Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Temiz kalmak



Temiz kalabildik mi, bu bozuk yollarda yağan en ufak bir yağmurda yürürken?

Sabah bembeyaz ve tertemiz elbiselerimizle çıktığımız evimize, akşam bembeyaz ve tertemiz dönebildik mi?

Yoksa kirlenen paçalarımızı katlayarak lekelerimizi gizlemeyi, gittikçe daha koyu kıyafetler giyerek kirleri kamufle etmeyi ya da sürekli yıkayarak giysilerimizi soldurmayı mı tercih ettik?

Gelip geçen arabaların sıçrattıkları su birikintilerinden, yolumuzun üstündeki çamur deryalarından, altından geçtiğimiz çatılardan düşen su damlalarından kendimizi koruyabildik mi?

Öyle düzgün yolları olan, çamursuz, tozsuz mahallelerde temiz olmak ve temiz kalmak kolaydı, peki bu yeni mahallemizde?

Sadece siyasetçiler, gazeteciler, avukatlar, şu veya bu meslek grubundakiler mi kirlendi? Onların mahallelerinde yollar daha kötü, yağmurlar daha şiddetli, çamur deryaları daha büyük diye, kendimizi daha temiz, daha pak kabul edebilir miyiz?

Her gün soluduğumuz pis havayı ciğerlerimizden söküp atacağımız oksijen tüplerimiz var mı evimizde? Günde beş defa girdiğimiz teneffüs seansları yok mu hayatımızda? Evimizde sokaktan daha pis bir hava solumak için mi kıpırdayıp duruyor başparmağımız, kumanda denilen o aletin üzerinde?

Adına duâ denilen, namaz denilen, tefekkür denilen, aile denilen, yuva, sevgi, huzur denilen küçük oksijen odalarına girip, içimizdeki kirlerden kurtulmaya çalışıyor muyuz?

Yoksa kirlenmek, daha çok kirlenmek, daha pis bir kıyafetle akşam eve dönmek, daha zehirli bir hava solumak, daha paçavra bir hal almak için can atar hale mi geldik?

Sevmeye mi başladık etrafımızı saran bataklıkları, üstümüzde çoğalan kir pası, derimize işleyen tortuları?

Yıkanmak, arınmak, kurtulmak için değil, kirlenmek, pislenmek, batmak için mi çabamız?

Daha az kirlenmek için daha temiz mahallelere değil de, daha çok kirlenmek için daha tehlikeli mahallere doğru mu yol alıyoruz?

Bütün renkler kirlenirken birinciliği kimseye kaptırmayan beyaz yerine, daha koyu kıyafetler giyip, kirlenmeyi daha görünmez yaparak mı kurtulduğumuzu sanıyoruz?

Temiz kalamıyorsak bile, temiz olmayı özlemekten de vaz mı geçtik?

20.02.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Lânet



Dünyaca ünlü “müstehcen dergi”nin kapağı olan “yıldızlar(!)” bu gün ne yapıyor dersiniz?

Bir bakalım mı?

Adı, Elisa Rebecca Bridges:

1994 Aralık kapağı olan Rebecca, aşırı dozda eroin alarak 28 yaşında öldü.

Tonya Crews:

1961 Mart’ın kapak güzeli Tonya, 28 yaşında bir trafik kazasında hayatını kaybetti.

Claudia Jennings:

B filmleri oyuncusu Claudia, 1956’da yılın güzeli olmuştu. Bundan 5 yıl sonra, 28 yaşında uçurumdan yuvarlandı.

Cheryl Kubert:

1958’in Şubat güzeli Cherly, 1989’da intihar etti.

Jayne Mansfield:

Dergiye birkaç kez kapak olan Jayne’nin aracı bir TIR’ın altına girdi ve ezilerek öldü.

Eve Meyer:

1955’in Haziran güzeli olan Eve’in, 48 yaşında bindiği uçak havada infilak etti.

Willy Rey:

1971 Şubat güzeli, ardında ‘Kendimi güvende hissetmiyorum’ diye yazan bir not bırakarak 23 yaşında uyku haplarıyla intihar etti.

Dorothy Stratten:

1980 yılının güzeli Dorothy, 20 yaşında başına sıktığı tek kurşunla intihar etti.

Star Stowe:

1977 Şubat güzeli, uyuşturucu bağımlısı olmasının ardından fuhuş yapmaya başladı ve 40 yaşında boğularak öldürüldü.

Sue Williams:

En kısa boylu Playboy kızı Sue, 1969’da 23 yaşındayken intihar etti.

Carol Willis:

Cherokee’nin de modeli olan 1970 Temmuz güzeli Carol, 20 yaşında alkollü araç kullanırken kaza yaptı.

Paige Young:

1968 Kasım güzeli Paige, 30 yaşında uyku hapı içerek intihar etti.

Ve trajik sona bir yenisi daha eklendi.

Müstehcen derginin ‘lâneti’ Anna Nicole Smith’i de etkiledi ve bir otel odasında, yanıbaşında ilâçlar olduğu halde ölü bulundu.

Tıpkı hayatı aşırı doz uyuşturucu ve gizemli kazalarla sonlanan diğer tavşan kızlar gibi.

Tıpkı, 36 yaşında ölen Marilyn Monroe gibi...

Anna Nicole Smith’in yine Monroe gibi uyku hapıyla intihar ettiği düşünülüyor. 39 yaşında ölen Smith, kızını doğurduğu gün 20 yaşındaki oğlunu kaybetmişti.

Bir kez daha gördük ki, “kapak yıldızı” olmak, çok para kazanmak ve şöhret mutluluk getirmiyor. Bu, iki kere iki dört eder derecesinde kesin ve kat’idir.

İnsan Rabbinin izni dairesinde yaşarsa, ne mutlu. O’nun izni dairesinden çıkarsa, belâlar sel gibi üzerine gelir. Kim olursa olsun, hangi meşrep ve mezhepte olursa olsun, bu böyle biline!

KİMİN BAŞARISI?

Cengiz Semercioğlu, “bir haber bülteni”nin rating listesine girmesine şaşıyor (Fullekran, Habertürk)

Bahsettiğimiz haber bülteni, Kanal 7 Ana Haber Bülteni...

Şimdilerde haber merkezlerinin yöneticileri birbirlerine soruyormuş ve ratingi nasıl elde etti diye araştırıyormuş.

Düşünebiliyor musunuz, acımasız rekabet furyasında 6,1 reyting yaparak haber bültenleri arasında 1. sıraya oturmuş.

Kimin başarısı diye soracak olursak işte cevabı:

1- Cıvık haber yapan kanallar...

2- Erhan Çelik’in haber sunumu...

RENGÂHENK

TRT 2’nin rating listelerine girmeyen ama mütevazi bir yapımı var:

“Rengâhenk.”

Hafta içi her gün yayınlanıyor.

Fırsat buldukça bu programı zevkle izliyorum. Kültür, sanat, edebiyat, şiir, müzik ve panel duyuruları... Zaman zaman edebiyatımızın tozlu raflarında kalmış isimleri öne çıkarıyor, zaman zaman da unutulmuş Türk musikisinin kadirşinas portlereleriyle sohbet ediyor.

İlker Gültekin’in kendine has naif sunumu da programı izlettiriyor.

20.02.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Düşümüz, düşüncemiz



Rüyalar hep “rüya” değil, bazen hakikati haykırır; hayata dair ciddî hatırlatmalar yapar. Anlık rüyalar zamana geniş bir pencere açar; uyuyanları uyandırır.

Yakın zamanda Anadolu’muzun bir ilçesinde Nur sohbetlerini rahat yapabilmek için himmetlerle bir daire satın alınır… Can yongalarından koparan can dostlar Nur sohbetler yaparlar burada… Nedense bir müddet sonra tembellik uykusuna yatılır; uyandırmak için rüya, üç gün kapılarını çalar…

Kur’ân’ı yerde görür ağabeylerden biri, uyandığı gibi evinin içini dolaşır, böyle bir şeyin olmadığını görür… Aynı rüya üç defa tekrarlanır; öyleyse bunda çok ciddî bir mesaj var.

Mahzun ve kırık kalmış Nur evi ziyaret edilir; kapıyı açtıklarında Kur’ân’ı yerde görürler… Anlarlar ve uyanırlar; Nur sohbetleri yeniden hayat bulur can evlerinde… Tekrar başlarlar Nur sohbetlere… Ev şenlenir, canlar nurlanır; Kur’ân kamet-i kıymete yücelir… Hizmete hayat ve hareket gelir…

O ilçe içre içlerimiz, çok ilçelerimiz, şehirlerimiz; can evlerimizde lâyıkıyla canlanmıyor hizmetler… Perişanlığımızı perdelemeye, hayallerle oyalanmaya gerek yok; aynalar ve rüyalar yalan söylemiyor… Rüyamızda rüya tabirleri yapıyoruz uyumuşluğun derinliğinde… Esneye, sendeleye yürüdüğümüz cansız adımlarla nereye varacağız? Küfür ve zulüm dünyaya kaç tur attı?

Şükür ki bizi bizden daha iyi bilen ve düşünen şefkat var; küllerin altında kaybolmuş korları parlatıyor sıkıntı rüzgârıyla… Safları sıklaştırarak sıklıkla yapmamız gereken Kur’ânî Nur Derslerin hayatiyetini hatırlatıyor rüyalarda bile…

Kur’ân hizmetine yeniden yedi elle sarılmak bizi ve insanlığı diriltici ufukta buluşturacak… Yapmamız gereken halimizi, hayatımızı yeniden tâbir etmek; rüyaları, hayalleri bile hakikatle harmanlamak…

Kur’ân güneşinin yedi rengini karanlık asra yansıtan Nur hizmetini haftanın yedi gününde yüreğiyle yapmak, zihin ve kalp evleri aydınlık erlerin işi… İçleri, ilçeleri, şehirleri şenlendirecek safi hizmet, temiz gönüllerden gönüllere akarak yeşerecek... Akmazsa kurumayan ne kalır, ne ormanlar, ne de bağlar bahçeler, kutuplar bile kurtulamaz kurumaktan…

Görülen rüya hepimizi uyandıracak kuvvette bir hakikat… Hâl, hizmet ve hayat perişanlığımızın parlak bir aynası… Şükür ki şefkat bizi unutmadı, şükür ki intibaha gelecek aklı almadı bizden… Şükür ki şükür diye biliyoruz… Şükür ki rahmet bizi terk etmedi...

Korkumuz kadar umudumuz da var; kaybetmek kadar kazanmayı da düşünüyoruz. Uyuduğumuz kadar, uyanmayı da biliyoruz; rüyalar rehberimiz olabiliyor…

Düşümüz, düşüncemiz Kur’ân’a hizmetse düşen olmayız, yücelen oluruz… Kerîm Kur’ân hürmetine Rahmet yardımcımız olsun.

20.02.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Unutulan laiklik



Aynı adı taşıdığı Cumhuriyetle yaşıt gazetenin köşe yazılarından birinde yayınlanan şu cümle, aslında çok şey anlatıyor:

“Genelkurmay Genel Sekreterliği, Anıtkabir Müzesinde Atatürk ilkelerinin anlatıldığı İngilizce metne, unutulan laiklik ilkesinin de ekleneceğini bildirdi.” (D. Som, 11.2.07)

Üzerine onca gürültü koparılan ve adeta “rejim savaşları” çıkarılmak istenen bir kavramın, sembolik açıdan son derece stratejik bir mekânda başına gelen bu durum, ayrıca yorum yapmaya hacet bırakmayacak kadar açık, net, ibretli ve çok düşündürücü.

Demek ki bu işler baskı ve dayatmalarla, “Bu böyle olacak, başka yolu yok” diye kestirip atmalarla olmuyor. Hazmedilmeyen, özümsenmeyen, içselleştirilmeyen kavramların başına beklenmedik yer ve zamanlarda hiç umulmadık işler gelebiliyor.

Vaktiyle Anıtkabir’de 10 Kasım törenleri yapılırken bir meczubun protokol önündeki gösterisi veya Cemaleddin Kaplan grubunun uçakla Anıtkabir’e saldırı düzenleyeceği iddiası, bazılarını hop oturtup hop kaldırmıştı.

Bu aleni provokasyonlara karşı medya da kullanılarak devletin emniyet ve adliye teşkilâtı harekete geçirilip seferber edilmiş; sorumlu olarak gösterilenlerin de şiddetle üzerine gidilmişti.

Peki, laiklik gibi “yaşamsal” sayılan bir kavramın, Anıtkabir gibi kritik bir mekânda sergilenen metinlerden birinde “unutulmuş” olmasının nasıl bir açıklaması olabilir?

En küçük detayları bile atlamamaya özen gösteren son derece titiz bir düzen ve disiplinin geçerli olduğu, en sıradan bir kural ihlâline dahi müsamaha gösterilmeyen bir yerde, laiklik gibi “rejimin temel taşı” addedilen bir kavramın “unutulması” olacak şey mi? Bundan daha büyük skandal olur mu?

Anlaşılan o ki, skandalın büyüklüğü, hadiseyi kimseye duyurmamak suretiyle gizlenip örtbas edilmeye ve geçiştirilmeye çalışılıyor. Ve düzeltileceği mesajına da, okunmayan gazetelerin dip köşelerinde yer veriliyor.

Oysa böyle bir “unutkanlık” söz gelişi Millî Eğitimin ders kitaplarında, herhangi bir bakanlığın resmî yayınında ya da hükümete bağlı kurumlardan birinin bülteninde vâki olsaydı birileri yeri göğü ayağa kaldırırlardı.

Olay “affedilmez bir cürüm” olarak nitelenir; güdümlü televizyonların anahaber bültenlerinde ve gazetelerin birinci sayfalarında bir numaralı gündem maddesi olarak yer alır; bir suçlama ve karalama kampanyası halinde günlerce işlenip takip edilir; sorumlu aranır ve hadiseyle hiç alâkası olmadığı halde sorumlu tutulanların, analarından emdikleri süt fitil fitil burunlarından getirilirdi.

Ama söz konusu “unutkanlık” Anıtkabir gibi “dokunulmaz” bir mekânda, buranın sorumlularınca sergilendiğinde durum değişiyor, iş sessizce geçiştirilmeye çalışılıyor.

İşte Türkiye’de sistem böyle işliyor.

Olayın en ilginç yönü, laikçiliğin kalesi, hattâ bazılarına göre “mabed”i sayılan bir yerde böyle bir “unutkanlığın” vâki olması. “Sakınılan göze çöp batar” deyip geçelim mi, yoksa işin içinde daha derin mesajlar mı arayalım?

20.02.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hizmet söz konusu olunca



Üstad Hazretleri Yirmi Altıncı Mektup’ta (10. Mesele) kendisini dünya hayatı için ziyaret edenlere ve ahiret hayatı itibariyle ziyaret edenlerden şahsını mübarek ve makam sahibi zannedip gelenlere kapısının kapalı olduğunu söyler. “Çünkü” der, “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.”

Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı olduğu cihette yapılan ziyaretleri ise baş göz üstüne kabul ettiğini, bunların da dost, kardeş ve talebe olduklarını belirtir.

Kardeşin özelliği hakikî olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmak, talebenin özelliği de Sözler’i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkmak ve en önemli vazifesinin onun neşir ve hizmeti olduğunu bilmektir.1

Dünkü yazımızda Antalya’da ziyaret ettiğimiz Recep Uras Ağabeyimizin hatıralarına yer verirken, gördüğünüz gibi Üstad dünya namına hiçbir ziyaretçi kabul etmiyor. Ahiret adına da şahsını büyük bir veli görüp de ziyaret edenlere kapısını açmıyor. Ancak hizmet söz konusu olunca kapılar açılıyor. Recep Ağabeyimiz de Antalya İleri gazetesinde Afyon Mahkemesinin beraat kararını yayınlattığı için bu sırrı yakalamış ve bundan sonra Üstadın yanına sık sık gidip gelmişti. Hatta Üstada yakın olabilmek için Isparta’da Üstadın evinin karşısında bir ev tuttuğunu da kendisinden öğreniyoruz.

Kadınlar da Üstadı hizmet sebebiyle görmek isterlermiş. Birgün kapıdan çıkarlarken Recep Ağabeyin hanımı da çarşaflı vaziyette duvarın dibinde dikilip durmaktaymış. Üstad, ona “Devamlı mı böylesin?” dediğinde, “İnşaallah ölünceye kadar giyeceğim” diye cevap vermiş. Üstad buna çok memnun olmuş. Evet, Üstad kadınların fanusu olan tesettüre çok önem verirdi.

Recep Ağabeyi ziyaret edip Cuma namazını evine yakın bir camide kıldık. Dostlarımız Nejat Eren ve İshak Okutan’la birlikte Antalya’nın İlâhî birer san'at harikası olan sahilleri boyunca tur attık. Akşam ise Yeni Asya Antalya temsilciliği tarafından düzenlenen, çevre ilçelerin de katılımıyla tıklım tıklım doldurulan, merak ve iştiyak dolu topluluğa “Toplumsal Huzurun Şifresi” isimle konferansımızı vermek üzere Envar Kolejinin konferans salonundaydık. Nejat Eren dostumuzun Yeni Asya misyonuna dikkat çektiği konuşmadan sonra biz de huzurun şifre ve reçetesi üzerinde durduk.

Huzur ancak yapı ve yaratılışa uygun davranmakla elde edilebilir. Makinanın dişlileri arasına giren herhangi yabancı bir madde makinenin arızalanmasına, bozulmasına yettiği gibi yaratılışa ters her hareket de huzuru kaçırmaya yeter.

Huzurun başka bir yolu var mı?

Dipnotlar:

1- Mektûbat, s. 329.

20.02.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Birinci Ağabey ziyaretten ziyade duâya muhtaç



Kadim dostum Prof. Dr. E. Sabri Erdil ile 17 Şubat 2007 tarihinde, ömür boyu nur soluyan, özellikle Risâle-i Nur’ların neşrinde aktif hizmetler veren ve Üstadın iltifatlarına mazhar en yakın talebelerinden M. Emin Birinci Ağabeyi ziyaret ettik.

Rahatsızlığından dolayı asla herhangi bir şikâyette bulunmuyor. Takati varsa ziyaretçilerle hastalığını değil, hizmetleri konuşuyor.

Eskiden olduğu gibi, yine hassas olduğu namazı, vaktinde ve tadil-i erkân ile kılmayla ilgili nasihatleri, “Üstad, yolda, yağmur, çamur, soğuk, kar, kış-kıyamet aldırmadan vakit girince hemen arabadan iner, namazını kılardı” diyerek verdi.

Bize bir zamanlar sık sık, “Namazınızı vaktinde kılın, takkenizi takın!” diye tenbihte bulunduğunu hatırlatınca, “Ama, yine yapmıyorsunuz!” dedi. Tebessümle “Olur mu ağabey, işte takkemiz cebimizde!” deyip çıkarıp gösterdik.

Ağır hastalığı, daha doğrusu hastalıklarına rağmen, hiç kimseden yardım almaksızın abdestini alan ve namazlarını eda eden Birinci Ağabeyin doktorları; yaş faktörü dahil bütün olumsuzluklara rağmen şaşırtıcı bir şekilde tedaviye cevap verdiğini ifade etti. Hiç şüphesiz, bu, duâlar sayesindedir. Anladık ki, ziyarete değil, duâya muhtaç.

Aslından duâ etmeye hepimiz muhtacız! Çünkü, duâ ve tevekkül, hayra meyletmeye büyük bir kuvvet (enerji) verir.1 Zîrâ, duânın dalgaları, şuûrumuza nüfûz ederek enerji ve kararlılık aşılar ve sonsuz kudret Sahibi ile bağlantıya geçmemizi sağlar. Peygamberimizin (asm) diliyle, “Eğer Allah’ı hakkıyla tanısaydınız, duânızla dağlar yerinden oynardı.”2

Duâ ile yoğrulan düşünce, eğilim, arzu, istek dalgaları; şiddeti, kalitesi, içtenliği oranında fizikötesi âlemlere yayılır, orada biriken sâir duâ hüzmeleriyle birleşerek güç alır ve geriye döner. Pozitif, iyi, ulvî düşünce ve duâlar da enerji yayarlar; hedeflerine ulaştıktan sonra döner, sahibiyle buluşurlar. Bir âyet meâlinde bu husus şöyle belirtilir: “Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz.”3

Bu vesileyle; tekrar başta Birinci Ağabeye, Prof. Erdil’in kayınpederi Cemal Ciğerim’e, babası Mustafa’ya, kayınvalidem Meryem Esen’e ve bütün ehl-i iman hastalara Cenâb-ı Şâfi-i Feyyaz-ı Mutlak’tan acil şifalar; yakınlarına sabırlar diler; geçmiş olsun dileklerimi sunar; müstecab duâlarını bekleriz.

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 432; 2- Câmiü’s-Sağîr, 5: 319, Hadîs No: 7448; 3- İsra Sûresi: 7.

20.02.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Nur ve ateş arasında yüz yıl (2)



İstanbul'a geldikten sonra 1908 yılı başlarında Üstad Bediüzzaman'ın başına neler geldiğini, yazının dünkü bölümünde nâşir Ahmed Râmiz'in ifadelerinden aktardık.

Saltanat makamına (Sultan Abdülhamid'e) bir dilekçe ile müracaatta bulunan Said Nursî, özellikle Şark vilâyetlerinde uygulanmak üzere gerekli maarif projeleri (mektep ve medrese) için ciddî taleplerde bulunur. Ayrıca, memleketin genel durumu hakkında da bazı teklif ve tavsiyeleri olur.

Onun bu teklif ve talepleri ise, başına çok ciddî işler açar: Padişahtan gelen ihsan ve maaşı kabul etmemesi, her suâle cevap veriyor olması ve yönetimi kızdıracak hürriyetçi bir tavır sergilemesi yüzünden, Yıldız Askerî Mahkemesinde yargılanır.

Önce tımarhaneye, ardından hapishaneye sevk edilir.

Ancak, her iki "mektep"ten de beraat ederek kurtulur. Fakat, yine de takip ve tarassut altında tutularak rahatlık yüzü verilmez.

Bu dönemde başına gelenler ve gördüğü bed muameleler hakkında, Üstad Bediüzzaman'ın Ahmed Râmiz'i aynen teyit ve tasdik eden birçok ifadesine rastlamaktayız.

İşte, kayıtlara geçen o ifadelerden bir kaçı: "Evvel (1908'den evvel) Şark'ta fenalığın sebebi, Şark'ın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan İstanbul’u gördüm, nabzını tuttum, teşrih ettim (açıp baktım). Anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedâvisine çalıştım; bir divânelikle taltif edildim." (Divân–ı Harb–i Örfî, s. 87)

Divânelikle suçlanan Said Nursî, gönderilmiş olduğu Üsküdar Toptaşı Bimarhanesinde karşısına geçen doktorlara derdini anlatırken şunları söyler: "Dedim: Ey Tabîb Efendi! Sen dinle ben söyleyeceğim... Cinnetime (deliliğime) bir delîl daha senin eline vereceğim: Suâl olunmadan cevâb... Antika bir dîvânenin sözünü dinlemeyi arzû ederseniz. Muâyenemi muhâkeme sûretinde istiyorum. Senin vicdânın da hakem olsun. Tabîbe ders-i tıb vermek fuzûlîlik; ammâ, teşhîs-i illete yardım edecek noktalar hastanın vazîfesidir. Hem de istikbâl sizi tekzîb etmemek için, dinlemeye lüzûm görmeli, söylediklerimi nazar-ı mütâlaaya almalısınız."

Üstad Bediüzzaman, kendisine yapılan itham, isnat ve suçlamalara karşı da (özet olarak) şu açıklamalarda bulunur:

1) "Kaba olan ahvâlimi, hassas İstanbul mizânıyla (terazisiyle) tartmamalısınız. Öyle yaparsanız, Dersaâdet'ten önümüze sed çekmiş olursunuz. Hem de ekser Şarklı hemşehrilerimi tîmârhâneye sevk etmek lâzım gelir."

2) "Ben 'Nemelâzım, başkası düşünsün' demem, diyemem. Ben Müslümânım, İslâmiyet cihetiyle mânen me'mûrum ve sadâkatle mükellefim.. Millete, dîn ve devlete nâfî (faydalı) olan bir şeyi düşüneceğim."

3) "Cinnetime hükmeden zevat, tezad içindedir. Zîrâ, ef'alleriyle demişler: 'Dîvânedir; çünkü, her mesâil-i müşkileye cevâb veriyor.' Böyle bir delîl getiren, elbette delidir."

4) "Eğer müdâhane (yağcılık, riyâkârlık, yaranmak), menfaat-i umûmiyyeyi menfaat-i şahsiyyeye fedâ etmek aklın muktezâsından addedilmek lâzım gelirse, şâhid olunuz ben o akıldan istifâmı veriyorum. Dîvânelikle iftihâr ediyorum."

(Not: Bu bilgiler, dün bir kupürünü verdiğimiz Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserin Osmanlıca teksir nüshasında yer alıyor.)

Son olarak, Yıldız Hükümetinin "zaptiye nâzırı" olan paşaya (Şefik Paşa'ya) hiddet edip bağırması da cinnetine bir başka delil sayılması karşısında, Said Nursî şu mealde cevap verir: "O halde zaptiye nâzırı da divânedir. Zira, o da bağırarak konuştu. Demek ki, onun da buraya getirilmesi lâzım."

.......................

Hâmiş: Yıldız Askerî Mahkemesinde Üstad Bediüzzaman'ın ifadesini alan şahıs, "Hademe Feriki" Şakir Paşadır. Bediüzzaman'la hakaretâmiz bir şekilde konuşur ve aynı dilden cevabını da alır. İşte bu paşa, "Halikarnas Balıkçısı" Cevat Şakir Kabaağaç'ın babasıdır. Cevat, aynı zamanda baba katilidir ve annesine ihanet ettiği için babasını vurup öldürmüştür.

(Devamı var)

GÜNÜN TARİHİ 20 Şubat 1970

Kıtaları birleştiren köprü

Avrupa kıtasını Asya'ya bağlayacak olan İstanbul Boğaziçi Köprüsü'nün temeli atıldı.

Dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ile Başbakan Süleyman Demirel, temel atma merasiminde hazır bulunarak, birlikte ilk harcı attılar.

İlk temel harcı, köprünün Beylerbeyi ayakları şantiyesinde atıldı. Aynı anda 21 pare top atışıyla birlikte, köprüyü inşa çalışmaları da başlatılmış oldu.

İstanbul Boğazı üzerinde Ortaköy ile Beylerbeyi semtleri arasında yer alan bu asma köprü, 29 Ekim 1973'te hizmete açıldı. Açılış merasiminde ise, zamanın Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ile Başbakan Bülent Ecevit hazır bulundu.

Köprünün toplam uzunluğu 1560 metre, iki kule arasındaki uzunluk ise 1073 metredir.

Köprünün ilk hizmete açıldığı yıl günlük ortalama araç geçişi 32 bin iken, bu sayı 1987'de 130 bine, 2004 yılında 180 bine çıktı. Günümüzde ise, köprüden günde ortalama 200 bin araç geçiş yapıyor.

Bu rakamlar, başlangıçtaki tahminleri fazlasıyla aşan bir yekûn teşkil ediyor.

Köprüye şiddetli muhalefet

Köprünün proje, ihale ve temel atma safhalarında, Türkiye'de ciddi tartışmalar yaşandı.

Meclis'te anamuhalefet konumundaki CHP'nin lideri İsmet Paşa, köprü yapımına şiddetle karşı geliyordu.

Paşa, köprünün nasıl yapılacağını bilmediği için, önce "Boğazı taş ve beton yığınıyla çirkinleştirecekler" dedi. Ardından, ona köprünün çelikten ve "asma" şeklinde olacağı anlatıldı. Ancak, o yine inatla karşı gelmeye devam etti ve bu kez şöyle dedi: "Boğaz'a çirkin bir gerdanlık takacaklar."

20.02.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Dürüstlük imtihanı



Demokratik düşünceye sahip olan insanlar, artık insanları dürüst olanlar ve dürüst olmayanlar diye ikiye ayırmak gerektiğini ifade etmektedirler. Son zamanlarda bununla ilgili çokça yayınlara rastlayabilmek mümkündür. Yani artık insanları şucu, bucu diye sınıflara ayırmak yerine dürüstlüklerine göre ayırmanın daha doğru olacağı sıkça dile getirilmektedir.

İnsanları dürüstlüklerine göre birbirinden ayırma düşüncesi bana da oldukça yerinde bir yaklaşım olarak göründü. Gerçekten içi-dışı bir olma, herkese karşı iyi bir yaklaşım içinde olma, iki yüzlülük yapmama, kendisi için istediğini başkaları için de isteme, kendisine yapılmasını istemediği bir harekete başkalarının maruz kalmasını hoş görmeme gibi yaklaşımları içinde barındıran dürüstlük kavramının bu zamanda insanlar için çok büyük önemi bulunmaktadır.

Dürüstlük neredeyse insan yaratılışının özünde bulunan bir kavramdır. Tamamen insânî olan yaklaşımlarla ifade edebileceğimiz dürüstlük kavramına hayatında önem veren insanlardan zararlı davranışların meydana gelmesi mümkün görülmemektedir. Çünkü dürüstlük aynı zamanda vicdan sahibi olma, vicdanın sesine kulak verme gibi insanî durumların bir neticesidir. Şüphesiz dürüstlüğün kaynaklarından en önemlisi, inançla beslenen vicdandır. Bununla birlikte, inanç problemi olan insanların da dürüst olabileceğini söylemek gerekir.

Özellikle maddî menfaatlerin insanları çeşitli vartalara sürüklediği zamanımızda dürüstlük kavramına ve bu kavramın insan hayatında etkili olmasına oldukça fazla ihtiyacımız bulunmaktadır. Dürüst olmayan insanlar bile dürüstçe yapılmış davranışlara daha çok ilgi duymakta ve insanların kendilerine karşı önyargısız ve dürüst olmasını istemektedir. Böyle olunca, elbette dürüstlüğü insan hayatı için önemli gören insanlar dürüstlüğün toplumda revacı için elinden geleni yapacaktır. Ama bunun için, öncelikle dürüstlüğü yaşamak ve kendine şiar edinmek gerekmektedir.

İnsanların kendisine karşı dürüst olmasını hemen her insan istemektedir. Bizler de hayatımızda daha çok dürüst insanların karşımıza çıkmasını istemekte, kendisiyle toplumsal münasebetlerde bulunduğumuz bütün insanların dürüst olmasını arzu etmekteyiz. Dürüstlüğün bir toplumun hayat kaynağı gibi önemli bir ehemmiyete sahip olduğunu kabul etmeyen bir insana rastlayabilmek mümkün değildir.

Dürüstlüğün kavram olarak herkesçe benimsenmesi hadisesi, bizlerin dürüstlükle de imtihan olduğumuzu göstermektedir. Biliyoruz ki, bizleri insan olarak yaratıp, mükemmel duygularla teçhiz eden Rabbimiz, bizlerden güzel duygu ve davranışlarımızı hayatımızda göstermemizi istemektedir.

Öyle ki, hayatımıza geçirdiğimiz takdirde onunla imtihanı kazanacağımız bütün güzel duygu ve davranışların bütün insanlarca benimsenmesi ve güzel görülmesi, aslında bütün dürüstçe davranışların insanlığın vazgeçemeyeceği ortak davranışları olması gerektiğini ortaya koymaktadır.

Dürüstlüğün sadece dünya hayatına bakan yönüyle de yetinmemek önemli bir meseledir. Bu dünya hanına misafir olarak gönderildiğini ve kendisini bu geçici hayata insan olarak gönderen bir Kâinat Sultanının var olduğunu anlayan insanların en büyük dürüstlük imtihanı iman cihetiyle cereyan etmektedir. Bu dürüstlük insana ebedî bir saadeti kazandırmaktadır. Bu duruma göre asıl dürüstlük, emin olabilmek, emaneti sahibine eksiksiz teslim edebilmektir. Kendi kendimizi yaratmadığımızı biliyoruz. Bir insan olarak mükemmel yaratılmamıza rağmen bu yaratılışta hiç müdahalemizin olmadığını da gayet iyi bilmekteyiz. O zaman aciz ve fakir bir mahlûk olduğumuzu düşünerek, bu dünyaya gönderilmemizin bir maksadı olduğunu idrak etmemiz gerekmektedir.

Hâsılı, insanlara karşı dürüst olmak geçici dünya hayatımızın huzurla devamı için önemli olmakla birlikte, aslında asıl dürüstlük yaratıcımız olan Rabbimize karşı kulluk vazifelerimizi yerine getirmemizdir. Bir kul hassasiyetiyle yaşadığımız zaman dürüstlüğün önemli bir ayağını tamamlamış olacağız ki, dünya hayatımızda yaşayacağımız dürüstlüğün kaynağı da buradadır.

20.02.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bedduâ etmek faziletli bir iş değildir



İsimsiz okuyucumuz: “Bedduâ etmek ne gibi hallerde günah olur? Bedduânın tuttuğu nasıl anlaşılır?”

Dost-düşman kime karşı olursa olsun, bedduâ etmek; tel’in etmek, lânetlemek, birisine kötü olması ve başına kötülük gelmesi için duâ etmek ve hakkında kötülük istemek demektir.

Bedduâ konumunda olan kişinin iki hâli vardır: Ya haklıdır, ya haksızdır.

1- Haksız ise, bedduâ yapmakla haddini aşmış ve hatta zulüm yapmış olmaktadır. Ki bu haramdır. Çünkü haksız bedduâ ancak “su-i zan”dan beslenir. Su-i zan ise, haramdır.1

Lâf aramızda, aslında toplum olarak, zanlarımızın çoğu kötü cinstendir. Yani kulağımıza gelen bilgi ve haberlerde, ya da içimize düşen şüphelerde muhatabımız lehine delil varsa, ancak o zaman hüsn-ü zanna, yani iyi zanna gidiyoruz. Hâlbuki delil varken iyi zan sahibi olmak marifet değildir, faziletten de sayılmaz. Çünkü zaten muhatabımızın delili, kötü zan kapısını kapamıştır.

Biz; muhatabımızın elinde delil varken değil, delil yokken; göstergeler muhatabımızın aleyhine işliyor gibi görülmeye yüz tutmuş iken; muhatabımızı içimizde mahkûm etmeye meyletmişken; kulağımıza muhatabımız aleyhine sözler gelmeye başlamışken; muhatabımızı yargısız infaza kurban etmeye değil, hüsn-ü zanna, yani muhatabımız hakkındaki iyi zannımızı bozmamaya, kulağımıza gelen veya içimize doğan kötülük düşüncesini de muhatabımız lehine tevil etmeye memur ve vazifeliyiz. Yüce dînimiz zanna dayalı bilgilerde muhatabımızı bizim şerrimizden korumuştur. Ki, sû-i zannın hemen arkası, çoğu zaman bedduâdır. Bedduâları araştıralım, inceleyelim: Esefle göreceğiz ki, büyük çoğunluğu haksızdır, yani su-i zandan beslenmektedir. Böyle haksız yere yapılan bedduâlar, tel’inler, lânetlemeler, Allah nezdinde makbul de değildir. Çünkü haklılık yoktur, çünkü su-i zanna dayanmaktadır, çünkü gerçeklerden uzaktır.

2- Haklı konumda olana gelince, eğer insaf sahibi ise bedduaya yol vermez. Ya ıslahı için duâ eder. Ya da, çok rencide olmuş ise, onu, Allah’ın adaletine, cezasına, celâline, kahrına ve kibriyâsına havale etmekle, yani Allah’a ısmarlamakla yetinir.

Haklı olan kişinin böyle bir havalesini ise Cenâb-ı Hak çoğu zaman makbule şayan bulur, kabul eder ve onun hakkını ondan misli bir ceza ile alır.

Fakat buradaki havalenin dil ile çok galiz tabirlerle, sövüp saymakla, bağırıp çağırmakla yapılmasına gerek yoktur. Esasen, böyle galiz tabirler, sövmek ve saymaklar kişiyi, Allah nezdinde haklı iken, haksız duruma da düşürebilir. Çünkü karşı tarafın el ile verdiği zararı, kendisi de dil ile vermiştir, hakkını dili ile kendisi almıştır, Allah’ın adaletine bırakmamıştır.

Bir kişinin haksız yere kalbinin incitilmesi, gönlünün kırılması, gözlerinin yaşarması esasen fıtrî bir bedduâ hâlidir. Ve asıl bedduâ dili de budur. Dilinin hiçbir biçimde tel’in ifadesi okumasına, yani bedduâ etmesine gerek yoktur. Çünkü Allah, Ahkemü’l-Hâkimîn’dir; hâkimlerin Hâkim’idir. Erhamü’r-Râhimîn’dir; merhametlilerin en merhametlisidir. Masumların, mazlumların, dilsizlerin, yavruların, çaresizlerin, kimsesizlerin, hayvanların hal dili ile çaresizlik içinde yaptıkları beddualardan sakınmalıdır.

Haklı konumda olduğumuz halde bedduâ yapmamak ve muhatabımızın ıslahını dilemek, hidayeti için dua etmek, ahlâkımızın güzelliğini gösterir. Sünnet olan da budur. Yani zarar gördüğümüz birisinin, ıslahı için dua etmek sünnettir.

Hakkı tebliğ için Taif’e giden Peygamber Efendimiz (asm), burada hiçbir güleryüzle karşılaşmamakla beraber, Taiflilerin küstahça hakaretlerine, ağır sözlerine ve ezalarına maruz kalmıştı. Bununla bırakmadılar; ne kadar ayak takımı, sokak genci ve köle varsa, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (asm) üzerine saldırttılar. Gözü dönmüş kendini bilmezler, İki Cihan Güneşini (asm) taşa tuttular. Öyle ki, taşların acısından Peygamber Efendimiz (asm) yürümekte zorlanıyor, oturuyor; fakat vicdan yoksunları yeniden taşa tutuyorlar, Allah Resulünü (asm) kalkmak ve uzaklaşmak zorunda bırakıyorlardı. Mübarek vücudu yara almıştı, ayakları kan içinde kalmıştı. Kendisini bir bağın içine attı ve Allah’a şöyle dua etti:

“Allah’ım! Eğer Sen bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam. Bununla beraber, Senin koruyuculuğun, bunları da göstermeyecek kadar geniştir. Senin gazabına uğramaktan, ya da hoşnutsuzluğuna düşmekten, Senin o karanlıkları yırtan, parlatan ve dünya ve âhiret işlerini yoluna koyan İlâhî nuruna sığınıyorum. Sen razı olasıya kadar affını diliyorum. Allah’ım, beni affet! Her kuvvet ve her kudret ancak Seninle kaimdir.”

Sonra Hazret-i Cebrail (as) ile birlikte dağlar meleği göründü. Hazret-i Cebrail (as);

“Şüphesiz Allah, kavminin sana neler söylediğini işitti. Sana şu dağlar meleğini gönderdi. Kavmin hakkında dilediğini yapmak üzere onlara emredebilirsin” dedi.

Dağlar meleği, emretmesi halinde, kaşla göz arasında müşriklerin üzerine Ebû Kubeys dağı ile Kuaykıan dağlarını yıkarak müşrikleri helâk edebileceğini belirtti. Fakat Rahmet Elçisi Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) şöyle buyurdu:

“Hayır, ben böyle bir şey istemem. İstediğim tek şey, Allah’ın, bu müşriklerin sulbünden, yalnız Allah’a ibadet eden ve hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmayan bir nesil meydana çıkarmasıdır.”2

Demek, haklı da olsak, bedduâya sarılmak fazilet değil, şeref değil, marifet değil, insaf değil, erdem değildir.

Dipnotlar:

1- Hucurât Sûresi, 49/12

2- Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 9/1333; Tecrit Terc. 2/759

20.02.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Boğaz’ın mesajı: Sulh-u kül



Ferdî ve küresel barışın temeli ahlâktır. Barış ancak damıtılmış bir ahlâk üzerinden sağlanır. Ahlâk manipüle edilemez, ama din manipüle edilebilir. Esasında ahlâkın zemini dindir ve sigortası da Allah’a karşı bağlılık ve sorumluluk bilincidir. Bu itibarla, din olmazsa ahlâk da olmaz. Ancak dinin manipülasyonu, yanlış kullanılması istismar edilmesi hep mümkün olagelmiştir. Bu itibarla, El Mecelle dergisi yazarlarından Halis Çelebi savaşların temelini üç nedene bağlamaktadır. Çılgınlık, ahlâksızlık ve çıkar. Çıkarın içine hegemonya gibi anlayışlar da girer.

Bu anlamda, BBC’nin dünya çapında yaptırdığı bir anket gerçekleri ortaya koymaktadır. İslâm-Batı gerginliğinin temelinde medeniyetler veya dinler çatışması yoktur. Sadece siyaset veya siyasetçiler çatışması vardır. Siyasetin amacı da bellidir. Hegemonya kurmaktır. Irak savaşının temelinde de bu var. Bu açıdan, Fehmi Koru’nun neoconları neoçılgınlar olarak anlamlandırması ve adlandırması ne kadar yerinde. Ama zıt müttefikler ve zıt neoconlar olmasaydı Amerikalı neoconlar da maksatlarına erişemezlerdi ve planlarını geçiremezlerdi. Bu da akıldan kaçırılmaması gereken başka bir faktör. Bütün suçu neoconlara çıkarmak da pasif ve iltihaken tarafgirleri unutmak olur. Bunlar da siyasetin sırtlanlarıdır. Arslanın geride bırakacağı cife ve av artıklarına tav olanlardır. Irak savaşını ancak bir ahlâkî kaygı önleyebilirdi.

Katolik asıllı Alman ilâhiyatçı Hans Küng işte bunları anlattı. Hans Küng’ü uzun süredir gıyabında tanıyorum ve yazdıklarını da takip ediyorum. Maalesef Türkiye’de yeterince tanınmıyor. Sadece küresel ahlâk projesi bağlamında biraz biliniyor. Halbuki mevcut Papa’ya yönelik uyarı ve eleştirileri ve bunu da aşan geçmişe dayalı fikrî ve kişisel husumetleri onu bu konjonktürde öne çıkarmaya yeten nedenler arasında bulunuyor. Medeniyetler ve dinler çatışması tezinin panzehirlerinden birisidir. İstanbul Belediyesi Kültür AŞ’nin davetlisi olarak geldiği İstanbul’da İstanbul’a uygun mesajlar verdi. Konu küresel ahlâktı. Akademik konuşmadan ziyade aktüel konuştu. Ama tahlil ettiği hadiselerle konunun zemini bütünlük arz ediyordu. Bir süredir hakkında ‘ortalıkta gözükmüyor’ dedikodusu yayılan ve şikâyeti alınan bakan Mehmet Aydın da oradaydı. Kenan Gürsoy’un hem takdimci, hem de konuşmacı olduğu oturumda küresel ahlâk ele alındı.

***

Konuşmacılar aslında küresel ahlâk kriter ve umdelerinin orada burada dağınık vaziyette bulunduğunu, ama bir konsensüs etrafında toplanmaları ve ön plana çıkarılmaları gereğini ifade ettiler. Hans Küng’ün de ifade ettiği gibi aslında hem İslâmiyet, hem Musevilik ve hem de Hıristiyanlık yeteri kadar ve derinlemesine ahlâkî değerlere haiz. Bu anlamda, Hazreti Mesih’in Mecdelli Meryem’in recmine iştirak etmemesiyle Hazreti Peygamberin bir asilzade olan Fatıma ismindeki bir kadının cezalandırılmasında ısrar etmesi aynı şeydir.

Sosyal statüye göre ahlâkta veya hukukta imtiyaz ve kayırma olamaz. Hukukta ve ahlâkta çifte standart da olamaz. Bu anlamda, fikirle modelin örtüşmesi de gerekir. Yani ahlâksız birinin başkalarına ahlâk dayatması çifte standartı temsil eder.

Küresel ahlâk derken aslında Hans Küng değerlerle ilgili olarak küresel bir konsensüs oluşturulması gerektiğini savunuyor. Hans Küng çok isabetli bir şekilde “Ahlâk olmadan yeni dünya düzeni olmayacaktır” dedi. Aslında bu söz küresel bağlamda yaşanılan felâketleri izah etmeye yetiyor. Dinin manipülasyonu ile güya küresel bir sistem veya düzen kurmak isteyenler hassas ve iğreti dengeleri bile yıktılar. Zaten dinin manipülasyonu en büyük ahlâksızlıktır. Düzen kurmaya giderken, düzeni yıktılar ve dünyayı düzensizliğe mahkum ettiler. Bir Mısır atasözünde olduğu gibi “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oldular...”

Ahlâk ile din birbirinden ayrılmaz bir bütündür, ama ayrılırsa orada istismar vardır. Hep Bush’un dindarlığından bahsedildi, ama nadiren ahlâksızlığından bahsedildi. Evanjelikler de onun ahlâkına değil, dindarlığına baktılar. Halbuki burada somut kriterler önemlidir. Adamın ahlâkı için dinarına, dirhemine ve yolculuk edişi sırasındaki muamelesine bakılır. O bağlamda İslâm ‘Ed din el muamele’ diyor. Yani din uygulamadan ibarettir, yani din ahlâktır. Hans Küng Huntigton’dan önce medeniyetler çatışmasının ilâcını yazdığını, ama onun tezinin dünyayı çalkaladığını ifade etmiştir. Menfi olan burada da öne çıkmıştır.

***

Ahlâk olmadan yeni dünya düzeni kurulamaz ve bu Irak’ta bittecrübe sabit oldu. Keza ontolojik ve kevnî kurtuluş da ancak hoşgörü ve hoşgörü de diyalog sayesinde temin edilebilir. Bu itibarla Hans Küng: “Küresel ahlâk standardize edilmeden ve diyalog olmadan bizim dünyamız var olamaz. Kararmaya mahkumdur” diyor. Hans Küng bu konsensüse dünyada yaşayan inançlı, inançsız her insan çeşidini davet ediyor. İstisna etmiyor Zira hepimizin aynı geminin yolcuları ve tayfaları arasında bulunduğumuzu hatırlatıyor. Haklı bir uyarısı da var. Bu uyarı aslında hepimize. Mehmet Aydın da bu uyarıya gönülden iştirak ettiğini söyledi. “Bu uyarıyı o samimi bir Hıristiyan zeminden yapıyor ben de Müslüman zeminden yapıyorum” dedi. Uyarı şuydu: Amacımız küresel ahlâk, ama asla karma veya kokteyl bir din veya yeni din üretmek değil. Böyle bir kokteyl olursa da bunun hiçbir lezzeti veya özgünlüğü olmayacaktır. Başarı şansı da yoktur. Dolayısıyla senkretik ve eklektik arayışları baştan mahkum etti. Buna muhalifi olduğu şu anki Vatikan idaresi de katılıyor.

20.02.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Büyükanıt’dan farklı roller bekleyenler



Son bir ay içerisinde ABD’ye üç önemli ziyaret gerçekleştirildi.

İlk olarak Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün seyahatiydi. F-35 Savaş uçaklarıyla ilgili anlaşmanın altına imza attı Vecdi Gönül…

ABD yönetimi ile kritik sayılabilecek bir görüşmesi olmadı ancak AKP’de Cumhurbaşkanlığı seçimine yönelik iç cepheleşmeyi etkileyecek çapta sözler ettiği kulislere sızdı.

Amerikalılara birilerini şikâyet etti ya da bizde adet olduğu üzere” icazet peşinde koştu” demiyorum, tam tersine AKP’nin üç önemli isminden biri hakkında epey ağır eleştirilerde bulunmuş.

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün ziyareti, yabancı basından takip ettiğim kadarıyla en sönük geçeniydi.

Abdullah Gül’ün bu gezide “müstakbel başbakan” muamelesi görecek beklentisi içindeydik, ancak ABD’nin iç dinamikleri farklı çalıştı.

Biz de genelkurmay başkanlarının ABD gezileri hep başarılı geçer. Başarılı olsa da, başarılı olmasa da o başarılıdır. O yüzden bizim basından bu gezinin parlak geçip geçmediğini öğrenmek mümkün olmaz.

Daha sezon başlamadan bazı gazetelerin Fenerbahçe’yi şampiyon ilân etmesi gibi bir şeydir bu.

Kürt liderlerle temas konusunda hükümetle ters düşmesine bakıp, Büyükanıt’dan Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde farklı bir rol üstlenmesini kimse beklemesin.

Büyükanıt, Cheney ile görüşmesinden sonra, “Cumhurbaşkanlığı seçimi gündeme geldi mi?” şeklindeki soruya, “Başkasına hakaret edelim de kendimize hakaret etmeyelim. Türkiye’yi başkaları mı idare edecek?” karşılığı ile bunu ortaya koydu.

28 Şubat sürecinde yaşananlardan sonra bir dönem Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun son günlerinde, o da Ecevit hükümetinin zayıflığından kaynaklanan bir etkileşim süreci yaşandı. O tarihten bu yana ordu, birilerinin çokça giymesini istediği kostümü giymiyor, askerî üniformalarıyla yetiniyor.

Haftaya 28 Şubat’ın yıldönümü. Büyükanıt Paşa da, ondan sonra gelecek olan İlker Başbuğ da bu süreçleri hem içinde, hem dışında yaşadılar ve ordunun nasıl yıprandığını gördüler. Üslûp farkı olabilir, ama sadece Büyükanıt Paşa için demiyorum bir adım daha ileri gidip, İlker Paşa için de aynı şeyi söylüyorum, bu iki komutandan kimse siyasî rol beklemesin.

“Üç önemli ismin ABD’ye art arda yaptıkları ziyaretin gündem maddelerini sıralayın” desem, ilk akla gelen ne olur?

Sözde Ermeni Soykırım Yasası, PKK ile Mücadele ve Kerkük sorunu.

Bunların bir kısmı bizim kendi iç dinamiklerimizle çözemeyip, Washington ya da Bağdat kapılarında çare aradığımız konular. Türkiye enerjisini, çıkmasını engelleyemediği, söndürmekte ise bir türlü başarılı olamadığı yangının önlenmesine harcıyor.

Türkiye’nin lider ülke olmasının önündeki en önemli iki handikaptan biri, sürekli krizlerle boğuşmak, ikincisi ise iç barışı sağlayamamak.

Biri bizi uluslar arası zeminlerde güçsüz bırakıyor diğeri ise takatimizi kesiyor.

Dolap Beygiri gibi hep aynı sorunların etrafında dönmek yerine, ortak aklı harekete geçirip, kimseye fayda sağlamayan gerginliklerden uzaklaşıp, iç barışımızı sağlayıp, bütün birikimimizi kalkınmaya ve lider ülke olmaya hasredebilsek.

Türkiye büyük yarışlar kazanabilecek bir tay gibi, ama sırtındaki madrabazlardan kurtulup, bir türlü şaha kalkamıyor.

20.02.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Seçim sathı maili



Koşar adım seçim rüzgârı esiyor. “Yok Nisan’da, yok Mayıs’tan sonra düşünürüz, yok zamanında olacak” polemikleri arasında seçimler başladı bile… Hükümet tam kadro seçim bölgelerinde fiilen start vermiş durumda.

Muhalefetin “ana”sı, gürültü yapmanın ve iktidara lâf yetiştirmenin dışında, Türkiye’nin pozitif gidişatına bir katkıda bulunmuyor. Ana muhalefet, ezelden devletçi ve de “ilke”ci rolünden sıyrılmadıkça, milletin takdir ettiği ezelî muhalefetten kurtulamayacak.

Milliyetçi oylar, bir “taraf”tan yükseltilirken, MHP ise tabanıyla sessiz ve derinden çalışıyor. Sanılanın aksine son derece yerel ve ulusal sınırlarda söylemini sürdürüyor. AB, bölgesel rol dağılımı, dinamik iç ve dış siyaset konusunda korumacı tavrının dışında aktif bir söylem geliştirmiş değil.

ANAP, BBP ve Saadet Partisi ile Genç Parti grubu, barajı kotaracak bir noktada olmadıklarını biliyorlar. Bir “Millî ittifak” kurarlar mı bilinmez ancak seçim yaklaştıkça bazı dirsek temaslarının hızlandığı ve “artı”ları bir araya toplama çabalarının olduğu gözleniyor.

İktidar partisi, seçimlere avantajlı ve önde giriyor. Bu pozisyonunu değiştirecek bir tablo henüz ortada yok. İpi birinci sırada göğüsleyecek gibi görünüyor. Fakat seçimden, iki partiden fazlası barajı aştığı takdirde tek başına iktidar avantajını kaybediyor. DYP ve MHP bugünkü şartlarda parlamentoya girecek durumda. AKP’nin gizli korkusu bu: Tek başına iktidarı sürdürememek.

Belli mahfillerin arzusu, CHP ve MHP bloğuna seçmenleri yönlendirip, bu iki partiden bir koalisyon çıkarmak. Böylece “milliyetçi sol” koalisyonu, Ecevit-Bahçeli ikilisinden sonra yeni şekliyle vizyona girmiş olacak.

Bu durumda; içe dönük, dışa kapalı, ulusalcı çizgileri önde, güvenliği siyasetin önüne alan, “tehdit algılaması” konusunda resmî söylemlere paralel düşünen, daraltılmış ve sıkıştırılmış bir siyaset öne çıkacak.

Türkiye, geldiği nokta itibariyle böylesi dar bir elbiseyi giyemez ve içine hapsedilemez. Dünya konjonktürü ve evrensel büyümenin ortaklıkları buna müsaade etmez. Sadece yenilenen ve güçlenen Türkiye’nin kapsama alanını kısmaya ve statükoyu gidebildiği yere kadar ayakta tutmaya hizmet eder.

Diğer tarafta, AKP-DYP ortaklığı söz konusu olabilir. Bugüne kadar tabanlarını, onarımı zor bir çatışmaya sevk eden söylemler iki partinin tepe noktalarından sudur etmedi. DYP, sivil ve meşru iktidar düşüncesini koruduğu gibi, antidemokratik söylemlerin AKP’ye yönelik yıpratıcı kampanyalarına da bulaşmadı. Sağduyu ve konsensüs içinde demokratik çerçevelere sahip çıktı.

DYP, 1995 seçimlerinden bu yana kısmen devletten yana gözüken genel imajını da ciddî anlamda düzeltti. Sivil ve anayasal demokrasinin gereğine olan ihtiyacı ve ülkenin birliği, özellikle güneydoğu konusunda atılacak adımlarla ilgili açılımını ortaya koydu ve arkasında durdu. Kamuoyunda ilgi uyandırdı.

Bu durumda merkez sağın merkezinde bir ortaklık ufukta belirebilir. Merkez kastımız, genişleyen ve ortak paydaları önemseyip bunu yaygınlaştıran bir siyasî bütünlüğü ilke bazlı artıran ve geçiş zenginliği veren bir yapı.

Bunu başaracak olan, demokrat tabanlı kitlenin büyük devlet tecrübesini bünyesinde tutan DYP ile merkeze göz diken ve demokratlaşma temayülünü eski düşüncelerinden arınarak ortaya koymaya çalışan AKP’nin evrensel normlarda güç birliği ile mümkün olur.

Görünen o ki, anayasayı sivilleştirecek ve köklü reformlara imza atacak irade, birden fazla siyasî tabanın konsensüsü ile mümkün olacaktır. Dolayısıyla, AB sürecinde demokratik adımlar hızlanabilir. Mevcut tek parti iktidarının bu anlamdaki yetersizliği, sayısal üstünlüğüne rağmen belli kurumlar karşısındaki vaziyetinden anlaşılmaktadır.

Öncelikle, ülke bütünlüğünü AB sürecinde demokratik bazda insan, istihdam ve itibar üçgeninde uygulanabilir ekonomik ve siyasî reçeteyle ortaya koyacak ve birbirine eklenecek blok oluşumlara ihtiyaç var. Yani demokratlar ve demokrat olmayanların, parti birleşmesine ihtiyaç duymadan, ortak ilkelerde iş birliği yapma kültürüne hazırlanmaları gerekir.

Sonuç; uzun vadeli bakış, bugünkü siyaseti yenileyerek başarılı olur.

20.02.2007

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Toplum ve iman



Maddeci felsefenin hayatı tesir altına alan sahalarında, zemin ve zamanlarda insanlığın kimliğinin değiştiğini, kimyasının bozulduğunu her alanda görüyoruz.

Materyalist düşüncenin tesir altına aldığı toplumlar bir “avunma” mekanizmasının girdabında günlerini gün etmekten öteye bir şey yapmıyorlar aslında.

İnsanlık adına diye yapılan her düzenlemenin, her imal edilen eşyanın, getirilen her yenilik ve icadın, onu meydana getirenler dahil büyük kitleleri “uyuşturucu, uyutucu manyetik bir tesir” altına aldığını inkâr etmek mümkün mü?

Sabit eksenli bir esasa dayanmayan ve devamlı değişkenlik arz eden bu sakat ve arızalı düzenleme ve icatlar, huzur ve refah isteyen insanlığa mutluluk yerine hep belâ, elem, kavga ve kan getirdiğini ve getirmekte olduğunu herkes görüyor.

Birey ve toplumu mutlu edecek sihirli formül arayışları maalesef çoğu yerde ve çoğu kere, sadece ve sadece tuzak ve oyundan öte gidemiyor.

Biz “Bebeklerden katil üreten bir toplum olma” özelliğine nasıl geldik?

“Çete bağlantılarının” müsebbiplerini asıl nerede, nasıl yetiştirdik ve barındırıyoruz?

Bir toplumda huzur ve güvenin güvencesi ve garantisinin kanunlardan önce kalp, ruh, his ve vicdanlardaki inanç, iman ve itikatta saklı olduğunu daha ne zaman kavrayacağız?

Kanunlar, prensipler, tüzükler, yönetmelikler elbette lâzım ve zaruridir. Bunlar, toplum hayatındaki sorumlulukların, sınırların, görevlerin ve esasların yazılı metin halidir. “Uyumu” yapacaklar ise “insan” denen varlıklardır.

Kimyası, mentalitesi, ruh ve his dünyası bozuk fertlerden meydana gelen bir toplumu, sadece polis, zabıta, kanun korkusuyla düzeltmek mümkün mü? Fertlerin dünyevî ihtiyaçlarını temin ederken, manevî açlıklarını dikkate almazsanız, göz ardı ederseniz, robotlaşmış makine konumunda bireyler elde edersiniz. Sonra da şikâyetten ve dertten kurtulamazsınız.

İman kalesinin direklerini küfrün ve maddeci zihniyetin çürümüş fikirleri tutamadı, tutamaz. İnsanları ve bilhassa da gençleri “avutma” zihniyeti artık prim yapmıyor.

Bilhassa bu ülkede Kur’ân, İman ve İslâma karşı meydana getirilen menfî havanın derhal kalkması ve kaldırılması lâzım. Bilhassa gençliğimize sahip olmalıyız.

Devlet yetkililerinin yanı sıra anne, baba ve sivil toplum yetkililerinin, kısaca hepimizin büyük sorumluluk ve görevleri var. İman ve inancımız başta olmak üzere hepimizin kendi öz değerlerine âcilen dönme ihtiyacı vardır. Bunu en yüksek perde ve dereceden haykırmamız ve ilân etmemiz lâzımdır. Bu herkesin ve bütün insanlığın faydasınadır. Bunları yapma ve gündeme taşımada kimsenin kaybı ve zararı yoktur, olmayacaktır. Bu sahaya harcayacağımız enerji, bizim öz değerlerimize dönüş için olacaktır.

Birey, toplum ve devlet açısından, dünyevî noktada harcadığımız “resmî zamanın” hiç olmazsa bir kısmını da günlük olarak manevî hayatımız için harcayalım. Günlük yirmi dört (24) saat, yani bin dörtyüz kırk (1440) dakika, yani seksen altı bin dört yüz (86400) saniyenin birazını da maneviyatımız için sarf edelim. Bakın o zaman ne kadar çok şey değişecek!

Bu konuda çok çarpıcı bir misâl vermek istiyorum. AB müktesebâtının doksan bin (90.000) sayfa olduğunu çoğumuz biliyoruz. Bu ne demek? Bin sayfalık bir kitabı baz alırsak, doksan bin kitap demektir. Bunu her alanda uygulamak için TC kurumlarının bütün elemanları bunca enerji ve mesai harcıyor. “Kopenhag kriterleri, Mastrich kriterlerini” yakalamak için. Mükellef olan bir Müslüman için Kur’ân altı yüz (600) sayfadır. Risâle-i Nur Külliyatı da altı bin sayfadır. Bunun için ne yapıyoruz? Ne kadar vakit ve enerji sarf ediyoruz? Sonuçta ne kazanıp, ne kaybediyoruz? Günlük çok lüzumsuz şeylere harcadığımız zamanı bir hesap edelim. Muhasebemizi doğru yapalım. O zaman neler değişecek?

Hepimizin aslında bu hesabı doğru yapması gerekiyor. Yoksa durum daha vahim olabilir Allah korusun!

Toplumun; huzur, saadet, mutluluk kodları ve şifreleri, maddeci felsefeden değil, “semavî vahiy ve emirler”den geçiyor vesselâm. Bulup uyana, uydurma yolunda çaba sarf edene müjdeler olsun. Lütfen herkes görev başına! Eğitim seferberliğine!

20.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004