Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdil YILDIRIM

Mevlânâ'nın gözü ile namaz



Namazın her “ef’âl ve akvâli”, yani namazda yapılan her hareket ve söylenen her söz, çok derin mânâları ihtiva eder. Bediüzzaman Hazretleri namazı, “Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür” diye ifade ederken, Mevlânâ Hazretleri de bu tesbih, tâzim ve şükür hallerini nasıl anlamak ve yaşamak gerektiğini çok çarpıcı benzetmelerle ifade ve izah ediyor.

Mevlânâ’ya göre, namaza tekbirle girmek, “Ya Rabbim, Senin huzuruna, nefsimi sana kurban etmeye geldim” demektir. Nasıl ki kurbanlık koyunlar tekbirle kesileceği yere getirilir, yüzü kıbleye çevrilerek Allah yolunda kanları ve canları feda edilir. Namaza duran insan da “Allahüekber” diyerek nefsini ve benliğini Allah’a kurban etmekte, dünya ve içindekileri de elinin tersi ile geriye itmektir.

Kıyamda durmak, mahşer günü kabirlerimizden kalkıp, hayatımızın hesabını vermek üzere Allah’ın huzurunda saf tutmak, sıramızın gelmesini beklemektir. Bu sırada kul, işlediği günahlardan dolayı şiddetli azabı hak ettiğini, Rabbinin mağfireti imdada yetişmezse günahlarının hesabını nasıl vereceğini düşünür. Allah’tan başka hiç kimsenin ve hiçbir şeyin kendisine yardım edemeyeceğini anlar, aczini ve fakrını idrak ve itiraf eder.

Kemal-i ciddiyetle, pişmanlık ve mahcubiyetle el bağlayıp Fatiha ve zammı sûre okuyan kişi, Kur’ân’dan medet umuyor, okuduğu âyetlerle amel defterinin sevap sayfasına daha fazla hayır yazılmasına çalışıyor. Kur’ân’ın dili ile yalvarıyor ve her rek’âtta “Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım umarız” diyerek Rabbine teslim oluyor. O’nun rahmet ve merhametinden medet bekliyor. Fakat işlediği günahları, ihmal ettiği vazifeleri ve hak ettiği cezaları aklına gelince, Azamet-i Kibriya karşısında daha fazla ayakta duramayıp rükûya eğiliyor.

Rükûda iki büklüm beklerken, ruhunu titreten şu hitaba muhatap oluyor: “Sana bunca zamandır mühlet verdim, bana ne getirdin?... Ömrünü ne ile geçirdin, verdiğim gıdayı, ihsan ettiğim kuvveti ne uğrunda harcadın?.. Gözünü, kulağını, aklını, arşa ait bütün cevherleri harcadın... Bunlara karşılık ne getirdin?... Sana kazma ve bel gibi ayak ve el verdim, bağışladığım bunca şeye karşılık ne var elinde, neler getirdin bana?... Başını kaldır da cevap ver.” Kul bu hitap karşısında Rabbini her türlü noksan sıfattan tenzih ederek başını kaldırır. Fakat verecek bir cevabı olmadığından, utancından ve zilletinden yere kapanır, secde eder. Alnı ayak seviyesine düşer, burnu yere sürtülür, o halde iken de Allah’ı tesbih ederek aczini ifade etmeye devam eder.

Tekrar o ruhları titreten hitabı yüreğinde hisseder, “Başını secdeden kaldır da, yaptıklarından haber ver.” Kul iyice bunalmıştır. Bu haşyet ve azamet karşısında, günahlarının ağırlığı altında dizlerinin bağı çözülür, ayakta duracak tâkati kalmaz, dizlerinin üzerine yere çöker. Fakat, hesap sorma devam etmektedir: “Söyle bana; sana nimet verdim, nasıl şükrettin? Sermaye verdim, nerede kullandın, haydi göster kazandığını?” Kul, kendi çıkınını yoklar, işe yarar bir şey bulamaz, sonra da sağ tarafına dönerek Peygamberlere selâm verir. Onların şefaatini diler. Peygamberler: “Çareye baş vuracak gün geçti. O, orada yapılacak bir şeydi. Fırsatlar orada kaldı. A bahtsız kişi, git oradan!.. Sen vakitsiz öten bir horozsun. Bırak bizi, kanımıza bulaşma” derler. Bunun üzerine sol tarafa başını çevirir, selâm vererek anne babasından, hısım akrabasından yardım ister. Onlar da “Sus, be gafil, biz kim oluyoruz ki... Yardımı Allah’tan iste, O’nun gazabından yine O’nun rahmetine sığın” derler.

Ne bu yandan bir çare olur, ne o yandan. O biçarenin canı da yüz parça olur. Herkesten ümidini keser de ellerini açar, duâya başlar:

“Ya Rabbi! Herkesten ümidim kesildi. Evvel de sensin, Âhir de. Senden başka önü, sonu olmayan yok!... “

“Namazdaki bu hoş işaretleri gör de, bunun eninde sonunda böyle olacağını bil. Namaz yumurtasından civcivi çıkarmaya bak!... Yoksa; tane toplayan yolsuz yordamsız kuş gibi yere başvurup durma!...”

13.08.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Habib-i Zişanın yolunu arzuluyorum



Asrın cazibesi, imanımın aydınlığından istifade etmeme mani olmaktadır. Kayıtlarla bağlanmış bir durumdayım adeta. Aklımı, kalbimi, ruhumu bağlayan dünyevî zincirler insanlığımın ufkunu karartmaktadır. Hür olmak istiyorum, ama kendimi nefsimin tahakkümünden kurtaramıyorum.

Her ânım çırpınışlarla geçmektedir. Kayıtlarımdan kurtulmak, zincirlerimi parçalamak ve nefis ve şeytanların tahakküm ve baskılarından kurtulmak için çırpınıp durmaktayım. Gönlümü İslâm’ın nuruna, kâinat güneşi olan Peygamber-i Zîşan’ın (asm) aydınlığına açmak istiyorum, ama başarılı olamıyorum.

Ağlamak istiyorum ki, gözyaşlarımla kalbimdeki kirleri silebileyim. Ama gözpınarlarım da kurumuş, küresel ısınma onu da etkilemiştir. Anlıyorum ki kendi başıma muvaffak olamayacağım. Demek “Hidayet Verici” olandan yardım istemem lâzım. Yalvarmalıyım o yüce Kudretin Sahibine...

Şu uçsuz bucaksız kâinat denizinde beni bir insan olarak yaratan ve bana sayısız nimetler veren Rabbim bana güç ve kuvvet verirse ve kendisinin hikmeti iktizâ ederse açlıktan kıvranan bütün duygularımı doyurabilirim.

Ona her an yalvarmalıyım. O, beni kendi rızâsına uygun bir kul haline getirirse dünyalar benim olacaktır. Bunun için beni kendi Habibine benzetmesi ve beni o sevgilinin ümmetinin şuurlu bir ferdi yapması gerekir.

Hayalen de olsa saadet asrına gidip, o Resûl’ün (asm) izine yüz sürmeliyim. Hayalimi o emîn Peygamberin emrine vermeliyim. Mekke ve Medine’ye kendimi hapsetmeli, sokaklarında “Rahmeten lil-âlemin”in izini takip etmeliyim.

Ayrılmalıyım dünyamdan. Bu asra küsmeli, irtibatımı kesmeli, o “Asr-ı Nebî”ye taşınmalıyım. İnsan denince aklıma Muhammed (asm) gelmeli. Ahmed, Muhammed, Mustafa, Mahmud isimlerini zihnime nakşetmeli, ancak Onu ve Resûlünü hatırlatan isimlerle yatıp kalkmalıyım.

Onun aşıkı olma şerefini bana bahşetmesi için yalvarmalıyım her an Rabb-i Rahimime. Dünyaya açılan bütün pencereleri kapatmalı, sadece beni ona götürecek pencereleri sonuna kadar açık tutmalıyım her an. Ona içten ve büyük bir huşu ile “Peygamberim, göz nurum” diyebilmeliyim.

İnsanlar için bana verilen sevginin tümünü ona vermeli, bana onu hatırlatanları sevmeli, bana onu unutturanlardan uzaklaşmalıyım. “Rabbim, bana Habib-i Zîşânın yolunu göster, beni onun sevgisiyle donat, her an onu hatırlamamı ve onun sünnet-i seniyesine uymamı nasip et” diyerek samîmî bir şekilde “Mukallibü’l-Kuluba” yalvarmalıyım.

Her şeyden önce dünya sevgisini kalbimden çıkarma başarısını göstermeliyim. Ben Rabbimi kandıramam hâşâ... O benim kalbimin gerçek arzularını benden daha iyi bilmektedir. Samîmî olmaktan başka yol önümde bulunmamaktadır.

Eğer gerçekten Rabbimin rızasını ve Habibi’nin yolunu arzuluyorsam dünyadan vazgeçmeliyim. Sadece Rabbim ve Resûl-i Zîşânı için yaşayabilmeliyim. O yüce insan gibi Rabbime kulluk etmek için çaba göstermeliyim. Onun rızasını kazanmak için, o Resûl’ün yolunu takip etmeli, başka yollara sapmamalıyım.

“Muhammed” (asm) ismi kalbimi titretmeli, tüylerimi diken diken etmelidir. O benim için insanların en sevgilisi olmalı. Hatta onu kendimden bile daha fazla sevmeliyim. Bilmem Rabbim ben aciz ve hakir kulunu, Peygamber-i Zîşân’ın muhabbetini içine yerleştiren kullarından eder mi? Bilmem dünyanın kazurâtından tamamen temizlenmek için nefsimi ikna edebilir, şeytanları kendimden uzaklaştırabilir miyim?

Rabbim isterse elbette olur. Onun lütfuna, ihsanına lâyık değilim elbette. Nefsim beni hakir bir kul haline getirmiş, beni şeytanlara oyuncak haline getirmiştir. Tek ümidim, rahmeti sınırsız olan Rabbim’dir. O, beni amellerimle baş başa bırakırsa kaybedenlerden olurum şüphesiz. Ama rahmet denizinden benim gibi âsî bir kulunu da istifade ettirir diye ümit ediyorum ve son çare olarak, rahmetinden ümit kesme gafletine düşürmemesi niyazında bulunuyorum...

13.08.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Mihengimiz Risâle-i Nur ise…



Gerek telefon, gerek e-mail ile arayan muhterem okuyucularımızın, siyasî çizgimiz hakkındaki düşünceleri üç noktada yoğunlaşıyor:

1- “Sizlerin ve diğer yazar kardeşlerimizin sürdürmüş olduğu yayın politikasını ve çizginizi büyük bir iftiharla takip ediyoruz. Sizleri can-ı gönülden destekliyor ve tebrik ediyoruz. Sizlerin şerefli ve tutarlı bir şekilde ortaya koymuş olduğunuz bu isabetli tutumunuzdan rahatsız olanlar olabilir. İnşallah zaman içinde meseleler anlaşılır.” (Yusuf C./Emekli öğretmen)

2- “Bu konuları yazmayın kardeşim, bize zarar veriyor, arkadaşlarımızı, dostlarımızı kaçırıyoruz.” (S. B./Esnaf)

3- “Siyasî duruşumuz temelde isabetli, ancak üslûpta ifrat ediyoruz, biraz daha ılımlı olmalıyız. Her söylediğimiz doğru olmalı, ama, her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir…” (Celal S./Emekli öğretmen)

Elbette bu üç görüş de muhteremdir, saygı duymak mecburiyetindeyiz. Zira, hepimizin gayesi, derdi, gayreti Risâle-i Nur’u anlamak, anlatmak, yaymaktır. Hatta ben bu durumu, Asr-ı Saadet’te, Peygamberimizin (asm) irtihalinden sonra ortaya çıkan üç görüşün yansıması olarak görüyorum:

Sahabilerden bir grup; “Halife Muhacirlerden olmalı!”, diğeri, “Ensardan olmalı”, üçüncü grup ise, “Bir Muhacirlerden, bir de Ensardan seçilmeli” görüşünü savunuyor ve tartışıyorlardı. Sonra, malûm o zamanın şartlarına göre “biat” seçimiyle, “Muhacir’den, Kureyş’ten Hz. Ebûbekir (ra) seçildi ve muhalif düşüncede olanlar omuz omuza vererek hizmetlerine devam etti.

“Tek doğruyu, tek güzeli” değil, “daha doğruyu ve en güzeli!” aradığımıza göre de elbette teferruâtta farklı yaklaşımlar, değişik bakış açıları ve üslup olacaktır. Ki, bu meşveretin, fikir hürriyetinin, demokrasinin gereğidir. Hatta, Ehl-i Sünnet mezhepleri içinde inanç konularında (Eş’âri ve Matüridî); ibadetlerde ve muamelatta (Hanbelî, Malikî, Şafiî, Hanefî) farklı bakış açıları, kimi zaman zıt görüşlerin bulunduğunu biliyor, yaşıyoruz. Bu farklılıklar, coğrafyanın/iklimin, şartların, imkânların, mekânların tabiî bir sonucudur. Ve bu farklılıklar güzelliktir, zenginliktir. Dolayısıyla siyasî görüş ve üslûpta da tek bakış açısı, tek kalıp beklenmemeli.

Farklı bakış açılarına saygı duymak başka; hepsini yansıtmak başkadır. Üstelik bu imkânsızdır. Ancak, “Bunları kimin baskısı ve etkisiyle yazıyorsunuz?” diyen bir anlayış kabul edilebilir değildir. Hepimiz, herkesten, her şeyden olumlu, olumsuz, az veya çok etkileniriz. Beşeriz, bazen veya birçok kere şaşarız. Öte yandan, benim bakış açım, düşüncelerimin falanca; sizinki filanca ile örtüşmesi neden baskı olsun! Veya sizin etkinizde kalırsam iyi de, başkasının etkisinde kalırsam niye fena? Öyle ise, mihengimiz, müessirimiz Üstad olmalı. O da:

“Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir”1 “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz”2 demiyor mu? Gayet tabiî ki, bu telkini verirken, salkımları yutmayacağım; kendim için de düşüneceğim. Öyle ise, birbirimizi mihenge vurmalıyız!

Burada önemli gördüğüm şu noktayı ifade etmem gerektiğini düşünüyorum: Konjonktürel olan “siyâsî inkılâbât”lara bakıp acele kararlar vermemeliyiz. Bunun siyasî tarihimizdeki örnekleri çoktur. Ancak, 1992-95 yıllarını hatırlayınız. RP yükselişe geçmiş ve birinci parti olmuştu. Bugünkü çalkantılı, sarsıntılı havanın aynısı o gün de vardı. Hatta, omuz omuza hizmet ettiğimiz, yazdığımız bazı arkadaşlarımız ısrarla RP’nin desteklenmesi gerektiğini savunmuştu…

Her ne olursa olsun, hangi düşünceyi taşırsak taşıyalım; gayemiz, gayretimiz Kur’ânî ve Sünnetî ölçüleri veren Risâle-i Nur’u özümseyerek etkisinde kalmak, ölçülerini benimsemek, azamî sadakat ve sebatla bağlanmak değil mi? Biz, elimizden geldiğince yorumlarımızın da kaynağını Risâle-i Nur’dan vermeye çalışıyoruz. Bununla birlikte, ister temelde, ister üslûpta hata yapalım; hepimiz şu ölçülerin tesirinde kalarak değerlendirmeli değil miyiz?

- İktidarın, falan veya filan partinin hatırı için hakkın ve ehl-i hizmetin hatırını kırmamalıyız.

- En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler/parlatır. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar.3

- Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez. Millet (ve cemaat) namına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez.4

- Sakın! Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten (düşüncelerinizi, görüşlerinizi dağılmaktan) muhafaza ediniz. İhlâs Risâlesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risâle-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.5

- Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir. Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.6

- Sizler her zamandan ziyade bu fırtınada tesanüdünüzü ve ittihadınızı ve birbirinin kusuruna bakmaması, birbirini tenkit etmemesi, Risâle-i Nur’un vazife-i kudsiye-i imaniyesi hesabına mükellef ve muhtaçsınız. Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkit etmeyiniz. Yoksa az bir zaaf gösterseniz, ehl-i nifak istifade edip sizlere büyük zarar verebilirler.7

- Uhuvvet için bir düsturu beyan edeceğim ki, o düsturu cidden nazara almalısınız: Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad gittiği vakit, mânevî hayat da gider. Tesanüd bozulsa cemaatin tadı kaçar.

- Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız. Tenkit edilecek şeyler kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var.8

- Demek, bu dünyada o adâlet-i İlâhiye noktasında muâmele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten (sayısal olarak) veya keyfiyeten (nitelik olarak) ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.”9

- Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: ‘Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risâle-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait her şeyi feda etmek vazifemizdir’ deyip nefsinizi susturunuz. Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz.10

- Taassup yerinde hak; ve safsata yerinde bürhan; ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez. (Bu meseleyi biraz açarsak; taassup, bir şeye körü körüne yapışmaktır. Kişi, taassup değil gerçeğe, saçma-sapan gerekçelere değil delillere dayanıp; başkasını sapıklıkla suçlamaz, istişare ederse kimse onu yolundan caydıramaz.) Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve Selef-i Salihîn zamanlarında hükümfermâ hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmazdı.11

Bu ölçüleri ve prensipleri üst üste, ehl-i hizmetin hizmetlerini ve hatalarını alt alta koyup; “Ey imân edenler! Adalet üzere olun ve Allah için şahidlik edin. Kendi aleyhinize veya anne ve babanızla akrabalarınızın aleyhine olsa bile. Hakkında şahidlik ettiğiniz kişi, zengin de olsa, fakir de olsa doğruluktan ayrılmayın. Çünkü ikisini de Allah sizden daha iyi gözetir”12 hükmünce kararımızı infaz edelim!

Dipnotlar:

1. Münâzarât, s. 49.; 2. Münâzarât, s. 49; 3. Hutbe-i Şamiye, s. 147.; 4. Sünûhat, s. 20.; 5. Kastamonu, s. 183.; 6. Lem’alar, 164-165.; 7. Kastamonu, s. 172.; 8. Barla Lâhikası, s. 87.; 9. Mektûbât, s. 354.; 10. Kastamonu Lâhikası, s. 181.; 11. Muhakemat, s. 32. 12- Kur’ân, Nisâ, 135.

13.08.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Birlikte yaşamanın gereği



Birlikte yaşamanın bir kısım gerekleri vardır. İnsanların kimi zengin kimi fakir, kimi bilgili kimi cahildir. İmkânı olanlar yoksullara, bilgisi olanlar bilgisi olmayanlara yardımcı olacaklardır. ki toplumda denge sağlansın, huzur bulunsun.

Zenginlere zekâtın farziyeti sebepsiz değildir. Bilgilinin de zekâtı vardır. Kişi bildiklerini şu veya bu şekilde bilmeyenlere öğretmekle yükümlüdür.

Bir gün İslâmı bilen bir kabilenin ondan habersiz yaşayan komşusuna ilgisiz kaldığını görünce, o nezaketli üslûbuyla isim vermeden, birisini öğretmediği, diğerini de öğrenme gayreti göstermediği için kınamışlardı. "Komşularını dinde anlayışlı yapmayanlara, onlara dini öğretmeyenlere, anlatmayanlara, Allah'ın emirlerini bildirip yasaklarından sakındırmayanlara, öte yandan o komşularından da dini öğrenmeyenlere, anlayıp değerlendirme yapmayanlara ne oluyor?" diye başlayan sözlerinde komşularına dini anlatmaları, öğretmeleri, derin bir anlayışa kavuşturmaları, Allah'ın emirlerini öğretip yasaklarından sakındırmaları gerektiğini bildiriyor, komşularının da öğrenmede çaba harcamaları gerektiğini hatırlatıyor. Aksi halde cezalandırılacağına dikkat çekiyordu.

Kimdi bu bilgili olup da bildiklerini anlatmayan kabile? Mesaj hemen yerine ulaşmış, uyarılan kabile kendinden bahsedildiğini anlamış, doğruca Resûlullaha koşmuşlardı. Âlim olan Ebû Musâ-Eş'arî'nin de mensup olduğu Eş'arî kabilesiydi bu. Başkaları hayırla yad edilirlerken kötü yad edildiklerini anladıklarını ifade ettiler. Yukarıdaki sözlerini yine isim vermeden zikretti Allah Resûlü (asm) Onlar, "Başkalarına dini biz mi öğreteceğiz ya Resûlallah?" dediler. Efendimiz (asm) Mâide Sûresinin 78 ve 79. âyetlerini okudu. Bu âyetlerde meâlen şöyle buyuruluyordu. "İsrailoğullarından inkâr edenler, Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lânetlendiler. Çünkü onlar isyan etmiş ve hadlerini aşmışlardır. Onlar işledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. And olsun, o yaptıkları pek kötü bir şeydi!?

Mutlu ve huzurlu bir toplumda yaşamanın gereği demek güzellikleri paylaşmaktan geçiyor. Bunun da temeli ilim.

13.08.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Mi’racda iki elçi - 1



Necati Bey: “Mi'racta Cebrail Aleyhisselâm Zat-ı İlâhiye’ye yaklaşmıyor. Fakat mi'rac dışında Peygamber Efendimiz’e (asm) Cenâb-ı Allah’tan sayısız vahiy getiriyor. Bu nasıl oluyor? Buradaki sır ve hikmet nedir?”

1- İki Allah elçisinin her ikisinin de makamları gereği kendilerine verilmiş olan vazifeyi bihakkın yapmış olmaları esastır ve ilgi duyacak bir husus olarak da esasen yeterlidir.

2- Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir1, en üstün ahlâka sahiptir2, keyfine göre konuşmaz ve yalnız kendisine vahyedileni konuşur3, mü’minlere öz canlarından daha yakındır4, ümmetine düşkündür5, kendisine yüksek dereceler verilmiştir6, Allah’ın Resûlüdür7.

Cebrâil Aleyhisselâm emîndir, kendisine güvenilir8, rûhu’l-kudûstür, mukaddestir9, Kur’ân’ı Rabb’in katından indiren10 yüce bir Resûldür11.

3- Kur’ân-ı Kerîm, Hazret-i Âdem Aleyhissselâm’a esmânın öğretilmesini12, Hazret-i Âdem’in (as) kendisine öğretilen esmâyı meleklere arz etmesini13 ve kendisine meleklerce secde edilmesini14 haber vermekle, insan cinsinin meleklerden üstün kâbiliyetli olduğuna işâret etmiştir. Üstad Bedîüzzaman’a göre Hazret-i Âdem’e (as) hilâfet kâbiliyetinin bir alâmeti olarak isimlerin öğretilmesi demek, insanoğlunun yeteneklerinin bütün ilimleri, kâinâtın her bir biriminin nabzını tutan muhtelif fenleri ve Allah’ın yüksek isimleri ve sıfatları ile ilgili pek çok mânevî bilgileri öğrenmeye ehil olması demektir. Meleklerin secdesi vâkıası, meleklere karşı insan oğluna üstünlük verildiğini göstermekle berâber, göklere, yerlere, dağlara ve bütün yaratıklara karşı da büyük emânetin ve üstünlüğün insana verildiğini belgeler. Demek kâinâtın her bir birimi maddeten insanoğlunun emrinde olduğu gibi, bu birimlerin mânevî temsilcileri ve vazifeli sorumluları olan melekler de mânen insanoğlunun emrindedirler.15

4- “Lâ ilâhe illallah” kelime-i tevhidini tamamlayan kelimenin “Muhammeden Resûlullah” oluşu ve “Levlâke, levlâke; lemâ halaktü’l-eflâk” haberi, yani “Sen olmasaydın, sen olmasaydın Resûlüm; Ben âlemleri yaratmazdım”16 haberi Hazret-i Muhammed’in (asm) Cenâb-ı Hak katındaki yüksek itibarını ve değerini âleme îlân eder. Nitekim mi'racta Hazret-i Resûl Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Cenâb-ı Hak ile bizzat konuşmasından ve selâmlaşmasından hissedâr olan Hazret-i Cebrâil de bu mübârek kelime ile şehâdetini ifâde etmişti. Yani, “Allah’tan başka ilah olmadığına şehâdet ederim ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet ederim” demişti.

5- Kâinâtın büyük bir ağaç mânâsında göründüğünü; ağaçta çekirdekler, gövdeler, dallar, çiçekler ve meyveler bulunduğu gibi, kâinâtta da aynı kânunun geçerli olmasının Hakîm isminin bir gereği bulunduğunu beyan eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, yaratılış ağacının, cismânî âlemle berâber sâir âlemlerin de numûnesini ve esaslarını içeren bir çekirdekten yapılmasının ve ağaca menşe ve çekirdek olan mânâ ve nûrun yine aynı kâinât ağacına bir meyve olarak giydirilmesinin Hakîm isminin bir gereği bulunduğunu kaydeder. Buna göre, kâinâtın teşekkülüne çekirdek olan nûr, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın zâtında onun cismini giyerek kâinâtın en son meyvesi sûretinde tezâhür etmiştir.17 Demek, mi'racta bu nurlu çekirdek Sahib-i Zülcelâl’ine dönmüştür.

Yarın inşallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- Enbiyâ Sûresi, 21/107.

2- Kalem Sûresi, 68/4.

3- Necm Sûresi, 53/3,4.

4- Ahzâb Sûresi, 33/6.

5- Tevbe Sûresi, 9/128; Kehf Sûresi, 18/6; Şuarâ Sûresi, 26/3.

6- Bakara Sûresi, 2/253.

7- Fetih Sûresi, 48/29.

8- Şuarâ Sûresi, 26/193.

9- Bakara Sûresi, 2/87, 253; Mâide Sûresi, 5/110.

10- Nahl Sûresi,16/102.

11- Hâkka Sûresi, 69/40.

12- Bakara Sûresi, 2/31.

13- Bakara Sûresi, 2/33.

14- Bakara Sûresi 2/34.

15- Sözler, s. 234.

16- Keşf’ül-Hafâ, 2/164.

17- Sözler, S. 531, 532.

13.08.2007

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Gri



Ben griyi severim. Sanki kirlenmiş beyaz gibidir yahut solmuş bir siyah gibi.

Siyahlıktan beyazlığa mı, beyazlıktan siyahlığa doğru mudur gidişi, yoksa hep gri miydi; bilemezsiniz.

Üstüne yazılan siyah yazıları da gösterir, beyazları da. Siyah bir zemine yazılsa da okunur, beyaza da.

Ne geceleyin görünmez olur, ne de parlak ışıklar altında fark edilmez hale gelir.

Beyaz kadar kir tutmaz, siyah kadar da toz göstermez.

Her şey siyah ve beyaz olduğunda, cıvıl cıvıl bir renk gibi görünür.

Maviyi severim evet, yeşili de. Kırmızının da, sarının da güzel tonları vardır.

Diğerleriyle gri yan yana gelse, yüzüne bile bakmam; çünkü soluktur, daha “resmî”dir, İstanbul’dan çok Ankara, düğünden çok geçit resmidir, TRT’varidir.

Ama bir tarafta siyah, diğer tarafta beyaz varsa, griyi tercih ederim.

Çünkü gri, bir duruştur: Siyahın güneşin bütün renklerini hapsederken, beyazın tümünü yansıtışına karşı bir duruş.

Ne kapkaradır insan, ne de bembeyazdır: Ne tamamen masum, ne de güzelliklerden, iyiliklerden tamamen masun.

Bundandır ki, gri insanîdir. Zaaflar kadar, iyilikler de barındırır. Doğruları olduğu gibi, yanlışları da vardır.

Siyaha bir damla beyaz, beyaza bir damla siyah damlatsanız kolayca ulaşırsınız griye. Evet soluk bir renktir, ama tamamen beyazdan, tamamen siyaha kadar milyonlarca tonu olan bir “renk”tir.

“Ben siyahım” deyince artık söylenecek söz kalmamıştır. Çünkü siyahın ne olduğu bellidir. “Nasıl bir siyah?”, “Ne kadar siyah?” diye soramazsınız.

“Ben beyazım” derseniz, en küçük bir lekenin, karaltının, gölgenin olmadığı, deterjan reklâmlarından çıkma bir renk olarak bilinirsiniz. “Beyaz” ile “bembeyaz” dışında bir tonunuz yoktur artık.

Griyi severim. Evet, çok sevdiğim bir renk değildir. Beyazın masumiyetine, siyahın asaletine de hayranım. Ama siyah-beyaz bir filmdeysem, gri olmayı isterim. Siyah ile beyaz geriliminde, gri bir ton olarak yer alırım. Siyah-beyaz bir fotoğrafta, “Ben aslında bir rengim, ama senin makinen beni böyle çekti” diye haykıran gıpgriyim.

İfratla tefrit arasında durduğu için. Beyazın da, siyahın da hakkını verdiği için. Tarafsız olduğu için değil, aksine, taraf olduğu için, griyi severim.

13.08.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Merkez sağın sihri



Yeni dönem Meclis Başkanı, bugüne kadarki seçim turlarında karşılaşılmamış bir teveccühle seçildi. Seçime katılan 535 milletvekilinden 450’sinin oyunu alan Köksal Toptan, AP-DYP geleneğinden gelen bir isim. 1980 öncesi, kabinenin en genç üyesi olarak devlet bakanı sıfatıyla 12 Eylül askerî darbesine maruz kalmıştı.

Sakin, sabırlı ve gençliğinde pişen bir siyasetçi. Demirel sonrası Doğru Yol Partisi genel başkan adayıydı. Çiller karşısında kaybetmişti. Bir dönem dışlandı. Buna rağmen merkez sağ kodlarını ve demokrat kimliğini koruyarak yoluna devam etti.

Siyasetinde bir kırılma yaşadı. İstemeyerek de olsa kendi geleneğinden ayrıldı. AKP saflarına katıldı. Anayasa Komisyonu Başkanı olarak da, uzlaşmacı kimliğini korudu.

Devlet umuru ile demokrasi kültürünü, merkez sağ tabanda yaşamış kimyanın, ya da dokunun çok ayrı bir mektep, bir idare anlayışı ve bütünleştirme macunu olduğu bir gerçek. Devletle millet arasında kopmalara, millî iradeyi rahnelemeye sebep olan darbeler karşısında “mehabet-i devleti” inşa etmeye çalışırken, yüzüne acıların burukluğunu taşımadan ve yaraları sarıp, demokrasi yolunda onarımlar yapıp, her defasında treni rayına koyan bir çizginin kalın izleri günümüz siyasetinde de ağırlığını hissettirmeye başladı.

Aslında bu yaklaşım ve elde edilen sonuç, Türkiye’nin realitesi. Demokrasi tarihimizin zor öğrenilen ve radikal unsurların geç de olsa fark ettiği bir gerçek var ortada. Benzer şekilde merkezin de dünkü muvaffakiyetlerinin gölgesinde rehavetle ve kendini yenilemeden zayıf düştüğü bir tablonun ara kesitleri.

Merkez sağın muhafazakâr ve demokrat, AB yolunda ilerleyen, toplumun değerleriyle barışık ve kalkınma üzerine tesis edilmiş siyasetlerinde, en büyük değer vatandaşa verilmiştir. Bu sırrın idrak edildiği merkez sağda Menderes ve Demirel’in tek parti iktidarları olan DP ve AP dönemi buna en iyi şahittir.

Türkiye, imparatorluk mirasını yok sayarak, muhafazakâr kültürü bir kenara koyarak ve ülke birliğini sağlayan çimento değerindeki ortak noktaları göz ardı ederek bir yere varamaz. Bunu, etnik, dinî ve laik söylemlerle ve siyasetlerle tesis etmek mümkün değildir.

Nitekim parlamentonun yeni deseni, bunların çare olmadığını, uzlaşma ve demokrasi kültürünün bir gereklilik olduğunu göstermektedir. El sıkışanlar, beyin sıkışması yaşamadan oturup müzakere kültürü içinde farklılıkları ortaya koyma, anlaşma zeminlerini genişletme ve anlaşamadıkları hususlarda da ülkeyi tahrip etmeyecek bir farklılıkta kalmayı başarırlarsa, Türkiye’nin demokratik zemini pekişecektir.

Hakkı teslim etmek gerekir ki, Köksal Toptan’ın şahsında sağlanan uzlaşma ve rekor düzeyde oy desteği, demokrat geleneğin başarısıdır. 1980 öncesi, merkez sağa her türlü ithamı reva gören farklı tondaki anlayışlar; bugün, Türkiye için çözümde mutabık kaldıkları bir siyasî çerçevenin izdüşümünü destekliyorlar.

Siyasî operasyonun sahibi ve görüntüsü AKP olsa da, esas olan eldeki siyasî kimyanın ve figürün bugüne ait olmadığı ve köklü bir mirasın ürünü olduğudur. Meclisteki en çoğunluklu uzlaşmanın elde bıraktığı sosyolojik değer ve demokrasi oluşumundaki kıymet paydası bu olsa gerek.

Demek ki; millî görüş geleneği, CHP laikliği ve DTP etnisitesi ile ÖDP sosyalistliği, kendi üst eşiklerinde demokrasi olgunluğuna sahip ve ideolojik bağnazlıktan uzak bir kabulleniş profiline ihtiyaç duydular ki, bu modelde anlaştılar. Bu demokratlık çerçevesinin kıvamını ve sosyal parametrelerini barındıran sihirli kimyanın üç basamağı var. Bunlar, demokrasi tercihi, şuuru ve kültürüdür.

Siyasetin farklılıkları, demokrasiden yana tercih aşamasını geçtiklerine göre, eski siyasî görüşlerini demokrasi ile telif edecek ve toplumun değerlerine duyarlı hale getirecek noktada şuurlanma ve demokrasiyi hazmetme süreci ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktadırlar.

Meclisteki ilk sinyaller ve yansımalar demokrasi öğrenmelerinin artacağı ve herkesi ortak sorumluluk paydasında birbirini anlamaya ve özellikle halkın değer sistemine ve beklentilerine saygılı olmaya dâvet edeceği yönünde.

Bunlar sevindirici ve ülkemiz adına ufuk açısı müsbet inkişaflar. Bunun temelinde, yeni meclis başkanı Köksal Toptan’ın şahsında demokrat geleneğin harcı ve alınteri var. Sürgünler, idamlar ve acı dolu mazinin emeği var.

Bugün, bunun mirasçıları zayıf düşüp, gereğini yapamamışlarsa derslerine çalışıp eski notlarını alabilirler. Bu arada dün bu derslere ilgi göstermeyenlerin de bugün çalışkan birer öğrenci olmalarında bir beis yoktur. Çalışkanlığın bir zararı yok. Demokrat olmaya gelince, herkesin hakkıdır. Kökleşmesinde emeği olanların mutlu olacakları bir olgudur.

13.08.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Bizim Radyo'da yeni dönem



104.4 frekansından yayın yapan Bizim Radyo, gün geçtikçe gaye ve misyonuna uygun programlarının kalite ve çeşidini arttıran bir seyir izliyor. Eleman alt yapısını tamamlamaya çalışan radyo, müessese birimlerinden aldığı katkı ve destekle geniş bir dinleyici kitlesine ulaşma gayreti içinde. Risâle-i Nur eksenli programların, ana gövdeyi teşkil ettiği yayınlar dinleyiciler tarafından da takdirle karşılanıyor.

Son olarak Regaib ve Mi’rac Kandillerinde yaptığı özel yayınlarla göz dolduran Bizim Radyo, muhtevasına zenginlik katacak yeni programların hazırlığı içinde. Bizim Radyo, Ramazan ayı için de ayrıntılarını daha sonra duyuracağımız özel bir program planlıyor.

Şu anda yayında olan seçme bazı programları yayın seyri ve kısaca muhtevaları ile bilginize sunmak istiyoruz:

Zamanın Sesi

Kur’ân-ı Kerim ve meâli, Cevşen ve Risâle-i Nur okumalarından oluşan dopdolu, mâneviyât ve tefekkür yüklü Zamanın Sesi, güne güzel başlamak isteyenler için eşsiz bir program.

Bir Başka İklim

Asrın Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur'dan derslerin yapıldığı programda, günümüz insanının en çok ihtiyacını duyduğu sorular cevabını buluyor. Hafta içi hergün canlı yayınlanan programı Mehmet Kutlular, Ali Toker, Oğuz Umurca ve Malik Atom dönüşümlü olarak sunuyor.

Hayatın Tadı

Güzel görüp güzel düşündürmeyi hedefleyen bu programı, Pazartesi ve Perşembe günleri, gazetemiz yazarı, eğitimci Şaban Döğen hazırlayıp sunuyor.

Arayışlar

Mehmet Yaşar ve Malik Atom, insanın bu dünyada bir yolcu oluşundan hareketle, yolculuğun hiç bitmeyen yanı olan arayışları, dinleyicileriyle paylaşıyorlar.

Tefekkür Zamanı

İsmail Tezer, her Cuma ele aldığı farklı konuları, tefekkür tadında dinleyicileriyle paylaşıyor.

34. Pencere

Dr. Hakan Yalman, Pazar akşamları, Risâle-i Nur’dan hayata dair çıkarımlar yapıyor.

Sırlar Hazinesi

Kubilay Aktaş, Perşembe’den Cumartesi’ye, gecenin derin tefekkür saatlerinde dinleyicilerini sırlarla dolu yolculuğa çıkarıyor.

Bizimle Sabah:

Gazetelerin haber manşetleri ve ayrıntıları, günün siyasî yorumları hafta içi her sabah Davut Şahin’in sunumu ve Kâzım Güleçyüz’ün yorumlarıyla aktarılıyor.

Akşam Sefası

Günü huzurla kapatmak isteyenler, Ayşegül Akakuş tarafından hazırlanan bu programla yorgunluklarını atabilirler. Pazartesi’den Perşembe’ye günün akşama uğrayan saatlerinde dinleyicileri ile buluşuyor.

Bizim Aile

Bizim Aile Dergisi’nin katkılarıyla hazırlanan programda aileye dair her şey masaya yatırılıyor. Yasemin Güleçyüz ve Tubanur Arıcan’ın hazırladığı Bizim Aile, Çarşamba’dan Cuma’ya yayında.

Mavi Dünya

Tuğba Akbey İnan’ın hazırlayıp sunduğu Mavi Dünya, önemli konu ve konuklarıyla hafta içi Pazartesi’den Perşembe’ye dinleyicileriyle buluşuyor.

Masal Bahçesi

Bizim Radyo’da çocuklar da unutulmuyor. Tubanur Arıcan’ın anlattığı en güzel masallar, hafta içi her akşam yayında.

Gündemin Nabzı

Gündemin Nabzı Bizim Radyo’da atıyor. Gündemde öne çıkan siyasî, aktüel ve sosyal konuları, olayları ve gelişmeleri Umut Yavuz konuklarıyla ele alıyor.

Günlük

Gazetemiz edebiyatçı-yazarlarından İslâm Yaşar, hafta içi her akşam, edebî sohbet havasında, hayatın içinden konuları ele alıyor.

Bedesten

Gazetemiz yazarı Latif Salihoğlu, tarihî olaylara getirdiği yorumlarla, her Perşembe dinleyicileriyle buluşuyor.

Güncel Hukuk

Avukat Kadir Akbaş’ın hazırlayıp sunduğu programda, güncel olayların hukuk alanındaki yansımaları ve hukuktaki yeri işleniyor.

Reel sektör

İş dünyasının önde gelen isimlerinin konuk edildiği ve sektörlerle ilgili konuların masaya yatırıldığı program Recep Taşcı tarafından hazırlanıp sunuluyor.

Seyyah

Hakkı Karatekeli, dinleyicilerini, 2010 yılının kültür başkenti seçilen İstanbul’un tarihî ve manevî mekânlarında gezintiye çıkarıyor.

Muhabbet Olsun

Mervenur Yener ve Fatma Yılmaz’ın karşılıklı sohbet havasında gerçekleştirdikleri program, hafta sonları dinleyicilerine sesleniyor.

Duygu ve Düşünce Ufku

Duygu ve düşüncelerinizi özgürce paylaşabileceğiniz bu programı, Ayşegül Akakuş hazırlayıp sunuyor.

Hoşsohbet

Oğuz Umurca ve Ali Toker, Pazar sabahları, samimî ve dostane sohbetleriyle yayında.

Gülbahar Mevsimi

Ayşegül Irgaç, hazırlayıp sunduğu bu programla, aile ve çocuk eğitimi konusunda dinleyicileriyle buluşuyor.

Fasl-ı Muhabbet

Mehtap Babacan’ın hazırlayıp sunduğu Fasl-ı Muhabbet, hafta sonları, Türk San’at Müziğinin en seçkin eserlerini dinleyicilerle buluşturuyor.

Nane Limon Kabuğu

Meryem Tortuk, sağlıklı bir hayatı ilgilendiren konuları Pazartesi ve Salı günleri dinleyicileri ile paylaşıyor.

Bizim Seçtiklerimiz

Bu programda Tuğba Akbey İnan, dinleyicilerin isteklerine yer veriyor.

13.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Sekülarizmin zaferi



Seçimlerde AKP ile CHP arasındaki zıtlaşma aslında renkler arasında değil, tonlar arasındaydı. Veya siyah beyazın çatışması asla değildi. Bu anlamda aslında AKP, CHP’nin fer’i misyonunu deruhte ediyor. Reform alanındaki taşeronu sayılabilir. CHP dindarlığı yasaklarken AKP de bozuyor ve dejenere ediyor. Esasında CHP’nin misyonu hem dindarlığı yasaklamak, hem de bozmaktı. Daha sonra demokrasiye geçildikten sonra artık orijinal ezan yasağı gibi reformlara imza atamaz oldu. Bu misyonunu terk etmedi, başkalarına devretti. Bu misyon zamanla başka partilere geçti. Meselâ, MHP bir-iki dönemdir CHP zihniyetli ve dolayısıyla reformist kimlikli zevatı parti bünyesine katıyor. Nusret Demiral ile Gündüz Aktan bunlardan biri ikisi. Yine 28 Şubat sürecinde sözgelimi ezanda merkezileştirme reformu uygulandı, ama AKP geldikten sonra bu yöndeki düzenlemeleri değiştirmedi. Hatta 12 Eylül’den itibaren dini kurumlardaki merkezileştirme AKP iktidarında gelişerek ve kökleşerek devam ediyor. Bu ise dinî hayatı ve hissiyatı dumura uğratıyor. Dolayısıyla, CHP reformculuğunu, dini aidiyetten gelen partilere devretmiş bulunuyor. Yani CHP zihniyeti her iki halde de devam ediyor. Reformcu partiler onun koyduğu keyfi yasakları kaldıramazken üstüne üstlük bir de CHP’nin reform anlayışını sürdürüyorlar. Bilvekâle reformculuk yapıyorlar. Bunları nazara verdiğimizde maalesef kötü adam oluyoruz. Halbuki aynı tesbitleri dostları yaptığında ise sesleri çıkmıyor. Bilâkis koltukları kabarıyor.

Bu bağlamda, 22 Temmuz seçimleriyle ilgili dostları da aynı tesbitleri paylaşıyorlar. Ama onların tesbitleri AKP çevrelerine ninni gibi gelmelidir. Son derece dikkat çekici bir makalesinde Etyen Mahçupyan (3 Ağustos 2007, Today’s Zaman) aynen şunları yazmaktadır: “Bazı medya gözlemcilerine göre sonuçlar İslâmcıların zaferini pekiştirmiş oldu. Halbuki bu gözlemciler bir şeyin farkında değiller. AKP İslâmcılar temsil eden İslâmcı bir parti değil. Türkiye’de İslâmcı parti oyların sadece yüzde 2.3’ünü aldı. AKP’ye İslâmî hassasiyetlerin taşıyıcısı ünvanı verilmesi de yerinde değildir. AKP’de dindarlık olsa olsa ferdî dairededir ve kişiseldir. AKP din ile siyaseti ve din ile ekonomik alanları birbirinden ayırmaktadır...”

***

Etyen Mahçupyan aynı makalesindeki tesbitlerini şöyle sürdürmektedir: “AKP’ye oy veren kitleler tercihlerinde dinî hassasiyetlerden ziyade demokrasiyi gözetmişlerdir. Son bir dönemden beri (28 Şubat süreci kastediliyor olmalı) Türkiye’deki İslâmî kesimler kendilerini dinden uzaklaştırmadan sekülerleştirdiler. Buna mukabil, dinî alanı da dinî olduğundan dolayı terk etmişlerdir...” Egemen Bağış da Etyen Mahçupyan’ı doğrular nitelikte bir takım beyanatlar vermiş bulunuyor. Kanada’da yayınlanan Winnipeg Free Press gazetesinde yer alan bir mektubunda şunları dile getirmektedir: “Bazen, ‘İslâmî kökenli’ ya da ‘İslâmcı’ gibi yanlış sıfatlarla anılsa da, AK Parti, Türkiye’nin liberal demokratik özgürlükler ve piyasa ekonomisi tercihini ve arzusunu yansıtan bir merkez partisidir...”

***

Seküler eğilimli olduklarından dolayı bu ikisinin AKP hakkındaki tanıklıkları veya şehadetleri taban tarafından reddedilebilir. Ama herhalde Hayrettin Karaman Hoca gibi birisinin şehadeti reddedilemez kıymettedir. ‘Sonuç’ başlıklı yazısında Etyen Mahçupyan’ı bile geride bırakan benzeri tesbitlerde bulunmaktadır. Aslında onunkisi de malûmu ilâmdan başka bir şey değildir. İşte yazdıklarından birkaç satır: “AKparti kadrosunun Türkiye’yi şeriat düzenine geri götürmek gibi bir amacının olmadığı kesin; asker olsun, sivil olsun buna inanan—aklı başında, ne dediğini bilen, bilinçli, karar ve hükümlerini kendisi veren—bir kimsenin bulunacağına da ihtimal vermiyorum. ‘Rejim değişikliğini hedeflemiyor, ama halkın dindarlaşmasına yol açıyor, destek veriyor, böyle giderse dindarlaşan halk demokrasiyi kullanarak rejimi değiştirebilir’ şeklinde bir itirazın zaman zaman dile getirildiği oluyor. Ak Parti iktidarının halkın dindarlaşmasına destek verdiğine dair de elde somut deliller yok. Kahir çoğunluğu Müslüman olan halkımız serbest bırakıldığı, insan hak ve hürriyetlerine aykırı engelleme ve yasaklamalar yapılmadığı takdirde kendiliğinden (kendi dinamikleri, sivil faaliyetler, imandan kaynaklanan hizmetler sayesinde) dindarlaşıyor; yani daha bilgili, şuurlu ve uygulamalı bir dini hayata doğru değişiyor. Bu arada halkın önemli bir kısmı da, içinde bulundukları şartların itmesiyle dinden uzaklaşıyor, din ve geleneğe bağlı ahlâka yabancılaşıyor, ne batılı ne doğulu bir karmaşık kimlik ve kişilik edinerek yollarına devam ediyorlar...( 2/8/2/2007, Yeni Şafak)”

Öyleyse Karaman Hoca da bizi AKP lehinde oy vermeye davet ederken kasıtsız da olsa sekülerleşmeye mi davet etmiş oldu?

Demek ki dostlarının da şehadetiyle AKP’nin bırakın devleti, toplumu da İslâmileştirme (esleme) gibi bir misyonu ve projesi yok. Zaten, kem alatla kemalat olmaz... Aksine dayandığı kitleyi dönüştürme istidadına sahiptir. Bu dönüşüme, kirlenmeye ve AKP’nin anlayışındaki tehlikelere karşı dindar kitlelerin tedbir alma vaktidir. Yoksa bütün alternatifleri üreten sosyal kitleyi kaybedeceğiz. Kurt gövdeye girmiş hatta sarmış durumdadır şimdi tehlike daha da derinlerde ve içeriden geliyor.

13.08.2007

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Askerî Şûrâ kararları



Yüksek Askerî Şûrâ toplandı ve kararları açıklandı. Yine 10 kişi irtica suçlaması ile re’sen yani zorunlu olarak emekli edildi.

Bir yazarın ifadesine göre irticaî tutum ve davranışları ifadesi, kanunî bir dayanaktan yoksun. Yani kanunlarımızda irticaî tutum diye bir ifade yok. Verilen kararlar tamamen keyfî.

Sivil anayasa yapılması ile ilgili tartışmalar devam ediyor. Hazır konu açılmışken Askerî Şûrâ kararlarını yargı denetiminden kaçıran mevcut anayasamızın değişmesi gerekliliğini bu vesile ile tekrarlamak istiyorum. Zira bırakın Şûrâ kararlarını hiçbir şey, yargı denetiminden kaçırılmamalıdır.

Hazreti Ali ve Hazreti Ömer’in, Fatih Sultan Mehmet’in dahi yargı denetiminden muaf tutulamaması bize gösteriyor ki 1400 yıldan fazla geriye gitmişiz. Din ve vicdan özgürlüğüne gericilik diyenlerin kulakları çınlasın…

10 kişinin ordudan atılmasının iyi bir yönü de var; demek ki irtica suçlamasına maruz kalan yani dindar subay ve astsubaylar hâlâ mevcut. Başörtüsünü suç sayan ve sırf bu yüzden dolayı subay ve astsubayları işlerinden eden anlayışa karşı mevcut hükümetin yapabildiği tek şey, kararlara şerh koymak. Bunun kimseye bir faydası yok, ama dostlar alış verişte görsün işte.

Şimdi yeni hükümet kurulacak. Halktan büyük bir destek alarak iktidarını pekiştirmiş olan hükümete şans tanımak gerektiğine inanıyorum.

İşte millet yapacağını yaptı. Size büyük bir güç verdi. Şimdi sıra sizde. Yapılan zulüm ve haksızlıkları düzeltme fırsatınız var. Şûrâ kararlarına şerh koyma gibi hiçbir işe yaramayan politikalar yerine masaya vurarak “hiçbir demokratik ülkede yer almayan böyle haksızlıkları imzalamıyorum” deme zamanı geldi.

Son Şûrâ kararlarında dikkatimi çeken bir husus da yıllarca beraberce görev yaptığım meslektaşlarımın birer birer amiral olmaları. Bunlardan bir tanesi ile ilgili hatıramı naklederek yazıma son vermek istiyorum.

Muhriplerden bir tanesine tayinim çıkmıştı. Bana, amirim olan Silâh Subayı dedi ki “Şu saatte falanca yere gel seninle konuşmak istiyorum.” O günlerde irtica adı altında çok fazla sayıda soruşturmaya maruz kaldığım için konuşacağımız konunun ne olacağını az çok tahmin edebiliyor idim. Tahminimde yanılmamışım. Silâh subayı, görevimiz esnasında düşüncelerimizi saklamamız gerektiğini ve mesai dışında nasıl istiyor isem öyle davranmamı istedi. Kendisi sol görüşlü imiş, bunu mesleğine yansıtmayacağını söyledi. Ben de memnun kalarak yanından ayrıldım. Fakat bu kişi sözünde durmadı. O kadar başarılı görevlere imza attığımız ve çeşitli ödüller aldığımız halde bana karşı elinden gelen her türlü haksızlığı yaptı. Kendisini fazla kınamıyorum zira o dönemde dindar insanlara haksızlık yapmak pek moda idi. Sonunda bu yıl amiral dahi oldu.

Bu durumda kalan benim gibi insanlar aslında şanslı insanlardır. Zira atmacanın serçe kuşuna saldırması nasıl ki serçe kuşundaki kabiliyetleri geliştirir aynen bunun gibi oldukça pervasız ve sözünü esirgemeyen bir subay olmuştum.

İşimi iyi yapmaya çalışıyordum zira en küçük bir hatam dahi affedilmezdi. Bu zat ve birçok amirim bana ceza vermek için çok çalıştı. Hatta yüzüme karşı açıkça tehditler savurdular. İlginçtir bir gün dahi ceza almadım. Aksine ödüller ve takdirler alıyordum.

10 yıl bu minval üzere devam etti. Sonunda başörtüsü bahanesi ile Şûrâ kararları ile emekli edildim. Şimdi geçmiş hatıralarım canlandığı zaman o günleri özlemle yad ediyorum. Belki de hayatımın en güzel yılları o yıllar imiş. Zira yeknesak istirahat döşeği yerine mücadele içinde geçen bir hayat çok daha lezzetli. Şimdilerde amir ve yönetici olduğum için o günlerdeki gibi mücadeleci olamıyorum. Belki de şahsıma karşı haksızlık yapılmadığı için durgun ve pasif bir hale girdim.

Demek ki haksızlığa uğradığımız zaman feryad ü figan etmeye gerek yok. Böyle haller aslında şevk ve gayretimizi arttıran şeylerdir. Cenâb-ı Allah bütün inananları hem bu dünyada hem de ahirette mesut ve bahtiyar etsin.

13.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri