatmaya başlamadan önce, âlem insan eli ile kana bulanan karanlık bir zamanda yaşıyordu.

O mehtap, 1207 yılının karışık ve kasvetli günlerinden birinde Belh’te doğdu. Padişah sarayından çoban çadırına kadar her mü’minin evinde her zaman ibadet iştiyakıyla icra edilen güzel bir âdet, o gün orada da huşu içinde yaşandı.

Annesi Mü’mine Hatunun müjdesi üzerine babası Bahaeddin Veled iki rekât şükür namazı kıldıktan sonra çocuğun sağ kulağına ezanla birlikte Muhammed adını, sol kulağına da okuduğu kametin ardından Celâleddin ismini fısıldadı.

Böylece, hilkatinden beri ruhlar âleminde ruhanî bir hayat yaşayan ışık endamlı ve sevimli bir ruh daha dünyaya gelip cesedine bürünmüş olarak yeni hayatına başladı.

Ailesinin hassasiyetine çevresindeki insanların itinası da eklenince Celâleddin mükemmel bir eğitim gördü ve daha beş yaşına gelmeden yetişkin insan hâlleri yaşamaya başladı.

Bir gün babasına, yalnız olduğu zamanlarda emsâlini hiçbir yerde görmediği nur yüzlü insanların yanına gelip kendisine çok farklı şeyler öğrettiklerini söyleyince evliyaullahın, oğluna gayb âlemini anlattıklarını anlayan babası çok sevindi ve Celâleddin’i “Hüdavendigâr” lâkabı ile çağırmaya başladı.

Harzem Sultanının, halkın kendisine gösterdiği ilgiden rahatsız olduğunu izhar etmesi üzerine “Yüce sultanımıza arz ederiz ki, bu fâni cihanın tâc ü tahtı ancak padişahlar içindir. Bize asker, hazine, saltanat gerekmez. Göç ise ancak gönül ehli ve Allah mahbubu dervişler olan bizlere yaraşır. İzin verilsin, gönül hoşluğu ile sefere çıkacağız” diyerek 1212 yılında ailesini ve bazı talebelerini de yanına alarak Belh’ten ayrıldı.

Göç kafilesinin ilk durağı Nişabur oldu. Onları karşılayan büyük mutasavvıf Feridüddin Attar henüz altı, yedi yaşlarında olan Celâleddin’e yakın ilgi gösterip Esrarnâme adlı mesnevîsini hediye etti. Uğurlarken de “Sübhanallah, bir derya bir ırmağın peşine düşmüş, gidiyor” diyerek takdir hislerini dile getirdi.

Göç güzergâhı üzerinde bulunan Bağdat’ta ve diğer konaklama merkezlerinde de zamanın meşhur âlimleri ile tanıştırılıp hepsinden itibar gören Mevlânâ, ruhunda hissettiği coşkun akışı mısralara dökmeye başladı:

“Her gün bir yerden göçmek ne iyi

Her gün bir yere konmak ne güzel

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş”

Bu coşkun akış ancak Mukaddes topraklarda sükûnet buldu. Aile büyükleri hac vazifelerini ifa ederken Mevlânâ “Peygamberimizin güzellik bağının bir köşesinde na’t söyleyen bir bülbül” hâlet-i ruhiyesine girerek şevkli anlar yaşadı.

Hicaz’dan sonra İslâmın ilk fetih ordularının gittiği yolu takip ederek önce Kudüs’e ardından Şam’a gelen kafile, her konaklama yerinde ilim ve zikir meclislerini ziyaret ederek Halep, Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri ve Niğde üzerinden Karaman’a geldi.

Şehri dolaşıp halkın hâlini gördükten sonra orada hizmet edebileceğine inanan Bahâeddin Veled, Karaman’da kalmaya karar verdi. Adına yaptırılan medresede halkı teskin, tenvir ve irşat çalışmalarına başladı. Yedi yıl gibi kısa bir zaman içinde Karaman’ı, devrin meşhur ilim, san’at merkezlerinden biri hâline getirdi.

Bu arada yirmi yaşlarına gelen ve ilim, edebiyat, tasavvuf, felsefe, san’at sahalarında hızla temayüz eden Celâleddin, bu çalışmaların yanı sıra o zamana kadar yazılmış Arapça ve Farsça birçok kitabı okudu, Yunanca’yı ve Lâtince’yi de öğrendi.

Bu sırada önce hanımı Mü’mine Hatun, ardından da büyük oğlu Muhammed Alâeddin’in vefatları, Bahâeddin Veled’i derin bir üzüntüye düşürdü ise de Celâleddin ve Gevher Hatunun izdivacından doğan Sultan Veled ve Alâeddin Muhammed onu biraz olsun tesellî etti.

Ne vefatların üzüntüsü, ne doğumların sevinci, Karaman’da devam eden hizmetleri engellemedi. Bu gayretli çalışma neticesinde yaşanan inkişaf çevre illere de yayılmaya başladı.

Devletin ancak din, ilim ve san’atla ayakta durabileceğini çok iyi bilen Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad, devrin meşhur âlim, şair, san’atkâr ve mutasavvıflarını Konya’ya toplayıp bu idare merkezini bir ilim ve kültür deryası hâline getirmesine rağmen, Karaman’a kadar gelen Sultanü’l-Ulemâyı Konya’ya getirmemişti ama yine de sık sık devlet erkânından elçiler göndererek dâvete devam ediyordu.

Karaman’da çalışmalarının hedefine ulaştığını, ahalinin toprağa yerleşip sahip çıktığını, onları irşat ve gerektiğinde ikaz edecek kadar da âlim ve fâzıl insanın yetiştiğini gören Bahâeddin Veled, hizmet ve faaliyetlerini daha da genişletmek maksadıyla Alâeddin Keykubad’ın dâvetini kabul ederek Konya’ya hareket etti.

Bahâeddin Veled ve kafilesini teşkil eden gönül fedaileri de öyle bir kuvvete sahip oldukları için Belh’ten Konya’ya pek çok hükümdar, sultan, bey, eşraf tarafından alıkonulmak istenmesine rağmen oralarda kalmadılar ve gönül rızası için Konya’ya kadar geldiler.

Onun gelişini kendisi ve şehir için bir şeref sayan Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad ve saray heyeti, Sultanü’l-Ulemâyı şehrin dışında karşıladı. Sultan, atına bile binmedi ve onunla beraber şehre girdi.

“Bu dünyada ne kimseye uymuşluğumuz var

Ne şu atlas kubbe altında ev kurmuşluğumuz”

Bu mısralarla da ifade edildiği gibi şahsı için kimseden bir şey istemeyen bu insanları memnun etmenin yolu, şahıslarına verilecek şeyleri millet için istemelerinde idi.

Onun için, mutantan bir şekilde karşılanmasına ve her yerde olduğu gibi emrine saraylar tahsis edilmesine rağmen, Âlimler Sultanı yine eski âdetine riayet etti ve Altun-Abâ medresesine yerleşti.

Sahalarında deryalaşan bilgileri ile Konya’yı ummana çeviren âlimler, şairler, mutasavvıflar, san’atkârlar ve devlet ricâli, hiçbir büyüklük ve kibir hissi duymadan, Sultanü’l-Ulemânın etrafında toplandılar.

“Pek acayip bir şey bu:

Bir şehirde padişah bir tane olurdu,

Gökyüzünde ay bir tane.

Bu şehir padişahlarla dolu,

Gökyüzü aylarla, zuhallerle”

Mevlânâ’nın bu teşbihlerinde de ifadesini bulduğu gibi Konya, yalnız Anadolu’nun veya İslâm âleminin değil bütün cihanın gıpta ettiği bir ilim merkezi hâline geldi.

Bu merkezde Celâleddin, Arapça, Farsça ve Lâtince kaynaklar okuyup devrin meşhur âlimlerinden ders alırken, Bahâeddin Veled de camilerde vaaz edip medreselerde dersler vererek irşat vazifesine devam etti.

Sultanü’l-Ulemâ Bahâeddin Veled, Konya’da iki yıl kadar bu şekilde hizmet ettikten sonra 1231 yılında Hakkın rahmetine kavuştu ve devlet adamları, âlimler, şairler, dervişler ve halktan müteşekkil kalabalığın iştirak ettiği bir merasimle defnedildi.

Aradan geçen zaman içinde, ateş böceğinden güneşe kadar gördüğü her parlaklıktan ışık içen, ilim öğrenen, fikir alan Mevlânâ, babasının vefatı ile hiç beklemediği bir anda binlerce insanın, etrafında toplanarak kendisinden ışık, şevk ve feyiz beklediğini görünce şaşırdı.

Çünkü o hep öğrenmeye alışmıştı. Daha gönlünde ummanlar dolusu bilgiyi alacak kadar boşlukların olduğunu hissediyordu. Kendisi dolmadan başkasını irşat etmeye çalışmanın, hizmeti istenilen hedefe ulaştıramayacağını düşünerek Karaman’a çekilerek hummalı bir şekilde çalışma içine girdi.

Bahâeddin Veled’in Konya’da başsız kalan binlerce talebesi ve müridi, sadakatle onun dönmesini beklerken, Âlimler Sultanının Belh’te bıraktığı talebesi Burhaneddin Muhakkik, gaybî bir emirle vazifelendirilmişçesine Horasan’dan Konya’ya geldi.

O sırada Celâleddin hâlâ Karaman’da idi. Burhaneddin Muhakkik onu Konya’ya çağırdı ve imtihan etti. Onun bütün ilimlerde erişilemez bir mükemmelliğe ulaştığını fakat hakikat ilminde biraz noksan olduğunu anlayınca, bir müddet Konya’da kalarak onu o sahada da yetiştirdi.

İlmi, İlâhî bir gaye için öğrenen her insan gibi onda da öğrenme azmi bitmiyor, anlatıldıkça daha fazlasını istiyordu. Her şeyi tam olarak öğrendiğine kanaat getirmeden de başkalarına faydalı olmak, çevresinde toplananları irşat etmek gibi bir çaba göstermiyordu.

Kendisi orada oldukça Mevlânâ’nın irşat vazifesine başlamayacağını anlayan Burhaneddin Muhakkik, ona hakikat ilminde de icazet verdikten sonra hizmetin mesuliyetini kendi üzerine almasını sağlamak için Konya’dan ayrıldı ve gerektiğinde yardım etmek maksadıyla Kayseri’ye yerleşti.

Onca insanı eğitme vazifesinin ağırlığını bir anda omuzlarında hisseden Mevlânâ, cemaatin manevî ihtiyaçlarını karşılayıp müşküllerini halletmesine rağmen, kendisini bu makama lâyık görmeyerek ilim öğrenmek için Şam’a ve Halep’e gitti.

Orada bulunan birçok âlimden dört sene kadar ders aldı. Tefsir, hadis, fıkıh, mantık, meânî, usûl, edebiyat, matematik, tıp ve fen gibi dinî ve fennî ilimleri öğrenip kitaba, sünnete uygun ibadet âdâbını bütün incelikleri ile kavrayarak mütekâmil bir mürşit oldu.

Şam’dan dönerken önce Kayseri’ye uğrayıp hocası Burhaneddin Muhakkik’i ziyaret ederek çalışmalarını anlattı, onun duâ ve himmetlerini aldıktan sonra Konya’ya geldi.

Bu sırada Celâleddin’in genç hanımı Gevher Hatun vefat etti. Bu hadisenin teessürü, içinde hayatı boyunca varlığını hissedeceği bir yara açmakla beraber, her İslâm mütefekkiri gibi o da şahsî acıları yüzünden hizmet şevkini bozmadı ve iştiyakla çalışmaya başladı.

Bu azim ve kararlılık onu da, Konya’yı da çok çabuk değiştirdi. Onun gelişi ile birlikte medreseler hareketlendi, camiler canlandı, tekkelerin ve zaviyelerin sayıları da müdavimleri de arttı.

Mevlânâ’nın rehberliğinde dinî, fikrî, ilmî, içtimaî sahalarda sağlanan bu hareketlenme, dünyevî işlerde de kendisini gösterince Konya’da, iki cihanı da ihata eden yepyeni bir hayat yaşanmaya başlandı.

Böylece, Horasan diyarında doğan ve hızla yükselen bu ay, doğduğu yerler kararmasına rağmen geldi; Anadolu’yu içine düştüğü karanlıktan kurtardı ve gönülleri mehtap parlaklığıyla aydınlattı.

Çünkü ay, doğduğu yerde değil yükseldiği yerde parlar.

17.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Dünyanın en mutlu insanları



Elin ayağın yerinde, gözün görüyor, kulağın işitiyor, aklın çalışıyorsa kralların hazinelerinden daha çok zenginliğe sahipsin demektir. Dünya hazineleri elinde olsa, sözünü ettiğimiz zenginliklerden mahrum iseniz dünya tümüyle sizin olmuş kaç para eder?

Zamanın sayılı zenginlerinden olan Tolstoy, elde ettiklerinin çokluğuna rağmen, elde etmek istediklerinin sonsuzluğunu düşünüyor, bitmeyen bu arzu ve isteklerinin tümüne ulaşmanın imkânsızlığını biliyor,—çünkü insanın ihtiyaçları sonsuzdur. Birini elde eder, diğeri çıkar—mutluluğun sırrını şöyle yakaladığını söylüyor: “Mutluluğum belki de şundan ileri geliyor: Bende olanlara seviniyor, olmayanların da üzerine düşmüyorum.”

İnsanların en mutluları hiç şüphesiz Sahabîlerdir. Onlar en kıt imkânlar, hatta imkânsızlıklar içinde mutlu olabilmesini bilmişlerdi. İcabında aç açık kalıyor, karnını doyuracak bir lokma ekmek dahi bulamıyor, gün oluyordu ki aç susuz yatıyor, gün geliyor savaşta yiyecekleri tükendiği için ağaç yapraklarını yiyor ve bundan dolayı dudakları yaralanıyordu.1

Resûlullahın (asm) mescidinde kendilerine tahsis edilen Suffa’da kalan, bütün meseleleri ilim öğrenmek olan Ashab-ı Suffa’nın izar denilen belden aşağısını örten bir tek parça elbiseleri vardı. Bir kısmı omuzundan aşağıya uzanan ve ancak avret yerlerini örtecek kadar giyeceklere sahipti.2

Onlar bütün bunlara rağmen dünyanın en mutlu insanlarıydı. Bütün hedefleri de Allah’ın rızasına ulaşmak için koşmaktı.

Ama gün gelecek, o dönemler çok çok geride kalacak, dinî duygular zayıflayacak, insanların yeme-içme ve hayattan lezzet almaya çalışmaktan başka bir düşünceleri kalmayacaktı. Hadis-i şerifte belirtildiği gibi, “Onların yiyip içmekten başka meseleleri olmayacak. Bu yüzden şişmanlık görülmeye başlanacak”tı.3

Zenginleri de bir başkaydı Sahabenin. Birgün Cebrail gelmiş, Allah Resûlüne (asm), günün sayılı zenginlerinden olan Abdurrahman bin Avf’a mal ve mülkünün zihnini meşgul etmemesi için nasıl davranması gerektiğini bildirmişti. Misafir ağırlayacak, yoksul, kimsesiz ve ihtiyaç sahiplerine yardım edecekti. Bu, sıkıntılarına da keffaret olacaktı.

O büyük insan birgün sofrada yemek yerlerken Hz. Hamza, Mus’ab bin Umeyr gibi şehit Sahabîlerin üzerlerini örtecek bir kefenleri dahi bulunmadığı o yokluk günlerini hatırlamış, sonraları gittikçe çoğalan servetini düşünüp “Ben, iyiliklerimin tamamının karşılığının dünyada verilmesi ve âhirete birşey kalmamasından korkuyorum” diyerek ağlamaktan yemek yiyememişti.4

İşte dünyanın en mutlu insanları!

Dipnotlar:

1- Müslim, Zühd: 14.

2- Buharî, Salât: 58.

3- Buharî, Şehadat: 9.

4- Tabakat, 3:93.

17.12.2006

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

“Yalan da var, hılaf da...”



Ne diyeyim, bugünleri de göreceğim varmış. Eskiler “Merd-i kıptî şecaat arz ederken, sirkatini söylermiş” yahut “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” türünden sözlerle karşılık verirmiş böylesi eleştirilere. Evet evet; bu ve benzeri sözler, olsa olsa ünlü(!) Mehmet Ali Erbil için söylenecek türden. Bana kalırsa, daha incesini bulmak için sözü Teyyo Pehlivan’a bırakmak lâzım. Şüphesiz, “Yalan da var, hılaf da” diyecektir safiyetle…

Mesele, Mehmet Ali Erbil’in, “kendince” halkın izleme seçimini, pek de san’atsal bir değeri olmayan Kanal 7’de çıkan “Fıkralarla Türkiye” programının yönünde kullanmasıymış. Sadece o kadar da değil; yine, ona göre Türkiye’nin sayılı büyük kanallarından olmayan birinin izlenmesi de yanlış bir şeymiş. Sormak lâzım: Kime göre büyük? Kime göre küçük? Ama şimdilik değil; çünkü hazretlerin bir de karşılaştırması varmış. Ekrana yeniden dönüş yapan Bir Demet Tiyatro’nun “Fıkralarla Türkiye” programından daha az izlenmesini garipsemiş. Ve bundan yola çıkarak, Türkiye’de san’at adına bir şey yapılamayacağını da engin(!) bilgisiyle ortaya koymuş. Dahası, bir de böyle bir seçim yapan millete de ancak soğan ve tuz verilmesi gerektiğini salık vermiş. Vay, vay vay…

Anlaşılan, meşhur “pantolon indirme” hadisesinden sonra hazret bir anda neyin san’at olacağını, neyin de olmayacağını iyice fark etmiş(!) Aslında toplum önünde bu denli genel ahlâka aykırı bir hareketin san’atın hangi ahlâkına sığacağını bu eleştirisinden önce dile getirseydi, tuzun yaralara birebir olduğunu, soğanın da utanç duygusundan yoksun olanların burunlarına yaklaştırıldığında hafif sızlamayı beraberinde getirdiğini anlayacağından, böyle bir şey de söylemezdi. Kaldı ki, Bir Demet Tiyatro’nun Fıkralarla Türkiye programıyla karşılaştırılması da abes. Eskiler buna kıyas-ı fâsid derler. Yani her biri kendi makamında ayrı bir değere sahip olan nesnelerin karşılaştırılması abes bir meşguliyetten öte değil. Bunun yanında, bir programda usta oyuncuların bulunması, o programın izlenmesini zorunlu kılmaz ki? Bir bakıma, sapla samanı karıştırmak gibi bir şey bu.

Peki nedir bu Fıkralarla Türkiye programı? Neyi anlatır? Erzurumlu Teyyo Pehlivan’ın maceraları ekseninde ekrana taşınan nedir? Fıkralarımız. Yani kültürümüz, edebiyatımız… Yapılan iş; gelenek, görenek, dünya görüşü, hayatı algılama biçimi gibi halkın ortak zekâsının ürünü ve bütünüyle kültür ve edebiyatımızın zengin bir birikimi olan fıkraların ekrana taşınması değil mi? Bizden olan, bizi anlatan; bizi bize, bizim dilimizle anlatan; çarpıklığı, yanlış düşünceyi, yalanı-dolanı “müstehcene” kaçmadan, “bel altı esprilerine” başvurmadan ince bir espri temeline dayanarak sosyal hayatta ortaya çıkan her türlü olumsuz durumları dile getiren fıkraları o kadar hor görmek, insanı çıktığı kabuğu beğenmeyen civciv durumuna düşürmez mi? Mehmet Ali Bey bilmez belki; bence böyle bir eleştiri yapması, ortak zekâdan beslenen mantık, akıl, bilgi ve seviyeliliğin ortaya koyduğu hazırcevaplılığa aklı ermediğindendir.

Bana kalırsa, bunca yıldır hep dile getirdiğim projelerden olan, kültür ve edebiyatımızın birikimini teşkil eden böylesi halk ürünlerini âdeta canlandırarak ekrana taşıyan Kanal 7 ve program ekibi, takdir edilecek bir çalışma yapmışlardır. Bu yüzden, Erbil misâli, “Ne oluyor Türkiye’ye?” deyip şaşkınlıkla eleştirmek yerine, halkın bu izleyişinin altındaki sebebe bakmak gerekir. Çünkü kim ne derse desin, hemen herkes san’at adına rezaletten öte bir şey yapmayan “kişilerin” yaptığını unutmak isterken, Teyyo Pehlivan’ın, “Bende yalan yok, hılaf da yok” deyişindeki masumiyeti diline pelesenk etmiş durumda bile.

Bir iki sivrisinek vızıltısının ne önemi var?

17.12.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Mevlânâ Celâleddin-i Rumî (ra)



Ömer Bey: “Mevlânâ Celâleddin-i Rumî kimdir? Tanıtır mısınız?”

Bu gün şeb-i arusunu, yani Hazret-i Mevlâ’ya kavuştuğu günün sene-i devriyesini idrak ettiğimiz Hazret-i Mevlânâ, 1207’de Belh’te doğdu, 1273’te Konya’da ebediyete göçtü. Soyu baba tarafından Hazret-i Ebû Bekir-i Sıddîk’a (ra) dayanır. Anne tarafından da seyyittir. İlk tahsilini babası Sultanü’l-Ulema Muhammed Bahaüddin Veled’den aldı.

Belh’ten babasıyla birlikte ayrıldığında beş yaşındaydı. Ailesiyle birlikte Nişâbûr, Bağdat, Hicaz, Şam ve Anadolu’nun muhtelif şehirlerine gitti. Nişâbur’da bulundukları sırada Feridüddin-i Attar hazretleri iltifat etti ve “Bu çocukta bir nur-u İlâhî var. İstidadı fevkalâde” diyerek meşhur eseri Mantıku’t-Tayr’ın bir nüshasını kendisine hediye etti. Şam’da bulunduğu sırada Muhyiddîn-i Arabî ile, Şeyh Sadeddin-i Hamevî ile, Osman Rûmî ile, Mevlânâ Kemâleddin bin Adîm ile görüştü ve bunlardan ders aldı.

Hazret-i Mevlânâ ailesiyle birlikte yedi sene Karaman’da ikamet etti. Fakat sonradan Konya hükümdarı Alaaddin Selçukî’nin daveti üzerine Konya’ya geldi ve buraya yerleşti.

Tefsir, Hadis, Fıkıh, Mantık, Usul, Meânî, Edebiyat, Matematik, Fen, Tıp gibi pek çok zahirî ilimleri okudu ve her birinde uzmanlaştı. Babasının ölümünden sonra ders okutmaya başladıysa da, manevî ve ledünnî ilimleri almak üzere babasının işaretiyle Seyyid Burhânetttin Tirmizî’nin nezdinde riyazete ve içsel mücâhedeye başladı. Seyyid Burhanettin Tirmizî’den dokuz sene manevî ilimler tahsil etti. Tasavvufta yüksek makamlara ulaştı. Kalben yükseldi; fakat akıl ayağını da bırakmadı.

Hocasının Kayseri’ye gitmesi üzerine Konya’da talebe yetiştirmeye başladı. Binlerce talebeye ilim öğretti.

Bu sıralarda Tebriz’de “Uçan Güneş” olarak anılan ve sahip olduğu yüksek manevî ilimleri verebileceği bir yüksek istidat arayışına çıkan büyük mutasavvıf Şems-i Tebrizî, gördüğü bir rüya üzerine Konya’ya gelmişti. Peşinde binlerce talebesiyle Celâleddin-i Rumî’yi burada gören Şems-i Tebrizî, aradığı zatın bu olup olmadığını anlamak için ona bir soru yöneltti. Dedi ki:

“Peygamber Efendimiz (asm), ‘Ben Allah’a her gün yetmiş defa tövbe ediyorum’ derken; onun ümmetinden bazıları, ‘O ridâmın (hırka) içindedir’ diyor. Bu nasıl olur? Ne demektir?”

Hazret-i Mevlânâ:

“Hazret-i Peygamber’in (asm) istidadı sonsuza doğru durmadan yükseliş içindedir. Allah katında her gün yetmiş kat yükseliyor ve her yükselişinde Allah’a tövbe ediyordu. Onu, ridâsının içinde görenlerse kabiliyetlerinin ‘sınırlılığını’ ve artık yükseliş kaydetmediklerini ilân ediyorlar. Yükselişin anahtarı tövbedir” diyor.

Aradığı istidadı bulduğundan emin olan Şems-i Tebrizî artık Hazret-i Mevlânâ’dan ayrılmıyor. Aylarca “manevî sohbet” asansöründe birlikte yükseliyorlar. Hazret-i Mevlânâ’nın ledün ilmi böylece başlıyor ve kemale eriyor.

Hazret-i Mevlânâ tekkesinde Şeyh Feridüddin Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ı ile Hakîm Senâî’nin Hadîka’sını okutur ve bu eserleri takdir ederdi. Bir gün talebelerinden Hüsamettin Çelebi, bu iki kitap tarzında çağdaş bir kitaba ihtiyaç olduğunu söyledi. Hazret-i Mevlânâ da:

“Bana da böyle bir fikir ilham olunmuştu!” diyerek sarığının arasından çıkardığı bir kâğıdı Hüsamettin Çelebi’ye uzattı. Bu kâğıtta sonradan Mesnevî’nin baş tarafına konulan on sekiz beyit yer alıyordu. Sonra Hazret-i Mevlânâ söyledi, Hüsamettin Çelebi yazdı. Artık ilhamlar bir çeşmeden dökülür gibi dökülmeye başlamıştı. Yazdılar, yazdılar, yazdılar.

Hazret-i Mevlânâ’nın âlemi baştanbaşa akıl ve kalp gözüyle gören bir makamda bulunduğuna işaret eden Bedîüzzaman hazretleri, “Fikren arşa çıkan, Celâleddîn-i Rumî gibi diyebilir: ‘Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonograflar gibi Cenâb-ı Haktan işitebilirsin.’ Yoksa Celâleddîn gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten arşa kadar mevcudâtı ayine şeklinde görmeyen adama, ‘Kulak ver! Herkesten Kelâmullah’ı işitirsin’ desen, mânen arştan ferşe sukut eder gibi, hilâf-ı hakikat tasavvurât-ı bâtılaya giriftar olur”1 der.

Üstad Saîd Nursî, Mesnevî’nin bir hizmet tarzı olarak yazıldığı çağdaki makbûliyetine ve Risâle-i Nur ile arasındaki âhenge şöyle işaret eder: “Hazret-i Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risâle-i Nur’u yazardı. Ben Hazret-i Mevlânâ zamanında gelseydim, Mesnevî’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı. Şimdi Risâle-i Nur tarzındadır.”2

Allah onlardan razı olsun.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 272

2- Son Şahitler, 1/318

17.12.2006

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Tulumbacı sendromu



Osmanlının baş tâcı İstanbul, yangınlarıyla da meşhur bir şehir. Geçmişte, en küçük bir yangın, daracık sokaklarda, birbirine bitişik ahşap evler sayesinde hızla genişleyerek pek çok can ve mal kaybına sebep olmuş… Tarihte şehrin büyük bir bölümünün yeniden yapılanmasına sebep olan yangınlar bile var.

Geçenlerde okuduğum bir kaynak, İstanbul yangınlarına farklı bir açıdan bakmamı sağladı. Tek suçlu bitişik nizam evler ve o dönem teknolojisi değildi. Tulumbacılar da suçluydu…

Üstün Dökmen Hoca, yeni çıkan kitabında tanımladığı sendroma “Tulumbacı sendromu” adını veriyor. Sendromu anlatırken Osmanlının itfaiye ekiplerine de atıfta bulunuyor.

Efendim, tulumbacılar yangını söndürmeye giderken, kendileri gibi aynı yangını söndürmeye giden başka bir tulumbacı grubu onları geçerse, durup kavga etmeye başlarlarmış. Kazanan taraf, kaybeden tarafın da tulumbasını alıp kendi mahallesine geri dönermiş…

Bu arada yangın mahallini sormaya gerek var mı?

İşte Dökmen Hocanın, belli bir amaca yönelmişken, amaçtan sapma şeklinde tanımladığı sendromun adı tarihteki bu gerçeğe dayanıyor.

Bediüzzaman Hazretlerinden

konuyla ilgili bir nükte…

Bediüzzaman Said Nursî, 1952'de Eşref Edip ile yaptığı çok hikmetler ihtiva eden sohbetinde iman hizmetinin önemini vurgularken, aynı zamanda bu sendromun belirtilerini de tanımlamış bence…

Aşağıdaki satırları okuyup, kararı siz verin… “Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında, bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!.."

(Detaylı bilgi için bakınız: Bediüzzaman

Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 543.)

Bir tutam da tarih bilgisi…

Tulumbacılar, yangın çıkınca etrafa yayılmadan söndürmek ve mahsur kalanları kurtarmak için kurulan bir Osmanlı dönemi teşkilâtı. 1720 senesine kadar İstanbul'da çıkan yangınları, yeniçeriler kanca, balta, su kovası vesâire gibi itfâiye âletleriyle söndürürlerdi. Gerektiğinde yeniçerilere acemi ocağı efradı da yardım ederdi. Yangın söndüren yeniçerilerle acemilerin gayretlerine mükâfat olarak ikrâmiye verilir; içlerinde iyi hizmeti görülenler terfi ettirilirdi. Yangın söndürme levazımâtı ilk zamanlarda bedesten dellâlında durur ve yangın olduğu vakit gelişi güzel kim isterse bunları alıp, yangın söndürmeye giderdi. Zaman zaman kargaşaya ve çapulculuğa sebep olan bu hizmet, Yavuz Sultan Selim Han zamanında kaldırılarak tamâmen yeniçeri ocağına verildi. Bu usûl tulumbacı ocağının kuruluşuna kadar devam etti.

Tulumbacılar, şehrin yüksek yerlerinde inşâ edilen yangın kulelerindeki gözcüleri vâsıtasıyla yangınları haber alırlar, başta reisleri, omuzlarında su tulumbaları ve yangın söndürme âletleriyle yangın yerine koşarlardı. Yangına koşar adım gidildiğinden neferlerin yorulmaması ve gidiş hızının azalmaması için uygun yerlerde takım değiştirilirdi. Her semtin tulumbacıları, kendi ekibinin daha faydalı olması, daha önce varıp hizmete ulaşması için yarışır, zamânın imkânları nispetinde yangını söndürmeye çalışırdı. Yangını söndüren tulumbacılar dönerken hangi sınıf veya mahallenin tulumba ocağından olduklarını belirtmek için halkın kalabalık olduğu yerlerde "Haaayt... Karada aslan, denizde kaplan, yetmiş iki buçuk millete duman attıran, yaman gelir yaman gider. Kasımpaşa'nın yiğitleri bunlar!" gibi naralar atarlardı…

www.turkcebilgi.com'dan..

Merkezi boş bırakmak…

Otelleşen evler…

Modern (!) hayat tarzı, insanı özellikle de kadınları evinden dışarı çıkmaya dâvet ediyor. Tüketimi merkeze alan bir hayat modeli, her gün daha cazibelisi eklenen alış veriş, eğlence mağazalarını da adeta hayatın "kıble"si durumuna getiriyor.

İnsanlar, kadınıyla erkeğiyle, "Çalış, tüket, lüks yaşa! Çalış, tüket…" formülüyle özellikle metropollerde sabah karanlığından, akşam karanlığına köleler gibi koşturup duruyorlar. Kim demiş kölelik kalkalı asırlar oldu diye! Bu köleliğin asırlar öncesindeki kölelikten farkı, bilerek, severek, gönüllü olarak kabullenme olsa gerek …

Merkezi ev olan hayat biçimi yavaş ve derinden kayıp, merkez nokta ev dışına taşmakta. Evler bir nevî otelleşmekte…

Showroom evler…

Peki çalışmayıp evde olan "cins-i lâtif", merkezin öneminin, kıymetinin ne derece farkında? TV karşısında saatlerce, o kanaldan bu kanala geçerken, eşinin dişini tırnağına takarak kazandıklarını hemen her yıl (showroom-sergi salonu misâli) evinde yaptığı dekorasyon değişikliklerine ve gardrob muhtevasını yenilemeye harcarken, altın ve gümüş günlerinde gününü gün ederken merkezin ehemmiyetinin ne derece bilincinde?

Merkezî nokta, o tarz hayatlarda da kaymaya başlamamış mı?

Sersem komutan…

Merkezi zayıf bırakan komutanın hikâyesini bilirsiniz.

Düşman kimi cephelerde kendisine katıldığı halde, merkez kuvvetlerini sağa sola dağıtıp, merkezi zayıflatan ve neticede az bir düşman askerine yenilen sersem komutan örneği, bizden çok da uzak değil. Sabır, şükür, kanaat, iktisat, Sünnet-i Seniyyeye tâbî olmaya çalışma gibi manevî destekleri önemsemeyip türlü çeşit hazların peşinde sağa sola dağıtan günümüz insanı, kendi merkezinden sağlığından, evinden ve ailesinden vurulmakta…

Eve dönüş çalışmaları

Oysa ki, evimizin, ailemizin sığınağımız ve hayatımızın merkezi olduğunun bilincine varıp merkezin kıymetini bilmemiz, boş bırakmamamız gerekiyor.

Kaliteli ve donanımlı bir insan olabilmenin yolu, her dem iç dünyamızdaki manevî bataryalarımızı tefekkürle zinetlendirdiğimiz imanî değerlerle yenileyip, tazeleyebilmekten geçmekte… Ancak o zaman eşimizi, çocuklarımızı içimizden yansıyan iman nurlarıyla aydınlatabiliriz…

Netice-i kelâm: Kadın ister çalışsın, ister çalışmasın hayatının sabit noktası imandan kaynaklanan bir bağ ile "gönüllü köle"si olduğu evi, eşi ve çocukları olmalı. Sair vazifeler sonradan gelmeli.

Batı kaynaklı haberlerde de zaten bu gerçeği görmek mümkün. Nisa taifesi, fıtratının sesini dinleyerek yavaş yavaş ev merkezli hayatın kıymetini anlayıp, yuvalarına dönmekte…

"Ne diyelim, darısı başımıza" desem kızar mısınız?

Not:

Bizim Aile dergisinin Ocak sayısı için "Çalışan Kadın" konusunu dosya olarak hazırlama aşamalarında arkadaşlarımla münâzarâsını yaptığımız meselelerden bir tanesini sizinle de paylaşmak istedim. "Kadın çalışsın, çalışmasın!" konusundaki sığ tartışmalar bir tarafa, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Merkeziniz, yani kalbiniz, aileniz, eviniz ne âlemde? Dahiliye Nezareti, yani İçişleri Bakanlığı vazifelerinde bir aksayış var mı, her şey yolunda mı gidiyor?

17.12.2006

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Kâinata meydan okumak



“İman hem nurdur, hem kuvvettir, hakiki

imanı elde eden adam kâinata meydan

okuyabilir”

(Bediüzzaman)

“Kâinata meydan okumak benim gibi âciz bir insana mı kaldı?” diyenler varsa, lütfen aynanın karşısına geçip kendilerine bir daha baksınlar. Kalp ve gönül hanelerine girip kendilerini şöyle bir incelesinler. Hayal dürbünü ile galaksileri seyredip, okyanusların derinliklerinde bir tur atsınlar. Ve, maddî bedenlerindeki yapı taşlarının kâinattan süzülmüş elementlerden oluştuğuna dikkat etsinler. Kâinata hakikat nazarıyla bakanlar, insanın küçük bir kâinat, kâinatın da büyük bir insan olduğunu göreceklerdir.

İnsanın başında akıl ve hikmet, kalbinde ise iman ve muhabbet derc edilmiş olduğundan, insan kâinattan daha önemli bir konuma sahiptir. Zaten Cenâb-ı Hak da insanı yeryüzüne halife olarak gönderdiğini beyan ederek, bu önemi belirtmektedir.

Kömür ile elmasın atomları aynı elementtendir. Yani ikisi de karbon kökenlidir. Atomlarının dizilişi farklı olduğundan, kömür rengi itibariyle kapkara, vazifesi itibariyle de yanmaktan başka bir işe yaramaz. Elmas ise, en sert maden olduğu gibi, parlaklık, şeffaflık, güzellik ve kıymet açısından en pahalı bir cevherdir. Ayrıca Güneşe karşı tutulursa, Güneşi içine alır, ısı ve ışığına ayna olur.

İnsan da görünüşte çabuk dağılıp bozulacak et kemik birleşmesinden meydana gelmiş olsa da, ruhundaki yapı taşlarını Rabbinin tanzim ettiği şekilde muhafaza ederse, kalbi Rahman ve Rahim güneşine ayna olur. Artık Rabbi ile rabıta sağlamıştır. Her şeyin dizgini O’nun elinde, her şeyin anahtarı O’nun yanında olduğuna göre, bu rabıta ile kendini güçlü hisseder. O insan bilir ki, en küçük bir zerreden en büyük yıldızlara, yeryüzünden yerin merkezine kadar her ne var ise, Cenâb-ı Hakk’ın emri ve idaresi altındadır. O istemezse yaprak dahi kıpırdayamaz.

İnsan kendisine verilen cüz’î iradesine ve sınırlı bir ışık sağlayan akıl fenerine güvenirse, üstesinden gelemeyeceği düşmanlar karşısında dehşete kapılır, mağlup ve perişan olur. Bir yıldız böceği sırtındaki fosfor kadar etrafına ışık verebilir. İnsan aklı ve iradesi de, kâinattaki olaylar karşısında bir yıldız böceğinin ışığı kadar insana yol gösterebilir. Halbu ki kendi cüz’î iradesini küllî iradenin emir idaresine bırakırsa, bir Güneşe intisap etmiş olur. O zaman çevresi daha aydın, çehresi daha nurlu olur.

Yağmurlu bir gece ağzından ateş saçarak nara atan şimşekler de O’nun emrindedir, kanımızda dolaşan mikroplar da. İnsanda bu rabıta ve güven duygusu olmazsa, gökgürültüsünden korktuğu gibi, gözle görülemeyen bir mikroptan da dehşete düşer. Ama onların da vazifeli birer memur olduklarını bilse, Allah’ın emri ve iradesi dışına çıkamayacaklarını anlasa, onlardan korkmak değil, belki onlara hayret ve hayranlıkla bakar. Vazifelerindeki hikmet ve rahmeti görüp Rabbinin kudretine iman ve itimadını artırır. O zaman bu insan, kalpleri yerinden oynatan, ruhları dehşete düşüren olaylar karşısında bile sükûnetini muhafaza eder. Ne yıldızların çarpışmasından dehşete düşer, ne yıldırımlar onu yıldırabilir.

Sonuç olarak, Hz. Ali Efendimizin (ra) dediği gibi “Allah’a dayanan yıkılmaz”.

17.12.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Süreç’ haberleri yine çoğaldı



İhtilâl ve daha hafifi olan ‘süreç’lerle ilgili tartışmalar, Türkiye’nin gündeminden hiç çıkmıyor. 27 Mayıs 1960’da atılan ilk kanlı ihtilâl adımının devamı gelmiş, neredeyse her 10 yıla bir ihtilâl düşmüştü. İhtilâllerle hedeflerine ulaşamayan çevreler, son zamanlarda farklı yollara başvurdu ve ihtilâller yerine ‘süreç’ler başlatmayı tercih etti. 28 Şubat 1997’de yapılan da buydu.

2007 yılı seçimler yılı olması sebebiyle, yeni ‘süreç’lere odun taşınıyor. Ne yazık ki, bunun için de medya vasıtası kullanılıyor. Son günlerde artan yönlendirme maksatlı haberleri görünce başka türlü düşünmek mümkün olmuyor.

Meselâ bir gazete, “Mesai saatinde namaza gidiliyor” başlıklı haberiyle, bir hastahane çalışanlarını şöyle gammazlamış: “(...) Aradan 5 yıl geçmesine rağmen kamusal alan olan Haseki Eğitim ve Araştırma Hastahanesinde halen çok sayıda türbanlı ve hatta sakallı personel çalışıyor. (...) Mesai saatine denk gelen ikindi namazını hastahanenin karşısında bulunan Keyci Hatun Camii’nde üzerlerinde önlükleri olduğu halde kılıyorlar.” (Sabah, 14 Aralık 2006)

Hastahanenin ‘kamusal alan’ olup olmadığı tartışması bir yana, namaz kılanları bu şekilde şikâyet etmek ve hele hele ‘üzerlerindeki önlüklerle’ namaz kılmalarına vurgu yapmak anlaşılır gibi değil. Yahu burası Türkiye! Her hangi bir kişinin namaz kılmasına şaşırmak neyin nesi? Sade vatandaş namaz kılar da, memur, öğrenci, doktor, avukat namaz kılamaz mı? Eğer, “Camide kılmasınlar” diyorlarsa, (ki, buna hiç hakları yok) o zaman hastahanede bir mescid açılsın. O zaman da, “Hastahanenin hemen yanında cami olduğu halde, inadına mescid açtılar” diye manşet atarlar!

‘Süreç haberleri’nin biri de THY’de yaşanan ‘deve kesme’ hadisesidir. Habere göre THY, elinde var olan ve memnun olmadığı bir tip uçaktan kurtulunca, çalışanlarını ödüllendirmek için bir ‘deve’ kurban etmiş. Vay, THY bunu nasıl yaparmış! (Hürriyet, 15 Aralık 2006)

Bir defa böyle bir hareketin doğru olup olmadığını öğrenmek için ‘uzman’a müracaat gerekir. Çünkü kurban meselesi, temelinde İslâm inancıyla ilgili bir durumdur. Ehil olana sorulur: Böyle bir durumda kurban kesmek ‘fıkhen’ uygun mudur? “Uygundur” ya da “değildir” diye cevap alınır ve uygun değilse kişiler ikaz edilir. Ama bunu manşetlere taşıyıp, ‘kelle’ almak doğru değildir.

Kurban edilen ‘deve’nin ücretinin THY tarafından ödenmiş olması gibi ‘teknik’ konular bir yana, ilgili kişilerin bu haber üzerine sorumlu müdürü görevden almaları da yanlış olmuştur. Çünkü yine gazetelere yansıyan bilgilere bakılırsa, görevden alınan müdür, meslekî olarak başarılı bir isim. Gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında pek çok yerde çalışmış ve bu göreve de meslekî kariyeri sebebiyle tayin edilmiştir. Tabiî bu arada bir ‘suç’u vardır: THY’ye gelmeden önce çalıştığı işyerinde ‘sakal’lıymış. Gazeteler, kasıtlı olarak ‘eski/sakallı’ fotoğrafını kullanıp bu görüntü üzerinden dindarlara sataşmanın peşinde. İşin garibi, kendisi de bir ‘sakallı’ olan Cüneyt Arcayürek, görevden alınan müdürü ‘sakallı’ diye eleştirmiş! (Milliyet, 15 Aralık 2006) Ne yani, bir kişi ‘moda’ diyerek sakal bırakınca normal oluyor da, inancı gereği sakal bırakınca suçlu mu oluyor? Böyle çelişki, böyle yanlış olur mu?

Deve, cami ve mescid haberleri bitmeden; Kütahya’dan “yalancı peygamber” haberi patlayıverdi. (Sabah, Hürriyet, Bugün, 15 Aralık 2006) Bir kişi, “Ben peygamberim” diyorsa, en başta Müslümanlar onu yanından kovar. Dolayısı ile, böyle haberlerle Müslümanları rencide etmeye çalışmak, tek kelimeyle ahmaklıktır.

Bütün bunlar oluyor ve “Yeni süreçlerin peşinde olanlar var” tesbiti yapılınca da alınıyorlar. Bu ve benzeri onlarca haberi başka nasıl yorumlayabiliriz?

17.12.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Takva siperi



Takva, aynı adı taşıyan filmde iddia edildiği gibi modern toplumda sosyal hayatın içinde yaşanmaya kalkışıldığı takdirde kişiyi derin buhranlara sürükleyecek bir hal mi, yoksa manevî krizlerden koruyan bir zırh ve siper mi?

Bu sualin cevabını aramaya girişmeden önce, söz konusu filmin kahramanının, dünyadan tümüyle el etek çekip dinin helâl kıldığı şeyleri dahi kendisine yasaklayan tavrını “takva” olarak adlandırmanın yanlışlığını vurgulamak gerekiyor. Bunun takva ile alâkası yok.

Peki, takva ne? Cevabı Bediüzzaman Hazretleri şöyle veriyor:

“Dinin yasakladığı şeylerden ve günahlardan kaçınmak.” (Kastamonu Lâhikası, s. 110)

Bu tarifi yaptığı ve takvaya ilişkin detaylı açıklamalarda bulunduğu mektubunda Said Nursî, takvayı amel-i salihle birlikte yorumluyor.

Bu iki kavramın “Kur’ân-ı Hakîmin nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan” prensipler olduğunu vurgulayarak takvaya söz konusu tarifi getirdikten sonra amel-i salihi de “emir dairesinde hareket etmek ve hayrat kazanmak” olarak tanımlıyor.

Ardından “tahribat, sefahet ve cazibedar hevesat zamanı” olduğuna dikkat çektiği bu dönemde, Mecelle’nin “Zararın bertaraf edilmesi menfaatin celbinden daha önce gelir” anlamındaki prensibi gereği takvanın öncelik kazandığını ifade ederek, “Menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır” diyor ve şu önemli ölçüyü veriyor:

“Farzları yapan, kebîreleri (büyük günahları) işlemeyen kurtulur.”

Bu sade, dengeli ve rahatlatıcı ölçünün ardından, Nur talebelerine şu dersleri veriyor Bediüzzaman:

“Bu zamanda en mühim vazife, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir. (...) Bu dehşetli hadisata karşı ihlâs kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz, iştirak-i a’mâl-i uhreviye (ahirete yönelik amellerin müşterekliği) düsturuyla, ... (dualarla) her birinin takva kalesine ve siperine kuvvet ve imdat göndermektir.”

Risale-i Nur hizmetinin ihlâs ve manevî şirket gibi anahtar kavramlarıyla iç içe yapılan bu takva izahları, bizlere meselenin ne kadar önemli ve ciddî olduğunu gösteriyor.

Peki, bu mektubun yazıldığı döneme göre manevî tahribatın çok daha şiddetlendiği, dünyevîleştirme ve dünyaya alıştırma cereyanlarının en küçük bir zaaf, ihmal ve boşluğu dahi affetmeden dünyalarımıza sızabildiği çok riskli bir ortamda, biz bu önem ve ciddiyetin ne ölçüde farkındayız? Hassasiyetlerimiz ne durumda?

Bediüzzaman'ın anlattığı takva anlayışı, “Helâl dairesi keyfe kâfidir, harama girmeye lüzum yoktur” ölçüsüyle birlikte, böyle dehşetli bir zaman ve ortamda da insanı huzur ve saadete kavuşturacak dengeli ve mâkul bir dindarlığın pekâlâ mümkün olduğunu ortaya koyuyor.

Ama bu denge son derece ince ve hassas bir çizgide duruyor.

Ve özellikle “büyük günahlardan kaçınma” hassasiyetinin aşınmasını netice verecek lâkaydlıkların şu veya bu kılıf ya da bahane ile dünyalarımıza girip bir şekilde yer edinebilmesi, bizleri her an bu kritik dengenin çok uzaklarına savrulma tehlikesiyle karşı karşıya getirebiliyor.

Takva kalesini ve siperini muhkem tutabilmek için çok dikkatli ve müteyakkız olmamız şart...

17.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Türkiye’nin zamanı geldi - 2



Irak Halkına Yardım Konferansında Cebeli Lübnan müftüsü Muhammed Ali Cuzu ile de karşılaştım. Daha lâfa girmeden o lâfını patlattı: “Ve cae devru Türkiye...” Yani ‘Türkiye’nin sırası geldi veya vakti geldi’, neredesiniz? Sağda solda oyalanmaktan bıkmadınız mı? Bu sözler bana başka bir fasılayı hatırlattı. İran devriminden sonra o günlerde Abdullah Garib müstear adıyla birisi ‘Cae Devrul Mecus/Mecusilerin (İran) sırası geldi’ adlı bir kitap yazmıştı. Şimdi de yeni Salibi-Siyonist ve Safevi ittifakından bahsediliyor. Belki bu mübalâğa fakat İran’ın Taliban ve Saddam rejiminin devrilmesinde oynadığı rol Sünnilerle Şiiler arasındaki 1921’den beri devam eden ‘akdu’l-vatani’ denilen millî mutabakat havasını dağıtmış.

Mevlânâ kalplerin kırılmasını şişelerin kırılmasına benzetir. Şişeler kırıldığında tamiratı güçtür. İmam-ı Ali de (ra) bu fitne durumlarını şöyle izah eder: “Şerrun la yenfau meahu hayrun/hayrın tesir edemediği şer’. Maalesef kalpler taifiyye denilen belâya ve illete kilitlenmiş durumda. Ayetullah Humeyni’nin Hama konusundaki duyarsızlığı ve Esad rejimiyle genel ittifakı Irak cephesinde ABD ile ittifaka dönüşmüş, 1980’li yıllarda sadece Adnan Sadeddin ile Said Havva bu noktada doğrudan İran karşısında tavır alırken bugün neredeyse bütün Sünnilerin görüşü bu olmuş. Öyle olmuş ki, artık ortak namaz kılmaya bile şüphe nazarı ile bakıyorlar. Sözgelimi Fethi Yeken’in Beyrut’ta Şiî ve Sünnilere ortak namaz kıldırması muazzam tepkiler çekti. Ahmet Muvaffak Zeydan gibi Suriyeli gazeteciler: “Ya Şeyh olmadı” şeklinde yazılar kaleme aldılar. Halbuki ABD’nin Irak işgali sırasında fitne ortamına karşı Şiî ve Sünniler biraraya gelebiliyorlardı. Zamanla Sistani ve Halisi gibi mutedil sesler de kısıldı ve duyulmaz oldu. Hatta iki taraf da bu gibi mutedil isimlere şüphe nazarıyla bakıyorlar. Sünniler iltifat etmediği gibi Şiiler de artık sözlerine kıymet vermiyor. Bir kısmı ABD’nin en büyük pasif destekçisinin Sistani olduğunu ve Bremer ile kısa döneminde onlarca mektup teati ettiğini söylüyorlar. ‘Ilımlı’ görünenler bile böyle reddedilirse ateşe benzin gibi giden Abdulaziz Hakim gibilerin Sünnî kesimlerde imajını varın siz tasavvur buyurun. Yeken gibi ortak zemin arayanlara şüphe ile bakıyorlar. Başkalarının projelerine ve gizli gündemlerine alet olmakla suçluyorlar. Bir kere şişe kırılmış. Mevlânâ kalplerin kırılmasını şişenin kırılmasına benzetir. Gerçekten de İran fırsatçılıkla Irak’ta ölümcül bir hata yapmıştır. Artık İran’ın Arap dünyasına Hizbullah üzerinden girmesi mümkün değil. Hizbullah’ın ve İran’ın gizli ajandasından, rol dağılımından ve yeni Safeviliklerinden bahsediyorlar. Karşılıklı olarak bu kin birikiminin havasının alınması için Irak’ta elinde imkân olan ve devletin aygıtlarını ele geçirmiş olan Şiî gruplara büyük vazife düşüyor. Onlar kırdığı için tamir etmek de onlara düşüyor. Üstelik tamir imkânını elinde bulunduran da onlar. Bu tamir aşaması, samîmî bir şekilde geri adım atmasından ve infiradçı siyasetten vazgeçmesinden geçiyor.

Kayıp ve kayık dengeye Sünnilerin de adil bir şekilde ortak edilmesinden geçiyor.

Rebi Hafız, ‘Musullular için en büyük bayramın Türk askerini yeniden topraklarında gördükleri an olacaktır’ diyor. Lübnan şarka dönüşün ilk kapısı oldu ve hadiseler sonuçta Türkiye’yi bölgeye taşıyacaktır. Bugün Türkiye’nin yolunu gözleyen Araplar aynen Abdulhamid’e karşı çıkan Şair Eşref’in durumuna benziyor. Bütün Araplar eşrefleşti. Türkiye’nin bölgeye dönüşü Amerikan planı değil, bölge halkının ortak temennisidir...

Kaderin bir cilvesi Fethi Yeken’e karşı Lübnan’da Hizbullah’ı yekten eleştiren ve bu yönüyle Muşar ez Zaydi gibilerin bile tepkisini çeken Muhammed Ali Cuzu gibilerin ‘Türkiye’nin zamanı geldi’ dedikleri bir sırada Zbigniew Brzezinski ile İran uzmanı Robert M. Gates (Rumsfeld’in halefi)’in kaleme aldığı “İran’ın zamanı geldi” kitapçılarda.

Beyaz öküz meselinde olduğu gibi Afganistan ve Irak’tan sonra sıranın İran’a geldiğini yazıyorlar. Ama bu sıranın mahiyeti ne? Dostluk mu, düşmanlık mı yoksa pazarlık mı? Brzezinski ve Kissinger pazarlığı tavsiye ediyor. Her halükârda İran’ın (geçen) zamanından sonra şimdi Türkiye’nin zamanı geliyor. Bazı İran namına konuşanlar Türkiye’nin Ortadoğu ve Lübnan bataklığına saplanmamasını tavsiye ediyorlar ama bu tavsiyelerini önce keşke dost olarak gördükleri İran’a yapsalardı. Birileri de yine bataklığa saplanmadan ABD’ye yapsaydı da denge ve denklem bozulmasaydı. Teker devrildikten sonra (denge bozulduktan sonra) yol gösteren çok olurmuş. Ve bu yol gösterenler de ne yazık ki tekeri devirenlerin ta kendileridir.

Bunlar için söylenecek söz şudur: Korkunun ecele faydası yoktur...

17.12.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

İç yolculuk: Hac



İlk gördüğü Kâbe resmini hatırladı birden. Çok dikkatini çekmişti. Dedesinin odasının baş köşesine astığı bir resimdi. Dedesinin her defasında ona bakıp saatlerce konuşmadan seyretmesini ve hafif gülümseyerek neşelenmesini anlamaya çalışırdı.

Bazen de dedesi heyecanını paylaşmak ister, “Bak evlat, gördüğün bu Kâbe ve etrafı Harem-i Şerif’tir” derdi.

Zaman zaman bu canlanan hatıralar ile dedesini anardı.

Dedesinin uzun bir yolculuğa gidip, dönüşte kendisine hurma getirmesini hiç unutmuyordu. İkram edilen suyun, azar azar ve ayakta içilmesini merak etmişti. Sonradan öğrendi ki, bu içilen su Zemzem’dir.

Özel bir içecek olan ve Peygamber ailesine, muhtaç oldukları susuz bir vadide ikram edilmiş bir su. O ikram, ümmetlerin de hakkı olmuş. Bugüne kadar her mü’min o suya ya gidiyor, ya da gideceklere önceden geliyor. Kimyası peygamber kokusundan. Özelliklerini Kâbe’den almış. İçilen niyete kuvvet veriyor. Bir şifa pınarı gibi. Özel bir iletişim geliştiriyor bedenimizle. Akarken yemek borumuzdan, her anını izleyebiliyoruz. Hissettirerek akıyor içimize. Akıtıyor kendisini benliğimize.

***

Bir arkadaşı hac için ön kayıt yapmış. Duyduğunda heyecanlandı aniden. Yıllar öncesine gitti. Rahmetli annesi, çok isterdi “Hicaz yolunda ölmeyi.” Gençlik duygusuyla, çok anlam veremezdi. Biraz da garipserdi annesinin halini. Elbette ki kendisi de inanıyordu. Ancak bu kadar “burnundan tüten” sır neydi? Hep düşünürdü içinden.

Her hac lafı duyduğunda dedesi ve rahmetli annesinin o tatlı ve özlem dolu bakış ve sevecenlik içinde bir hayranlık duygusunu fark ederdi.

“Ben de bir gün...” dedikçe, sanki gizli bir el “Kendimi toparlayayım o zaman. İnşaallah gideceğim” diye diye orta yaş sınırına gelmişti.

Bir gün rüyasında annesi ile birlikte hacca gittiklerini gördüğünde çok heyecanlanmıştı. Uyandığında yatakta kalakalmıştı. “Bu yıl gideceğim” demişti. Sonra yakın çevresinin “Daha zamanın var” demesinin yanı sıra, “İşlerimi toparlayayım da öyle gideyim” lafına kanmıştı.

Sonradan gidememesinin acısını çekmişti. “Her neyse... Olan oldu” diye düşünmüştü. Ancak arkadaşının ön kayıt yaptığını duyması onu yine harekete geçirdi. Kendisi de başvurmaya karar verdi. Akşam evde eşi ile paylaştığında, eşi “Beyim, bak çocuğumuz daha küçük. Bu şartlarda ben gelemem. İyisi mi birkaç yıl sonra, çocuğumuz büyüdüğünde beraber gideriz” deyince, tekrar yeni bir gerekçeli engel hissetti içinden. Önce sessiz kaldı, sonra toparlandı “O zaman ben bir gideyim, sonra yine beraber gideriz” dedi.

Eşi anlayışla karşılamaya çalıştı, “Bu çocukların yükünü tek başıma nasıl üstleneceğim?” diye dolaylı bir destek istedi.

“Bir düşünelim” demeyi tercih etti beyi. O akşam çok farklı ve yoğun duyguların etkisi altındaydı zaten. Her defasında haklı görünen bir mazeretle Haccı geciktirmenin zorluğunu yaşadığını gördü. “Acaba tam istemiyor muyum?” diye geçirdi içinden. Yine dedesinden hatırladığı bir söz vardı: “İsteyince gidilir evladım” diye.

***

Akşam uyuyakalmıştı yerinde. Tatlı bir rüya ile uyandı. Annesi, “Yavrucuğum, benim yerime Hacca gitmeyecek misin?” diyordu. Şimdi daha rahatlamıştı. Annesinin ikinci mesajıydı bu. O zaman hemen hazırlık yapmalıydı. Öyle ya, önce kendi haccını yapmalı ki, ikinci bir defa annesinin yerine gitsin.

Fotoğraf netleşmişti, şimdi Haccını gidip yapacak, sonra da eşi ile birlikte annesinin yerine gidecekti. Bu düşüncelere dalmışken, arkadaşı telefonla aradı. “Senin yerine de ön kayıt yaptırdım. İstersen beraber gideriz. Sürpriz yapayım diye de söylemedim” deyince, gitmenin kendisinin iradesini aşan bir takdirle yönlendiğini idrak etti.

Eşi çoktan uyumuştu. Sabahleyin bu düşüncelerini son kez paylaşıp, gereğini yapmaya karar verdi.

17.12.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Bir hatıra



Geçmişte bizzat yaşadığım veya şahit olduğum câlib-i dikkat hatıralarım, bazı okuyucularımın dikkatini çekmiş olmalı ki bu gibi hatıraların çok enteresan olduğunu, varsa daha başka hatıraları okuyucuların bilgisine sunmamızın faydalı olacağını belirttiler. Ben de bu istek ve arzuları nazara alarak, yakın tarihimiz içinde yaşadığım veya şahit olduğum, şahsımdan ziyade ülkemiz insanını alâkadar eden bazı enteresan olayları okuyucularımın bilgisine sunmayı uygun buluyorum.

Hemen belirtmeliyim ki, bu çeşit hatıraları nakletmekten maksadım, başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere hiçbir kişi veya kurumu zan altına alarak, onları millet nezdinde gözden düşürmek değil. Tam tersine, milletimizin geleceğinin bir nev'î sigortası ve teminatı olan ordumuzun vazgeçilmez mevcudiyetini, onu kendi indî emellerine âlet ederek, kanunsuz, keyfî bazı tasarruflarda bulunan bazı kişilerin yanlış tutum ve davranışlarından berî tutmak ve onun gerçek kimliğini ve şerefini korumaya yardımcı olmaktır.

Aslında temennîmiz odur ki, keşke şu güzel ülkemizde bu gibi hoş olmayan olaylar yaşanmasa, bu nev'î hiçbir faydası olmayan hadiseler vuku bulmasa. Gönül ister ki ömür dakikalarımız içinde yaşadığımız veya şahit olduğumuz ve adını “hatıralarımız” diye andığımız olayların hepsi de “ah” çekerek özlemini duyduğumuz güzel olaylar olsa. Ne yazık ki olaylar, beklediğimiz veya özlemini çektiğimiz şekilde cereyan etmiyor şu güzel vatanımızda. Dün de öyle idi, bugün de öyle olmaya devam ediyor. Bizi üzen, hiç de olmasını temennî etmediğimiz olaylar, hadiseler.

Bu meyanda yıllar önce bizzat şahit olduğum, fakat bugün de zaman zaman şahit olduğumuz olayların bir benzerini bilgilerinize sunmayı uygun buldum.

Bir zatın, bir ilçe halkına sunduğu, bir çeşit konferans şeklinde vuk'û bulan olayın mahiyetini, oluş biçimini ve konuşmacının konuşma özetini bilgilerinize sunduktan sonra, bu toplantının yapılış gayesini, konuşmacının unvanını ve kimliğini sizin tahminlerinize havale etmek istiyorum. Bakalım tahminleriniz tutacak mı?

Efendim, halkın lüzum görülen bazı konularda aydınlatılması için, halk istese de, istemese de, verilen tâlimât ve emirlere ters düşmemek için kadınıyla erkeğiyle, yaşlısıyla genciyle, memuruyla amiriyle toplantı salonundaki yerlerini almışlar, merak ve endişe dolu bir bekleyiş içinde konuşmacının söyleyeceklerini bekliyorlardı. Geniş toplantı salonundaki kalabalık insan topluluğu, çok garip ve enteresan bir manzara arz ediyordu. Bir tarafta en uzak köylerden, mezralardan gelen, doğru Türkçe’yi bilemeyen köylü kıyafetli, kadınlı-erkekli bir grup; bir tarafta eli bastonlu, adım atmakta zorluk çeken, beli bükük yaşlı nineler, dedeler; ön sıralarda da ilçede vazife yapan çağdaş kıyafetli amir ve memurlar, dekolte kıyafetli bayan öğretmen ve memureler...

Ve işte merakla beklenen konuşmacı zat, konuşmaya başlıyor:

“Değerli .... halkı! Beni dinlemek üzere bu toplantımıza katıldığınız için hepinize teşekkür ediyor ve hoş geldiniz diyorum.

“Bir süredir ilçenizdeyim, köylerinizi de gezdim, gördüm. Coğrafya olarak çok güzel tabiat güzelliklerine sahipsiniz. Ama bu güzellikler yetmez. Terör ve anarşinin çok yoğun olduğu bir dönemden geçiyoruz ülke olarak. İlçenizde ve köylerde terörün olmayışı bizi sevindirdi. Kürt kökenli olduğunuz halde buralara bölücü eşkıyanın girmemiş olması sevindirici bir durum. Bu yönüyle hepinize teşekkür ediyorum.

“Değerli vatandaşlar! Bilmelisiniz ki, bizim vazifemiz ve işimiz yalnız terörü önlemek değil. Burada anarşi ve terör yok ama başka problemler var. Bir kere bilmelisiniz ki çok geri kalmışsınız. Şu kılık-kıyafetiniz hiç iç açıcı değil. Hiç hoşuma gitmedi. Neden şu gördüğünüz bayan öğretmenler gibi çağdaş bir kuşamı tercih etmiyorsunuz? Şu zamanda hâlen ağzınız, yüzünüz kapalı, halen şalvarla gezmek olur mu? Çoğunuzun hâlen okuma-yazma bilmediğinizi öğrendim. Çok üzüldüm. İlçede ve köylerde okuma-yazma kursları açacağız. Kadın-erkek, genç-yaşlı demeden bu kurslara gidip, okuma yazma öğrenmenizi istiyorum.

“İlçenizde bir tek banka şubesinin bulunduğunu, onun da çalışmadığını öğrendim. Size faizin haram olduğunu söylemişler, siz de onun için banka ile alış veriş yapmıyormuşsunuz. Faiz haram diyenler sizi kandırıyorlar. Bundan sonra ilçenizdeki bu banka ile çalışmalısınız...”

Evet konuşmacı zatın söyledikleri bu minval üzere devam etti. Şimdi tahmin edebildiniz mi millete böyle her konuda telkin ve tavsiyelerde bulunan kişi kim olabilir? Daha doğrusu bahis mevzuu meseleler, hangi kurumun, hangi makamdaki amirin vazife ve selâhiyetleri arasında sayılır? Bu konuşmacı il valisi mi, ilçe kaymakamı mı, ilçe milli eğitim müdürü mü, yoksa banka müdürü mü? Maalesef hiçbirisi değil. Bu ibretlik konuşmayı yapan, bir ilçenin asayiş ve güvenliğini kontrol maksadıyla geçici olarak gelen, Komando Bölük Komutanı.

17.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Köşk seçimi de erken olsun!



Mayıs ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça, siyasette enteresan gelişmeler yaşanıyor. Muhalefet partileri, genel seçimlerin cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce yapılmasını savunurken, belki de bu konuda en son konuşması gereken birisinden ses geldi.

MHP’li heyete “Türkiye’nin ağırlaşan şartları Nisan’da erken seçimi zorunlu kılıyor… Bugüne kadar 3,5-4 yılı bulmamış... Bu, Türkiye’nin rahatlaması açısından önem taşıyor” demiş Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer. Yeni cumhurbaşkanının da yeni Meclis tarafından seçilmesi gerektiğini söylemiş.

“Erken seçim” çıkışlarına Başbakan Erdoğan’dan “sert bir açıklama” geldi. “Hayatında affedersin, iki koyun gütmemiş olanlar, artık diyorlar ki erken seçim. Bizim böyle bir derdimiz yokken, size ne yahu…” derken şöyle devam etmişti. “Efendim bu parlamento, cumhurbaşkanlığı seçimini yapmamalı, yapamaz. Ne demek o, hani siz yasalara sadıktınız. Hani siz anayasaya sadıktınız. Ne oldu, şimdi niye sadakatinizi ayaklar altına alıyorsunuz. Hani siz TBMM’ye saygılıydınız, hani siz demokratik parlamenter sisteme sadıktınız, hani siz demokrasi bağımlısıydınız. Ne oldu size?..” diye devam etmişti.

Bütün bunları duyunca aklımıza şu geldi: Milletvekilliği seçimini de erken yapalım, cumhurbaşkanlığı seçimini de…

Hatta 2001 krizinde bile seçim istenmemişti. Peki şimdi ne oldu da “erken seçim” isteniyor? Yoksa başka hesaplar mı var? Millet gibi biz de merak ediyoruz…

11. Cumhurbaşkanlığı seçimleri için 150 gün kaldı. Yani şafak 150…

***

Mübarek olsun!

Son günlerde siyasetçilerde İnönü’ye sahip çıkma yarışı başladı. Erdoğan, Baykal ve Mumcu İnönü’yü paylaşamıyorlar. Üç lider arasındaki “İnönü polemiği” Tayyip Erdoğan’ın bir gazetede yer alan “kulis açıklamalarıyla” başladı. Limanlarla ilgili AB’ye verilen sözler konusunda devletin zirvesinde yaşanan “bilgi verdi, vermedi” tartışmaları ile ilgili olarak Başbakan içinde bulunduğu durumu İsmet Paşa’nın Lozan’da yaşadıklarına benzetmişti.

İşte bu benzetme CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ı hayli üzmüş olacak ki, aynı zamanda partisinin genel başkanlığını yapan İsmet İnönü’ye sahip çıkıp, kimselere kaptırmama yolunu seçti. “Bir de kendini İsmet İnönü’ye benzetmez mi? İşte bu öldürür adamı, işte bu öldürür. Ben rica ediyorum sayın başbakan İsmet İnönü’nün adını ağzına alırken iyice düşünsün taşınsın, İsmet İnönü’yü rahat bıraksın ve İsmet İnönü’nün adını bir daha ağzına almasın.”

Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu da İnönü’yü referans alan Erdoğan’a yükleniyor. “İsmet Paşa ile bir benzerlik kurarak, övmek istiyorsanız övün kardeşim… Şimdi eğer Kıbrıs konusunda İnönü’den bir örnek vermek gerekiyorsa o, İnönü’yü ‘Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır’ demeye kadar götüren dirayetli tavrı olmalıydı…”

Görünen o ki, şimdi moda İnönü’yü referans alıp konuşmak…

İnönü’nün tek parti iktidarında yaptıkları ortada dururken, İnönü’nün yaptıklarını kendini referans alanlara lâfımız “mübarek olsun!” olacak…

***

Hayalet mektup…

Geçtiğimiz haftanın bir konusu da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a gönderilmek üzere hazırlanan ve emekli generaller ile emekli subayların imzaladığı mektuptu. Mektupta, Genelkurmay Başkanından Cumhurbaşkanlığı seçiminde “aktif rol oynaması” isteniyordu.

Efendim, mektup olayı şu: Ankara’da Merkez Orduevi’nde ülkenin gidişatını değerlendiren emekli general ve subaylar, (aralarında bir de sık sık parti değiştiren eski bir milletvekili de var) Org. Büyükanıt’a bir mektup yazmaya karar veriyorlar. Oturup bir mektup hazırlıyorlar. “11. Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılacağı bir dönemde zatı âlinizin Genelkurmay Başkanı olmasını yüce milletimiz ve devletimiz için çok büyük bir şans olarak değerlendiriyoruz. Genelkurmay Başkanlığınız döneminde Çankaya’ da anti lâik bir kişinin oturuyor olmasını ve böyle bir talihsizliğin tarihte yer almasını içinize sindiremeyeceğinize olan inancımız sonsuzdur…”

Tabiî mektubu yazan emekli komutanlar, isimlerini açıklamıyorlar. Sonra siyasette girmediği parti kalmayan eski milletvekili bu mektubu bazı gazetelere ve internet sitelerine açıkladı. Ondan sonra bir gümbürtü koptu. Mektup yazılması için toplananlardan bazıları inkâr yolunu seçerken, Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, “Bize böyle mektup gönderemezler. Hadlerini bildirir, gereğini yaparım” sözleriyle böyle bir mektubun kendilerine gelmediğini açıkladı.

Anlaşılan mektup hazırlandı, fakat Büyükanıt’a gönderilmedi. Bundan sonra gönderilir mi bilmeyiz, ama bu aşamadan sonra 20 kişiden kimse bu mektubun arkasında duramayacak. Tıpkı, “Ulusal Birlik Hareketi” gibi… Şimdi mektup hayalet gibi ortalıkta dolaşıyor.

Emekli askerlerin komutanlarına böyle bir mektup yazmasını bir derece anlarız, ama halkın oyları ile parlamentoya giren ve şimdi de halkın oyuna talip olan birisinin böyle bir mektubun hazırlanmasında ön plânda olması “demokrasi ayıbı”dır…

Başka da bir söze gerek var mı?

17.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004