Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

VEM ve DEM



Bedeni eğitmek önemli

Bir spor merkezindeyiz. Yanımda Konya/Seydişehir’in genç kabiliyetlerinden Emre var. Gençlerle olan birliktelikler hakikaten anlamlı. Onların dünyalarından uzak durmamak gerekir. Hem onlar büyüklerden hem de büyükler onlardan uzak durmamalıdır. Yani her iki dünyanın da birbirine ihtiyaçları var. Büyükler olmadan gençlerin, gençler olmadan da büyüklerin bir kanadı kırık.

Emre, beden eğitimi ile ilgileniyor. Salon çalışmalarına katılıyor. Ben de onunla birlikte biraz salon çalışması yaptım. Hakikaten beden çalışması yaptıktan sonra, dışarıda yürüyüşünüz değişiyor. Vücudun uyarılan kasları ve organları insanı daha bir zinde ve canlı tutuyor.

Salondaki araç gereçler beden sağlığı için çok amaçlı hazırlanmış. Ağırlık çalışması, boks çalışması, yürüyüş bantları gibi daha pek çok amaca dönük, beden eğitimi çalışma aletleri bulunuyor. Vücudun hangi bölgesini eğitmek istiyorsanız, ona uygun aletler geliştirilmiş.

VEM ne demektir?

VEM, Vücut Eğitim Merkezi demekmiş. Vücudun hangi merkezinde bir uyarılma isteniyorsa, ona uygun çalışmalar yapmak mümkün.

Salon sorumlusu olan Yusuf Beyle tanışıyoruz. Sporun ülkemizde bilinçsizce yapıldığından ve hatta sporun gücüne inanılmadığından bahsediyor.

Vücudun fizyolojik yapısına bu kadar ilgi gösteren çalışmaları ilgiliyle konuşuyoruz. Ona vücudu iki yönlü düşünmek gerekir diyorum. Bunlardan birisi beden (fizyoloji), diğeri ise beden içinde bulunan duygu yönü (psikoloji), diyorum. Sizlerin DEM’e, DEM’cilerin de VEM’e başvurmaları gerekir diyorum. Yusuf Bey, hemen DEM’in ne olduğuna ilgi gösteriyor.

DEM ne demektir?

DEM’i, duygu eğitim merkezi olarak tanımlıyorum. İnsanın bedenen sağlıklı olması ne kadar önemli ve arzu edilen ise, insanın duygularını eğitmesi ve zayıf duygularını güçlendirmesi de en az onun kadar önemlidir diyorum.

Onun için, vücudu oldukça gelişmiş nice insanlar bulunuyor ama, duygu olarak ihmal edilmiş olduklarından, bu bedensel gelişmeyi insanlara müdahale ve kavga anlamında kullanmaktadırlar. Güçlü kollar, ayaklar ve beden, duygusuzca kullanılmaktadır.

Kuvveler had gerektiriyor

Yusuf Bey ile insandaki had konmamış kuvveleri konuşuyoruz. İnsanı idare eden üç kuvve; kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyedir. Bunların da kendi içinde üç basamağı bulunuyor. İfrat, vasat ve tefrit. İnsan için en yaşanabilir ortam, sırat-ı müstakimi ifade eden ve sünnet-i seniyyeyi içeren vasat düzeydir. Kuvve-i şeheviyenin ifratında haram helâl dinlemeyen (şehvetperestler) fücur ehli ortaya çıkmış. Kuvve-i gadabiyenin ifratında tehevvüre kapılan nemrutlar, firavunlar, anarşistler, teröristler doğmuş, aklın ifratta kullanılması sonucu ise, yanlışı doğru olarak kabul ettirebilen cerbeze ehli doğmuştur.

İnsanı idare eden kuvvelere bir sınır getirilmeyince, insan hem kendisine karşı ve hem de muhatap olduğu insanlara karşı tecavüzler, hak ihlâlleri yapabilmektedir. Bu hadleri belirleyen ise küllî bir akıl anlamındaki kanundur. O kanun ise İslâm dinidir. Bu dinin esaslarını uygulayan ve insanlara gösteren ise peygamberlerdir. Tabiî ki insanın bu duygulara had koyması da, ancak insanın kulluğunu hissettiren ibadetlerle mümkün olabilecektir.

Eğitilmemiş duygular insanlığın başına belâ taşıyor

Yusuf Bey konuya oldukça ilgi gösteriyor. Duyguları eğitilmemiş, nezaket, şefkat, yardımseverlik, incelik, kibarlık, dürüstlük, beyefendilik gibi hususiyetleri bünyesinde taşıyamayan insanlar, hayat boyunca hem kendi içlerinde ve hem de ailelerinde ayrıca da toplumda hep bir problem kaynağı olarak varlıklarını sürdürmektedirler.

Yani öfke, şehvet, akıl gibi insanı idare eden kuvvelerin belli bir vasatta kullanılmaması sonucu, insan yaşadığı hayatta ıztıraplar çekmektedir. Böylece hayat bir nimet iken, nikmete dönüşmektedir.

VEM’den önce DEM gereklidir

Onun için denebilir ki, DEM, VEM’den çok daha önemli bir yerde durmaktadır. VEM’de başarılısınız, DEM’de değilseniz, insan olma ayağınızın birisi eksik demektir. İçinde duygu olmayan davranış amaca hizmet etmeyecektir.

İnsanda hükmeden kuvvei gadabiye, kuvve-i akliye ve kuvve-i şeheviye, ifrat ve tefritten uzak, vasatta kullanılınca hayata anlam katmaktadır. O da ancak ibadetlerle sağlanabilecektir.

Konuyu Emre ve Yusuf Beyle epeyce müzakere ettik. Anlıyorum ki, bir yere gidince, cebinde bir takım hazır bir şeyler götürmeli. Gideceği yere gündemini de götürmeli insan.

İnsanların çok öyle vakitleri yok. Hap bilgilere ihtiyaç var. Çalıştığınız, hazmettiğiniz konuyu ancak başkalarıyla paylaşabilirsiniz.

Bugün, cebinizde, karşılaştığınız birisiyle paylaşacağınız kaç konunuz var?

Sizinle ilk kez görüşen birisiyle konuştuğunuz konu ne olacaktır?

Konunuz ne ise siz onunla bilinirsiniz.

Başarılar diliyorum.

01.09.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Ahiret yolculuğuna çıkarken Besmele çekmek



Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri ölürken “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek ruhunu teslim etmiş. Yani bu dünyaya gözlerini Besmele ile kapatırken, ahiret âlemine de Besmele ile adım atmış. Hayat yolculuğunun yeni bir etabı olan berzah hayatına da Allah adı ile başlamış. Demek ki Besmele, hem dünyada, hem kabirde, hem berzahta, hem mahşerde ve sıratta her zaman bize ışık tutacak, yol gösterecek, işimizi kolaylaştıracak bir rehberdir. Gerek bu dünya ve kâinat, gerekse ahiret âlemi ve cennet, cehennem gibi menziller Allah’ın mülkü olduğuna göre, her yerde ve her zaman O’nun adı ile hareket etmemiz gerekmektedir. O zaman kimseden ve hiçbir şeyden korkmaya, karşılaştığımız güçlükler karşısında endişeye kapılmaya gerek yoktur.

Bediüzzaman Hazretleri de “Bismillah her hayrın başıdır” diye Sözler’e başlıyor. Orada anlattığı temsilî hikâyecikte, Bedevi Arap çöllerinde seyahat eden adamın, oralarda sözü geçen bir kabile reisinin ismi ile hareket ettiği zaman, emniyet içinde olacağını “Ben falan reisin ismi ile geziyorum” dediğinde her türlü düşmandan kurtulacağı gibi, her ihtiyacını da kolaylıkla karşılayabileceğini belirtiyor. O reisin ismi ile hareket eden adamın her yerde selâmetle gezebileceğini ifade ediyor.

Kabir kapısından girdikten sonra yolculuğumuz devam ettiğine göre, orada da çeşitli güçlüklerle karşılaşmamız mümkündür. Münker ve Nekir meleklerinin sualleri, kabir azabı, cesedimize olduğu gibi ruhumuza da musallat olacak yılan, çiyan gibi zehirli haşaratın vereceği ıztıraplarla karşılaşma ihtimalimiz var. Ayrıca, mahşerin dehşeti, zerre miktar hayır ve şerrin tartıldığı mizan, sonrasında mahkeme-i Kübra gibi müthiş olaylar da bizi bekliyor. Kıldan ince, kılıçtan keskin olarak tabir edilen Sırat köprüsü ise, en müşkül yolculuklarımızdan birisi olacak.

İşte bütün bu dehşet verici seyahatimiz sırasında, en çok muhtaç olacağımız isim, Cenâb-ı Hak’kın ismi olacaktır. Çünkü kâinat, Allah’ın mülkü olduğu gibi, ahiret âlemi de Allah’ın mülküdür. Mülkün Sahibi’nin ismi ile hareket ettiğimizi söylediğimiz zaman, her yerde selâmetle gezecek, her menzilde emniyet içinde hareket edebileceğiz.

Her yerde en fazla muhtaç olduğumuz Besmele’yi sadece bu dünyada söyleme imkânımız var. Can kuşu beden denen kafesten uçtuktan sonra, göz görmez, dil söylemez olacak. Onun için fırsat elde, can tende iken, Allah’ın adını ne kadar çok anarsak, kabirde, Berzah’da, Mahşer’de, Mizan’da ve Sırat’ta işimiz o kadar kolaylaşacaktır.

Bismillah

‘Allah adın zikredelim evvelâ,’

Her hayırlı işin başı Bismillah.

‘Cümle işte vâcib oldu her kula,’

Kâinatın temel taşı Bismillah.

Bil ey nefsim şu mübarek kelime,

Bir İslâm nişânı verir eline,

Tesbih olmuş mevcudâtın diline,

Bütün zikirlerin başı Bismillah.

Bitkiler tâzimle Bismillah diyor,

Yerden yemi, gökten suyu geliyor,

İnce bir kök kayaları deliyor,

Yumuşatır demiri, taşı Bismillah.

Bismillah der ağaçların dilleri,

Yaprakları, çiçekleri, dalları,

Leziz meyvelerle dolar kolları,

Rezzak isminin nakışı Bismillah.

Toprak Bismillah der, bağrı ot olur,

İnek ot yer, memesinde süt olur,

Damla Bismillah der, bir rahmet olur,

Bahara çevirir kışı Bismillah.

Bismillah ne büyük, tükenmez kuvvet,

Eksilmez hazine, bitmez bereket,

En güzel sermaye, en büyük servet,

Elmasa çevirir taşı Bismillah.

Bismillah diyerek, yürürse bir kul

Dağ ve deniz olur ona tozlu yol,

“Ey ateş serin ve selâmetli ol”

Suya çevirir ateşi Bismillah.

Akıllı bir tüccar olmak istersen,

Besmeleyle başla, ne alıp versen,

Her işin denk gider Bismillah dersen,

Dindirir gözlerde yaşı Bismillah.

Besmele dillerde en güzel kelâm,

Onunla ayakta duruyor âlem,

Onunla başla ve işle vesselâm.

Kolay eder en zor işi Bismillah.

01.09.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yıllık izin



Yazarımız Şaban Döğen yıllık izne ayrıldığından yazılarına bir süre ara verecektir.

01.09.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kur’ân dünyayı hidayetiyle kuşatmıştır



Nuray Hanım: “İşârâtü’l-İ’câz’da işlenen ‘hidâyet’ kavramını açar mısınız? Gafil bir Müslüman’ın hidayeti nasıl oluyor?”

Bakara Sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in hem bir hidâyet rehberi, hem bir hidâyet kaynağı olduğunu beyân eden âyetle başlar. Âyet şöyledir: “Elif Lâm Mîm. Şu yüce kitap ki, onda aslâ şüphe yoktur. O Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir hidâyet rehberidir.”1

Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre bu âyet, Kur’ân’ın hem istikâmet yolunu göstermekle görevli olduğunu, hem de kendisinin bizzat cisimleşmiş bir hidâyet nûru olduğunu îlân ediyor.2 Yani cisimleşen hidâyet nûrundan Kur’ân meydana gelmiştir. “Hidâyet-i Kur’ân öyle ince bir dereceye varmıştır ki, hakîkati idrak edilemez. Ve öyle geniş bir sahayı işgal etmiştir ki, ihâtâsı ilmen kâbil değildir.”3

Bu ifâdeden anlaşılıyor ki, Kur’ân’ın hidâyeti kalbimizin en ince bir doğruluk arzûsundan, dünyanın İslâmiyet’e yakın olsun, uzak olsun, tüm bölgelerinde “iyi ve doğru” olarak kabul gören her değer yargısına kadar kuşatmıştır. Yani dünyanın neresinde olursa olsun, her iyi olan anlayış, her doğru olan kavrayış, her hak olan kabulleniş, her güzel olan değer yargısı ve her isâbetli olan (yanlış ve bâtıl olmayan) yaşayış Kur’ân’ın hidâyetine dâhildir. Kur’ân dünyayı hidâyetiyle kuşatmıştır. Meselâ Müslüman olsun olmasın, bir Japon’un çalışkanlığı ve özverisi, bir Alman’ın temizliği ve dürüstlüğü, bir Avrupalı’nın insanın ve devletin hak ve hukuku ile ilgili anlayışı, bir yamyamın adâleti, bir Afrikalı’nın sabrı ve metâneti ve sâir insanlarca kabul görmüş ve doğru olan ne kadar anlayış ve kavrayış varsa hepsi Kur’ân’ın öz malıdır. Tüm güzel kavramlar Kur’ân’dan akmıştır ve tüm dünyayı sarmıştır.

Nitekim Üstad Hazretleri, Kur’ân hakikatlerinin bin üç yüz sene zarfında insan oğlunun kemiyeten beşte birini, keyfiyeten ve insaniyeten yarısını arkasına aldığını, yani inanış ve teslîmiyet itibariyle beşte birini, kavramlarını ve değerlerini kavrayış, kabulleniş ve uygulayış itibariyle de insanlığın yarısını etkilediğini beyan ederek Kur’ân hidâyetinin kuşattığı alanı nazara verir.4

Meyvesi iki dünyanın saadeti olan ve neticesi de kendisi gibi hidâyet olan “hidâyet”in büyük bir nimet, vicdânî bir lezzet ve rûhun Cenneti olduğunu beyan eden5 Üstad Bedîüzzaman hazretleri, Fâtiha Sûresi’ndeki “İyyâke nesta’îyn” yani “Yalnız senden yardım isteriz” ibâresinden hemen sonra gelen “İhdinâ’s-sırâta’l-müstakîm” yani “Bize dosdoğru yol için hidâyet ver” talebinin yardımı hidâyet alanına tahsis ettiğini kaydeder. Bedîüzzaman’a göre, “İhdinâ” kelimesi dört masdardan türemiştir ve dört mânâya işârettir: 1-Mü’min hidâyet isterse “ihdinâ” dinde sebat ve devam mânâsını ifâde eder. 2-Zengin olan hidâyet isterse, malda ve şükürde ziyâde mânâsını ifâde eder. 3-Fakir olan hidâyet isterse, darlığın geçmesini ve genişliğe kavuşmayı ifâde eder. 4-Zayıf olan isterse yardım, başarı ve muvaffakiyet mânâsını ifâde eder. İç ve dış duygulara, âfâkî ve enfüsî delillerin ve burhanların gösterilmesi hidâyet halidir ki, bu, insanlık tarihi boyunca peygamberlerin gönderilmeleri ve kitapların indirilmeleri ile mümkün ve vâki olmuştur.6

En büyük hidâyetin, perdenin kaldırılması ile hakkı hak, bâtılı da bâtıl göstermek olduğunu kaydeden Bedîüzzaman Hazretleri, “İhdinâ” ile istenen “sırat-ı müstakîm”i özetle şöyle tefsîr eder:

Rûha üç büyük kuvvet verilmiştir. Bunlar:

1-Kuvve-i şeheviye: Faydalı şeyleri isteme ve cezb etme kuvveti.

2-Kuvve-i gazabiye: Zararlı şeyleri def etme kuvveti ve kâbiliyeti.

3-Kuvve-i akliye: İyi ile kötüyü ayırma ve tanıma kabiliyeti ve gücü.

Bu kuvvetlere yaratılışça sınır konulmamış, şeriatça sınır konulmuştur. Şeriatın koyduğu sınırlara uyulmaz ise ortaya abartılı, canavarca ve insanlık dışı birçok bâtıl uygulama şekilleri çıkacaktır.

İşte hidâyet, bu kuvvetleri adâletli biçimde kullanmak demektir ki, şehvet kuvvetinde “iffet ve nâmûs”, gazap kuvvetinde “şecaat, yiğitlik ve kahramanlık”, akıl kuvvetinde ise, “ilim ve hikmet”tir.7

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 1; 2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 42; 3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 43; 4- Asâ-yı Mûsâ, s. 51; 5- İşârâtü’l-İ’câz, s. 62; 6- İşârâtü’l-İ’câz, s. 28; 7- a.g.e., s. 29

01.09.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Gül de incitilmemeli, gülistan da, bağban da



Abdullah Gül Meclis’in iradesiyle seçilerek 11. Cumhurbaşkanımız oldu. Tebrik eder, hayırlı olmasını ve cân u gönülden başarılı performans sergilemesini dileriz.

Silâhlı bürokrasinin ve bazı odakların Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e karşı saygı sınırlarını aşan tavrı asla tasvip edilemez. Cumhurun; başkanına ve kendilerinin başkomutanlarına selâm vermemeleri manzarasını izlememelerini isterdim. Bu hazmedilecek bir durum değildir.

Hanımı başörtülü olan Gül’ün seçilmemesi için Meclis’e girmeyenleri siyaseten linç ettik. Şeâir-i İslâmiyeye ve izzetimize yapılan bu hareket, elbette makam, iktidar ve gerginlik olmaması uğruna sineye çekilemez.

Bizim vazifemiz, vatandaşın hislerine tercüman olarak yazmak; halkın yüzde 46.7 desteğini ve gücünü arkasına alan icrâ makamının da gerekli cevabı ve işlemi yapmasıdır. TBMM milletin meclisi, Cumhurbaşkanı hepimizin cumhurbaşkanıdır. Ne Gül, ne gülistan incitilmemelidir. Millet olarak, “Ekmeksiz yaşarız, ama hürriyetsiz ve ‘onursuz’/şerefsiz asla!” diyebilmeliyiz.

Hepimiz bu vesileyle bir şey daha yapmalıyız: Bediüzzaman Said Nursî’yi dinlemek. O da der ki, bu zamanda siyasetle hizmet edilmez. Çünkü, rivayetlerde gelen eşhâs-ı ahirzamana ait (deccal, süfyan, ifsat komiteleri) haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadislerin ihbar ettiği ahirzamanın dehşetli şahıslarının âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbü’l-Kur’ân hakkında, “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.” Onun içindir ki, kendisine tevdî edilmek istenen mebusluk, Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye azalığı, genel vaizlik, 40 bin YTL civarındaki maaşı reddeder ve onlarla çalışmaz. 1

Zira, feminizm, sekülarizm, sosyalizm, Marksizm, komünizm gibi “izm”lerden müteşekkil “deccalizmi” siyasetin hangi prensip, düstur ve malzemeleriyle durdurabilirsiniz ki! Ancak, Tabiat Risâlesi başta olmak üzere, Şuâlar ve bilhassa Beşinci Şuâ ile onların düşünceleri yerle bir edilir, çürütülür.2 Deccalizmi önemsemeliyiz. Çünkü, bugün de din ve dinsizlik, siyaset, sosyal tartışmalar ekseninde verilen savaşların, yapılan işgallerin temelinde o vardır. Karşısında da Mehdiyet!

Evet, siyasetle galebe edilemez. Yine onun tabiriyle, siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye yola çıkmak beyhude yorulmaktır. Çünkü, “O yol meşkûk ve müşkülâtlı, fuzuliyâne, hem en lüzumlu hizmete mâni ve hatarlı/tehlikeli bir yoldur. Çoğu yalancılık; ve bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmak ihtimali var… Beyhude çene çalmak mânâsızdır… Husûlü meşkûk bir maksat için binler günaha girmek ihtimali var; birinin yüzünden çoklar belâya düşer. Hem on ihtimalden bir iki ihtimale binâen günahlara girmek, masumları günaha atmak vicdanım kabul etmiyor…

“Öyleyse en mühim iş, hayat-ı ebediyeye çalışmak lâzım geliyor. Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır; ona çalışmak lâzım geliyor. Hem fırtınalı bir zamanda (siyasetle) sağlam hizmet edilmez. Onun için, o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selâmetli olan, imana hizmet cihetini tercih etmeli.”3

Bu tesbitlerin kısmî şerhini, Abdurrahman Dilipak’ın Vakit, 29.8.2007 tarihli, “Biz işimize bakalım!” başlıklı yazısında da bulabiliriz:

“Gül’e yardımcı mı olmak istiyorsunuz? İşinize bakın.. Gül’den de fazla bir şey beklemeyin.. Sadece engel olmasın, gölge etmesin yeter.. Ne yapacaksanız siz yapacaksınız.. Bakın, hemen anayasa değişikliği ile birlikte Çankaya’nın yetkileri kısılacak. Aslında kimsenin fazla bir yetkisi kalmadı.. Yasama açısından artık uluslararası normlar var. Ekonomi global sermayenin denetiminde. STK’lar ve media da artık globalleşti.. Ulus devlet temelinde yapılandırılmış yasama, yürütme ve yargının fazla bir kıymeti harbiyesi kalmadı.

“Bir de hani şu kurumsal mutabakat falan dedikleri şey var ya, o derin bir mutabakat aslında.. O da bir şekilde güç dengesi, suç dengesi, tehdit, şantaj, işmarlarla sağlanıyor.. Siz Erdoğan ve Gül’ün bu mutabakatın dışında olduklarını mı sanıyorsunuz. Birileri tamamen duygusal sebeblerle bu işi içine sindiremiyor olabilir. Ama yapacak fazla bir şey olmadığı gibi, fazla ileri gittiklerinde de hadleri bildirilir..

“Ha! Her şey derin güçlerin kontrolünde demiyorum. Elbette onlar da bir şeye karar verirken verilerden yola çıkıyorlar.. Sonuçta başörtüsü direnişçileridir Erdoğan’ı, Gül’ü oraya taşıyan.. Birileri bu gerçeği gördüler. Ağır bir bedel ödendi.. Yani Erdoğan, Abdullah Gül, AK Parti var artık, biz yapacağımızı yaptık, sıra onlarda, artık bu işi bitti diye düşünmeyin. Her şey yeni başlıyor.. Orada tutunabilmek, kalabilmek, oraya çıkmaktan daha zor olabilir.”

“Siyasetle hizmet edeceğim!” deyip, 40 sene beyhude yorulduktan sonra bu noktaya gelenlere sevinir; “Siyasetle hizmet olmaz!” deyip 40 sene iman ile hizmet edenlerin siyasete meyletmesine yerinirim, yanarım!

Dipnotlar:

1- Tarihçe-i Hayat, s. 131.; 2- Şuâlar, s. 497-515; Mektûbat, s. 60. 3- Tarihçe-i Hayat, 64-65.

NOT:

Kısa bir ara vererek, tekrar buluşmak ümidiyle, Ramazan-ı şerifinizi tebrik eder, camiamız, milletimiz ve İslâm âlemi için hayırlara; insanlık için hidayete vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.

01.09.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Şiddete âlet olanlar



Prof. Nevzat Tarhan'ın anlattıklarına dayanılarak yayınlanan (Vatan, 28 Ağustos) bir bilgiye göre, 1980 darbesinin ardından cezaevlerine konan solcu ve sağcı hükümlüler üzerinde ilmî bir araştırma yapılmış.

Prof. Turan İtil ile Prof. Ayhan Songar tarafından yürütülen ve detayları gizli tutulan bu araştırmanın sonuçlarına göre "sağcılar gerizekâlı, solcularsa antisosyal ve psikopat" oldukları ortaya çıkmış.

Doğrudur. Ütopyalar uğruna birinin canına kıyan, birbirinin kanını dökmekten zevk alan bu kimseler, şayet anlatıldığı gibi gerizekâlı veya psikopat mizaçlı olmasalardı, başkasının oyununa gelir ve o hallere düşerler miydi hiç?

Bir kısmı zamanla akıllandı bunların gerçi. Ancak, az da olsa bir kısmı hâlâ yaptıklarını savunacak kadar aptal ve psikopat ruhlu. Perde gerisinde onları kullanan odakları göremeyecek, bilemeyecek kadar gerilerde duruyorlar.

* * *

O eski günlerden zamanımıza gelecek olursak...

Türkiye'de bugün için herhangi bir sağ–sol ayrımı, yahut çatışması yok.

O tür içinde şiddeti barındıran bir kamplaşma, kutuplaşma hali gerilerde kaldı.

Şimdi, kan ve şiddete dayalı başka türlü bir durumla karşı karşıya bulunmaktayız.

Yirmi küsur senedir başlatılan bu kanlı boğuşma, halen devam ediyor.

İnanıyoruz ki, ileride bu kanlı çatışmanın da mânâsızlığı, akıl–mantık harici bir mücadele türü olduğu söylenecek ve muhtemelen hiç kimse çıkıp da bu söylenenleri yadırgamayacak.

Esasında, bize göre durum bugünden, hatta dünden bellidir.

Ne var ki, akıldan ziyade hissiyatın ağır bastığı gençler, içine sürüklendikleri cenderenin farkına bir türlü varamıyor.

Maalesef, şiddete bulaşan gençlik, çoğu zaman iş işten geçtikten ve "Basra harap olduktan" sonra vahametin farkına varabiliyor.

Temenni edelim ki, yaşanan bunca tecrübelerden sonra, geç kalınmasın ve uyanışlar çok daha erken yaşansın.

GÜNÜN TARİHİ 1 Eylül 1926

Kaçakçı Şevki'ye büyük ikramiye

İzmir'de Mustafa Kemal'e karşı hazırlandığı iddia edilen "sûikast planı"nı bir gün önceden ihbar eden Giritli "Kaçakçı Şevki"ye ikramiye olarak 6500 TL para verildi.

Bu miktar, o günün şartlarına göre haddinden fazla büyük bir paradır. O tarihte sadece 1000 liraya orta ölçekte bir çiftlik sahibi olunabileceği düşünülürse, verilen ikramiyenin büyüklüğü daha iyi anlaşılmış olur.

* * *

Hadisenin başlangıcı, 15 Haziran 1926 gününe uzanır. Hikâyenin kahramanı ise, kendisine daha sonraları "Motorcu Şevki" denilen Giritli meşhûr "Kaçakçı Şevki"dir.

Onun işi gücü kaçakçılıktır. Sabıkalıdır. Ne var ki, "son işinde" hayatının en büyük parasını kazanır ve lâkabı da "Kaçakçı"dan "Motorcu"ya terfi eder.

Bu karanlık adam aslen Giritli'dir. Gariptir ki, 4–5 yıl sonra bu kez İzmir'in bir başka tarafında (Menemen) cereyan eden kanlı bir hadisenin baş kahramanı da yine Giritli (Esrarkeş Derviş Mehmet) olacaktır.

* * *

Giritli Kaçakçı Şevki, 15 Haziran günü İzmir Valisi Kâzım Dirik'e gider ve şu ihbarda bulunur: "Paşam, size mühim bir haberim var. Laziztan mebusu Ziya Hurşit ve adamları Mustafa Kemal'e karşı sûikast planladılar. Tatbikat yarın. Cinayetten sonra benim motorla kaçmayı düşünüyorlar. Benden söylemesi. Haberin olsun."

Vali Kâzım Dirik Paşa, M. Kemal'in çok eski arkadaşı. İttihat–Terakki'ye birlikte girmiş, birlikte ayrılmış, hatta Samsun'a da birlikte çıkmışlar.

Vali Paşa, derhal harekete geçer. Bir kaçakçı parçasının ihbariyle, Ziya Hurşit (saltanatın kaldırılmasına tek karşı çıkan kişi) ve arkadaşlarını derhal yakalatır.

Sûikastçı denilenler hakkında dâvâ açılır. Yetmez, M. Kemal muhalifi durumunda ne kadar asker ve politikacı varsa, onlar da derdest edilerek İzmir'de kurulan İstiklâl Mahkemesine getirtilir.

Çoğu mebus yaklaşık 50 kadar maznun, en ağır cezalara çarptırılır. Birçok kişi idam edilir. Geri kalanlara da hem hapis cezası verilir, hem de siyasetten uzaklaştırılır.

Böylelikle, hem eski İttihatçılarla son hesaplaşma yapılmış, hem de siyasî muhaliflerin (TPCF) etkisi sıfırlanmış olur.

Bu muhalifler arasında Dr. Adnan Adıvar, Kâzım Karabekir, Ali Fuat, Refet Bele, Cafer Tayyar ve Rüştü Paşalar da vardı.

Bunlardan İstiklâl Harbi kahramanlarından Karabekir Paşa, mahkemeye çıkartılıncaya kadar, penceresi kalın tahtalarla çivilenmiş kapalı, karanlık bir hücrede, üstelik yerde yatırılmış ve çok kötü muamele görmüş bir vaziyette tutuldu.

İşte, pekçok vatanperverin çok ağır bir cendereden geçirildiği o karanlık günlerde, sâbıkalı bir kaçakçıya eşi benzeri görülmemiş izzet ve ikramlarda bulunuldu.

01.09.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Cumhurbaşka-s-ı



Tepkiler umulanın çok üstünde oldu. Seçilmiş bir cumhurbaşkanına “Sayın Cumhurbaşkanı!” diye hitap etmek, yazılı ya da yazılı olmayan hiç bir kanun veya yönetmelikte yok. Demokrasilerde kurumları temsil etmek ayrı, kurumu temsil eden şahsın özel kimlik ve kişiliği ayrı şeylerdir. Daha kısası makama hürmet başka, şahsa hürmet başkadır. Beğenmediğimiz bir kişi yasal yollardan ve teamüllere uygun şekilde bir makama geldiği zaman onun şahsına değil, bulunduğu makama saygı duyarız. Kişisel görüş ve intibalarımız ya da şahsî kanaatlerimiz o şahsı tanımama hakkı vermez bizlere.

Gerçi 30 Ağustos resepsiyonunda devletin zirvesi sıcak görüntülerle dolu bir renkli manzara sundu. Ancak hâlâ kafalarda soru işaretleri ve sitem dolu ünlemler dolaşmıyor da değil. Öyle ya sen kalk demokratik sistemle, cumhuriyet rejimi içinde milletin oylarıyla mebus kılınmış, vekâlet almış yüce Meclisin üyelerince anayasa ve kanunlara uygun bir uygulamayla büyük çoğunluğun oyunu alarak cumhurbaşkanı, başbakan veya bakan veya belediye başkanına sanki başka bir ülkeden, başka milletlerin gönderdiği biriymiş gibi hitap et. Meselâ cumhurbaşkanım yerine cumhurbaşkası demeye gelecek şekilde “Sayın cumhurbaşkanı” diye hitap et.

Doğrusu bu devletin meşrû geleneklerini derinden yaralayabilir. Bir çok makamı, hatta bu sözlerin sahibinin makamını bile tartışılır hale getirir. Çünkü demokrasilerde seçilmişler daima atanmışların önünde gelir. Temel esprisi budur. Bu yoksa demokrasi yaralı ve alil demektir. Ve demokrasilerde kimsenin böylesine devletin memuru makamındayken seçilmişlerin en tepe noktasındaki insana bu şekilde hitap hakkı yoktur. Sayın Gül, resmiyette ve yasal olarak bu milletin ve bu devletin cumhurbaşkanıdır.

Demirel’in geçmiş dönemlerde çevresindeki gazetecilere anlattığı bir fıkra vardır. Yerini ve makamını unuttum. Fakat bu fıkrayı bu gün için anlatmaya ihtiyaç var. Bir köyde ezan okuyacak imam yokmuş veya ölmüş. Cemaat içinde de ezan okumayı bilen bir Allah’ın kulu yok. Bir kişi biliyor, ama o da Ermeni ve Hıristiyan. Ona rica minnet ezanı sen oku diyorlar. Ne var ki Ermeni vatandaş için bu bir din-iman meselesi. Tereddüt ediyor. Ancak cemaatin ısrarlarına dayanamayarak minareye çıkıyor ve ezana başlıyor. Yüksek sesle “Allahu ekber. Allahu ekber” diyor alçak sesle her cümlenin sonunda” derler” diye ekliyor. Eşhedüenlailahe illallah “derler. Eşhedüenne muhammederresulullah” derler. “Hayye alessalah” derler. “Hayye alel felah” derler, şeklinde ince zekâsıyla bu işi bitiriyor.

Bazılarımızdaki Cumhurbaşkanlığı makamıyla, sayın Gül’ün şahsî profili arasındaki imajinasyon farkı yüzünden işte böyle cumhurbaşkası gibilerden im, ım eki okunmuyor. Demokrasilerde işte bu im, ım ekine kaldıysak işimiz bayağı uzun sayılır. Ne var ki işin en zor kısmı bu im-um-ım eklerini bir yerlere kendi zannınca mesaj vermeye çalışanların sırtına biner. Bu yük ağırdır taşınması bayağı meşakkatlidir. Hele bir de omuzlarda önceki yükler de varsa...

Cumhurbaşkanı kelimesinin yalın hali, i hali, e hali, de hali ve den halinden sonra bir de mülkiyet zamirleri eklenerek ım, in, ımız, nız gibi konumları üzerinde çalışmak herhalde demokrasimizin ilk mektep çocuğuna öğretilenler seviyesinde olduğunu mu gösterecek ki?

Bırakın gitsin.

01.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Hoş sadâ bırakamamak



Kendisini, “Terhis beklerken askerliği uzayan askere” benzeten Ahmet Necdet Sezer, artık Ankara Gölbaşı’nda bulunan 4 katlı “mütevazi” konutunda…

Böylece;

Türkiye’de 7 yıl 104 günlük bir dönem kapandı.

Yedi yıllık statükocu dönem bitti.

Sorunlar karşısındaki sessizlik dönemi son buldu. (Öylesine ki, bir gelenek haline gelen devir teslim töreni bile sessizce yapıldı.)

* * *

Veto denilince, ilk onun adı akla geldi. (Üç yıl birlikte çalıştığı DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin 270 müşterek kararnamesini, yaklaşık 4.5 yıldan fazla birlikte çalıştığı AKP hükümetinin ise 499 müşterek kararnamesini iade etti.)

Türkiye’nin etrafında ateş çemberi varken, elini kolunu kaldırmadı.

Herkesin cumhurbaşkanı olmadı, bütün halkı kucaklamadı, sadece bir kesime yakın durdu. Çankaya’yı halka kapattı.

Başbakanlığa bile 7 yıl boyunca gitmedi.

Yabancı bir başbakanın önünde bakan fırçaladı.

Yurtdışına sadece 47 kez gitti. (2 bin 659 gün görev yaptığı dikkate alınırsa ziyaretlerin ne kadar az olduğu görülür.)

Anayasa kitapçıkları fırlatıp, krizlere yol açtı.

Bürokrat atamalarında eşi başörtülü olanları apartman kapıcılarına araştırttı.

Eşi başörtülü olan milletvekillerine “eşsiz dâvetiye” gönderdi.

Çankaya’da kamusal alanlar icat etti.

Sadece bir oy alanları rektör atadı.

Görev yaptığı sürece tek ziyaret ettiği televizyon kanalı Kanaltürk oldu. (Bu ziyaret çizgisini ortaya koyması açısından önemliydi.)

Son yıllardaki konuşmalarında hep laiklik vurgusu yaptı. Demokrasiyi unuttu.

Çankaya’da bulunan evinin kiracı kriterlerini “başörtülü olmaması” olarak belirledi.

Refah yerine “gönenç”, irade yerine “istenç”, hedef yerine “erek”, oy birliği yerine “oydaşma”yı literatürümüze kazandırdı!

Kendisini ziyaret edenlere “Bundan sonra sadece emeklilik hayatı yaşayacağım. Siyasete zaten hiç ilgi duymadım, hiç ısınamadım. Bir emekli olarak evimde kitap okuyacağım” derken, kendisinin CHP’ye davet edilmesi ve ulusalcıların başına geçmelerinin istenmesi de düşünce yapısını ortaya koydu.

* * *

Anayasa Mahkemesi Başkanı iken yaptığı özgürlükçü konuşması sebebiyle cumhurbaşkanlığı yolu açılan Sezer, cumhurbaşkanlığı sürecince özgürlükleri savunmaktan uzak durdu.

Burada bir parantez açmak istiyorum. Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’un o meşhur “özgürlükçü konuşma”yla ilgili yaptığı şu değerlendirme hep kafama takılmıştır: Selçuk, 2 Mayıs 2006 yılında Yeni Şafak’tan Fadime Özkan’a verdiği beyanatta, Sezer’in konuşma metinlerini başkasının yazdığını belirterek, “Önemli olan konuşmak değil, demokrasiyi özümsemek. Bir başkası yazınca bu kadar oluyor. Sayın Sezer’in konuşmasında birçok yer bana yabancı gelmedi. Başkası yazmış” demişti. Selçuk, bu konuşmayı kimin yazdığını da söyleyemeyeceğini aynı mülakatta söylemişti.

Demek ki, Sezer o konuşmada takiyye yapmış. Çünkü görevi sırasında anlaşıldı.

* * *

Son olarak birçok kişinin hislerine tercüman olan yazar Emre Aköz’ün şu cümlesi ile yazıyı bitirelim: “Ne yalan söyleyeyim Sezer de ‘benim’ cumhurbaşkanım olmadı. Bir yerde görsem, konuşsam; saygıda, nezakette kusur etmezdim elbette. Ama o saygı ‘kişiye’ değil, ’makama’ gösterilen saygı olurdu. ‘Sevgi’ derseniz. O hiç yok. Hiç de olmadı. Halkına karşı sevgi, ilgi, anlayış göstermediğini düşündüğüm bir insanı nasıl seveyim?..” (21.08.2007- Sabah)

Başka söze gerek var mı? Çünkü Sezer birçok kişinin cumhurbaşkanı olamadı ya da olmadı…

Sezer, 7 yıldan fazla süren görev süresinde arkasında hoş bir sadâ bıraktı mı?

Ne dersiniz?

01.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Başörtüsü ve anayasa



AKP’nin seçim öncesinde yeni ve sivil bir anayasa için kuvvetli bir taahhütte bulunmadığı, “Nice AK yıllara; güven ve istikrar içinde durmak yok, yola devam” adıyla yayınlanan seçim bildirgesinin konuya ilişkin yarım sayfalık bölümündeki donuk ifadelerle sabit.

Buna karşılık, seçimin ardından, AKP’nin oluşturduğu bir akademisyenler komisyonu tarafından hazırlandığı belirtilen anayasa taslağı ile ilgili haberler günlerdir medyada yer alıyor.

Ve bu haberlerde, öteden beri statüko cenahı ile AKP arasında gerginlik konusu olagelmiş “mayınlı alanlar”da, statüko açısından son derece tahrik edici sayılabilecek mesajlar veriliyor.

Yüksek yargı ve YÖK’le ilgili radikal düzenlemeler, vatandaşlık tarifinin değişmesi, Atatürk ilke ve inkılâplarına yapılan referansların azaltılması, hattâ eğitimde uygulanan başörtüsü yasağının kaldırılması bunların başında geliyor.

Bunların peyder pey gündeme taşınması ise, haliyle karşı tepki birikimini besliyor. Adeta bir red cephesinin oluşması isteniyor, bekleniyor.

Ve bu da oluyor. Taslak bir “AKP anayasası” olarak mahkûm ediliyor ve filmin bir kez daha geriye sarıldığı, yani mâlûm kutuplaşma ortamının bu taslak üzerinden yine kızıştırılmaya doğru götürüldüğü sıkıntılı bir sürece giriliyor.

Nitekim AKP yönetimi de bunu görmüş olmalı ki, günlerce devam eden suskunluğunu bozarak, Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın ağzından, basında haberleri çıkan taslağın partiye ait olmadığını, hazırlayan uzmanları bağladığını açıkladı.

Bu demektir ki, şimdiye kadar taslağa atıfla haber konusu yapılan değişikliklerin çoğunun gerçekleşme şansı ve ihtimali son derece zayıf.

Başörtüsü yasağını anayasaya konulacak bir cümle ile kaldırma meselesi bunların başında geliyor. Medyadaki ilk haberlere göre bu konu hakkında anayasaya “Kimse eğitim ve öğrenim hakkından kılık kıyafeti nedeniyle alıkonamaz” veya “Eğitim-öğretim kurumlarında kılık-kıyafet serbesttir” cümlelerinden biri konulmak suretiyle sorunun çözülmesi öngörülüyordu.

Birkaç yönden problemli ve sıkıntılı bir formül bu. Yöntem olarak, Özal’ın ters tepen ve sıkıntının bugünkü noktaya gelmesini netice veren “kanunla çözme” girişiminin anayasa üzerinden tekrarı niteliğinde. Ama başörtüsünü anayasanın değişmez maddelerine aykırı sayan zihniyet karşısında başarı şansı az, gerilimi daha ileri boyutlara taşıma ihtimali ise yüksek.

Başörtüsünün Köşke çıkmasına karşı oluşan hazımsızlığın ne gibi sonuçlar vereceğinin kestirilemediği bir tedirginlik ortamında işin bir de bu yoldan kaşınması krizi iyice tırmandırabilir.

Bunun önünü kesmek için olsa gerek, Fırat “Böyle bir madde anayasada yer almaz. Anayasa yönetmelik değildir” diye noktayı koydu.

Bu durumda, Başbakanın bu konuda ayrıca konuşmasına bile gerek kalmayabilir. Ki Erdoğan seçim öncesinde, başörtüsü için hiçbir zaman çözüm vaadinde bulunmadığını defaatle tekrarlamış ve çözüm için gerektiğini söylediği “kurumsal mutabakat”ın tahakkukunu 367’nin üzerinde milletvekili çıkarma şartına bağlamıştı.

Yani, başörtüsü açısından AKP cephesinde yeni birşey yok. Hayrünnisa Hanımın Köşke çıkmasının ne getirip ne götüreceği ise meçhul.

01.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri