Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Duvarları yıkmak



Duvarlar örüp duruyoruz etrafımıza. His geçirmez, görünmez, ama kalın duvarlar…

Evimizde, mahallemizde, şehrimizde ve ülkemizde var bu duvarlardan.

En yakınlarımızla aramıza evimizde ördüğümüz duvarların benzerini, ülke çapında farklı düşündüğümüz, farklı gibi göründüğümüz insanlarla örüyoruz.

Geniş, konforlu hücreler yapıyoruz kendimize. Tüm dünyaya kablolarla bağlanırken, yanı başımızdakilerle gezegenler arası mesafeler koyuyoruz.

“Ben seni hiç tanımamışım” diyoruz. Oysa bu duvarların ardından kim kimi tanıyabilir ki?

“Kimseye güvenmemek lazım” diyoruz. Kendimizi hücremizde güvenceye aldığımızı sanıyoruz.

Sevemiyoruz bir türlü insanları. Çünkü herkesi kendimize yabancı kılacak kadar tuğla var, dört bir yanımızda.

Gökyüzünü göremiyoruz, hücremizin tepesini kapatan çatı yüzünden: Bakış açımız böylece sığ kalıyor, geniş düşünemiyoruz.

Anlamıyoruz kimseyi. Çünkü anlamak için görmek gerek. Görmüyoruz, çünkü görmek için arada hiçbir engel olmaması gerek.

Kimi zaman uçurumlardan söz ediliyor, en çok da ekonomik uçurumlardan. Oysa uçurum bile olsa, insan karşı taraftakini görür, gördüğü için biraz olsun anlayabilir, anladığı için kendini onun yerine koyabilir; hissedebilir. Hissettiği için uçurumu kapatır, kapatamazsa araya köprüler koyabilir.

Ama uçurum değil, his geçirmez şeffaf duvarlar var. His geçmeyince görmüyor insan. Görmeyince anlamıyor insanları. Anlamamak, empatiye, empati yardım etmeye duvarlar örüyor.

Birbirine yabancı aile fertleri, birbirini tanımayan apartman sakinleri, birbirini anlamayan, sevmeyen, en ufak bir problemde patlayan şehir ve ülke halkı…

İçinde her şey olan, ama gittikçe daha az insan olan hücrelerimizde büyütüyoruz yalnızlığımızı ve küçültüyoruz insanlığımızı.

İnsanlığımız küçüldükçe hücremiz küçülüyor, ufkumuz daralıyor.

Bir makine kadar ihtiyaç hissetmeye başlıyoruz birbirimize ve makinenin bir parçasının diğer parçasına ihtiyacı gibi mekanikleşiyor ilişkilerimiz.

Halbuki o kadar zayıf ki bu duvarlar. Küçük bir hareketle, belki bir nefesle, belki sadece düşünce gücüyle bile yıkılacak kadar zayıf. Ve domino taşları gibi birbirini devirecek… Yeryüzündeki tüm duvarlar birbirini yerle bir edecek…

Ve o duvarlar küçük bir hareket bekliyor; daha insan ve daha özgür olabilmemiz için…

19.12.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Seviyeli “san’at”çı ve “sözcü”



Mehmet Ali Erbil’in kendi programında başka bir programı diline dolaması hoş kaçmadı.

Bir Demet Tiyatro’nun (atv) nasıl olur da ratinglerde alt sıralarda seyreder...miş.

Efendim, “Fıkralarla Türkiye” (Kanal 7) neden çok rating alıyor...muş.

Bir Demet Tiyatro’yu diline dolamayan yazar kalmadı ki... Herkes topa tuttu. Eleştirdi. Peki, bu programı yerden yere vuran kalem erbabı “san’at”tan hiç mi anlamıyor?

Erbil yanlış kişileri hedef alarak diyor ki, “İşte Türkiye’nin seviyesi bu maalesef.”

Neymiş;

“Türk halkı san’attan anlamıyor..”muş.

Seviye denince orada durmak lâzım. Bir kere M. Ali Erbil seviye konusunda en son konuşacak isim.

Neden?

Çünkü, Türk televizyon tarihinin en dibe vurduğu “an”a kendi elleriyle imza attı. Meşhur pantolon indirme sahnesini kim unutabilir?

Hatta en son Okan Bayülgen’in “Makina”sına (Kanal D) konuk olarak katıldığında bile “rezalet”e imza atmaktan geri durmadı.

Ya sanat?

Erbil, bu güne kadar hangi ciddî bir yapımda rol aldı?

Hep “kendini oynadı.” San’at yapmadı.

Hatta denilebilir ki, Erbil’in rol aldığı projede “san’at”tan bile söz etmek zor.

Programın hem yapımcısı, hem de sunucusu İsmail Türüt, Erbil’e verdiği cevapta, “Türkiye’de mizahın sadece belden aşağı olmadığını gösterdik” diyor.

Hatta, “Erbil, özür dilesin” diyor.

Özür diler mi bilemeyiz?

Ancak şu var ki, Erbil yeni bir meslek daha edinmiş görünüyor.

O da, “Bir Demet Tiyatro”nun Basın Halkla İlişkiler sözcülüğünü!

HABER 7

Bu arada Haber 7’nin programlarının da bilinmesinde yarar görüyorum.

Kadroya bakıyorsunuz hepsi genç ve tecrübeli.

Gazeteci Ersoy Dede’nin hafta içi her gün “Bugün” başlığında sunduğu haber programında siyasetten ekonomiye, diplomasiden iş hayatına kadar bir çok konu işleniyor.

“Sıcak Gündem, Gerçek haber” başlığıyla Buse Biçer, Selda Atalay, Hülya Hökenek ve Burcu Kaya Yumbul’un sunduğu saat başı haberlerde kamuoyunda konuşulan ve merak edilen konular uzman yorumlarıyla analiz ediliyor.

Her sabah “Basında Bugün”de, gündemin ana başlıkları ve gazete manşetleri hızlı bir bakışla ele alınıyor.

İsmail Kılıçarslan’ın sunumuyla “Güne Bakış” Türkiye ve dünyada gelişen olaylar ele alınıyor. “Güne Bakış” bir dönemler TRT’de Can Akbel’in sunduğu gece haberlerini de hatırlatıyor bana.

Hafta içi öğlen kuşağında Fatma Çiftçi’nin sunuculuğunu üstlendiği “Sektörel Bakış” otomotivden, bilişime, tekstilden gıdaya ekonominin lokomotifi olan sektörlerin temsilcileri işadamları kendi alanlarındaki gelişmeleri beklentileri yansıtıyor ekrana.

Habercilikte hem mektepli, hem de alaylı bir genç olan Mehmet Acet “Ankara Gündemi”yle siyasetin nabzını tutuyor. Bürokrasinin önde gelen isimlerini konuk ediyor, olaylara orta ve uzun vadede etkilerini tartışıyor.

Ya kültür san’at? Selahaddin Yusuf’un tecrübesini konuşturduğu program: Kırk Ambar. Hemen her gün, yazarlardan, ressamlara, yayınevi editörlerinden, müzisyene, dergi yöneticilerinden oyunculara kadar kültürel dünyamızın önemli isimlerini konuk ediyor.

Yerel yöneticiler, il müdürleri, belediye başkanları yani sesini duyuramayanlar “Yerel Gündem” başlığını taşıyan programda bu fırsatı yakalıyor. Yine “habercilik”ten gelen bir isim İbrahim Erdoğan’ın sunumuyla gerçekleşen bu program hafta içi her gün ekranda.

Haber 7’nin ağır toplarından Sefer Turan, Ortadoğu konusundaki tecrübesini konuşturuyor her Çarşamba... “Doğu-Batı,” dünyada yaşanan gelişmeleri, dünyanın doğu ile batısı arasındaki krizleri uzmanlarıyla yorumluyor ve analiz ediyor. Zaman zaman özel dosyalarını gündeme taşıyor.

Ramazan programlarıyla göz dolduran (Kanal 7) Tarık Tufan’ı bu kez “Hafta Sonu Eki”nde görüyoruz. Gazete manşetlerine düşmüş konuları, kıyıda kalmış insan öykülerini ele alıyor her hafta sonu.

Haber 7.com’daki başarısıyla adından söz ettiren isim Ünal Tanık’ı “İş Dünyası”nda izlemeden geçmek olmaz...

“Sıradışı”nda yine haberci olan Turgay Güler’i görüyoruz. Bu programda “sıra dışı” olan ne varsa, ekrana getiriyor.

Benim asıl ilgimi çeken nokta:

Haber 7’deki belgeseller: Dünyaya Yön Verenler, Zamanı Aşanlar, Güç ve Servet Avcıları, Hakim Tepeler ve Futbol Tarihi gibi son derece mühim belgeseller her hafta belli periyotlarla ekranda oluyor.

İşte size “alternatif yayıncılık” örneği.

19.12.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Şanlıurfa’dan



Tarih, hakikatin günümüze düşen ışığını verirken, Kur’ân, zikrettiği peygamber isimlerini ve onların hayatlarını bize ibret demeti olarak sunuyor. En kudsî kıssalar, ilâhî mesajda saklıdır.

Bu kayıtların günümüze düşen abidevi neticeleri de var. Hazreti İbrahim, ona izafeten mancınıklar ve Balıklıgöl ile dergâhın “Makam-ı İbrahim” sadedinde devam eden tasarrufu, Peygamberlere vatan eylemiş Ruha’yı... El Ruhayı... Derken bugünkü adıyla Urfa’yı ve Şanlıurfa’yı...

Her Nemrut bir Hz. İbrahim ister. Her zulüm bir mazlûm ve her zulmet bir nur doğurur... Nur, nuranidir ve kalbi aydınlatan ruhanî feyizdir. Bu, en iyi, ikliminde ve onu çağrıştıran mekânlarda yaşanır ve hissedilir.

Biz de böylesi bir mekânın ulvileşen duygularına emanet ettik üç günü ve kalbimizin muhabbet deryasını... Halil İbrahim dergâhında suyun kendi içine akan rahmeti ile duânın vakt-i icabesi Cuma’da cemaatin secdedeki kulluk niyazını ve makamın bereketinde Hazreti İbrahim’in sofrasını, cömertliğini, Halilî halini düşünmek ve bunu meslek olarak Risâle-i Nur’a nakşeden Bediüzzaman’ı hayal etmek… Çok farklı bir an... Aynı mekânda mezarına bir Fatiha okumak ve ihlâs sırrına yönelmek tarifi zor bir halin tercümesi...

İlin tarihî dokusuna ve inancına gösterilen itina ile beş yıldızlı El Ruha Oteli’ndeyiz. Yine dergâh bölgesi. Halepli bahçe mevkii. Ezanın bir vadideki yankılanışı gibi hayata ruh kattığı dâvet saatleri ve mekânları ile yan yana El Ruha Oteli...

Harranlı bilim adamlarımızla “Sistem ve Yenilenme” konusunda ciddî ve kayda değer bir müzakere yapıyoruz. İfade ve istifade yaşıyoruz. Kendilerinden oldukça emin, mütevazi ve birliğin sırrına ermiş bir bilim topluluğu ile heyecanlanmamak elde değil.

ADAG’ın değerli Genel Başkanı Gürbüz Hocam ve sayın Şube Başkanı Ömer Beyin dâvetiyle Şanlıurfa’da bulunuyoruz. Son zamanlarda bilimsel makale üretmede başarılı olmuş bir üniversitenin bilim insanlarından bir kısmı ile beraberiz.

Geleceğe ışık tutacak projelerin, disiplinlerin ve hedeflerin hayatla buluşması için sistem yaklaşımlarını belirleme ve yenileme ile birlikte görünür kılmak istiyorlar. Müzakere, inovasyonun, bir düşünceyi faydaya dönüştürmek, uygulamak ve tanıtılabilir kılmak tanımını gerçekleştirecek işbölümü ve işbirliği üzerinde görüş teatisi oldu.

Önceliklerimizin içine meslekî kariyerimizin vazgeçilmezi olan ideallerimizi ve niyetlerimizi tahakkuk ettirecek, fikrî inkişafımızı sağlayan referanslarımızla birlikte değerlendirme zarureti kendini hissettirdi.

Harran’ın maddî bereketi, manevî bereketle, ilim ve irfanla sulanıyor. Şehrin yeniden yapılanması, temiz belediyecilikle kendini gösteriyor. Akademik çevrenin inşa edildiği bu bakir topraklarda, Ortadoğuya uzanmak an meselesi. Ortak kültürün sadece Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı’nın parçalanması ile ortaya çıkan sunî sınırlar dışında sınırlayıcı bir kültür ve inanç engeli görünmüyor.

Bir akşam öncesinde yine Ticaret Sanayi Odasında “21. Yüzyıl Eğitimi” seminerinde, oldukça duyarlı ve ilgiyle ezberini bozmaya kararlı bir eğitim grubu ile bütünleştik. Yeni Eğitimciler Derneği Şanlıurfa Şûbesinin ev sahipliğinde, dolu salonun pür dikkat dinleyicileri bize yeni sorumluluklar yükleyerek ayrıldılar. Merkez Yönetim Kurulu üyesi Abdurrrahman Beyi ve kıymetli ekibini kutluyorum.

Her ortam ve mekânda bir şeylerin değiştiğini, özellikle akademik camia ile eğitim insanlarının gösterdiği hassasiyetten ve öğrenmeyi cazipleştiren ilgilerinden anlamak mümkün.

Vücut sistemindeki organizma gibi hayat vücudunda ve dünya mekânında organizasyonunu kurmuş sistemler daha kalıcı ve köklü bir geleceğe namzettirler. Bunun ayak seslerine şahit olduk.

14 yıllık geçmişiyle Şanlıurfa’nın pozitif dalgası Radyo Mega’da iki bilge insanın sorularıyla özgün sohbetin tadı, dimağımızda çoktan yerini aldı.

Bir medeniyet tasavvurunda; tarih, din ve coğrafya ile muhabbet kimyası aşılayan Haliliye dostluğunda, ikramında bir beldenin enbiya kokusunda ve irfan dokusunda beyinler yetiştirmesi ile mümkündür.

Şanlıurfa, bu yolda sürprizlere açık bir güzergâhta ilerliyor. Muhabbet ve hikmetle yürüyor...

19.12.2006

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Çaresiz hükümet



Başbakan Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı olabilmek için taviz verme politikasını ne yazık ki devam ettiriyor. Başörtüsünden katsayı haksızlığına kadar hemen hemen her konuda geri adım atmak zorunda kaldı. Hatta çok iddialı olduğu AB konusunda dahi askerlerin ve bürokratik otoritenin dümen suyuna girmiş durumda.

Siyasî konularda söz söylemek hayatının büyük bir bölümünü gurbette geçiren benim gibiler için doğru olmaz lâkin aşağıda sunacağım konu Türkiye’deki demokratik gelişimi ciddi mânâda olumsuz olarak etkilediği için hükümetin çaresizliğini vurgulamak gerekiyor. Konu ise bir ara çok sık olarak konuşulan Millî Güvenlik Siyaset Belgesidir (MGSB).

Meclis Başkanımızın dahi göremediğini ifade ettiği bu belge kırmızı bir klasörde muhafaza ettiriliyormuş ve memurların tebligatlarda kullandıkları cinsten “Okudum anladım” şeklinde imzalanıyormuş. Halkın bu belgeyi okuması mümkün olmadığı için muhtevası hakkında çok fazla bir şey konuşma imkânı da maalesef yoktur. Fakat aşağıda sunacağım gibi belgenin hazırlık ve uygulama safhasında bizzat bulunan kişiler tarafından anlatılan önemli gerçekler mevcuttur.

Hükümetimiz birçok demokratik açılımın altına imza attığını iddia ede dursun ASDER Genel Başkanı Adnan Tanrıverdi’nin vurgulamaya çalıştığı gibi “İktidarın bürokratik otoritenin emri altına girdiği” şeklindeki değerlendirmeler konu uzmanı kişiler tarafından sık sık ele alınmaktadır.

Halbuki hükümete bir fırsat çıkmıştı ve bu belgedeki demokratik olmayan hükümlerin çıkarılması imkânı vardı. Ne yazık ki hükümet Millî Güvenlik Siyaset Belgesini, Millî Güvenlik Kurulunda teklif edildiği üzere aynen onaylamıştır.

Basından öğrendiğimiz kadarıyla 24 Ekim 2005 tarihinde imzalanan bu belgede “irtica” devlete tehdit olarak yer almaktadır. Sonuçta millet üzerindeki devlet baskısının kaldırılacağına dair ümit ve beklentiler ise 10 yıl sonrasına kaldığı anlaşılmaktadır. Çünkü MGSB’nin onayı ile başını TSK’nın çektiği bürokratik otorite ile siyasî otorite arasında mevcut olan iktidar mücadelesinin; bu dönemde de bürokratik otorite tarafından kazanıldığının ve 28 Şubat kararlarının uygulanmasının devam ettiğinin siyasî iktidar tarafından da ilânı anlamına gelmektedir.

Ayrıca MGSB’nin imzalanması ile geçtiğimiz on yılda, İslâmî inancını yaşamak isteyen insanlar üzerinde uygulanan devlet baskısının gelecek yıllarda da devam edeceği anlaşılmaktadır.

Artık milletimiz kamu hizmetlerinden, üniversitelerden ve siyasetten, inancını yaşamak isteyenlerin tasfiyesinin devam edeceğini düşünmektedir. Yeni personel alım ve atamaları için devlet kapılarının inançlı personele kapatılacağının ve hatta baskıların uygulama alanının daha da yaygınlaştırılacağının işareti çok açıktır.

Belgenin onaylanarak devletin bürokratik kadroları, irtica ile mücadele etmeyi prensip edinen milliyetçi soldan aşırı sağa kadar uzanan bir yelpaze içine girebilen kişilere açıldığı ortaya çıkmaktadır. Zira belgeye göre devlete tehdit olarak görülmeyen inanç ve düşünce sahipleri sadece bunlardır. Bunun dışında kalanların da tasfiyesinin bir güvenlik meselesi olduğu ve devlet bürokrasisine görev olarak verildiği hükümet tarafından da kabul edilmiştir.

Acaba hükümet mevcut siyasî iktidarın tasfiyesi için bu belge ile bürokratik otoriteye meşrû zemin hazırladığının farkında mı?

MGSB’nin onaylanması sürecinde ülkemizde meydana gelen olayları şöyle bir hatırlamakta yarar vardır. Zira bu konu üzerinde düşünülmesi gereken bir önemli konudur. Meselâ; Şemdinli’de meydana gelen patlama ve bunun sonucunda tahrik edilen toplumsal olaylar ve Kara Kuvvetleri Komutanının ABD ziyareti ayrıca “Şemdinli İddianamesine” gösterilen tepkiler zamanlama olarak oldukça düşündürücüdür.

Bu imza ile, milletimizin manevî hayatına getirilen baskıların, Recep Tayyip Erdoğan kabinesi ve AKP iktidarı tarafından kaldırılacağına dair iyimser yorum ve ümitleri kırdığı bir başka acı gerçektir.

Siyasetçilerin halkımıza tepeden bakma ve çözümsüz kaldığını ifade etme hakkı yoktur. Eğer bu şekilde devam ederlerse daha ilk seçimde boylarının ölçüsünü alacaklardır. Dindar insanları tehdit kabul eden temel belgeye hem onay verip, hem de acizlik belirtmek hükümet için çok büyük bir itibar kaybı olmuştur. Halbuki siyaset “Çözüm üretme yeridir, şikâyet mercii değildir.” Eğer bunu adam gibi yapamazsanız Mehmet Ağar gibi halkın nabzını iyi tutan politikacılar ortaya çıkar ve halkın derdine tercüman olur. Umarım Başbakan gittiği yolun çıkmaz yol olduğunu anlayıp başörtüsü, MGSB, AB ortaklık süreci ve katsayı konularında olduğu gibi taviz verme politikasından vazgeçer.

19.12.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Bazıları daha eşit



Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin siyasîlere yönelik son derece ağır hakaretleri dahi “eleştiri” sayıp beraat ettirirken, emekli bir general için yazdığımız, eleştiri dahi içermeyen yazıdan dolayı hakkımızda verilen tazminat kararını onamasını geçen hafta yorumladık.

Ve bu kararın ardındaki bakış açısının özellikle iki bakımdan çifte standart oluşturan kararlara kaynaklık ettiğini vurguladık.

Biri: Halkın seçtiği siyasetçileri eleştirmek, hattâ alay etmek, aşağılamak, tahkir etmek alabildiğine serbest; ama atanmışlara, özellikle üniformalılara en ufak bir dokundurmada bulunmak, hattâ icraatlarını yazmak dahi yasak.

İki: Bazı gazeteler basın özgürlüğü kalkanı ardında siyasîlere yüklenirken hakaret bile etseler özel himayeye mazhar olurken, resmî çerçevenin dışındaki gazetelerin en sıradan eleştirileri dahi suç sayılıp cezalandırılıyor.

(Bizimle ilgili karardaki 10. Yıl Marşı kriteri ayrı bir boyut.)

Tam da bu kararın ardından, yüksek yargıda hakim olan bakış açısının yeni, tipik ve talihsiz bir örneğini, Anayasa Mahkemesinin Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun birçok maddesini “kamu görevlileri açısından” iptal etmesinde gördük.

Eğer emeklilik yaşının yükseltilmesi ve prim ödeme gün sayısının arttırılması gibi düzenlemeler bir hak ihlâli sayılıyorsa, bu değerlendirmenin memurlarla birlikte SSK’ya tâbi işçilerle Bağ-Kur kapsamındaki serbest çalışanlar için de geçerli olması gerekir, değil mi?

Ancak bakıyoruz, işçi ve esnaf, sadece memurların gözetildiği iptal kararına imza atan mahkeme üyelerinin umurunda bile değil.

İşte bizimle ilgili dâvâdaki çifte standart ve ayrımcılık, burada da memurları diğer çalışanlardan ayrı tutarak kendisini gösteriyor.

Daha da düşündürücü ve vahim olanı ise, konuyla ilgili haberlerde mahkeme Başkanına atfen yer alan “Bu kanun çıkarsa emekli maaşımız yüzde 22 düşecek” beyanı.

Eğer bu söz doğruysa, iptal kararı çok daha tartışmalı hale gelmiş demektir. Önüne gelen bir kanunu, öncelikle kendi maaşına ne getirip ne götüreceğini hesap ederek değerlendiren bir yaklaşımı bağımsız ve objektif adalet anlayışıyla bağdaştırmak mümkün mü?

Evet, yüksek yargı organlarının bu “adalet” anlayışına göre:

Bazıları daha özgür ve daha eşit. Bazılarına dokunulamaz. Bazıları ise özgür ve eşit olmak şöyle dursun, hiç var olmamaları lâzım!

Bu anlayışın “sosyal adalet” alanındaki yansıması, “Memurlara asla ve zinhar dokunamazsınız. İşçiler ve serbest meslek erbabı ise ne hali varsa görsün” kararıyla kendisini gösteriyor.

İşte bizler böyle bir memlekette yaşamaya devam ediyoruz...

***

Geçtiğimiz günlerde vefat eden Prof. Dr. Stanford Shaw, Türkiye’nin temel problemini, siyasî, askerî ve dinî önderlerin beraberliği sayesinde kurulmuş bulunan Cumhuriyetin, sonradan bu birlik ruhunu koruyamaması olarak teşhis etmiş ve bunun en önemli sebeplerinden birinin, devrimlerin “acele”ye getirilip “zorla” gerçekleştirilmesi olduğunu söylemişti. Yukarıdaki ayrımcılık örneklerinin çıkış noktası bu tesbitte yatıyor.

19.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Mezhepçilik, anti mezhepçilik



İngilizler nereye gittilerse etnik kavgaları beraberlerinde götürdüler. Sovyetler nereye uzandılarsa ideolojik kavgayı oraya taşıdılar. Amerikalılar da nereye gidiyorlarsa mezhebî kavga da beraberlerinde yürüyor. Irak bunun somut meyvelerinden birisidir. ABD’nin emperyal vizyonu bunu gerektiriyor. Ama bu tek başına uygulanacak bir politika değil. Bir tango için bir çifte ve partnere ihtiyaç vardır. Bu bağlamda, emperyal vizyonun amacına ulaşmak için kullanacağı âlet ve yakıtları olmalıdır. Dolayısıyla sırf emperyal vizyonu görüp de onun yakıtını görmemek bir şey ifade etmeyeceği gibi bize de muafiyet kazandırmaz. Bu itibarla, bazıları hakikatı değil, görmek istediklerini görüyorlar. Emperyal vizyonun âlet ve malzeme kısmını ya görmüyorlar veya görmek istemiyorlar. Veya inanmak istedikleri için inanıyorlar. Dolayısıyla bile bile kendilerini kandırıyorlar. Bu da nefse tapınmanın basamaklarından birisi olsa gerek.

Bazıları kompleksle yağmurdan kaçarken doluya tutuluyor. Dengeyi sağlayamıyor. Sözgelimi, kompleksle birlikte mezhepçilikten kaçarken antimezhepçiliğin dalgasına ve girdabına yakalanıyor. Bu da kompleksle karışık bir şekilde anti mezhepçilik veya ötekinin mezhepçiliğine muzaharettir. Bu, özür dilemeci nesillerin veya kendini bilmezlerin maalesef son hastalığıdır. Sözgelimi, bazıları Kaya Ramada’da yapılan toplantıyı Talibancı veya mezhepçi toplantı diye yaftaladı. Bunu yazanlar acaba kendilerine bir kez dahi olsa sorma gereği hissettiler mi: Şiiler neden Londra’da toplanıyorlar da (2003 savaş öncesi ve 2006 Temmuz ayı olacak) Sünniler İstanbul’da toplanıyor? Veya soruyu daha da genişletebiliriz: Şiiler Londra’da toplanırken bir şey olmuyor da neden Sünniler İstanbul’da toplandıklarında gürültü kopuyor ve suçlamaya muhatap oluyorlar. Bu kesimler ya bunu idrak etmekten acizler ya da bu soruyla yüzleşmekten çekiniyorlar. Bunlar da tatlı su veya popülizm aydınları. Veya rüzgâr gülleri.

***

İstanbul toplantısına katılan Semiü’l hak ve Fazlurrahman’ın bu katılımını ‘Taliban İstanbul’da’ diye yansıttılar. Toplantıda başörtüsü mecburiyetini şikâyet edenler ile anti mezhepçiler olayı karalamakta aynı zemini paylaştılar. Halbuki, Aslı Aydıntaşbaş Abdülaziz Hekim’le görüşmek için Irak’a gittiğinde çarşaf içinde kendisini terletmişlerdi. Orası Irak, burası Türkiye diyenlere söylenebilecek bir sözümüz yok.

Burada sapla saman birbirine karıştırılıyor. Fazlurrahman gibiler dâvet edildikleri yere gidiyor ve katılıyorlar. Yıllar önce Kaddafi tarafından da dâvet edilmişler ve toplantıda Erbakan ile Fazlurrahman yan yana düşmüştü. Galiba Ramazan Öztürk olmalı; karenin haberini yazdıktan sonra fotoğraf altına da şöyle bir ibare eklemişti: “Erbakan’ın yanında oturan sakallı kim?” Bu sakallı şimdiki anlayışa göre Taliban’ın adamı veya babası. Ve onun katıldığı toplantılar Taliban toplantısı olduğuna göre Kaddafi de Kuzey Afrika bölgesinin Taliban lideri olmalıdır. Taliban 1996’ta çıktı, ama zannederim, yanılmıyorsam eski Pakistan müftüsünün oğlu olan Fazlurrahman ise bildim bileli ortalarda. Taliban’dan önceki ismi neydi acaba? Taliban bir türevdir ve aslı türevle tanıtmak doğru değildir. Sözgelimi, İsmail Ağa Nakşibendi bir gruptur, ama Nakşibendilik İsmail Ağa ekolü değildir. Bu bağlamda, yüzlerce çeşit Nakşibendilik ekolü demesek bile ocağı vardır. Bu ocaklar da hepsi birbirinden farklı. İndirgemeci yaklaşımlar tehlikeyi veya kutuplaşmayı daha da büyütüyorlar. Kaynağı dalı ile değil dalı kaynağı ile anmak gerekir. Biz de ise habbe kubbe, kubbe de habbe yapılıyor. Fazlurrahman Diyobendilik ekolündendir. Emanullah Han döneminde Diyobendilik Afganistan’da bir süreliğine yasaklanmıştı. Bir kez de Amerikan döneminde böyle oldu, ama bugün Afganistan’da Taliban iktidarda olmasa bile oradaki ilmiye sınıfı yine Diyobendiliğe bağlıdır. Pakistan’da, Bangladeş’te ve merkez üssü olarak Hindistan’da da böyledir. Dolayısıyla Taliban bu ekole mensup olsa da bu ekol Taliban’a mensup değildir. Aynı gelenek içinde yer alsalar bile Semiul Hak ile Fazlurrahman grubu da birbirinden farklı ve bağımsızdır. Burada piramit tersine çevriliyor.

***

Uzakdoğu’nun Ezher’i kabul edilen Diyobend Medresesinin Hindistan’daki merkezî siyasetle ilgilerini reddediyor. Dolayısıyla Taliban’la organik olmak bir tarafa fikri bağlarını bile kabul etmiyorlar. Tebliğ Cemaatı da yine bir Diyobendi ekolüne bağlıdır. Taliban’ın bir kısmı elbette ki Semiul Hak ve Fazlurrahman’ın medreselerinde yetişmiştir. Hikmetyar veya Rabbani’nin de Cemaat-ı İslâmî ile bağlantılı olması gibi. Ama farkları karıştırırsak Semiul Hak ve Fazlurrahman’ı Taliban yaptığımız gibi geçenlerde Edward Said için ülkemize gelen Diyobend çıkışlı Mustafa A’zamiyi de Diyobendilikten öte Taliban yapmamız gerekecek. Birilerine göre fark etmeyecektir de. Antimezhep dürbünüyle bakanlar Taliban’a Amerikancı diye karşı çıkıyorlardı. Halbuki, ABD de onlara ‘aşırı dinci’ diye karşı çıktı. Elbette Abdülhak ve Karzai gibi aralarına sızmış Amarikancı Talibanlar da vardı. Ama görüldü ki gece gündüz anti Taliban propagandası yapan ve onları ‘Amerikancılar’ olarak yaftalayanlar Irak ve Afganistan işgallerinde işgalciler safında yer aldılar. Ziya Paşa’nın dediği gibi burada akvale değil ef’ale bakmak gerekir. Antimezhepçilik bu mânâda bir mezhepçiliktir. Ve bilerek veya bilmeyerek ulu orta Taliban suçlaması yapanlar Müşerref ve ABD’nin safına düşüyorlar. Ve bu boyalı basın veya kimi siyasetçilerin geleneğidir. Bu bağlamda Recep Tayyip Erdoğan’ın 20 yıl önce Hikmetyar ile çekilmiş fotoğrafını ortaya çıkaranlar onu da neredeyse Talibancı ilân etmişlerdi. Aynı zaviyeden bakınca Erbakan, Fazlurrahman’ın yanına oturduğu ve Kaddafi de ağırladığı için her ikisi de Talibancı olmuştur. Bu sakat yorumların nedeni kompleks ürünü olarak antimezhepçilik veya meşrepçiliktir. Mezhepçilik bir taassup mesleği ise, antimezhepçilik de bir kompleks mesleğidir. Artistik yönleri iltizam ve bağlılık yönünü aşanların sonunda gelip dayanacakları nokta burasıdır. Ama maalesef, bizim basın-yayın organlarımız da yazarlardan bile artist üretiyor. Karagümrük yanıyor böyle bir sürecin ürünüdür. Bizim de Ajdarlarımız oldu.

19.12.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Orhan Pamuk’la yolculuk



Bir kitap okuyunca hayatı değişenlerin romanıydı “Yeni Hayat.”

Hayata okuduğu “Kırmızı” kitaplardan sonra değişenlerden olduğumuz için, Orhan Pamuk’un hayata bu şekilde yaklaşması çarpıcı gelmişti.

Ama asıl “Sessiz Ev”den etkilenmiştim. Hatta Nobel’e uzandığı, “Kar” romanı dahi o zamanların mütevazi eseri “Sessiz Ev” kadar etkilemedi beni.

Cevdet Bey ve Oğulları ile birlikte düşünüldüğünde, bir devrin hesaplaşmasıydı adeta bu eserler. Ve geldiği kültüre baktığımda Pamuk’un bu sorgulamada çoğu kez doğru yerlerde durması şaşırtmıştı beni.

Nobel takdiminde Orhan Pamuk’un İstanbul’un melankolik anlatımındaki başarısı vurgulandı hep.

Önemli bir ayrıntı mıdır bilmem, ama Mısır’ın Nobelli yazarı Necip Mahfuz’da da Kahire’nin melankolik anlatımı ve oradaki kuşaklar, ideolojiler ve gelir seviyeleri sebebiyle yaşanan çatışmalar kurgulanıyor usta bir şekilde. Necip Mahfuz konusunda bir şey demek istemem, ama sanki Orhan Pamuk bu çatışmada gerçeğe çok daha yakın duruyor.

Bir kitap okuyup hayatı değişenleri değil, sadece ölümle birlikte geçilen yeni hayatı da çok ustaca işliyor Orhan Pamuk. Öyle bir çabası yok, ama isteyen, ölümün bir yokluk ve hiçlik olmadığı penceresinden de bakabilir Pamuk’un yaklaşımına.

Sadece melankolik bir anlatıma hapsetmek kanaatimce haksızlık olur Orhan Pamuk’a. İmgeleri çok başarılı bir şekilde kullanır romanlarında Orhan Pamuk.

Sessiz Ev’e tekrar döndüğümüzde Selahattin Darvinoğlu bu konuda başlı başına çarpıcı bir örnektir.

Öyle bir ansiklopedi yazacak ki Selahattin Darvinoğlu, Doğu ile Batı arasındaki uçurumu kapatacak ve kendince “Allahsızlığı” ispat edecektir. Adı Selahattin’dir. Hem gelenek, hem de İslâm bu adı üzerinde toplanmaktadır. Selâhattin Eyyubî’nin adını taşıyan Müslüman, Selâhattin’in Osmanlı’nın son dönemlerindeki Batı hayranlığı ile “Darvinoğlu”na dönüşmesidir.

Selâhattin Darvinoğlu daha çok Abdullah Cevdet çağrışımı yapmaktadır. Doktor Duzi’nin kitaplarını tercüme edip İstanbul’a sokan “Allahsızlığı ispat etmeye yeminli” bir zihniyeti temsil eder.

Ancak babaannenin anıları ile geçmişe yolculuk eden ve biri tarihçi, biri devrimci, diğeri ise zengin olmaya yeminli üç torunun tartışmaları kuşak çatışması ile birlikte, “Allahsızlığın da mümkün olmadığını” usta bir şekilde okurların önüne koyar.

İmgeleri iyi seçer ve ustaca kurgular, dememe rağmen göklere çıkarılsa da, şöhretin kalemin ustalığını kırması gibi gelir bana. Biraz popülist bulurum “Kar”ı... Çünkü Lacivert ve Fazıl tiplemesi ile ortaya konulan,”Necip Fazıl” çağrışımı yapan Müslüman gençlik orada hiç yerli yerine oturmamıştır.

Kars’ta yaşanan bir askerî darbe ve şehrin tüm dünya ile bağlantısının kesilmesinde şüphesiz ki, güzel ve gerçekçi bir Türkiye tasviri vardır. Kar romanı için övgü dolu yazıların yazıldığı bir sırada, “İşte Orhan Pamuk’un ölümü”demiştim kendi kendime. Popülizmin bu tür yazanlar için, hafifletici bir şey olduğunu düşünürüm. Bu yüzden belki fazla ileri gitmişim.

Tarihî tahlillerde Ahmet Altan’ı daha başarıl bulmama rağmen, Bediüzzaman Said Nursi’nin romanda kullanımında Orhan Pamuk daha gerçeğe yakın. Belirttiği olay gerçek olmasa da kullanılış şekli doğru. Resmî tarihe karşı olmasına rağmen Ahmet Altan, “İsyan Günlerinde aşk”da Bediüzzaman Said Nursi’yi 31 Mart vakasında Kör Ali’nin yanında isyana kalkışan “cahil” ve “softa” grubunda bir “yobaz” olarak tarif ederek, büyük bir haksızlık etmiştir.

Orhan Pamuk ise “Bu kuzu millet dinine bağlıdır, ama en sonunda dinin değil, devletin buyurduğunu yapar. Bütün o isyancı şeyhlerin, ‘Din elden gidiyor’ diye ayağa kalkanların, İran’da yetişmiş militanların, eğer Said-i Nursi gibi biraz namları yürümüşse geriye mezarları bile kalmaz. Bu ülkede adı bir gün bayrak olabilecek dinî önderlerin cesetleri bir uçağa konur ve belirsiz bir yerden denize atılıverir” der, Ka olarak Lacivert’i ikna etmeye çalışırken.

Orhan Pamuk’ta okumanın güçlüğü, insanı yoran bir ölçüde kalemin dinamizmi vardır, ama her şeyden öte kuşaklar arası çatışmalar, sorgulamalar ve baştan sonra bir melankoli alır götür insanı.

Bir milyon kitabı bir milyon liraya basıldığı gün kaybettik Ahmet Altan’ı, ama yine de onda tarihin gergef gibi işleyen üslubunu, Amin Maruf’ta Doğu’nun gizemini, Yavuz Bahadıroğlu’nda tarihin su gibi berrak anlatımını ve Ayşe Kulin’deki Balkanların yürek sızısı öykülerini özlerim çoğu zamanlar...

Okuduğum her kitap hatırlatır bana, okumam gereken daha ne kadar çok kitap olduğunu....

19.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Aile ve toplumun huzuru için



Sizin bir fabrikanız olsa mümkünse yüzde yetmiş, seksen, yüzlerde çalıştırmak istemez misiniz? Yüzde üçlerde, beşlerde çalıştığında da kapatmayı düşünmez misiniz?

İnsan denen canlı makinenin tam kapasite ile çalışması ise yeteneklerini inkişaf ettirmesi ve tam faal olmasıyla mümkündür.

İşte Sahabe bunu yapıyordu. Bütün yetenek ve duygularını tam kapasiteyle müsbete yönlendirmiş, insanlıktan beklenen verimliliği hakkıyla göstermişti.

Çağımıza Asr-ı Saadeti getiren büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri de insanın atıl kalan yeteneklerini ateşlemiş, çekirdek halindeki duygularını inkişaf ettirmişti. Talebelerinin iman ve Kur’ân’a hizmet heyecanıyla köşe bucak koşmalarında bu sır vardır.

Kırklarelili hizmet eri Hasan kardeşimizi de bu heyecan dalgası sarmış, “Benim memleketim nasıl güzel faaliyetlere imza atmaz?” diye harekete geçmiş. Attığı kıvımcımla Kırklarelililer güzel bir hizmete daha ön ayak oldular.

“Mü’mini yapabileceği şeyde gayretli, yapamadığı hususlarda da, ‘Niçin yapamadım?’ diye hayıflanır görürsün” hadis-i şerifi gereğince hizmet adına neler yapılmaz ki? Madem ki Kur’ân hakikatleri insanlık için manevî bir reçetedir ve madem Kur’ân bütün çağlara bakmaktadır. Öyleyse fertler de, aileler de, toplum ve milletler de hastalıklarına, hatta en müzmin dertlerine Kur’ân eczahanesinden ilâçlarını bulabilirler.

Geçen Cumartesi günü yoğun bir aktivite içerisine giren Kırklarelili dostlarla beraberdik. Bir otelin 400-500 kişi alan konferans salonunu hınca hınç doldurmuşlardı. Çevre il ve ilçelerden bile gelenler vardı. Arkadaşımız İslâm Yaşar’la konuşmacı olarak katıldığımız konferansta, o, mutlu bir ailenin çatısının kurulmasında ailede eğitimi, anne-babanın rolünün önemini, Üstadın “İlk hakikat dersini annemden aldım” dediğini, Yahya Kemal, Necip Fazıl, Bediüzzaman gibi ünlülerin o hâle gelişlerinde annelerinin teşvikkâr tutumlarını anlattı. Ben de Toplumsal Huzurun Şifresi İman ve Kur’ân hakikatlerinin Asr-ı Saadeti nasıl bir Cennete çevirdiğini örneklerle açıkladım.

Bütün mesele İslâma, Kur’ân’a yönelmek. İslâmın ter ü taze hakikatleri yaşandığında açlık, terör ve stres namına ne kadar dert ve problem varsa hepsi bitecek, en büyük bir sığınak ve en sağlam bir kale olan aile de, sağlam ailelerden meydana gelen toplum da barış ve huzur içinde yaşayacak, dünya küçük bir Cennete dönecektir.

Böyle güzel bir netice ve hizmet için hiç kollar sıvanmaz mı?

19.12.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ölür müsün, öldürür müsün?



Geçenlerde pek inancı olmayan birisiyle tartıştık. O, ‘İslâm hırsızlığa kol kesme gibi ağır bir ceza veriyor. Bu devirde böyle cezâ olur mu?’ diye itiraz etti.

Şüphesiz ki, başkalarının emeğini, malını, değerli eşyasını çalmak kötü ve çirkin bir fiildir. Bu hususta, tarih boyu, bütün insanlık ittifak etmişlerdir. Dolayısıyla, “hırsızlık” fiiline, çeşitli hukuklarda, çeşitli cezalar verilmiş ve halen de verilmektedir.

Kur’ân’da, “Yol kesip mal gasbedenin cezası, sağ el ve sol ayağının çaprazlama kesilmesidir.”1 Aynı sûrenin 38. âyeti de meâlen şöyle: “Hırsız erkeğin ve hırsız kadının da, işlediklerinin karşılığı ve Allah tarafından ibret verici bir ceza olmak üzere, elini kesin. Allah azizdir, dilediğini yapmakta herkese galiptir ve hâkimdir. Onun her işi hikmet iledir.”

Bu cezâyı ağır bulanlar, hiç şüphesiz ki, hissî düşünüyorlar! Hırsızlık olayını ve İslâmın ceza sistemini tartışırken, şu soruyu yöneltin:

“Siz senelerce çalışsanız, emek verseniz, bir miktar düğün parası, ev parası biriktirseniz veya hayatî meseleler, muhtemel kaza ve musîbetler için bir miktar parayı saklasanız; sonra birisi gelip çalsa; ona ne ceza verirsiniz?” Hiç tereddüt etmeden: “Öldürürüm!” diyecektir. Öyle demişlerdi… Şüphesiz ki, bu da hissî olarak verilmiş bir karardır. Ona, “Vay gaddar, vahşî, İslâmiyet hiç olmazsa kolunu kesiyor, siz ise öldürdünüz!” denir.

Aslında hırsızlara verilen “kol kesme” cezâsının (her hırsıza ve her hırsızlık olayına değil) çok hikmetleri vardır. Zaten, yukarıda zikrettiğimiz âyet, “ibret verici cezâ” diyerek buna işâret etmektedir. İslâmiyet, ferdin hak ve hukukunu koruduğu gibi, cemiyet hayatı için de her türlü hukukî müeyyideyi ve tedbiri alır. İnsanları eğitir, bilgilendirir, terbiye eder. İmân, ibâdetlerle takviye eder. Kardeşlik tesis eder. Sosyal tedbirleri alır. Zekât, sadaka, karz-ı hasen, hayır gibi sosyal müesseseler ile fakirleri korur, zorda kalanların, borçluların imdadına yetişir.

Buna rağmen hırsızlık yapan olursa… Ki, bu artık kleptomani hastalığına girer. Hastalığın tedâvisi yoksa, ancak kol keserek ve “ibret verici bir cezâ” verir. Çünkü; “kleptomani hastalığını” başka bir cezâ ile iyileştirmenin mümkünü yoktur! Artık “hırsızlık kangrenine” yakalanılmıştır! Anadolu Ajansı, 19.4.1995 tarihinde bütün gazete ve ajanslara İngiltere’den şöyle bir haber geçmiştir:

“İngiltere’nin Leeds kentindeki bir mahallede Graham Atherton isimli bir rahibin evi, 13 sefer soyulunca, rahip ‘pes’ ederek, mahalleden taşınmaya karar verir. 6 yıldır yaşadığı mahallede, evinin en az 13 sefer soyulduğunu söyleyen rahip, gerçek rakamlarda şaşırdığını söylüyor. Rahip, kilise dergisine, aldığı tedbirler; taktırdığı alarm ve anahtarlara rağmen, soyguncularla baş edemediğini de yazmış.

“Rahip, soygunların, kendisini yıprattığını, işini yapamaz hâle getirdiğini belirtirken, kentin polisi de, rahibin görev bölgesinin 17 mahallelik suç tablosunda, 11. olduğunu bildirmiş...”

“Amerika’da, bir adet pizza çalan zenciye, 25 yıl ağır hapis cezası verilmiştir.”2

Bugün, çeşitli hapisler, cezalar, teknolojik tedbirlere rağmen hırsızlık önlenememektedir. Oysa İslâm tarihinde, kol kesme hâdisesi çok yaygın değildir. Asr-ı Saadette, asırlara ders olarak tek örnek vardır. Osmanlı devletinde, 5 kol kesme hâdisesi tesbit edilebilmiştir. İslâm hukukunda, insanın hayatı, nâmusu, emniyeti gibi, malının da dokunulmazlığı vardır. “Kol kesme” cezâsının, muhtemel tecavüzleri, cinayetleri bitirmesi, “caydırıcı” olması için verildiği açık değil mi? Ölür müsün, öldürür müsün, kolun kesilmesine mi razı olursun? Konuyu müzakereye devam edelim.

Dipnotlar: 1. Kur’ân, Maide, 33.; 2. Zafer, Nisan 1995, s. 7.

19.12.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Dahilde menfî hareket



Bir süredir Doğu ve Güneydoğu ağırlıklı yeni bir "oluşum"dan söz ediliyor.

Sayıları az da olsa, bazı fikir ve kalem sahibi kimselerin iddiasına göre, "bir tür Hizbullahçılık" tarzında şekillenen bu yeni oluşumun içinde, gûya "bazı Nurcular" da bulunuyormuş.

Kimi şahıs ve odakların söz ve iddiasına bakılacak olursa, Nurcular her türlü menfî, yani zararlı faaliyetin içinde yer almışlar, hatta başında bulunmuşlar.

Ne var ki, bu tür iddiaların hiçbiri gerçeği yansıtmıyor ve hakka isabet etmiyor. Dolayısıyla, bunların hemen tamamı kasıtlı iddialardır ve bilerek ortaya atılıyor.

Evet, "bilerek" diyoruz.

Zira, 1948'deki Afyon mahkemesi esnasında adına "Nurculuk" denen Risâle–i Nur cereyanı, "menfî hareket" tarzını şiddetle men'ediyor. Şiddet metodunu kökünden reddediyor. İster fert, ister örgüt ve isterse devlet eliyle olsun (hukuk dışı), dahilde kan dökmeyi, asla ve kat'a kabul etmiyor.

Bilâkis, meydanda olan Risâle–i Nur, daima "müsbet hareket"i tavsiye ediyor.

Üstelik, yakın tarihimizin 70–80 yıllık çalkantılı devresi meydanda, göz önünde.

Bu muazzam süre, iş o "müsbet hareket"in aynı zamanda tescilini gösteriyor.

Acaba, dünyada hangi hareket, hangi cereyan var ki, içinde var olan bir menfi davranışı bunca zaman gizlesin de hiç dışa vurmasın. Üstelik, her yaştan, her unsurdan, her bölgeden yüz binlerce, hatta milyonlarca bağlılarına rağmen.

Evet, şunu herkesin bilmesi, hatta ezber etmesi gerekir ki, Risâle–i Nur menfi hareketi kesin surette men'ettiği gibi, aynı zamanda "müsbet hareket"i tavsiye ederek ders veriyor.

Risâle–i Nur'u okuyan ve istifade edenler ise, bu ölçülerle uyuşmayan, bağdaşmayan hiçbir hareketin içinde bulunamaz.

Ayrıca, şu "müsbeti tavsiye ve menfiyi red" hakikati, Üstad Bediüzzaman'ın vefatından evvel talebelerine vermiş olduğu "son ders"in de en ağırlıklı kısmını teşkil ediyor.

Dolayısıyla, Risâle–i Nur'un, kan ve şiddete bulaşan, siyaset ve ideolojik saplantıları öncelleyen hiçbir fikir ve hareketi tasvip etmediği "gün gibi aşikâr" iken, bu gerçeği tamamiyle tersine inkılâp ettirircesine çalışanların iyi niyetinden mutlak surette şüphe edilmeli.

Zira Risâle–i Nur, mahiyeti meçhûl yeni bir hareket veya hizmet tarzı değildir.

Bir asra yaklaşan ömrüyle, tarih önünde ve akıl/vicdan sahipleri nazarında, temel gayesini ve aslî duruşunu ibraz ve temyiz etmiş bulunuyor.

Bunun aksini ispat yönündeki çabalar, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da beyhude olmaya mahkûmdur.

ÖLÇÜ

Bediüzzaman diyor ki

Aziz kardeşlerim,

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim.

Emirdağ Lâhikası, s. 455

Günün Tarihi

Ekmek karneye bağlandı

19 Aralık 1941: Tek parti hükûmetinin almış olduğu olağanüstü bir kararla, ekmek sarfiyatı karneye bağlandı.

Ocak ayı başlarında Türkiye genelinde fiilen uygulanmaya başlanan bu karara göre, isteyen istediği kadar fırınlardan ekmek alamıyor. Her aileye düşen ekmek miktarı, aile reislerinden alınan ve muhtarlıkların tasdikinden geçen beyannamelere göre belirleniyor.

Bu beyannameler esas alınarak, her aile adına bir "ekmek karnesi" düzenleniyor ve ekmek miktarı ona göre veriliyor.

Yüzde 106 zam

Gariptir ki, aynı gün içinde hükûmetin almış olduğu bir başka kararla da, ekmek fiyatlarına % 106 gibi çok yüksek oranda zam yapılıyor.

Buna göre, 19 Aralığa kadar 8 kuruş olan ekmeğin fiyatı, o günden itibaren 16.5 kuruşa çıkartılmış oldu.

Hububata el konuldu

O günkü hükümetin bir diğer icraatı da şu oldu: Yurt genelinde yetiştirilen arpa, yulaf ve özellikle buğday gibi temel hububat miktarı, ilgili devlet ünitelerine mutlaka bildirecek. Bildirmeyenler veya yanlış bilgi verenler hakkında cezai işlem yapılacak.

Bu arada, 25 Aralık günü İstanbul çevresinde yetiştirilen yulaf, buğday ve arpaya devlet tarafından el konuldu.

Beş yıllık kaht û gàlâ

Türkiye'nin hemen her tarafında uygulanan bu "karneli ekmek" politikası, yaklaşık beş sene müddetle aralıksız devam etti.

İlk rahatlama belirtisi 9 Eylül 1946'da görüldü. Bu tarihte, üç büyük şehirde (İstanbul, Ankara ve İzmir'de) "karne ile ekmek" uygulamasına son verildi.

Sıkı ekmek politikası, o yıllarda başgösteren kıtlık ve kuraklığın yanı sıra, Türkiye dışında cereyan eden II. Dünya Harbi sebebiyle tatbik ediliyordu.

Ne var ki, o dehşetli savaş sona erdikten sonra da, yaklaşık bir yıl müddetle aynı sıkı politikaya devam edildi.

İşin en acıklı tarafı ise, hükümetin zorla toplattırdığı buğday ve sair hububatın depolarda, silolarda çürümeye terk edilmesiydi.

Tek parti hükümeti, bu büyük nimetin çürümeye başladığını gördüğü halde, bunları aç ve sefil durumdaki vatandaşa dağıtma cihetine gitmedi, olduğu yerde çürümesine seyirci kaldı.

Sahte karneler

Yaklaşık beş yıl süren karneli ekmek döneminde, ayrıca pekçok yerde sûistimaller yaşandı.

Bir yandan, kalbur üstü kimseler bol miktarda ekmek bulup tüketebiliyor ve hatta "bale ve opera" gibi oyunların kesintisiz devamını "gururla ve iftiharla" sağlama başarısını gösterebiliyorken, bir yandan da "sahte karne" basıp dağıtanlara şahit olunuyordu.

İşte bir misâl: 08.02.1945 tarihli Yeni Asır gazetesinde çıkan "Sahte ekmek karnesi basımına iki yıl hapis" başlıklı haberde aynen şu ifadeler yer alıyor: "Millî Korunma Mahkemesi, hakikisinden ayrılamayacak kadar mükemmel sahte 'ekmek karnesi' basan ve bunları piyasaya süren beş kişilik şebekeyi, ikişer sene hapse mahkûm etmiştir. Sahtekârlar, fırınlara muhtarların halka dağıttığının çok üzerinde karne gelmesiyle harekete geçen polisin haftalar süren takibiyle yakalanmıştır."

Evet, bugün için çok garip, çok tuhaf karşılansa da, yakın tarihimizde böyle bir vak'anın aynen yaşandığını bilmemiz gerekir.

19.12.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Namaz için uyandırmak



Eskişehir’den okuyucumuz: “Aynı evde kaldığım, namaz kılan ve uyanmakta zorlanan birisini sabah namazına kaldırmayınca vebâli var mıdır? Kaldırmak üzerime borç mudur?”

Beş vakit namaz birer birey olarak zimmetimizdedir, yani üzerimizde ferdî farzdır, yani günlük zarurî bildiğimiz işlerimizden öte birebir yükümlülüğümüzdür, hesabını birebir biz vereceğiz. O halde namazı vaktinde kılmakla, namazı vaktinde kılmak için gerekli tedbirleri—meselâ namaz vaktinde uyanmak için akşam erken yatmak, mümkünse bizi uyandıracak saat ve sair teknik imkânlardan yararlanmak, yatmak üzereyken uykuda ağırlık verecek ölçüde midemizi doldurmamak, sol yanımız üzerine yatmamak, yatarken sünnet olan duâları okumak... gibi.—almakla ve tabiî ki namazı vaktinde kılmak için bizden önce uyanan arkadaşlarımıza bizi uyandırmasını rica etmekle yükümlü olan bizleriz.

Bununla beraber, hiç şüphesiz hayat yardımlaşma ile güzeldir. Kardeşlik yardımlaşmayla güçlenir. İnsanlık yardımlaşmayla yükselir. Başarı yardımlaşmanın meyvesidir. Dînimiz yardımlaşmayı emreder. Kur’ân, “İyilik ve takvada yardımlaşın”1 buyuruyor. Peygamber Efendimiz (asm): “Kul, kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da kulun yardımındadır”2 diye müjde ediyor. Yani Allah’ın yardımını almak, bizim kardeşlerimize olan yardımımıza bağlıdır. Allah’ın emir ve iradesi böyledir.

Öyleyse unutmayalım, dîn işinde, dünyâ işinde, âhiret işinde, maddî ve mânevî mümkün olan her hayırlı işte gerek duâ ile, gerek fiil ile yardımlaşmak hem Allah’ın emri, hem Resûlullah’ın (asm) tavsiyesi, hem kardeşliğimizin ve uhuvvetimizin bir gereği, hem ahlâkımızın bir güzelliğidir. Öyleyse, beraber bulunduğumuz sevgili dostlarımızı namaza kaldırmak gibi bir hayırlı ve nezih işte niçin yardımlaşmayalım? Biz erken uyandığımızda bizim onu kaldırmamız, o erken uyandığında onun bizi uyandırması her şeyden önce birbirimiz üzerinde kardeşlik hakkımız değil mi?

Nitekim Peygamber Efendimiz de (asm) ehlini ve ailesini namaz için uyandırırdı3. O halde, birbirimizi namaza uyandırmamız Sünnet-i Seniyye hükmündedir. Peygamber Efendimiz’in (asm) şerefli yolu budur.

Fakat birbirimizi namaza uyandırırken çok şefkatli, çok nazik, çok nezih, çok tatlı bir üslûp kullanalım. Namaza, namazın nezahetine uymayan, namaza karşı soğukluk veren kaba bir üslûpla çağırmayalım. Birbirimizi namazın tatlılığına yakın bir tatlılıkla namaza dâvet etmeye özen gösterelim.

***

Artvin’den okuyucumuz: “İbadetini terk etmeyen birisi, îmânî vesvese içinde ölürse durumu ne olur?”

İbadetlerimizi elhamdülillah Allah’a tahsis ediyoruz, Allah için yapıyoruz. Bütün mesele bu. Kalbin Allah’a bağlılığında vesvese yoksa diğer vesveseler yüzeysel ve önemsizdirler. Giderebildiğimiz ölçüde imanımız inşallah kuvvetlenir.

Vesveseler, imanımızı gidermek ve ibadetlerimizi iptal ettirmek isteyen şeytanın dehşetli birer oyunudur. Kalbimize gelen vesveselerin şerrinden korunmak için Allah’a sığınmalı ve duâlarımızı eksik etmemeliyiz. Kimi vesveseleri önemsememekle ve aldırış etmemekle yok etmek mümkündür. Kimi vesveseleri ise gidermek için îmânî eserler okumamız, meselâ mutlaka Risâle-i Nur okumamız ve zayıf olduğumuz noktalarda bilen arkadaşlardan takviye almamız önemli birer adım teşkil eder.

İbadetlerini terk etmeyen birisinin imânî vesvese içinde öldüğünü düşünüyorsak, bu kişi için Allah’ın yardımını ummaktan ve duâ etmekten başka çaremiz var mı?

İbadetlerimizi eksik etmeyelim ve vesveselerimizi gidermek için bir yandan gayret ederken, bir yandan Allah’a sığınmaya devam edelim. Biz gayret içinde olursak, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemize—inşallah—hiçbir mahal yoktur.

Dipnotlar:

1- Mâide Sûresi, 5/2

2- Riyâzü’s-Sâlihîn, 245

3- Müslim, İtikâf, 3

19.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004