Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Azrail'in elçileri



Peygamberlerden biri Azrail’e, “Senin hiç elçilerin yok mu?” diye sormuş. “Varsa önceden onları gönder ki, insanlar senden korkmasınlar” diye de eklemiş.

Hz. Azrail “Olmaz olur mu? Elbette benim de elçilerim var. Hem de pek çok” diye cevap vermiş ve eklemiş: “Benim elçilerim hastalık, yaşlılık, elden ayaktan düşme, gözlerin, kulakların, hafızanın zayıflaması gibi durumlar.

“Eğer kişi bunlarla yüzyüze geldiği halde ölümü hatırlamamış, gerekli hazırlığı yapmamışsa, ruhunu alırken ona, ‘Sana daha önce elçi üstüne elçi, uyarıcı üstüne uyarıcı göndermedim mi? İşte ben ölümün en son elçisiyim. Benden sonra sana artık elçi gelmeyecek ve seni uyaran olmayacaktır’ diye seslenirim” der.1

Nitekim bir hadis-i şerifte bu gerçeğe, “Hastalıklar ve ağrılar ölümün habercileri ve elçileridir. Ecel tamamlanıp Azrail (a.s.) bizzat gelince şöyle seslenir: ‘Ey Allah’ın kulu, daha ne kadar sana haber verilecek, ne kadar elçi gönderilecek? İşte ben, ölümün kendisinden sonra habercisi bulunmayan son elçisiyim. Haydi artık Rabbinin dâvetine icâbet et’”2 buyurularak dikkat çekilmiştir.

Mesnevî-i Nûriye’de, ölümün bu habercileri için şu satırlara yer verilir: “Dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı kulaklarının üstünde tulu’ etmiştir [doğmuştur]. Vücudunda tavattun etmeye [yerleşmeye] hazırlanan hastalıklar ölümün keşif kollarıdır. Maahaza ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bakîde göreceğin rahat ve lezzet ancak bu fanî ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bakîden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan.”3

Bu hatırlatmayı yapan Üstad, saçlarının ağarması üzerine de şu muhasebeyi yapar: “Aynada saçıma baktıkça beyaz kıllar bana diyorlar: ‘Dikkat et!’ İşte o beyaz kılların ihtarıyla vaziyet tavazzuh etti [aydınlandı]. Baktım ki çok güvendiğim ve ezvakına [zevklerine] meftun olduğum gençlik elvedâ diyor. Ve muhabbetiyle pekçok alâkadar olduğum hayat-ı dünyeviye sönmeye başlıyor. Ve pekçok alâkadar ve âdeta âşık olduğum dünya bana uğurlar olsun demeyip misafirhaneden gideceğimi ihtar ediyor. Kendisi de Allah’a ısmarladık demeyip o da gitmeye hazırlanıyor. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, ‘Küllü nefsin zaikatü’l-mevt [Her nefis ölümü tadıcıdır]’4 âyetinin külliyetinde, ‘Nev’-î insanî bir nefistir. Dirilmek üzere ölecek. Dünya dahi bir nefistir, bakî bir sûrete girmek için o da ölecek’ mânâsı âyetin işaretinden kalbe açılıyordu.

“İşte bu halette vaziyetime baktım ki, medarı ezvak olan gençlik gidiyor, menşe-i ahzan [üzüntüler kaynağı] olan ihtiyarlık yerine geliyor. Ve gâyet parlak ve nurânî hayat gidiyor, zahirî karanlık, dehşetli ölüm yerine gelmeye hazırlanıyor. Ve çok sevimli ve daimî zannedilen ve gafillerin maşûkası olan dünya pek sür’atle zevale koşuyor gördüm.”5

Dipnotlar: 1- Suyûtî, Kabir Âlemi, s. 59. 2- Şerhu’s-Sudûr, s. 11. 3- Mesnevî-i Nûriye, s. 119. 4- Âl-i İmran Sûresi, 185; Enbiya Sûresi, 35; Ankebût Sûresi, 57. 5- Lem’alar, s. 228.

30.07.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İhlâs, ahrarlar/ demokratlar



Mahmut G., üzerinde yazı yazmayı düşündüğüm mevzularda soru sorarak önemini ve âciliyetini gündeme getirdi:

“1- Seçim öncesi gazetemizin siyasî tavrı bir kısım kardeşlerin gazetemize küstürülmüş olması vebalini nasıl taşıyacagız?

“2- Şu anda memleketteki kuraklığın sebebini bizlerin bu seçim atmosferinde Risâle-i Nur’u ikinci plana almamız mı? Çünkü, Üstad, İslâmın yaşanmamasını, ona aykırı hareket edilmesini, felâkete sebep; Risâle-i Nur’un okunması bu memleketin musibetlere karşı emniyet subabı’ olarak görüyor…”

Seçimin hissi, indi atmosferi geçtiğine göre, meseleleri şimdi daha soğukkanlı ve objektif değerlendirme ferasetini gösterebilmeliyiz. İnsaf ile inceleyenler, Yeni Asya’daki bütün yazı ve değerlendirmelerin temelde Üstad’ın çizdiği siyaset stratejisine uygun ve bunları nazara vermek olduğu açıkça görülür. Yani, biz körü körüne siyasî bir tarafgirlik göstermedik. Naklettiğimiz ve yorumladığımız her ölçü ve prensibin mutlaka kaynağını verdik. Dolayısıyla biz siyasetten tarafa değil, Risâle-i Nur’dan taraf olduk.

Ahrarların/ hürriyetçilerin/ demokratların kazanmaması; stratejinin yanlış olduğu ve bizim Risâle-i Nur’a ters düştüğümüz anlamına gelmez. İsterseniz Ahrarların/ hürriyetçilerin/ demokratların kısa bir tarihçe-i hayatına göz atalım ve Bediüzzaman’ın onlara yaklaşımının, bugün de bizim için güncelliğini yitirmeyen ölçüler oluşturduğunu bir daha gözden geçirelim:

Arka planında Prens Sabahattin, Mizancı Murad Bey ve Hasan Fehmi Bey gibi düşünürler ve fikir adamlarının yer aldığı Osmanlı Ahrar Fırkası, 18 Eylül 1908’de kurulur. Ancak, komitacılar onu taşradaki seçimlere sokmamış, İstanbul’da yapılan seçimlerde ise, maalesef mebus bile çıkaramamıştır. (Ancak “Meclis-i Mebusan”da İttihat ve Terakkî’den ayrılanlar Ahrar Fırkasını temsil etmiş ve hükümette Ahrar’ların girmesini sağlamışlardır.) Buna rağmen Bediüzzaman, içinde büyük âlimlerin ve ihlâslı, dindarların teşekkül ettirdiği ve çok güçlü olan İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’ni değil, Osmanlı Ahrarları/ hürriyetçileri desteklediğini görüyoruz.

Hürriyetçi fikirlerinden dolayı, devletçi olan İttihat ve Terakkî’nin hedefi haline gelen Ahrarlar, 31 Mart (13 Nisan 1909) ayaklanmasının faturası bu partiye çıkarılmaya çalışılmış. 31 Mart 1909’da olaylardan Ahrar Fırkasını da sorumlu tutanlar her ne kadar bunu ispat edemedi iseler de, Bediüzzaman’ı yargılamış ve haksız şekilde cezalandırmışlardır. Bediüzzaman “Divan-ı Harb-i Örfî”deki müdafaası ile beraat etmiştir.

Bediüzzaman her mü’min’in mensubu olduğu İttihad-ı Muhammedî’nin mânen tabiî üyesi olduğunu, yoksa bozguncuların ve isyancıların girdikleri ve siyasete âlet ettikleri “Şeriat ve İttihad-ı Muhammedî” cemiyeti ile bir ilgisi yoktur. “Şeriat” adına ve “İttihad-ı Muhammedî” ismi altında siyasî faaliyetlerin yapılmaması için de azamî gayret etmiş; ama, engel olamamıştır.

Ahrar Fırkası iki defa seçime girmiş ve hükümete ortak olmuştu. 1909 Ahrar Fırkası mensupları 31 Mart olayı kendilerine yıkılarak iktidardan uzaklaştırılmış ve parti kapatılmıştır. 1913’de Hürriyet ve İtilaf Partisi de (Ahrarlarla birleşmişti) “Bab-ı Âlî” baskını ile iktidardan uzaklaştırılmıştır. 1946’da kurulan ve “açık oy, gizli tasnifle” yapılan seçimde pek bir varlık gösterememiştir. 1950’de iktidara gelerek Ahrarları yeniden ihya etti.

Bediüzzaman’ın “hürriyetçi demokrat” misyona sahip olan fırka yaklaşımına göre, ANAP ve AKP’nin Ahrarların/ Demokratların devamı olmadıkları açıktır. Çünkü her iki parti de, demokratların kazanımlarını dahi koruyamamışlar.

Bediüzzaman, Ahrar/ demokrat tanımı ve tarifini, “eski tahribatı tamire başlamak”, “hürriyetperver olmak” ve “Nur ve Nurcuları takdir etmek” gibi kıstasları da ortaya koyar. Bu özelliklere sahip olan siyasî akıma daima duâ ettiğini ifade eder. Gelecek ile ilgili temennisini de “İnşallah, o Ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp, tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar” şeklinde ortaya koyar.

Yukarıdaki ölçülere göre; AKP’nin yine birinci parti ve iktidar olması; onun ahrarların yerine geçeceği anlamına gelmez. Zira, Yeni Asya, darbecilerin tuzaklarına düşmeyelim diye şiddetle ikaz ederken, 12 Eylül 1980 darbe-i münafıkanesi, diktatör darbeciler alkışlanmış ve desteklenmişti. Yine iki sene sonra baştan ayağa ant-i demokratik maddelerle dolu olan 12 Eylül Anayasasını, ağır bedeller karşılığında uyarmamıza rağmen yüzde 92.5 oyla kabul edilmişti! 1995’te RP’nin, Erbakan’ı birinci parti olması da mı demokrat olduğunu göstermişti? Sizce 1999’da Ecevit’i birinci parti ve iktidar yapan demokratlığı mıydı? Ve bazı hocaların, mütedeyyinlerin onu desteklemesi isabetli miydi? Keza, darbecileri “müçtehid” ilan eden; siyasetçileri, koltuğa yapışan harisler olarak tavsif edenler isabet mi etmişti? Ve sizce, Bediazzaman İslâm düşmanları zındıklara, deccallere kahr ile beddua ederken; “Başımızdan eksik etme!” diye dua eden, alkışlayan, destekleyen ulemalar topluluğu isabet mi etmişti? Sizce, bu seçimde müstebit CHP ve ırkçılara/ milliyetçilere barajı aştırmak, DP’yi linç etmek isabetli mi olmuş? Bugünkü durum; “İttihad ve Terakki zihniyetinin” oluşturduğu 12 Eylül ve 28 Şubat’ın darbe-i münafıkanelerinin düzenlemelerinin sonucu değil mi? İttihad ve Terakki’nin Ahrarlara, demokratlara uyguladıklarından, zaman ve isim değişikliğinden başka ne farkı vardır?

Dolayısıyla, siz hiç endişe edip, üzülmeyin. Zira, ihlâslı arkadaşlar, Üstad’ın içtimaî ve siyasî prensiplerini nazara verdiğimizden dolayı küsmez! Bilirler ki, sıkıntı; İhlâs Risâlesi’ndeki prensipleri yazmaktan, anlatmaktan değil; uygulayamamaktandır. İhlâslı olanlar, Risâle-i Nur’un hiçbir yerinde, “Eğer kardeşleriniz siyasî meseleleri ‘izah, şerh/ yorum ve tanzim’ ederlerse; -veya faraza, yanlış yapsa- “ küsebilir ve üzülebilirsiniz!” diye bir hüküm olmadığını pekâla bilirler. Bilakis, İhlâs Risâlesi’nin ikinci düsturunda, “Eksiklerini tamamlayın, kusurlarını örtün ve yardım edin” şeklinde direktifleri olduğunu bilirler. İhlâslı olan, kardeşlerine göre değil; İhlas Risalesi’ndeki prensiplere göre hareket eder. Yine ihlâslı olanlar, Risâle-i Nur’un hiçbir yerinde, kazanacak olan ve kalabalıkların yöneldiği partiye oy verin, diye bir hüküm olmadığını bilir. Selâmlar.

30.07.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kabir sualine hazır mıyız?



Mersin’den bir okuyucumuz:

*“Hizmet Rehberi’nin altmış ikinci sayfasında ‘Risâlei Nûr’a hizmette vefat eden şehâdet makamı kazanır’ başlığı altında; bir ilim talebesinin Münker ve Nekir’in, ‘Rabb’in Kimdir?’ suâline karşı nahiv ilmince cevap vermesinin sırrı nedir? ‘Rabb’im Allah’tır’ demesi gerekmez miydi? Kabirde nahiv ilmine göre verilen cevapta bir ciddiyetsizlik söz konusu değil mi?”

Ölüm, bizi berzah hayatına alan bir vasıtadan ibarettir. Berzah hayatı, dünya ile âhiret arası ruhanî bir hayattır. Bu ruhânî hayatta, dünyada en fazla kendimizi neye adamış isek, bunun bir yansıması veya görüntüsü içinde âhiret hayatını bekleriz. Âhiret hayatı, Kıyâmet Günü vâki olacağı vaad edilen ve bizim âmentü’müzde “Ba’sü ba’de’l-mevt” dediğimiz dirilişle, yani ihyâ ile, yani hayatın ve cismâniyetin iâdesi ile ve hemen ardından Mahkeme-i Kübrâ ile başlayacaktır. Bu büyük mahkemeden sonra insanoğlu kendisine biçtiği âleme doğru yönelecek ve artık hayat Allah’ın izniyle ebediyete kadar akıp gidecektir.

Berzah hayatını bir ölçüde rüyalarımızla tanımlayabiliriz. Genelde gündüz yaşadığımız bir şok veya aşırı duygu yoğunluğunu, gece sembolik bir elbise içinde rüyamızda da yaşarız. Yani gündüzki olayın etkisinden kurtulmayan ruhumuz, gece de bu yoğunluğu yaşayabilir. Ve biz bunu sembolik bir yansımayla görürüz.

Berzah hayatının da sembollerle örülü olduğu söylenebilir. Ancak bu semboller çok daha gerçekçi, rüyalarımıza oranla çok daha “Ne ekersen onu biçersin” mânâsı ile bütünleşmiş; bir bakıma dünya hayatının bire bir yansımasıyla örülmüş birer rüya-yı sâdıka hükmündedir.

Meselâ; Hz. Enes (ra)’in rivayet ettiği bir hadîste Sevgili Peygamberimiz (asm), bir berzah görüntüsünü şöyle beyan eder: “Mîrâca çıkarıldığım vakit, bakırdan tırnakları bulunan bir topluluğa uğradım. Tırnakları ile yüzlerini ve göğüslerini tırnaklıyorlardı. Ben: “Ey Cebrail, kimdir bunlar?” dedim. Cebrail Aleyhisselâm:

“Bunlar gıybet ederek insanların etlerini yiyen ve insanların vakar ve haysiyetine ilişenlerdir” buyurdu.1

Ebû Hüreyre’den (ra) rivayet edilen bir hadiste de, Peygamber Efendimiz (asm) Allah yolunda yara alan bir mücahidin berzah hâlini şöyle zikreder: “Allah yolunda yaralanmış bulunan bir kimse, Kıyamet Günü yarası kanayarak gelir. Renk kan rengi, lâkin koku misk kokusudur.”2

Ebû Hüreyre’nin (ra) rivayet ettiği bir diğer hadiste Allah Resûlü (asm) abdest alanların berzah hâlini de şöyle ifade eder: “Ümmetim Kıyamet Günü, yüzü ve abdest uzuvları (secdenin ve abdestin nuru ile) parlar olduğu halde dâvet olunacaklardır. Kimin gücü yeterse parlaklığını artırsın.”3

Bir rüya-yı sâdıkada, Ruslarla savaşırken şehit düşen Ubeyd ismindeki talebesinin tahte’l-arz bir menzil sûretindeki kabrine girdiğini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri (ra), berzah hayatında bulunan Ubeyd (ra) ile ilgili bir müşahedesini kaydeder. Ubeyd şehit olduğu ve ölüm acısını duymadığı için kendisini ölmüş bilmemekte; Rus istilâsından çekindiği için yeraltında kendisine yaptığı güzel bir menzilde saklandığını zannetmektedir. Üstadını ölmüş bilmekte ve Üstadı için çok ağlamaktadır. Oysa şehit olan kendisidir.4

Kendisini ilme ve irfana vermiş bir talebenin, ilim tahsil ettiği esnada vefat etmesi durumunda; hiç şüphesiz tahsil ettiği bu ilmin berzâhî yansıması olacaktır ve bu yansıma ile Münker-Nekir’in suâlini, çok hürmet duyduğu hocasının suâli gibi algılayabilecektir. Burada zikri geçen talebenin, kendisini medresede zannederek nahiv ilmi ile cevap vermesi ve sonra da: “Müşkül bir meseleyi benden sorunuz; bu kolaydır!” demesi, kendisinin şehitler mertebesinde veya şehitler kadar rahat bir mertebede bulunduğunun işaretidir. Zaten bu cevabı ile Münker ve Nekir meleklerini, orada hazır bulunan ruhları ve bu hâdiseyi keşfeden büyük veliyi güldürmüş ve Rahmet-i İlâhiye’yi tebessüme getirmiş; azaptan da kurtulmuştur.5 Bu hâdise, o talebenin “Rabb’im Allah’tır” demediği anlamında anlaşılmamalıdır. Rahmet-i İlâhiye’yi ve melekleri tebessüme getirmiş olması, Rabb’inin Allah olduğu yolunda şehâdette bulunmuş olduğunun ifadesidir.

Meyve Risâlesini kemal-i aşkla yazarken ve okurken vefat eden Merhum Hafız Ali’nin de (ra), kabirde suâl meleklerine Meyve Risâlesinin hakikatleri ile cevap vermesi, yani “Rabb’im Allah’tır” hakikatını tahkikî ve delilli bir sûrette ifade etmiş olması, aynı sırdandır.6

İman-ı tahkikî dersini alanların, kabirde Münker ve Nekir suâllerine parlak ve kuvvetli hüccetlerle kolayca cevap verebilecekleri konusunda kuvvetli müjdeler bulunmaktadır.

Cenâb-ı Hak, hepimizi Münker ve Nekir’e kolay cevap vermeyi nasip kılsın ve kabir azabından korusun; âmin.

Dipnotlar: 1- R. Sâlihîn, 1523 2- R. Sâlihîn, 1292 3- Buhârî ve Müslim 4- Mektûbât, S. 12 5- Asâ-yı Mûsâ, S. 70 6- A.g.e., S. 70.

30.07.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Vicdanın onayı önemli



Eğer günlük hayatımızda işlediğimiz fiillerden dolayı, sonradan pişmanlık girdabında kendimizi hissetmiyorsak, demek ki gerçekten insan gibi yaşama yolunda iyi bir yere gelmişizdir. Vicdanımızın yaptıklarımızı onaylaması, şu fani dünya hayatında huzurlu yaşamanın önemli bir aşamasıdır şüphesiz.

Hiç kimsenin bizi ikazına meydan vermeden, vicdan terazisiyle yaptıklarımızın doğru olup olmadığına karar verebilmemiz gerekmektedir. Zamanımızın insanları bu duruma “otokontrol sistemi” demekteyseler de aslında bu durumun asıl ismi “nefis muhasebesi” veya “vicdanî muhasebe”dir. İnsanın yaptıklarının, bilhassa da yapacaklarının yerinde olup olmadığını değerlendirme alışkanlığını elde etmesi, yanlışlara düşmemesi için önemli bir durumdur.

Elbette vicdânî muhasebenin iyi işleyebilmesi için de, doğruları ve yanlışları birbirinden ayırt edebilme imkânına sahip olmak gerekir. Birer Müslüman olarak elimizde doğruları ve yanlışları birbirinden ayırt edebilecek önemli mihenk taşları bulunmaktadır. Şüphesiz bunların başında Allah’ın kelâmı olan Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın âyetleri gelmektedir. Rabbimiz gönderdiği kitapla bu dünyada yaşamamız gereken kuralları bizlere tâlim etmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’in en mükemmel müfessiri, muallim-i ekmel olan Peygamberimiz’in (asm) bereketli hayatında Allah’ın rızasına uygun en güzel bir hayat yaşaması, bizler için büyük bir yol göstericidir. İşte vicdanımız için ölçü, Allah’ın kitabı ve Resûlullah’ın hayatında en güzel yaşama şeklini bulan ve bu kitaptan kaynaklanan kural ve kaidelerdir.

Vicdanımızla, yaşantımızın Allah’ın rızası dairesinde olup olmadığına, Peygamberimizin (asm) sünnetlerine uyma noktasında başarılı olup olmadığımıza bakmamız gerekir. Dünyanın meşguliyetlerinin bizleri bu asıl vazifemizden alıkoymaması gerekmektedir.

Dünya hayatının çekici yönleri itibarıyla olaya bakarsak, vicdanımıza rahatlıkla onaylatabileceğimiz hareket ve davranışlarımızın oldukça az olduğunu görebileceğiz. Fıtratımıza yerleştirilen ebedî yaşama duygumuzu bu dünyada tatmin etme girişimlerimiz hatalarımızın başında gelmektedir. Zira yaşantımızla dünyanın fani cihetini nazara almadığımızı rahatlıkla görebiliriz.

Ayrıca dünya hayatımızı güzel geçirmek için harcadığımız zamanın çok azını ebedî hayatımız için harcadığımız gerçeği, inkâr edilemeyecek bir vakıa olarak karşımızda durmaktadır. Bütün bunları yaparken, bildiğimizi yaşamadığımız gerçeği sorumluluklarımızı daha da arttırmaktadır. Biliyoruz ki, bildiği halde İslâm’ın güzelliklerini hayatına geçirmeyenlerin sorumlulukları çok daha fazla olacaktır.

Ne yazık ki, içinde bulunduğu hazineden faydalanmayan insanların vaziyetini yaşamaktayız. Oysa rahmet hazinesi büyük bir merhametin eseri olarak biz insanlar için hazırlanmıştır. Bu durumdan gafil olmak, rahmeti nihayetsiz olan Rabb-i Rahîmin emir ve nehiylerine karşı ilgisiz kalmak affedilmesi zor bir suçtur.

Dünya hayatının, meşrû dahi olsa nimetlerinden istifade etmek, eğer bizleri biraz daha dünyaya bağlıyor ve uhrevî iklimden bizi uzaklaştırıyorsa, burada büyük bir kırılma ile karşı karşıya olduğumuzu düşünmemiz ve hemen tedbir almamız gerekir. Meşrû olanın dahi gayr-i meşrûluğa yol açması tehlikesinin var olduğunu unutmamamız gerekir.

İnançlı olan insanların da her an dünyanın cazibesine kapılarak yaşadığı meşrû hayattan uzaklaşması tehlikesi uykularımızı kaçırmalıdır. Hiçbir şartta kazanmanın henüz garanti olmadığı gerçeğinden hareket etmemiz ve geçmişteki amellerimizle değil, gelecekte işleyeceğimiz daha güzel amellerle imtihanı kazanma azmi içinde olmamız gerekir.

Şüphesiz kazanmanın ruhu rıza-i İlâhî çerçevesinde diriltilebilir. Bu dünyada hiçbir şeyin Allah’ın rızası kadar bizim için değerli olmadığını, yaşantımız ve amellerimizle de ortaya koymamız gerekir. Tekrar tekrar yaşantımızı gözden geçirmemiz elzemdir. Böyle yaptığımız takdirde, hayatımızda ayıklanması gereken çok davranış ve düşüncenin var olduğunu görebilme bahtiyarlığına kavuşabiliriz.

30.07.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Muhabbet fedailiği



Son zamanlarda özellikle kendi iç bünyemizde eksikliği açık olarak hissedilen en önemli kavram sevgi olmalı. Oysa bizler muhabbet fedaileriyiz ve tüm insanlığa sevgiyi ulaştırma konumunda bir hizmetin mensuplarıyız. Bu âleme sevgiyi en katıksız ve safi şekli ile taşıyan ve bütün hayatını sevgi ile yaşayan Hazret-i Muhammed (a.s.m.) olmalıdır. Onun yolunda olmaya çalışan her hizmet mensubu da sevgi zemininde bir hayat tarzı oluşturmak ve bunu bütün âleme yaymak durumundadır.

Varlığın aslı ve alt yapısını oluşturan temel faktör muhabbet olmalı. Kevnler yani varlıklar ya da kâinat sonsuz bir cemalin yani her tarafı kuşatan güzelliğin şuurlara yansıtılması ise eşyanın özünü de güzellik kavramı şekillendiriyor demektir. Güzelliklerin en safı ve bütün alemi kuşatan soyutlukta olanı ise iman olmalıdır. Bu güzelliklerin iman penceresinden yansıdığı ruhlar, tarifi imkânsız bir ilâhî neş’e, varlıkla aynı ritmi paylaşmanın muhteşem hazzını yaşarlar.

Bu duyguların zirveye çıktığı anlar ise kullar ve Yaratıcı arasındaki muhabbet lisanı olan kâinatın dönüm noktası kabul edilebilecek anlar üç aylar ve mübarek geceler gibi anlardır. Bu günlerde varlığın özünü teşkil eden muhabbetin ruhlardaki titreşimi daha belirginleşir ve bütün kalpler Samed’e ayineliği daha belirgin hissederek Ezeli Güneş’in kalpleri ısıtan sıcaklığına mukabil olurlar. Onun muhabbetinden kaynaklanan sıcaklık yürekleri ısıtır. Öyle ki, o yüreklerde birer pas ve tortu şeklinde yerleşmiş kırgınlıklar, kin ve nefretler erir ve zaman zaman yanaklardan süzülen ılık gözyaşı damlalarına dönüşerek akıp giderler. Sosyal hayatta, aile ilişkilerinde ve dâvâ adamlarının omuz omuza yürüdükleri yollarda fındık kabuğunun bir köşesinde tortu şeklinde bulunan hissi yaklaşımlar bu dönüm noktalarında gerçek kimliğine bürünür ve gözü karartan, kalbi boğan konumlarından uzaklaşırlar. Bugünlerdeki kucaklaşmalarla kırgınlıkların oluşturduğu ayrı düşmüşlük duyguları yerini dâvâ arkadaşları ve tek kalple algıladıkları kâinatın bütün zerreleri ile bütünlük ve muhabbete terk eder.

Özellikle bu günlerde büyüklüğü ile kâinatı kuşatan ve muhabbetini ruhlarda yansıtmayı irade eden âlemlerin Rabb’ını anlamak üzere, O’nun güzelliklerini bütün âleme ilan etmek gayesi ile bir araya gelmiş toplulukların muhabbeti daha belirgin yaşaması ve O’nun sonsuz sevgisine parlak bir ayine olmayı hedeflemesi belki de böyle günlerin en önemli sonucudur. Sıcaklığının muhabbeti ile kâinatı kuşatmış olan Zat’a sosyal boyutta yansıtıcı olma konumunda olan kişi ve grupların o muhabbeti kendi içlerinde yaşamaları elzemdir.

Üç aylar ve mübarek geceler, bu anlamdaki kırılmalar ve sapmaların düzeltilmesi, anlamsız kırgınlıkların ortadan kaldırılarak muhabbetin tesis edilmesi için birer milât ve dönüm noktası olarak kabul edilmeli, buna yönelik olarak en iyi şekilde değerlendirilmelidir. Gaye-i hayalleri bir olan aynı ‘kızıl elma’ya yönelmiş ideallerle bir beden gibi bütünleşen ve adeta tek kalpten beslenen insanların nefis ve şeytanın ayak oyunları ile yaşadıkları dağınıklık ve ayrılmışlığı ortadan kaldırmaları ve muhabbet zemininde titreşen zerrelere kardeş olmaları şarttır. Bu günlerde tecellisi daha belirginleşen rahmetin ruhlarda hissedilebilmesinin varlığın aslî gayesini sergileyebilmesinin en önemli şartı bu olmalıdır.

Ruhları saran sıcaklığı ile kendini daha belirgin şekilde hissettiren Rahman-ı Zülcemal’in arzusu doğrultusunda bütün zerrelerimiz muhabbetin sıcaklığı ile titreşsin. Temel prensipleri acz, fakr, şefkat ve tefekkür olan nuranî topluluğun fertleri muhabbetin en katıksız ve karşılıksız şekli olan şefkati önce birbirlerine karşı hissetsinler. O muhabbetin sıcaklığını bütün İslâm âlemine ve insanlığa yansıtsınlar. Kırgınlıklar, küskünlükler ve kasveti ile ruhları boğan mü’min kardeşine ve hatta dâvâ arkadaşına düşmanlıklar yok olsun. Bir kâse-i fağfur hükmünde olan ruhlarda manevî atmosferin lâhutî dokunuşu ile oluşan muhabbet avazı hiç susmadan ezelî muhabbetin sonsuzluğu ile buluşsun ve ebeden devam etsin.

30.07.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Sünnet-i Seniyye edeptir



Cep boy risâlelerden Sünnet-i Seniyye Risâlesi yeni tanzimle yayınlanarak satışa sunuldu.

Peygamber Efendimizin (asm) sünnetine uymayı, mesleğinin birinci esası kabul eden Bediüzzaman, eserlerinde ve hayatında bu meseleye çokça önem vermiştir.

Bir lâhika mektubunda Risâle-i Nur’un asıl ve önemli vazifelerinden birinin, sünnet-i seniyyenin esaslarını muhafaza etmek olduğuna, zamanın zarûret ve fetvalarıyla bu vazifenin ihmal edilemeyeceğine dikkat çeken Bediüzzaman, özellikle bid’aların çoğaldığı ve insanlığın iman ve ahlâk yönünden bozulmaya yüz tuttuğu günümüzde sünneti ihyâ etmenin daha bir önem kazandığını vurgular. Nitekim Sünnet-i Seniyye Risâlesinin başına düştüğü “Mirkatü’s-Sünne ve Tiryaku Marazı’l-Bid’a” (Sünnetin Dereceleri ve Bid’a Hastalığının İlâcı) kaydı da, bu açıdan manidardır.

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:31.) âyetine dikkat çekerek, Allah’a olan sevginin de Peygamber Efendimizin (asm) sünnetine uymayı gerektirdiğini ifade eden Bediüzzaman, sünnete ittibâ etmenin insanların basit gibi görünen hareketlerine bile mânâlar kazandırdığını, âdetleri ibadete çevirdiğini beyan eder.

Ayrıca sünnet-i seniyyenin edep olduğuna ve her meselesinin altında bir nur, bir edep bulunduğuna dikkat çeken Bediüzzaman, Cenâb-ı Hakk’ın, edebin çeşitlerini Habibinde topladığından söz ederek “Onun sünnet-i seniyyesini terk eden, edebi terk eder” der.

“Sünnet-i Seniyyeye ittibâ, mutlaka gayet kıymettardır” diyen Bediüzzaman, bu ehemmiyet verişin bir neticesidir ki, Sünnet-i Seniyye Risâlesi’ni telif etmiştir. Sünnet-i seniyyenin esas ve mahiyetini ortaya koyan bu eserde çağımızın Kur’ân müfessiri Bediüzzaman, yaşanan Kur’ân ahlâkı olarak ifadesini bulan Peygamber Efendimizin (asm) hayat modelinin, insanlığı ferdî, ailevî ve içtimaî sahada her türlü keşmekeşlikten kurtardığını, beşeriyete istikametli, selâmetli ve mânâlı bir hayat bahşettiğini ortaya koyar. İnsanlığın şahsî ve manevî kemâlât ve terakkîsinin sünnet-i seniyye dairesinde hareketle ancak mümkün olabileceğini tesbit eder.

Metne ait lügatçenin aynı sayfalarda verildiği eserde indeks, dipnot ve kronolojik bilgiler de yer alıyor.

***

Ramazan sayfası

Üç ayların girmesi ile Ramazan hazırlıkları da hız kazandı. Bu vesile ile Ramazan sayfası için bir duyuruda bulunalım.

Babıali’de Yeni Asya ile birlikte başlayan güzel bir gelenek olan ve günümüzde birçok gazete tarafından örnek alınan Ramazan sayfamız her yıl farklı şekil ve muhteva ile sizlerle buluşuyor.

Önemli bir bölümü eli kalem tutan okuyucularımızın katkılarıyla hazırlanan sayfamız için, bu sene de aynı çağrıyı tekrarlamak istiyoruz. Çağrımız hem geçen yıllarda sayfamıza katkıda bulunan, hem de bu sene için hazırlık yapmış eser sahipleri için geçerli.

Ramazan sayfasının mânâ ve muhtevasına uygun çalışmalarınızı en geç Ağustos ayı sonunda elimizde olacak şekilde bekliyoruz. Mümkünse bilgisayar ortamında yazılmış, Ramazan sayfası formatına uygun, kısa, öz ve çarpıcı, tefekküre dayalı düz yazı, şiir ve fotoğraf çalışmalarınızı [email protected] adresine bekliyoruz. İsteyenler, 0212 655 88 60-433 numaralı telefondan sayfa editörü İsmail Tezer’le de irtibata geçebilirler.

***

İmsakiye sezonu açıldı

Ramazan’ın ‘alâmet-i farika’larından biri olan imsakiyede sezon açıldı. Yeni Asya Takvim-Promosyon bu sene de beğenilen kalite ve çeşitleriyle piyasadaki iddialı yerini alacak.

Ürün yelpazesini giderek genişleten Yeni Asya İmsakiye birimi, sekizi ekonomik ve kuşe, sekizi de yaldızlı lüks gofreli olmak üzere on altı çeşit imsakiyeyi müşterilerinin beğenisine sundu.

Yeni sezon imsakiyeleri hakkında bilgi veren Tanıtım ve Pazarlama Birimi sorumlusu Recep Taşçı, ürün kataloglarının büro ve temsilciliklerimize gönderilmeye başlandığını belirtti. Daha detaylı bilgi için ilgili birim aranabilir.

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.

30.07.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Laikliği kollamak, dini sollamak



AKP’nin ikinci dönemi halk için de kendileri için de gayet zor geçecek bir dönem. Artık her şey ayan beyan ortaya çıkacak ve beklentilerin sınırları netleşecek. Aslında ben girilen yol itibarıyla sonunu görebiliyorum. Sonu çıkmaz olan bir yol. İsterse bazı kanunlar çıkarsalar bile bu sadece kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdur. Oysaki hem kendileri hem de halkı dönüştürüyorlar. Bu bağlamda, siyasî bir zafer kazansalar bile ontolojik hezimet kaçınılmazdır. Halkımız bunu geç anlayacak.

Dolayısıyla ikinci döneminde AKP için üç yol var. Üçü de çıkmaz. Bunlardan birisi, seçimin kazandırdığı atmosferle geçirecekleri rahat bir iki yılın ardından yeni bir krizin patlak verme ihtimalidir. Seçimlerle en az bir iki yıl kazandılar. Ondan sonrası kendi marifetlerine bağlı. İkinci ihtimal, inkita olmadan sonuna kadar gitmeleri, fakat halkı tatmin edebilecek ve beklentilerini karşılayabilecek bir idare tarzı ortaya koyamamaları ve sonunda ANAP gibi iflâs etmeleridir. Üçüncü yol ise bir takım kanunî düzenlemeler yapmaları ama pratikte bunun kıymetini hiçe indiren sosyolojik bir değişime öncülük etmeleridir. Yani siyaseten başarılı olsalar bile sosyolojik olarak başarılı olmaları girdikleri yol itibarıyla imkânsız demesek bile imkânsız derecede zordur. Halkın anlayamadığı da bu husustur. Bununla birlikte, gözlerin arkada kalmaması için bu ihtimalin de değerlendirilmesi belki de iyi oldu. Bu itibarla, sorumlulukları artmıştır. Sorumlulukları artmakla birlikte tarzlarında bir değişme görülmemektedir.

Bir takım dostlar AKP’nin ikinci döneminde onlardan daha atak tavırlar bekliyorlar. Fakat alışkanlıklar kolay kolay terk edilemiyor veya değiştirilemiyor. Bu itibarla, kanaatimce içinde bulundukları şartları kanıksadılar. Bundan dolayı kendilerinden bir hamle beklenemez. Fakat inşaallah biz haksız, millet ise haklı çıkar. Önemli olan da budur. Bununla birlikte ‘yedisi neyse yetmişi de odur’ diye bir söz vardır. Sünnetullah gereği bunun dışına taşabileceklerini sanmıyorum.

***

Sözgelimi Prof. Dr. Zafer Üskül’ün Kemalizmle ilgili tekliflerinin tartışıldığı ve tepkilerinin ele alındığı bir sırada Şarku’l Avsat gazetesinin hakiym (hikmet sahibi) yazarlarından olan Zeynelabidin Rikabi Türkiye ile alâkalı çok ilginç bir makale kaleme almış. Kemalist laiklik anlayışını irdeliyor ve Fransa ile birlikte Türkiye’deki laiklik anlayışının Fransız devriminin tabiî bir ürünü sayıyor ve iki ülkede de hayat tarzı anlamında kullanıldığını kaydediyor. Hayat tarzı demek pratik din veya gelenek demektir. Çok ilginç bir şekilde Sarkozy’nin kurumsal laiklik anlayışıyla oynama meselesine en fazla tepki gösterenler Fransız Masonları oldu. Kendilerinden olduğu halde laikliğin genleriyle oynanmasına müsade etmediler. Adeta yeni mabedin bekçileri onlar. Türkiye ile alâkalı da böyle.

Cumhurbaşkanı Necdet Sezer Masonların mevcut düzene müzahir olmalarından dolayı onlara şükranlarını sunmuştu. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer Mason biraderlerden Paşakay’a “Sizi ülkemizde Atatürkçülüğün ve laikliğin teminatı olarak görüyorum’ demişti. Demek ki iki ülkede de laikliğin bekçileri aynı mahfiller. Mabed Bekçileri zamanla nasıl Malta Şövalyelerine dönüşmüşse, Masonlar da muayyen sistemlerin muhafızları haline gelmişlerdir. Meselemiz elbette bu değil. Ama ‘Laikliği kollamak dini sollamak’ diye (Acaibü’d dünya el elf: Himayetü’l ilmaniyye ve istibahatü’t din, Zeynelabidin Rikabi, 28 Haziran 2007 Şarku’l Avsat) yazmış olduğu makalesinde şunları kaydediyor: “Şaşırtıcı olan laikliği bu tarz kesimlerin koruması veya kollamasından ziyade AKP’lilerin konu etrafındaki hassasiyetleridir. İkide bir ve de usanmadan ülkelerindeki laikliğin temellerine bağlılıklarını bildiriyorlar...”

***

Bu bağlamda Zafer Üskül meselesi de ikinci bir Atilla Yayla meselesine dönüşmek üzere. Hemen yalnız bırakma eğilimi içine girdiler. Aslında bu Erbakan geleneğidir. Partisini yargılayan mahkemeye ‘Büyük mahkeme, kimse bizden isyan beklemesin. Adaletine güvenimiz tamdır’ şeklindeki sözlerini hatırlıyoruz. Sözleri hâlâ kulaklarımızda çınlıyor. 28 Şubat sürecinde aynı şeyler Cüneyt Ülsever’in başına gelmişti. Cüneyt Ülsever’in ağzıyla askerlerle konuşan, ama zılgıt yiyince de ‘ben değil, Ülsever söyledi’ diyenler (Recai Kutan) yine aynı geleneğin bağlılarıydı.

Şimdi de ‘Atatürk ilkeleri Anayasa’dan çıkarılmalı ve anayasa teknik olmalı’ diyen Zafer Üskül partisi tarafından da dışlanıyor. Aynen Rikabi’nin yazdığı gibi. Vatan gazetesinin mufassal haberine göre Burhan Kuzu, Ertuğrul Yalçınbayır ve Ahmet İyimaya gibi alanın uzmanları da Üskül’e tepki göstermişler.

Aynı gün gazetelerde konu etrafında AKP’li Mimar Sinan Belediye Başkanı Cuma Bozgeyik’le alâkalı da bir haber yayınlandı. ‘Şekerli kahve’ fıkrasından dolayı 3 yıl hapsi isteniyormuş. Büyük ihtimalle yine ağızlarına gözlerine bulaştıracaklar. Zira çıkış noktaları baştan yanlış.

30.07.2007

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

İnsansız



İçinde insan yoksa… Gülen, ağlayan, somurtan, şaşıran, öfkeli, umursamaz… Beyaz, zenci, çekik gözlü, uzun, kısa, zayıf, şişman… Her hangi bir insan… Dünyanın en güzel manzarasını da çizseniz, dünyanın en güzel gün batımını da çekseniz… O resim, o fotoğraf eksik kalacaktır hep. Duygusuz bir kare olarak yerini alacaktır albümlerde.

Sadece bir çöl düşünün, ayak izi bile olmayan. Uçsuz bucaksız deniz düşünün, tek bir hayat emaresine rastlanmayan. Nefis bir gün batımının kıyılara vurduğu bir sahil hayal edin, in cin top oynayan. Bir eksiklik hissetmez misiniz?

İstanbul Boğazı bu kadar güzelse, deniz midir tek sebebi? Etrafını çevreleyen hayat, kıyı boyunca giden insan seli, onların evlerinden etrafa yayılan ışık olmasa, sırf bir manzara olarak ne anlam ifade eder?

Koca koca binalarınız olabilir. Dev heykelleriniz olabilir. Büyük, kutsal saydığınız sözleriniz olabilir. Aksine en ufak bir düşünceyi bile kabullenemediğiniz ideolojileriniz de olabilir. Katıksız bir inançla bağlı olabilirsiniz. Atomdan sağlam bir bütünlükle inanabilirsiniz. Öldürseler vazgeçemediğiniz bir fikirdir bu.

Ama içinde insan yoksa, insana zerre kadar önem atfetmiyorsa, insanı bir parke taşı gibi, bir kum tanesi gibi, o da bulunsun nev'înden bir süs eşyası gibi görüyorsa; insansız bir resimden, insansız bir çölden, denizden, sahilden, şehirden daha boştur. Boş olduğu için, ancak boş bir çuval kadar ayakta durabilir. Boş bir teneke kadar ses çıkarır. Boş bir bardak kadar dindirir susuzluğu. Boş bir tabak kadar doyurur karınları. Boş bir fotoğraf karesi kadar anlamlıdır. Sayfaları boş bir kitap kadar hikâye barındırır içinde. Boş bir şehir kadar taraftarı vardır.

Düşmesin diye taşlar dizersiniz önüne arkasına.

Doyursun diye yanına başka yemekler koyarsınız.

Ama ne ayakta durması kendi başarısıdır, ne de doyurması.

Siz bir şaheser gibi bakarken bu insansız fotoğrafa, dışarıda hayat devam etmektedir. Bir fotoğrafa bir zenci gülümsemekte, öfkeli bir yüz başka bir objektife yakalanmakta, düşünceli bir surat bir ressama poz vermektedir.

Hayat, siz olmasanız da devam etmektedir, bütün insanlığıyla.

30.07.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Doğru söyleyeni kovmayın!



“Doğru söyleyeni 9 köyden kovarlar” şeklinde bir atasözümüz vardır, ama bu bir tavsiye değil, sadece tesbittir. Böyle olduğu halde, bilhassa siyaset sahnesinde doğru söyleyeni 9 değil, 999 köyden kovmaya çalışıyorlar.

Yakın-uzak tarihimiz ‘9 köyden de kovulan’larla doludur. Ancak her defasında görülmüştür ki, doğru söyleyeni 9 köyden kovmakla ‘doğru’lar ‘eğri’ olmuyor, uzun dönemde yine ‘doğru’lar kazanıyor.

Son günlerde ‘9 köy’den kovulmak istenen kişi, ‘çiçeği burnunda milletvekili’ Prof. Dr. Zafer Üskül oldu. Üskül, bir gazeteye yaptığı açıklamada Atatürk milliyetçiliği ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlılık ifadesinin hazırlanacak yeni ‘sivil anayasa’da yer alıp almaması ile ilgili bir soru üzerine, “Yer almaması doğru olur diye düşünüyorum” demişti. (Sabah, 27 Temmuz 2007)

Tabiî ki Prof. Dr. Üskül başka seyler de söyledi ve ihtilâl anayasasının bir an önce değiştirilmesi gerektiğini belirtti. Vay, sen misin bunu söyleyen! Hemen ithamlar, suçlamalar ve bir anlamda ‘tehdit’ler gazetelerde yer almaya başladı. Ancak bir farkla: Üskül’e ‘mürteci’ demelerine imkân olmadığı için biraz zorlandılar. Benzer bir teklifi, farklı dünya görüşüne mensup bir ‘yeni milletvekili’ gündeme getirmiş olsaydı, kopartılan fırtına mutlaka daha büyük olurdu. Ama Türkiye ve dünya gerçeklerinden habersiz olan topluluk, Üskül’e yine de tepki gösterdi.

Tamam, Üskül’e tepki gösteren ve onu “999’uncu köy”e kovmaya çalışanlar olmakla beraber, köprülerin altından çok sular aktığı için ona sahip çıkanlar da oldu. Bu noktada dikkat çeken ise şu oldu: ‘Çiçeği burnunda vekil’lerine asıl sahip çıkması gereken AKP yöneticileri ya sus pus oldu, ya da ‘Onun şahsi görüşleridir, bizi bağlamaz’ dediler.

AKP’li yöneticiler şunu anlamakta zorlanıyorlar: Doğruları ifade eden ‘vekil’lerinize önce siz sahip çıkmadıktan sonra hiçbir ‘köklü’ iş yapamazsınız! Bu tavır aynen, “Biz bedel ödemeye hazır değiliz”in başka bir ifadesidir. Görmediniz mi ki, ‘bedel ödeme’yi göze almadan ve ‘doğruları dile getirenler’e sahip çıkmadan ‘iş’ yapmak mümkün değil! Ama eğer ‘iş’ yapmaktan anladığınız şey; üst geçit yapmak ve sokakları daha iyi temizlemek ise o başka! Oysa asıl ‘iş’ ‘sivil anayasa’ gibi ‘zor’lukların üstesinden gelmek, siyaset alanını genişletmek ve Türkiye’yi AB yolunda yürütebilmektir. Bu ‘iş’leri bir yana bırakıp, ‘yol, su, elektrik’i birinci sıraya koymakla bir yere varılamaz.

Bunları ifade etmekle, ‘kalkınma’ anlamındaki çalışmaları hafife aldığımız düşünülmesin. Bizim itirazımız, ‘maddî’ yaklaşımın “birinci sıra”ya yerleştirilmesinedir. Öncelik; hak, hukuk ve adalet kavramlarına (örneğimizde olduğu gibi ‘sivil anayasa’ya) verilmek suretiyle maddî kalkınma yolunda atılan adımların da daha kalıcı ve faydalı olacağını düşünüyoruz.

AKP gerçekleri dile getiren kendi vekiline sahip çıkmamış olsa da, ona sahip çıkanların varlığını görmek memnun edici. İnşallah, kısa zamanda ihtilâl anayasasından kurtulur ve sözde değil, özde bir ‘sivil anayasa’ya kavuşuruz.

30.07.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Kışta gelmek, bahara hazırlıktır - 2



Bediüzzaman’ın, “Acele ettim kışta geldim” ifadesi, bir durum tesbitidir. Yangın yerine dönmüş bir dönemde itfaiyeci telâşı ve acelesidir. Normal bir halin tercümesi, sakin bir aklın rehaveti ve kabiliyetini dâvâsına yeterince emanet edememiş bir ruh halinin anlayacağı tavır değildir.

Acele etmek; yangın söndürme azmiyle risklerden, tehlikelerden korkmadan, “Bir taun ve yangın felâketi” karşısında, evladının imanı tutuşmuş ve yanan bir babanın, bir müceddidin feveran ve vazifeşinaslık mertebesidir.

“Karşımda müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükeliyor, içinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor” dediği, zamanın zemherir hali, kışın iç yakan imansızlık bürudeti ve yangının göz önünde devasa sardığı ve saracağı Müslüman imanı ve insanlık dramı karşısında bir ürperti, bir teessüf, bir “helâket ve felâket asrı”nda olmanın görünen ip uçları ile çarelere başvurma diğergamlığıdır.

Ateşin ilâcı sudur. Söndürecek olan da odur. Toprak, kışını yaşarken, susamışlığına ve döllenmesine çare olan da sudur, nemdir. Kışın gereği olan su bereketi, yangının da panzehiridir.

Bizi “işba edecek” olan iman suyu, ancak küfür yangınını söndürebilir. Başka yollar yol değil. Vücudu besleyecek, kuruluğunu alacak, gıdalarına lezzet katacak, sindirimini kolaylaştıracak ve sıcaklığını/hararetini dindirecek olan da sudur.

Asrın yangını imanları yakarken, o yayılan felâketi def edecek olan iman suyu ile küfrü söndürmek ve İslâm suyuyla topağın mahzeninde yeni tohumları filizlendirme gayretidir. Yeni tohumlar, yeni ağaçlardır ve yeni meyvelerdir. Aynı zamanda yeni çekirdeklerdir. O çekirdekler, aynı zamanda tekrar toprağa düşmeyi düşleyen fedakârlar mangasıdır.

“Acele ettim kışta geldim”sadece söylenmekle ve durumu ifade etmekle yetinilecek bir hal değildir Bediüzzaman’da. Sonrasının başlangıcıdır. ”Maddî ve manevî kıyamet kopmazsa” şartını, tereddütlü vaziyette, beşeriyetin zihnî ve imanî intiharına götüren bir manevî kıyametten “şartı muallak” pozisyonundan çıkarıp, amelimizle, gayretimizle, ihlas esaslı tesanütle ve teşrik-i mesainin lazımı olan taksimül amal ile yola revan olmak, “ayağı taşa değecek” dikkatsizliğe takılmadan maksada kilitlenmiş yücelikte yol almaktır.

Yoksa, Allah korusun, adetullaha uyulmadığı, “mucizevari fütuhat”ın gereği olan ihlasla birlikte ihtisas, ihvanla birlikte ihtimam ve irtibatla birlikte irtifa sağlanmadıkça, herkesin manevî kıyameti ve şahsî dünyası kıyametini yaşamakla karşı karşıyadır.

Bediüzzaman, bütün insanlığın küfür alevleri içinde “iman tutuşması”na seyirci kalmayarak, ”üstüme vazifedir”diyerek, azmin iman dolu zaferi ile “mübareze meydanı”na çıkmıştır. İki dünyası da elindedir.

Her şeyi şahsı adına kaybetmeyi, dâvâsı adına kazanç kabul edecek kadar feragat yüklüdür. “Dünyamı da feda ettim, ahiretimi de” dostane paylaşımının yüksek ruhudur. Hesabı, kitabı, siyaseti, korumacılığı, kendine dönük bir planı, nefsi olan kutsiyet libasları ve zırhları yoktur. Kur’ân’ı, sadece “Kur’ân olduğu için sever” hakikatının tezahürüdür.

“Acele ettim kışta geldim”doğru bir haber tekniğidir. Bir kanaat ifadesi ve yaşadığını paylaşma zeminidir. Gerekçelerine girmez. “Neden kış?”sorusuna, bir çok aklı evvel ve felsefi müşeveşiyetle cevap aramaz. Dünyevi aklın rasyonel verileri burada sükut ettiğinin idrakindedir.

Çünkü zaman, ahir zamandır. Medreseler verimsiz. Tasavvufi hal, kalbi haz ve hissi tercihler, şahıs merkezli kutsiyet referansları, artık yeni asra hitap etmemektedir. Ciddî bir çöküş yaşanmaktadır devlet-i aliyede. “Eski hal muhal” deme kertesinde olan bir zat gerekliydi. Bir söz lâzımdı.

Ve bir göz hazırdı. Asrın basar tecellisi olmaya, basireti bulmaya ve buldurmaya talip bir göz, iman gözü, kalp gözü ve ikisinin de tefekkürle aklı ve imanla kalbi imtizaç ettiren kimyasında, asrın en yüksek ateşinde reaksiyona girerek kimyevi ilâç özelliğini Risâle-i Nur olarak asrın reçetesi olarak takdime.

Evet, ”acele ettim kışta geldim” 87 yıllık bir hayatın tercümesidir. Hüznünü içinde yaşayan, yalnız insan haletidir. “Hüzn-ü masumane”nin gerçeğiyle buluşarak ve zamanın garibi olarak, bediî bir hususiyetin ağır dönemlere deva olacak çareleri yazmıştır, yaşamıştır.

Beşeriyet için çırpınan canhıraş hali, dâvâsı sevdası olan bir kahramanlığın gözümüzün önündeki şeref tablosudur.

“Nefis cümleden edna, vazife cümleden âlâ” noktası, tam da uçuşun yaşanacağı, depara kalkılacağı, himmet ehlinin kayıtlarının çözüleceği, şevkin hayat kaynağı olacağı ‘take off’ noktasıdır.

“Acele ettim, kışta geldim” kendisine ait ve bize de rehber olan zamanın ve zeminin topoğrafyasını ortaya koyan bir etüttür. İncelenen sahanın, asrın fotoğrafıdır.

Sabrı, sıkıntıyı ve cefayı kendisiyle özdeşleştirirken, şefkatinin yüksek kollarıyla üç yüz asır sonraki Saidlere, Hamzalara, Ahmetlere müjdeyi verir: “Sizler cennet asâ bir baharda geleceksiniz. Ekilen nur tohumları, zamanınızda neşvü nema bulacaktır.”

Herkes kış hazırlığında, baharın müjdesi olan nur tohumlarını beklemeli. Bu bahçeler için ihtiyacımız olan bahçıvanlar, ustalar, uzmanlar, eğitimciler, rehberler, işçiler yetiştirmeli.

30.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004