Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Saraya değişilmeyen çardak



“Ben bu menzilleri

Yıldız Sarayı’na değişmem...”

Birkaç çardak için söylemişti Bediüzzaman bu takdirkâr ifadeleri. Barla’da çınar, Çam Dağı’nda da çam ve katran ağaçlarındaki ibadet ve tefekkür menzilleri için.

Daha önce emsâli pek görülmeyen bu tercihin sebebini ve isabet derecesini idrak edebilmek için önce Yıldız Sarayı’nı gezip mazisini ve hâlini tahattur etmek, ardından da gidip o menzilleri görmek gerekirdi.

Biz de onu yaptık ve seyahatin bu safhasına Yıldız Sarayı’ndan başladık.

Beşiktaş’la Ortaköy arasındaki tepenin üzerinde takriben beş yüz dönümlük bir arazi üzerine yapılan yüz kadar kasır, köşk ve müştemilâtından müteşekkil muhkem bir saraydı Yıldız.

Oraya ilk köşkü III. Selim’in annesi Mihrişah Sultan yaptırmıştı. Daha sonra II. Mahmud ‘Yıldız’ isimli bir köşk yaptırıp sık sık oraya gelince validelerin ve sultanların tepeye ilgisi artmıştı.

Sultan II. Abdülhamid, annesi Bezm-i âlem Sultanın yaptırdığı Kasr-ı Dilküşa’ya gelip gittikçe bu tenha, gözden ırak, yüksek ve güzel tepeyi beğenerek 1876 yılında oraya yerleşmeye karar vermişti.

Ondan sonra hummalı bir imar faaliyeti başlamış ve Hâlet Kasrı, Hünkâr Sofası, Malta Köşkü, Çadır Köşkü, Büyük Mabeyn Köşkü, Şale Köşkü, Yâverân Köşkü, Çit Kasrı, Cihannümâ Köşkü ve Alman İmparatorunu ağırlamak için üç günde inşâ edilen Talimhâne Köşkü’nün de aralarında bulunduğu pek çok köşk yapılmıştı.

Birbirinden güzel bahçelerle, küçüklü büyüklü havuzlarla, türlü türlü kuş yuvalarıyla, envâi çeşit hayvanâtla, yürüme yollarıyla, sebze, meyve seralarıyla, kütüphâne, resim, tiyatro, fotoğraf salonlarıyla, atölyelerle, fabrikalarla tezyin edilen mahal, yüksek duvarlarla çevrilerek muhkem bir saraylar kompleksi hâline getirilmişti.

Tamamına yakını, mahir bir marangoz, iyi bir ressam olan Sultan II. Abdülhamid tarafından tasarlandığı için ahşap eşyaların ve işlemelerin hâkim olduğu bu köşklerin bazıları saray muhafızlarının ve ağaların istihdamına ayrılırken, bazıları devlet işlerine tahsis edilmiş, bazıları da misafirhâne olarak kullanılmıştı.

Sultan Abdülhamid’in, seyahatnâme okumaktan çok hoşlandığını bildiğimiz için sarayda gezerken, orada yaşanan tarihî hadiseleri hatırlayıp saraya gelen meşhur şahsiyetleri tahattur ederek hiçbir teferruatı gözden kaçırmamaya çalıştık.

Her tarafı itina ile işlenerek mükemmel bir san’at merkezi hâline getirilen saray, zahiren muhteşem görünse de pek çok yerinde Osmanlı Devleti’nin inkırazını hazırlayan hazin hadiselerin izleri vardı.

Bilhassa Sultan Abdülhamid’in, defalarca huzuruna kabul ettiği memurları tarafından tahttan indirilmesine ve Vahdettin’in; geniş yetkiler, yüksek rütbeler ve bol imkânlar vererek Anadolu’ya gönderdiği Mustafa Kemal tarafından vatandan çıkmaya mecbur edilmesine sahne olan Küçük Mabeyn Köşkü’nün harabe hâli oldukça manidardı.

Yıldız Sarayı; görünüşte herhangi bir iz taşımamasına ve o hadiseleri hatırlatan bir hatıra plâketi bulunmamasına rağmen pek çok yönüyle Bediüzzaman Said Nursî’yi de tahattur ettiriyordu.

Bediüzzaman, ilk defa 1908 yılı başlarında gelmişti bu saraya. Maksadı padişahla görüşüp Şarkı saran cehalet hâllerini anlatarak kurmak istediği Medresetü’z-Zehra için yardım istemekti.

Maruzâtını anlatan dilekçeyi verip bahçede gezmeye başlayınca, orasının padişaha has olduğu söylenerek müdahale edilince, milletin bir ferdi olması hasebiyle milletin malı olan bahçede gezebileceğini söyleyerek mukabele etmişti.

Dilekçesinin arz edileceği ve cevabının kendisine bildirileceği söylenerek padişahla görüşemeyince, o da çeşitli içtimâî faaliyetlere girişip gazete lisanıyla bazı tekliflerde bulunarak sesini duyurmaya çalışmıştı.

O tekliflerden biri de “Münhasif Yıldız’ı dârü’l-fünun et, tâ ki Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine ehli hakikat melâike-i rahmeti yerleştir; tâ Cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî dârü’l-fünûna sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimat et” şeklindeki tavsiyesi idi.

Bunu yaparken, sadece o günün şartlarını nazara almadığı gibi şahsına yapılan iltifatlara, verilmek istenen ihsan-ı şahaneye ve memleketine dönmesi mukabilinde kendisine bağlanmak istenen maaşa da itibar etmemişti.

Çünkü o, zamanında muteber olan telâkkilerin aksine, her hareketini memleketin, milletin, devletin geleceğini düşünerek yapmış ve bu uğurda tımarhâneye atılıp divan-ı harpte idam talebiyle yargılanmasına rağmen fikirlerinden taviz vermemişti.

“Şimdi muvazene edelim: Yıldız, eğlence yeri olmalı veya dârü’l-fünûn olmalı; ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli; ve gasb edilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı, hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin” diyerek sarayı bekleyen muhtemel akıbetleri teşhis etmiş ve tercihi insaf sahiplerine bırakmıştı.

Sultan Abdülhamid, o zaman bu tavsiyeleri ya duymamıştı, ya da duyup öğrendiği hâlde itibar etmemişti. Onun için de ‘Yıldız’ı Dârü’l-fünun yapması’ teklifi hayata geçmemişti.

Fakat yıllar sonra da olsa kader hükmünü icra etti ve Osmanlı’nın yıkılması sırasında Yıldız Sarayı önce gasp edilip yağmalandı. Ardından bahçelerinin bazıları park hâline getirilerek millete hediye edildi. Bir bölümü Yıldız Üniversitesi’ne tahsis edildi, bir bölümü de Yıldız Kültür Sanat ve Turizm Merkezi’ne verilerek seyyahların gezi menzili hâline getirildi.

Böylece Bediüzzaman’ın işaret ettiği bütün ihtimaller gerçekleşti.

***

Saray’ın müştemilâtını gezip yaşanan bu tarihî gerçeği bizzat yerinde müşahede ettikten sonra gittik, onun ‘Yıldız Sarayı’na değişmem’ dediği menzillere.

Barla’ya giderken, Yıldız’da olduğu gibi mükemmel sarayların, müzeyyen kasırların, mutena köşklerin olmadığını biliyorduk fakat derme çatma birkaç çardakla karşılaşacağımızı da düşünmemiştik.

Zîra Bediüzzaman’ın, saraylara değişmediği menziller; Barla’da ve Çam Dağı’nda çınar, çam, katran ağaçlarının dalları arasına yapılan ve ahalinin benzerlerine tarlada, bağda, bahçede ise talvar, evin önünde balkonumsu bir çıkıntı hâlinde yapılmışsa çardak adını verdiği veya bazılarının kinayeli olarak köşk dediği birkaç metrekarelik iptidaî oturma yerlerinden ibaretti.

Biri, Barla’daki evin önünde bulunan asırlık çınar ağacının dalları arasındaydı bu çardakların. Evin penceresinden geçilip tahta merdivenle çıkılan bu menzil ancak bir iki kişinin oturabileceği küçük bir yerdi.

Diğerleri ise Çam Dağı’nın tepesinde, dalları yere paralel uzanan büyük bir çam ağacının ve ana dalları gövdenin bittiği yerden iki yana açılıp tali dalları da yukarıya doğru uzanan iri ve kuru bir katran ağacının üstüne birkaç sırık gerilip tahta çakılarak yapılmıştı.

Hepsi hacim itibariyle küçük, şeklen basit de olsa, sakinini rahat ettirecek hususiyetler taşıyordu. Ufuklarının açık, tefekkür ve temâşâ manzaralarının geniş olması da oraları müstesna bir menzil addetmeye yetiyordu.

Bediüzzaman bilhassa bahar, yaz ve hazan aylarında her gün seher vakti bu menzillere çıkıp kuşluğa kadar ibadet eder, daha sonra da eserlerinin telifatı ve tashihatı ile meşgul olurdu.

Bu itibarla Yıldız Sarayı ve Barla çardakları hem görünüşleri, hem de işleyişleri itibariyle birbirlerine benzemiyorlardı ama büsbütün ilgisiz de sayılmazlardı. Biraz dikkat edildiği takdirde Bediüzzaman’ın mukayesesinin bazı makul sebeplere dayandığı anlaşılırdı.

Meselâ, iki mekân da suya bakan yüksek tepelerden ve önü açık yamaçlardan ibaretti. Beşiktaş Tepesi’nin üstüne inşâ edilen Yıldız meskenleri Boğaz’a, Haliç’e ve Marmara’ya bakarken Barla ve Çam Dağı menzilleri Eğirdir Gölü’ne münazırdı.

Yıldız Sarayı’nın müştemilâtı, nadiren yetişen nâdide ağaçların yanı sıra, çınar, çam ve katran ağaçlarının arasındaydı. Barla’daki çardaklar da aynı türden ağaçların dalları arasına yapılmıştı.

İki yerde de evcil hayvanlar ve yabanî kuşlar, oraların sakinlerine âşina idi. Dünyanın değişik ülkelerinden çeşitli vesilelerle Yıldız Sarayı’na getirilen hayvanlar, ellerinden yem yedikleri ve yakın alâkasına mazhar oldukları Sultanı görünce, bazen sarayı birbirine katacak derecede alenî sesler çıkarıp hareketler yaparak sevinçlerini ifade ederlerdi.

Barla’da ise bilhassa seher vaktinde ağaçların dalları arasına doluşan bülbüller, kanaryalar, serçeler ve sair kuşlar Bediüüzzaman’ın zikrine iştirak ederlerdi. Keklikler, bıldırcınlar, sülünler onun gittiği istikamete doğru uçarken kediler ‘Yâ Rahîm’ çekerek, tavuklar da günde iki, bazen üç yumurta vererek ilgilerini gösterirlerdi.

Yıldız Sarayı, zaman zaman düşmanca saldırılara uğrayarak hasar gördüğü gibi Bediüzzaman’ın Barla’daki ve Çam Dağı’ndaki tefekkür menzilleri de menfur emellere hizmet eden hain ellerce tahrip edildi.

Yıldız Sarayı’nın sakini de cihana hitap eden idealler taşıyordu, Barla çardaklarının meskûnu da. Fakat Yıldız’ın hâkimiyet alanı gittikçe daralırken Barla’nın hitap sahası cihanı ihata edecek şekilde genişledi.

Neticede, Dârü’l-fünun yapılmayan Yıldız’ın ışığı sönerken ‘Nurun İlk Medresesi’ olan Barla’da parlayan nurun tenevvüre ve intişara devam etmesi, Bediüzzaman’ın tercihinin ne kadar isabetli olduğunu gösteriyordu.

Hülâsa, İstanbul’daki köşklerden, kasırlardan müteşekkil sarayın sadece adı Yıldız’dı. Tavanlarda ve duvarlarda Hazret-i Süleyman’ın mührünü tedaî ettiren yıldız desenli şekiller olsa da fiilen ve içtimâî yönden karışık, karanlık, sisli, puslu hâller yaşandığı için hakikî yıldızlarla pek hemhâl olamadı.

Halbuki, Barla’daki çardakların tavanını teşkil eden âsuman, çoban yıldızı ile, kutup yıldızı ile, Samanyolu takım yıldızları ve yedi kandilli Süreyya ile müzeyyendir.

Orada kaynaşan yıldızlar, her gece bir yandan mâverâda Cennet manzaraları temâşâ ederken, diğer yandan mâsivada arza nazar ederek gönüllere nur ve huzur serperler.

Hatta bununla da kalmazlar, lisân-ı hâlleri ile konuşurlar. Tıpkı ‘Yıldızların lisân-ı hâl ile konuşmalarını hayalen işiten’ Bediüzzaman’ın, ‘Yıldızları Konuşturan Bir Yıldıznâme’de yazdığı gibi:

“Dinle de yıldızları şu hutbe-i şirînine,

Nâme-i nurîn-i Hikmet, bak ne takrir eylemiş.

Hep beraber nutka gelmiş, hak lisânıyla derler:

‘Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i Sultanına.

Birer bürhan-ı nurefşânız vücûd-u Sânia,

Hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz.

Şu zeminin yüzünü yıldızlayan

Nâzenin mucizâtı çün melek seyranına,

Bu semanın arza bakan, Cennete dikkat eden

Binler müdakkik gözleriz biz.”

29.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (22.07.2007) - İki âlimin portresi

  (15.07.2007) - Asırları saran eserler

  (08.07.2007) - İlk Medrese-i Nuriye’de

  (01.07.2007) - Yeni şeyler söyleme zamanı

  (24.06.2007) - Yüz yılda bir de olsa

  (17.06.2007) - Son Medrese-i Yusufiye

  (10.06.2007) - Barla'da sıla sıcaklığı

  (03.06.2007) - ‘Allah kimseyi şaşırtmasın...’

  (27.05.2007) - Hiç olmaktan güç almak

  (20.05.2007) - ’Dostlaar... Doostlaaarr!..’

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004