Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Ekim 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nimetullah AKAY

Bastırılmış vicdanlar



Fıtratın sesi insanları imana dâvet ediyor. Vicdan denilen insanın yapısındaki hak ve hukuk merkezi, bütün gücüyle insanları doğruya yöneltmeye çalışıyor. Bu seslerin makes bulduğu hayatlar kurtuluyor, bu hayatlarda insanlar gerçek mecrasını buluyor.

İmanın saf, temiz ve berrak sularının bulunduğu havuzlara ruhlarını akıtanlar bu dünyada da kurtuluşun tadını çıkarıyor. Böyle olunca da cennet-misâl hayatlar vücuda geliyor; örnek yaşayışlar, tadına doyulmaz manevî esintiler dünya hayatını yaşanılır hale getiriyor.

Güneşlerin aydınlığını bile görmekten mahrum olanlar ise dünyayı yaşanmaz hale getirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bunlar fıtratın sesine kulaklarını kapamışlar, vicdanın güzelliklere açılan kapılarını dünyalarının yüzüne örtmüşlerdir. Onlar için bundan sonrası ise, kargaşaların hüküm sürdüğü, yaşandığı âlemlerdir.

Açıkça görülüyor ki, bazıları fıtratın sesini kısıyor, vicdanın su yüzüne çıkmak isteyen güzelliklerini bastırıyorlar. Günahları hayatlarının bir parçası haline getirenler, günahların dostlukları adına doğru hayatlara savaş açmışlardır. Çünkü günahlar kanlarına sirayet etmiş, vücutlarındaki zerreler aydınlıklara kapalı bir alanda hapsedilmiştir.

Bütün çırpınışlarını günahsız insanların yok olması adına ortaya çıkaranları ibretle seyredebilmekteyiz. Bu seyirler üzüntü verici de olsa, ibret almak için önemli bir fırsat olarak insanların gözü önünde sergilenmektedir. Asıl olan ise günahların girdabından kendisini kurtaranların şevkle yollarına devam edebilmesidir. Bunları etraftaki karanlık âlemler etkilememeli, şevkler bütün canlılığıyla hayatları yönlendirmeye devam etmelidir.

Kur’ânî caddede iman nuru ile Peygamber-i Zîşan’ı takip edenlere elbette karanlıklar görünme imkânına sahip olmayacaktır. Bunlarda fıtratın sesini dinlemenin rahat ve huzuru vardır. Bunlarda vicdanın terazisiyle haksızlıklardan kurtulmanın güveni bulunmaktadır.

İnsânî duygularını fesada uğratmamış olanlar, insan olmanın doyulmaz zevkini elde etmiş olanlar büyük bir mutlulukla dünya hayatını yaşamakta, onları hizmet külfetinden kurtarıp mükâfat ülkesine götürecek treni sabırla beklemektedirler. Diğer taraftan dünyanın fani güzelliklerinin cazibesine kapılanlar ise şaşkın bir şekilde huzuru arama seanslarına devam etmektedirler. Ancak aranılan şey yanlış yerlerde arandığı için bulunmamaktadır.

Nihayet, ölüm denilen mutlak son arayışlara nokta koyacaktır. Bu mutlak son, aradıklarını dünyanın ötesinde bulanları mutluluk ülkesine götürürken, dünyada aradığını bulamamanın hayal kırıklığı içinde olanları ise nedametlerin hüküm sürdüğü karanlıklar ülkesine taşımaktadır.

İmtihan dünyasında imtihan son sür’at devam etmektedir. Dersine çalışmayan öğrencinin hırçınlığı ve suçu başkalarında arama psikolojisi bir çok insanda görülmekte, onların etrafı velveleye vermesi, sadece sonlarını daha da karanlık bir hale getirmeye yaramaktadır. Bunlar ne kadar da çok acınacak bir durumdadırlar... Ama zarara rızalarıyla girdiklerinden onlara acınmayacak, derse çalışmamalarının hiçbir gerekçesi kabul edilmeyecek, dolayısıyla hak ettikleri sonuca katlanmak zorunda kalacaklardır.

Akıl, ruh ve kalbini kurtarıp, vicdanın rehberliğinde doğru yolu bulanlar yollarına emniyetle devam ederlerken, insanî duygularını dumura uğratanların ise perişan vaziyetleri, bastırılmış vicdanlarını mutlaka sızlatmaktadır. Ancak vicdanın sızlamaları artık onlar için kâr etmekten çok uzaktır.

Bu dünyada, o bastırılmış ve kendilerine hayat hakkı tanınmamış vicdanlar, güzel bir mekâna sahip olamamanın burukluğunu yaşamaktadırlar. Ve onlar hesap gününde kendilerini kandıranların aleyhinde şahitlik yapmak için biraz daha sabretmek zorunda kalacaklardır.

Yazıklar olsun, İslâm imanının dünyayı aydınlatan ışığından insanların faydalanmalarına engel olanlara... Veyl olsun o kimselere ki, o aciz ve miskin halleriyle firavunluk mesleğine talip olmuşlardır. Ne mutlu o kimselere ki, Rabb-i Rahimin kendilerine göstermiş olduğu aydınlık yoldan sapmamak için büyük gayret göstermektedirler. İşte bunlar bu dünyanın gerçek bahtiyarlarıdır. Ölümden sonrasında ise bütün güzellikler onlara sunulacaktır...

23.10.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Şevki paylaşmak



Karşılaşınca birbirini çeken ve konuşan kalpler vardır… Boş değil, kalp kıvamında ve derinliğinde konuşmalardır bunlar… Baktıkça konuşur, konuştukça karşısındakini kendine çeker, kendi de karşısındakine yakın olur; çekinmeden, rahat ve kendiliğinden akar hikmet kelimeler…

Sahici sözler, sükûn tadında sadırlardan sadırlara gider gelir… Fıtrî bir meyelan, uyumlu bir deveranda döner samimî sohbet… Zamanın akışı, mekânın donukluğu sıkmaz; nurânî serinlik ve genişlik hissettirir ulviyetle dolan duygular… Mânevî ziyafet zihinlere taşar, zikzak düşüncelerden, orta yol, denge yolu bulunur; istikamet…

Amelin ruhu niyet, niyetin ruhu ihlâs aranır; bulanlar arayanlardır, her arayan da bulamaz düşüncesiyle… Özün özü yakalanmadıkça, çoğun çoğunu bulmanın çok önemli olmadığı karşılıklı paylaşılır…

İman kökleşmedikçe çok amel çok fayda etmez… Mutmain olmuş kalp, kökü derinlerde meyveli ağaç gibidir; rüzgâr da esse, fırtınalar da kopsa, seller de savursa hakkaniyete ve fıtrata dayandığından; yeni filizler, yeni dallar, yeni çiçekler, taze meyvelerle, daha gür çıkar…

İman nasıl kökleşir? Cüz’î irade ile küllî iradenin kapısını çalmak; istemek, sormak, sorgulamak ve kapının açılmasını beklemekle… Kâinat delillerini, Kur’ânî pencereden seyretmekle…

Bediüzzaman’ın sorgulama serüveni sonucunda, Kur’ân semasından yağan hikmet yağmurlar; bunun güzel bir delili…

İbrahim (a.s.) bunun güzel bir misâli… “Bir de İbrahim’i hatırla ki, ‘Ey Rabbim,’ demişti, ‘Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster.’ Rabbin de ‘Yoksa inanmadın mı?’ buyurdu. İbrahim, ‘Elbette iman ettim. Lâkin isterim ki gözüm de görsün ve kalbim mutmain olsun’ dedi.” (Bakara, 260)

İsa’nın (a.s.) havarileri bunun güzel bir numunesi… “Hani havariler ‘Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?’ demişlerdi. İsa ise, ‘Eğer gerçekten mü’minlerseniz Allah’tan korkun’ diye cevap verdi.

“Onlar, ‘Biz o sofradan yemek istiyoruz’ dediler. Tâ ki kalplerimiz mutmain olsun; senin hak peygamber olarak bize doğruyu söylediğini bilelim ve buna şahit olalım.” (Maide, 112–113)

Kur’ânî maide ile mutmain olmuş bir kalbe sahip olmak; ondan gayri sahip olunabileceklerin en üstünü…

Kalbine mukabil gelen dostuyla namazda buluştu, onu ziyaretinde işlerden, ekonomiden, sınır ötesi harekâttan konuşmadılar; kendilerini karşılıklı sorguladılar, kimseyi sorgulamadılar, hikmet aradılar, sükûn soludular, çay yudumladılar… Arayışlarını, bulduklarını paylaştılar; bu kâğıt, avladıkları mânâ üzerine kondurduğu kelimelerle doldu; birkaç inci hikmeti sizinle paylaşabilmişse paha biçilmez bir şevk duyacak…

Şükürler olsun on bir kişilik meclisten çıktığında ikindi ezanı okunuyordu; şükre, namaza yürüdü.

23.10.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Dolduruşa gelmeyelim



Önce korucularla köylüleri, sonra 13 askerimizi şehit eden saldırılar Türkiye’yi bir anda alabora etti, terörü gündemin ilk sırasına taşıdı ve yegâne çözümün sınırötesi operasyon olduğu yönünde bir kamuoyu oluşturularak bu atmosfer içinde tezkere Meclisten geçirildi.

Tezkerenin kabulünden dört gün sonra, tam da referandum günü gerçekleştirilen ve 12 askerimizin daha şehadetiyle neticelenen son saldırı ise, Türkiye’yi bir an önce tezkereyi kullanıp Kuzey Irak’a girerek harekât yapmaya zorlama amaçlı dehşetli bir provokasyon gibi görünüyor.

Belli ki, hedef ne olursa olsun bizi Kuzey Irak batak ve tuzağına çekip, PKK’nın ötesinde Bağdat’la, bölge Kürtleriyle karşı karşıya getirmek.

Peki, böyle bir karşı karşıya gelmenin neticeleri ne olur? Tasavvuru bile tüyleri ürpertiyor.

Onun için, Türkiye’nin de, Bağdat’ın da, Kuzey Irak Kürtlerinin de, PKK kullanılarak sahnelenen tehlikeli oyuna karşı çok dikkatli olmaları, dolduruşa gelmemeleri, sağduyu ve sükûnetle hareket ederek bu tuzağı bozmaları gerekiyor.

Son saldırıya bu gözle ve daha dikkatlice bakılırsa, medyada estirilen havayla gözardı edilen veya belki de kasıtlı olarak gözardı ettirilmek istenen bazı önemli noktalar fark edilebilir.

Dağlıca olayıyla ilgili olarak medyanın saatler boyu verdiği bilgi, yine bir baskın olduğu yönündeydi. Şehit sayısı 16’ya çıkarılırken, ayrıca 10’u aşkın kayıp askerden söz ediliyor, bu askerlerin teröristlerce kaçırıldığı ileri sürülüyordu.

Ancak gecikmeli gelen Genelkurmay açıklamasında şehit sayısı 12 olarak bildirildi, 8 kayıp bilgisi ise dün verildi.

Açıklamalardaki önemli bir nokta da, 12 şehidin teröristlerle girişilen çatışmada verildiği ve 34 teröristin de etkisiz hale getirildiği bilgisiydi.

Genelkurmay’ın, terör olayları ve şehitlerle ilgili haberlerde, teröristlere verdirilen kayıpların daha ziyade öne çıkarılması noktasında öteden beri özel bir duyarlılık içinde olduğu bilinmekte.

Son açıklamadaki “32 terörist etkisiz hale getirildi” ifadesi de bu hassasiyetle ilgili olsa gerek.

7 Ekim’deki 13 şehit olayı duyurulurken de, operasyonların devam ettiğine vurgu yapılmıştı.

Buradan çıkaracağımız en önemli neticelerden biri, Genelkurmay’ın sınırötesinden önce sınıriçi operasyonlara yoğunlaştığı, çatışmaların bu sebeple şiddetlendiği, şehit sayısının da buna bağlı olarak yükselişe geçtiği tesbiti olmalı.

Tabiî, bu sınıriçi operasyonların, özellikle sınıra sıfır noktasında bulunan Dağlıca bölgesi örneğindeki gibi, kendi akışı içinde sınırötesine dönüşmesi ihtimali her an gündeme gelebilir.

Hele Meclisten tezkere de çıktıktan sonra...

Operasyonların sınırötesine kayması halinde, Allah korusun, şehit sayısının çok daha yüksek sayılara çıkmayacağının ise hiçbir garantisi yok.

Böyle bir durumda, şimdiki şehitleri sınırötesi operasyon için istismar edenler ne yapacaklar?

Bu defa bütün dünyaya mı savaş açacaklar?

Onun içindir ki, Türkiye’deki ortak sağduyu ve basiretin, şehit cenazeleri istismarıyla çalınan savaş tamtamlarına asla prim vermeden, hadiseyi son derece dikkatli ve sakin bir kararlılıkla ele alıp takip etmesi ve dolduruşa gelmemesi son derece kritik ve hayatî bir önem taşımakta.

Bu vesileyle, bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet, geride kalanlarına sabır niyaz ediyoruz.

23.10.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Tezkereye psikolojik mukabele mi?



PKK’nın silâhlı isyana başladığı 1984 yılından beri bu mesele en büyük tırmanışlarından birisini yaşıyor. Belki de Türkiye’nin bir ay içinde bu kadar kayıp verdiği nadir aylardan birisini yaşadık. Türkiye aylardan beri sınır ötesi operasyonu tartışıyor. Bu tartışmaların bir semeresi olarak Meclis tezkereyi çıkardı. Önemli olan bunun nasıl ve ne şekilde kullanılacağıdır. İşte bu tezkerenin içte ve dışta meydana getirdiği psikolojik etkisini kırmak için PKK kendisi açısından isabetli bir zamanlama ile sınır içinde bir eylem yaptı ve bazı askerlerimiz şehit oldu bazıları da kaçırıldı. Kaçırılanları üç ihtimal bekliyor. PKK bunları elinde tutarak Türkiye’ye psikolojik bir baskı yapabilir ve psikolojik unsur olarak onları kullanabilir. Ailelerinin üzüntüsünü istismar edebilir. İkincisi, onları hunharca infaz etmesidir ki bu da intikam ve caydırıcılık amacı taşıyabilir. Üçüncüsü de, kestireceği muayyen bir takvim içinde onları serbest bırakarak kamuoyunun sempatisine hitap edebilir. Türkiye tezkereden sonra maalesef gafil avlanmıştır ve bunun teknik sorumluları mutlaka bulunmalı ve cezalandırılmalıdır.

Psikolojik unsurun dışında PKK’yı yeniden eylem yapmaya sevk eden amiller ve unsurlar nelerdir? Bu husustaki en güzel değerlendirmelerden birisini İngiliz gazetesi The Independent yaptı. Ümitsiz saldırıyı PKK’nın çaresizliğine bağladı. Mehmet Ali Şahin’in de böyle bir yorumu vardı. Çaresizlik sebebiyle örgütün çatışma alanını yaymaya ve Türkiye ile Kuzey Iraklı Kürtleri ve mümkünse Amerikalıları karşı karşıya getirmeye çalıştığını yazdı. Aslında bu yorum Sefin Dizai’nin de yaklaşımı. Bununla birlikte, PKK ile Türkiye arasındaki bu oyun ikili bir oyun değil, başka aktörlerin ve faktörlerin de yer aldığı çok yönlü bir stranç oyunudur. Bu stranç oyununun içinde çok yönlü iç ve dış taraflar var. Elbette Kuzey Irak’ın beylik yönetimlerinin bunda kabahatleri var. ABD ve Barzani ve Talabani güçleri hem tek yanlı operasyonlara karşı çıkıyorlar, hem de ortak operasyona yanaşmıyorlar. Bunun yerine maalesef Türkiye’yi PKK ile masaya oturmaya davet ediyorlar. İki tarafı siyaseten eşitliyorlar. Bu da hadlerinin bildirilmesini gerektiren ek faktörler arasındadır. Yanlışlıklarına bir de küstahlıklarını ekliyorlar. Sıra Türkiye’ye gelince sınırda tedbir alıyorlar ama PKK’ya gelince sınır kevgir gibi. Bunu da PKK karşısındaki acziyetlerine bağlıyorlar. Dolayısıyla tutarlı olmak bir yana Türkiye’ye karşı hasmane bir politika izledikleri aşikâr.

***

PKK’nın çaresizlik çıkışlarının arkasında bazı gerçekler yatıyor. Bunlardan birincisi, örgütün güneydoğudaki potansiyel tabanının üzerine siyasi olarak AKP’nin oturmuş olmasıdır. İkinci olarak, Türkiye’nin Kuzey Irak ve örgüt üzerine askeri baskısıdır. Bunlar karşısında örgüt paniklemiş ve çıkış aramaktadır. Bu baskı karşısında, Barzani ve Talabani güçleri PKK’dan silâhlarını bırakmasını ve bölgelerini terketmesini istiyor. Bu sıkıştırma ve çaresizlik karşısında örgüt varlığını ispat etmeye ve gücünü göstermeye yeltenmiştir. Bununla birlikte, bu saldırı Türkiye’yi bir tercih noktasına getirmiştir. Washington Post gazetesinin de yazdığı gibi bu saldırı (ambush) askerî operasyon baskısını arttırmıştır. Hükümet ve asker üzerinde bir kamuoyu baskısı oluşturmuştur. O halde kısa ve uzun vadeli veya psiklojik veya askerî düzeylerde nasıl bir tavır takınmak gerekmektedir? Türkiye PKK’nın meydan okumasına elbette bir mukabelede bulunmalıdır. Ama operasyonun hacmini, zaman ve zeminini tepkiye göre değil, umulan etkiye göre kendisi belirlemelidir. İlk etapta küçük ve düşük tutulmasında fayda var. Ancak yabancı gazetelerin yazdığı gibi bir toplumsal baskı bir de zaman baskısı vardır. Bölge ağır kış şartlarına girmek üzeredir ve kışın askerî operasyonları sürdürmek daha zordur. Zaten PKK’nın istediği hesapsız kitapsız tepkidir. ‘Erken doğum yaptırma’ denildiği gibi operasyonu manipüle ederek etkisizleştirme çabası içindedir. Buna verilecek en iyi cevap, bir anlık bir de gerçek cevaptır.

Türkiye gerçek cevabını kapsamlı bir operasyon şeklinde vaktini kendisi tayin ederek vermelidir. Bu hususta makro planı da olmalıdır. İnsiyatifi örgüte kaptırmamalıdır. Aksi takdirde, öfkeyle kalkan pişmanlıkla oturur. Psikolojik gereklerle askerî gerekleri birbirinden ayırmak gerekir. Sağduyuyu ve soğukkanlılığı elden bırakmamak lâzım.

***

Bu hususta hükümetin yaklaşımı dengeli ve olgun gözükmektedir. Buna mukabil, medya yangının üzerine benzinle gitmektedir. Bu da kamuoyu beklentisini ve baskısını artırmakta ve müteselsilen yanlış yapma ihtimalini artırmaktadır. 2006 yılında Hizbullah’ın İsrail askerlerine karşı giriştiği kaçırma ve öldürme faaliyetinden sonra tehevvüre kapılan İsrail hükümeti ve genelkurmayı yanlış üzerine yanlış yapmıştır. Zafer, gücü zamanında ve yerinde kullanmaktan ibarettir. Aksi takdirde, yanlış kullanılan güç zaferin değil, hezimetin anahtarı olur. Psikolojik faktörü de elbette unutmamak gerekir.

23.10.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Terör belâsı



Kamuoyunu geren, sinirleri tahrip eden, anlayış ve kavrayışı çaresizleştiren ciddî bir sınavla karşı karşıyayız. Terör illetini bu milletin başına belâ eden unsurların azalacağı yerde azgınlaştığı ve kör düğümlerin açmazında bunaldığımız hallerin pençesine itiliyoruz.

Arkası karanlık, önü de bulanık bir sürecin cana kıyan, milleti bezdiren, tahriki güçlendiren bir sürece sürükleniyoruz.

Her acı, her yürek dağlayan hazin tablo ve ruhumuzu kafesleyen katliâmlar karşısında afallıyoruz, tuhaflaşıyoruz. Nefret dalgası içimizde büyürken, nereye boşaltacağımızın hıncı ve hırsı ile doluyoruz. Buraya kadarki insan psikolojisini, mağdur milletin infialini ve bitmeyen terör senfonisinin yaşamayı acılaştıran bütün kesitlerini anlıyorum, yaşıyorum.

Şimdi başka bir soru ile devam etmek istiyorum:

Acıyı katmerleştiren bu vaziyet karşısında, bundan sonrası için çare noktasında neler yapılabileceğine dair tatmin edici bir tedbire hazırlanıyor muyuz? Bunun canı giden, “ateşin düştüğü yer” mi düşünecek? Ben mi çözeceğim, yoksa bu vak’aların yaşandığı her süreçteki ilgililer mi yapacak? Ya da beraberce sorumluluklarımızın farkına varacak mıyız? Bugüne kadar ne yaptık da, içinden çıkılmaz bu noktaya geldik?

Hatalarımız, sevaplarımız, tedbirlerimiz ve tehditlerimiz içinde neleri hesaplayamadık?

Bu ıztırap kazanında, daha ne kadar kaynayacağız? Karıştırıcılardan, ateşe odun sürenlerden, suyu ısıtırken bizi yakanlardan ve geleceğimize alçakça uzanan bu vahim ihanetlerden, nasıl ve hangi metotlarla kurtulacağız?

Her defasında olağanüstü toplantılar, benzer tekrarlar ve değişmeyen vahim sonuçlar karşısında, bir milleti aciz bırakan tedbirsizliklerin ve beceriksizliklerin de bir payı var mı?

İhanetin kuşatması karşısında, topyekun çare zemininde kimlerle kucaklaştık, hangi sivil toplumu cepheye sürdük, hangi insanî projeye dört elle, kesintisiz sahip çıktık?

Hangi cemaat ve kanaat önderinden yardım istedik? Hangi insan eğitimine başladık? Can yakanlar otuz yıldır kan döküyor. Neredeyse onar yıl arayla dört neslimiz bu terör kuyusuna ya kurban gidiyor, ya da katil oluyor.

Bu ne durdurulamaz bir kan, ne önlenemez bir şiddet, ne kırılamaz bir caniler sürüsü ki, sonuca gidemiyoruz.

Sınır güvenliğini bunca yıldır çözüme kavuşturamamak, hayatı çaresiz kılmak ve sonunda getirip, Irak’ın belirsizliğine düğümlemek... Gerçekten içim burkuluyor.

Bunun ciddî bir sebep olduğunu kabul ediyorum. Ancak hiçbir şey, yeni değil. Terör kıskacı otuz yılını deviriyor. Örgütlenme karşısında, onun hızını kesecek sosyal, kültürel, ahlâkî, imanî ve insanî beslenmeyi yapıp, güvenlik kuvvetlerinin arkasında sosyal moraliteyi yükseltecek bir çalışma, bir sosyal perspektif, bir siyasî analiz, bir arama konferansı, bir eksiği gediği yorumlama demokrasisi ortada yok.

Olan bana oluyor. İnsanıma oluyor. Ülkeme oluyor. Tek gözlü bakışın ve ısrarında, yanlışı durdurma zafiyeti var.

Bu yazının hacmini, terör belâsının katil oyuncularıyla doldurmak istemiyorum. Terörü durduracak ve halkı rahatlatacak, geleceğimizi ümitli kılacak çareler dizisini senaryolaştıracak insanlara seslenmek istiyorum;

Yıllar yılı neden bunları yapamadınız? “Acaba neden durduramıyoruz” dediğimde, ihaneti besleyen bütün unsurlarda ve ittifaklarda yetkililerimizle sizinle hemfikir olabilirim. Beşer farkıyla ayrışmalar olsa da, genel anlamda katılırım. Dış güçler, ABD, iç destekçiler, vs.

Başka? Bizim yapacağımız ne? Sadece operasyonla, güvenlik güçlerinin ağır şartlar altında ölümle burun buruna yürüteceği çatışmalar ve engellemeler yeterli mi?

Başka yapılacak ek tedbir yok mu? Daha caydırıcı nasıl olunabilir? Toplumsal mutabakat ve millî birlik içinde, demokrasiyi tahrip etmeden ve terörle beraber terörü besleyen kaynakları kurutacak bir stratejik plan var mı?

Bölge halkını, teröristten; bölücüyü, bölgenin kalkınmasını talep eden ve demokratik düşünenden ayırt eden bir yaklaşım ve çareler dizisi bugüne kadar belirginleştirilebildi mi? Bunu tahrik edecek mekanizmalara frenleme getirilebildi mi?

Ocakları sönen ailelere, onları gayzın içinden çekecek ve manen rahatlatacak kalıcı bir destek hizmeti olabildi mi? Mağdurlar ne kadar toparlanabildi? Acaba ne yapılmak isteniyor? Bu vahşet, kimleri besliyor? Zımnen kimlerin inisiyatifini arttırıyor? Ülke, kalkınırken neleri durduruyor? Neleri öncelikli hale getiriyor?

Allah bu milletin birliğine ve dirliğine zeval vermesin. Buna kast eden ihanetin her türlüsüne müsaade etmesin. Şimdi yürekten bir duâ, tedbir ve kenetlenme zamanı.

23.10.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Ajitatif...”



Hakkari Yüksekova Dağlıca’da kalabalık bir terörist grup tarafından 12 şehid ve on yedi yaralıyla sonuçlanan saldırı, Türkiye’yi sarstı. Aylardır tartışılan referandumu bile geri bıraktırdı.

Saldırının bir kuşatma olduğu ve halkı gâleyana getirmeyi amaçladığı ilk bakışta anlaşılıyor. Kamuoyunu öfke ve infiale sürükleyip provokasyonlara itmeyi hedeflediği açıkça sırıtıyor...

Şimdiye kadar “sınır ötesi askerî harekât”ın hararetli savunucuları bile, saldırının şekli ve zamanlamasının Türkiye’yi bataklığa çekme maksadını taşıdığını belirtiyorlar.

Başbakanın ilk tepkisinde, medyaya ajitatif değerlendirmelerden sakınılmasını söylemesi bunun ifâdesi.

Belli ki sözkonusu eylemler plânıp tek tek sahneye konuluyor.

Özetle, Irak’ı işgalle saplandığı bataklıktan çıkamayan ABD, anarşi ve terörle dağıttığı ve parçalanma eşiğine getirdiği Irak bataklığını Türkiye’ye ihâle etme peşinde. Bunun için evvelemirde Türkiye’yi bu bataklığın içine çekmek istiyor...

Erdoğan, “ajitasyon”a dikkat çekiyor; lâkin garip bir tazda bu kışkırtmanın nereden üflendiğine değinmiyor...

* * *

Oysa artık gün gibi âşikâr ki, Amerikan savcılarının ve resmî makamlarının itiraflarıyla, elinde Amerika’ya ait her türlü ağır ve hafif silâh bulunan terör örgütü, yalnız Kuzey Irak’tan değil, bizzat işgalcilerden destek görüyor.

PKK aracılığıyla Türkiye’ye karşı bir örtülü savaş yürütülüyorsa, bu savaşın muharriki, salt işgalcilerin işbirlikçisi ve kuklası olan Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetim değil. Hele Amerikan karargâhlarıyla Cumhurbaşkanlığından Başbakanlığa kadar en üst mercilerin ofislerinin bulunduğu koruma altındaki “yeşil hattı” dahi koruyamayan ve kendi güvenliğini sağlamakta âciz kalan merkezî Irak hükûmeti hiç değil...

Asıl ajitasyon, peşmergeleri kullanan ve yüzbinlerce coniyle, büyük bir işgal gücüyle Irak’ı güdümüne alan ağababalarıdır. Bunu artık herkes biliyor. Kısacası, terörü himâye edip Türkiye’nin üzerine salan asıl mihraklar meydanda...

Ne var ki Başbakan da, hükûmet sözcüleri de hâlâ bundan tecâhül-ü ârif ediyor...

Gerçek şu ki zâhiren karşı çıkmasına rağmen ABD, Türkiye’nin Irak’a girmesini istiyor. Bütün senaryolar bu plân üzerine kurulu. “Kısmî operasyon”a yeşil ışık yakması da bunu gösteriyor.

Bu projeye göre, Türkiye kamuoyu provokasyonlarla ajite edilerek, çıkarılan “tezkere” üzerinden Irak’a girmeye tahrik edilecek...

Bizzat Başbakan’ın ifâdesiyle daha sınır içinde binlerce terörist dururken, son saldırıyı yapan teröristlerin Amerikan uydu sisteminin referansıyla “Irak’tan sızdıkları”nın özellikle vurgulanması bunun için.

Ancak her defasında itidali öneren hükûmet, bu kez ne yazık ki bu ajiteye hazır hale geldiğinin işâretlerini veriyor. İşin garibi, Bahçeli ve Baykal da, Meclis’in verdiği yetkinin derhal Irak’a girmek olduğunu ileri sürerek hükûmeti zorluyorlar.

Bu açıdan Başbakan’ın bir yandan, “ajitatif değerlendirmeler”den ve rastgele “suçlu” arama gayretinden kaçınılmasını söyleyip, diğer yandan “sınırötesi harekâtı” önceleyen ve ”tezkere bugünler için çıkarıldı, gereken bedeli ödemeye hazırız” demeci, çelişkinin ötesinde büyük bir tehlike taşıyor. Bu ajiteye gelindiğinin sinyali gibi görünüyor.

Keza Adalet Bakanı Şahin’in, saldırının duyulduğu sıcak saatlerde Meclis’in tezkere ile hükûmete verdiği yetkinin titizlikle yerine getirileceğini kaydetmesi, gittikçe oyuna gelindiğinin tezâhürü oluyor...

* * *

Bu arada Barzani ve Talabani, bu ateşin üzerine benzin döküyorlar.

Hâlâ terör örgütünü suçlamayan Talabani, “Irak Cumhurbaşkanı” sıfatıyla, PKK için “Onlar kendi bölgelerinde, yetki alanımızda değil” diye örtülü savunuyor. Barzani, PKK’yi terör örgütü olarak görmediğini ve Türkiye’nin girmesi halinde Amerika’yı takmayarak karşılık vereceklerini bildiriyor.

Bush ise, bölgede yegâne işgal işbirlikçileri olarak palazlandırdırıp Bağdat’tan kopardığı emrindeki Kuzey Irak yönetimine, dilinin ucuyla “PKK’ye karşı harekete geçin” diyor. Dışişleri Bakanı Rice ise, Erdoğan’dan “birkaç günlük süre” istiyor...

Peki, Kuzey Irak yönetimi, Bush’u dinleyecek mi? Daha önce Ankara’nın istediği 150 terör örgütü elebaşını teslim ettirmeyen Amerikan yönetimi, bunu nasıl sağlayacak? Dahası, bunda ne kadar samîmî?

Sonra, terör örgütü, Irak’ın yetki alanında değilse kimin yetki alanında? Talabani bununla ne demek istiyor?

Anlaşılan göz göre göre Türkiye bir savaş tuzağının içine itiliyor...

Halbuki, “münâfıkları Müslümanlara musallat eden ecnebi zâlimlerin, milyonlarca mâsumların kanıyla yoğrulmuş kuvvet ve kılınçlarından bir fayda gelmediği” tarihin tespitiyle ortada..... (Lem’alar, 155, Kastamonu Lâhikası, 161)

Türkiye, ajitasyona gelmemeli...

23.10.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Terör gölgesinde referandum



22 Ekim 2007 Pazar günü gerçekleştirilen referandum, kanlı terör saldırısının gölgesinde kaldı. Kanlı terör örgütünün Hakkari’de gerçekleştirdiği saldırıda 12 askerimiz şehit oldu. Bu vesile ile şehitlerimize Allah’tan bir defa daha rahmet dilerken, ailelerine ve yakınlarına da sabr-ı cemîl niyaz ediyoruz.

Bir önceki terör saldırısından sonra konuşan hükümet yetkilileri, özetle; “Sözün bittiği yerdeyiz, terörü önlemek için artık ‘söz’ değil, ‘icraat’ yapacağız, icraat bekliyoruz” anlamında ifadeler kullanmışlardı. Aradan geçen kısa sürede, terörün azdığı görüldü.

Çeyrek asrı aşan terörle mücadelede nelerin yapıldığı, nelerin eksik bırakıldığı ciddî anlamda masaya konulmalıdır. Bu muhasebe yapılamadığı sürece, terörün kökünün kazınamayacağı anlaşılıyor.

Tekrar ifade edelim ki, terörle mücadele hem uzun süren, hem de çok zor bir mücadeledir. Zaten ‘kolay’ olsa her ülke bu mücadeleyi kısa sürede neticeye bağlayabilirdi. Ancak mücadelenin ‘zor’ olması, terörün hiç önlenemeyeceği, ömür boyu kan akacağı, bunun da ‘normal’ olduğu anlamına gelmez. Türkiye’yi idare edenlere düşen görev, bu zor vazifeyi en uygun şekilde yerine getirmektir. Vatandaşın beklentisi ve umudu budur.

Kanlı terör saldırılarını yorumlayan ‘uzman’lar o kadar farklı yorumlar yapıyor ki, konu; anlaşılması yerine daha fazla anlaşılmaz hale geliyor. Vatan evlâtlarının şehit edilmeleri sonrasında vatandaşın galeyana geldiği, hemen her şehirde ‘teröre karşı yürüyüş’ler düzenlendiği de görülüyor. Toplumun teröre tepki göstermesi elbette gereklidir, ancak bu konuda da dengeli ve tedbirli olmak gerekir. Hedefini ve maksadını şaşıran tepkiler, neticede yeni terör dalgalarına kaynaklık edebilir. Başta cumhurbaşkanı olmak üzere, Türkiye’yi idare edenlerin; halkı bu noktada uyarmaları, bunu yaparken de ‘kılı kırk yarmaları’ beklenir.

Elbette siyasî partilere de büyük görevler düşüyor. “Bu kargaşadan ne kadar oy devşiririm” şeklindeki bir yaklaşım, ne böyle düşünen partilere, ne de Türkiye’ye bir fayda sağlamaz. Geçmişte yaşanan hadiselerden bu noktada da ibret ve ders almak lâzım. “Birinin hatasıyla, başkası, anne-babası, kardeşleri, hemşehrileri mes’ul olmaz” prensibi asıl bu günlerde akılda tutulmalıdır. Zaten terörün yaptığı da ‘birileri’ne kızıp, başka ‘birilerini’ katletmek değil midir?

Alevlenen terörün, Türkiye’nin başına yeni gaileler, belâlar ve tuzaklar kurmak isteyenlerin planları olduğu hiçbir zaman unutulmamalı.

Pazar günkü referanduma yeteri kadar ilgi gösterilmemiş olması da, artan terör ve son günlerde yapılan yorumların sonucudur. Yapılıp yapılmayacağı bile son haftada kesinleşen referanduma katılım nisbetinin düşük olmasına şaşmamak lâzım. Buna rağmen neticenin ‘evet’ olması, İnşallah hayırlı neticelere sebep olur. Referandumun neticesini gölgelemek için daha ilk günden tartışmalar başlatıldı. Huzur içinde kalkınmayı Türkiye için ‘lüks’ bulan anlayış, bu referandumun neticesini de görmezden gelme eğiliminde. Ama ne olursa olsun, suların tersine akamayacağı bir defa daha görüldü.

Terörün ‘çıkmaz sokak’ olduğunu, teröristlerin ve onların destekçilerinin de görmesini temennî ediyoruz.

23.10.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Eğlenceye paydos



Kanlı terör saldırısı sonrası televizyon yayınları bir anda değişti. Atv yayınını keserek “Siyaset Meydanı”yla konuyu gündeme getirdi.

Bir anda diğer kanalları “paşa”lar ve “emekli generaller” sarıverdi.

Hepsi “sınırötesi” harekâttan bahsediyor. Emekli generaller şehit edilen askerlerin bulundukları yerin coğrafî konumunun çok sert ve çetin olduğundan bahsederken, sınırötesi harekâta da tam gaz destek verdiklerini söylüyorlar. Bana çelişki gibi geldi.

Show TV “Deliyürek”in “Bumerang Cehennemi”ni ekrana getirdi. Her ne kadar filmdeki karakterlerin “gerçekle yakından uzaktan hiçbir ilgisi yoktur” dense de yer yer siyasi içerikli mesajlar Türkiye’de yaşananların “hayal” olmadığını ortaya koydu.

*

Terör saldırılarından sonra eğlence programlarının iptal edilmesi yerinde bir karar.

Bu acı gecede televizyon kanalları mümkün olduğu kadar “hassas” davrandı.

Çünkü yayınlanması gereken programlar özellikle ratingin tavan yaptığı programlardı.

Buzda Dans ve Pazar Keyfi yerine Kan Uykusu belgeseli ekrandaydı (Show TV). Ne yalan söyleyeyim, bu belgeseli izleyince irkiliyorum. Çünkü programda “kan” isminin geçmesi bile insanın tüylerini diken diken etmeye yetiyor.

Star TV’de Popstar Alaturka yoktu. Özellikle atv’nin ağır toplarından İbo Şov programı iptal edildi.

TRT de yayın akışını değiştiren kanallardandı. Eğlence programı yerine Kurtuluş belgeselini yayına koydu.

Peki ya referandum?

Gölgede kaldı. Haber saatlerinde sadece iki veya üçüncü haber olarak geçti.

Halbuki Türkiye’nin kaderini değiştirecek bir öneme sahipti ve “es” geçildi.

Rating sıralamasına baktığımızda;

Birinci, “Türkiye Yasta, Özel” (Kanal D),

İkinci, atv Ana Haber Bülteni,

Üçüncü, Terör Zirvesi (Show TV)….

Sırasıyla; Yaprak Dökümü, Deli Yürek, Siyaset Meydanı, Fikrimin İnce Gülü, Spor Gündemi… olarak kayıtlara geçmiş.

*

Gün “emekli generallerin günü”ydü. Ancak böylesi hassas günlerde “emekli paşa”lar sözlerine dikkat etmeli. Eski günlerini anarak sanki hemen “sınır ötesi” operasyonuna girilecek edasıyla konuşmamalı.

Hem bu günlerde en çok konuşulması gereken iki önemli noktayı gözden ırak tutuyoruz:

Demokrasi ve insan hakları…

Bunları konuşmak çok mu zor geliyor sahi?

23.10.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İlmin gereği yapılmazsa



Her nimetin bir bedeli, külfeti ve sorumluluğu vardır. Mala sahipseniz zekât vermekle yükümlüsünüz, vermediğinizde ise büyük bir vebal altında kalır, günaha girersiniz.

İlminiz varsa, diğer insanlara göre birşeyler biliyor, hak ve hakikatten haberdarsanız, onu insanlara anlatmak, duyurmakla mükellefsiniz demektir.

Belki sizin anlattıklarınızla doğruyu, hakkı hakikati tanıyacak, yolunu düzeltecek; Allah’a, dine, imana, Peygambere, Kitaba sarılacak, huzur dolu bir iklime girecek nice insan var. Mükâfâtı çok büyük bu hizmetin. Allah Resûlü Aleyhissalâtü Vesselâm buyurmuyor mu? “Senin vasıtanla bir kimsenin hidayete, doğru yola kavuşması sahralar dolusu kırmızı develere sahip olmak (veya onları sadaka olarak vermekten) daha hayırlıdır”1 diye.

Böyle bir sevap kaçırılmaz. Bir kimsenin belki hidayetine vesile olamazsanız da ona doğruyu göstermenin sevabını mutlaka kazanırsınız. Hani öyle peygamberler gelmiş, bir kaç tane ümmeti olmuş veya hiç olmamış, ama peygamberlik sevabını yine almışlar.

Şöyle etrafınıza bir bakın, bu hakikatlerden haberi olmadığı için teröre bulaşmış sefahet, zararlı alışkanlıklar ve ahlâksızlığın girdabına düşmüş, insanlıktan uzaklaşmış; kendisi, ailesi ve toplumun huzurunu katletmiş nice insan var. Bunları gördükçe, duydukça yüreğiniz cız eder. “Acaba ben insanı insan yapan, melekleri dahi geride bırakacak, onların dahi saygı duymalarını sağlayacak kadar insanlık tahtına oturtan, kelimenin tam mânâsıyla medenî; sevgi, şefkat timsali bir insan hâline getiren, insanların mutluluğu, refahı için koşan kimseler yetiştirmeyi hedef edinmiş bir kişi olarak gerekenleri, üzerime düşenleri hakkıyla yapıyor muyum?” muhasebesi içerisine girdiğinizde, “Ben hakkıyla görevimi yaptım” diyebiliyor musunuz? Yoksa, “Maddeten ve mânen şunları şunları yapabilirdim!” mi diyorsunuz?

Bildiklerimizi anlatma gayreti içine giremediğimiz, bir kısım insanlara ulaşamadığımızdan dolayı bazı kimseler dalâlet veya sefahet içinde kalmışlarsa vebal ve sorumluluğumuzu bir düşünelim.

Peygamberimiz (a.s.m.) bildiklerini gizleyen insanlara Kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacağını bildiriyor. Hele hele bunlar insanların kurtuluşuna vesile olan hakikatlerse… Buyururlar ki: “Her kime, bildiği bir mesele sorulur, o da bunu söylemeyip gizlerse, Allah ona Kıyamet günü ateşten bir gem vurur.”2

Her nimetin bir şükrü, karşılığı olduğu, hakkı verilmediğinde de vebalinin büyük olduğu unutulmamalı.

Dipnotlar: 1- Buharî, Cihad: 103; Müslim, Fezâilü’s-Sahabe: 34.

2- Tirmizî, İlim: 3; Ebû Davud, İlim: 9.

23.10.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ekonomik güç ve ihlâs



Sahibüzzamanın teşhis ve tesbitidir:

Eski devirlerde İslâmiyetin terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak, inadını kırmak ve tecavüzatını def etmekle mümkündü. O da silâh ve kılıçla olmuş.

Günümüzde i’lâ-yı kelimetullah, Allah’ın dininin, İslâm medeniyetinin yükselmesi ekonomik güce bağlı… Yani, istikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet, maddî terakkî, hak ve hakkaniyetin mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.1

Müslümanların, dolayısıyla cemaatî hizmetlerin terakkîsi de ancak ekonomik güçle, ilim ile, teknoloji ile mümkün. At arabası treni, tren otobüsü, otobüs taksiyi, taksi uçağı geçemez. Çağın ilmî gelişmelerini, teknolojisini, vasıtalarını, silâhlarını (medeniyet harikalarını), kullanamayan ilerleyemez. Bilâkis, ecnebilerin boyunduruğu altında kalır. Müslümanlar, fen ve sanayi silâhıyla perişan edilmiyor mu?

Ancak, meselenin mânevî boyutu, ekonomik, yani maddî güç neyle ve nasıl elde edileceğidir. Gerçek huzur, mutluluk, safi lezzet, ihlâsa bağlı olduğu gibi, maddeten terakki de ihlâ000sla mümkün. İslâm literatüründe çok geniş anlamı olan ihlas;

• Halis, samimi, içten, riyasız, karşılıksız davranmak, sevgi beslemek, bağlanarak ve gönülden yapılan iş, fiil ve ibadettir. Yani kendini işine vermek, onda fani olmak, ibadeti de maddî çıkar beklemeksizin sırf Yaradan’ın rızasını gözeterek yapmaktır.

• İhlâs; riya karışmamış samimi ibadettir.2

• İhlâs; düşünce, davranış, hal, hareket, faaliyet ve ibadetlerde iç bütünlüğü yakalayıp kendini o işe vermek, onda fâni olmak ve duygusal veya inanç gücünü pozitif kullanmaktır.

• İhlâs; hal, davranış biçimleri, iş, hizmet, çalışma ve ibadetlerde şahsî, nefsî çıkarları amaç edinmeksizin başkalarının faydasını ve yalnız Allah memnuniyetini gözetmektir. Bir anlamda, aleyhinde gibi gözükse de gerçekler nasıl gerektiriyorsa o davranışı sergileyebilme gücüdür.

• Soylu bir davranış biçimi olan ihlâs, hayatımızın her safhasında hâkim olması gereken en yüce bir özellik, bir haslettir.

• Aynı zamanda hakperestlik olan ihlâs, İslâmiyet’te mühim bir esastır ve tevhid, yani Allah’ın varlığının, birliğinin, sonsuz isim ve sıfatlarının insanda yansımalarıyla da ilgilidir.

Bu tanımların ışığında bakıldığında, olumlu bütün davranış, söz ve hareketlerin ruhu ihlas olduğu gibi, ibadetlerin de ruhu ihlâstır.3 Bu ne demektir?

Bir canlının ruhunun bedeninden çıktığını farz ediniz. Ceset, çuval gibi yere yığılır. İhlassız davranışlar ve ibadetler de cesetlerden farksızdır. İhlâs, makinenin, motorun, cihazın elektriğidir veya yakıtıdır. Elektrik ve yakıt olmaksızın sonuç alamadığımız gibi, söz, fiil ve ibadetlerimizden de ihlâs olmaksızın verim almamız imkânsızdır.

Birbirini tenkit edip hubb-u câh (şan, şöhret, makam, mevki sevgisiyle) hareket edip; tama/açgözlülük ile başkalarının ayağına çelme takanlar ihlâslı hareket edebilir mi? İhlası kazanamayan, manevî ve ekonomik güç elde edebilir mi? İ’lâ-yı Kelimetullah’ı (Allah’ın dinine, İslâm medeniyetine hizmeti) gerçekleştirebilir mi?

Dipnotlar: 1- Hutbe-i Şamiye, s. 41.; 2- Osmanlıca-Türkçe Lügat, Yeni Asya Neşriyat, s. 518. ; 3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 142.

23.10.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Hür irade gölgelenmek isteniyor



Kanlı saldırılar öyle bir zamana denk getirildi ki, olanı biteni şüpheyle karşılamamak elde değil.

Evet, zamanlama son derece önemlidir.

Zamanlamaya bakınca, şiddetlendirilen saldırıların, 21 Ekim referandumunu gölgelemesi, sınır ötesi harekâtı çabuklaştırması, yeni anayasa çalışmalarını rölantiye kaydırması ve halkı galeyana getirmesi gibi, taktik ve stratejik hedefleri olduğu açıkça görülüyor.

Dolayısıyla, saldırıyı yapanlar ve teröristleri azmettirenler her kim olursa olsun, asıl maksadın sadece "kan dökmek"le sınırlı olmadığı kendiliğinden anlaşılmış oluyor.

* * *

Gariptir ki, bir an evvel sınır ötesi harekâtın başlamasını isteyenlerin ekserisi, aynı zamanda referandumun yapılmasına karşı çıkanlardır.

Bunlar, referandumu durdurmaya, yahut rayından saptırmaya güç yetiremeyince, bu kez dönüp vargücüyle "hayır" oylarının artması için çalıştılar.

Şükür ki, buna da güçleri yetmedi ve "evet" oyları "hayır" oylarını katladı. Netice, 31'e 69'la "evet" oldu.

Yine ne tuhaftır ki, hür iradeyi küçümseyen ve demokrasiden hazzetmeyen aynı kesimden bazıları, tuttu bu kez % 69 "evet" oylarını küçümsemeye, hatta bu referandumun iptali yönünde fikirler, temenniler serdetmeye başladı.

Onlara göre, % 67 civarındaki referanduma katılım oranı az imiş.

Samimiyetsizliğin, ciddiyetsizliğin bu kadarına pes doğrusu.

Hiç şüphe edilmesin ki, aynı katılım oranına göre, şayet "hayır" oyları % 51 dahi olsaydı, bu kimseler kar savurtturacak ve "evet"çilere, yani muhaliflerine dünyayı dar edeceklerdi. Tıpkı, 1961 ve 1982 referandumları esnasında yaptıkları gibi...

Gayet iyi biliyoruz ki, o tarihlerde onların dikte ettirdiği anayasaya red oyu verenler, âdeta "vatan hainleri" ile eşdeğer tutulmuşlardı.

* * *

Hiç kimse çıkıp da, 21 Ekim'de yapılan referandumun neticesini küçük görmeye ve mesajını gölgelemeye kalkışmasın.

Aksi halde, kendilerini küçültür ve tercihlerini gölgelemiş olurlar.

Zira, gerek zamanlama ve gerekse konjonktürel şartlar itibariyle bakıldığında, 21 Ekim referandumunun neticesi, çok büyük bir ehemmiyeti hâiz olduğu açıkça görülecektir. Meselâ:

Bir: Halkımız, ilk defa hür iradesiyle bir anayasa paketini oylamaktadır. 1961, 1982, hatta 1987 referandumu dahi, çok ağır baskı ve adâletsiz propaganda bombardımanı altında yapıldı.

İki: Demokrasi tarihimizde ilk defa, evet ilk defa olarak "hazır netice"si olmayan, yani uygulama (pratik) safhası hemen başlamayan bir seçim hadisesi yaşandı. Paketin içindeki bütün maddeler, ileri tarihlerde, yani yıllar sonra hayata geçirilecek. Meselâ, cumhurbaşkanlığı seçimi 7 yıl sonra, genel seçimler 4 yıl sonra yapılacak.

Dolayısıyla, uygulama süreci yıllar sonra başlayacak olan ve halihazırda seçmene hiçbir yansıması bulunmayan bir referanduma olan ilgi ve katılım oranı daha da düşük seviyede olabilirdi.

Netice itibariyle, yüzde 67 katılım ile yüzde 69 dokuz kabul iradesi, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, son derece dikkate değer bir tarihî hadisedir.

Üç: Referanduma iştirak için, kayda değer bir kampanya yapılmadı. Ne iktidar partisi, ne de diğer partilerden hiçbiri, normal seçim zamanlarında kendileri için gösterdikleri çabayı sarf etti...

Evet, siyasî partilerin ihtiyar ve iradesinden ziyade, hesapta olmayan şartları zorlamasıyla yapıldı bu referandum. Dolayısıyla, elde edilen başarılı sonucun herhangi bir partiye mal edilmesi asla doğru olmaz; ayrıca, nezakete de uymaz.

Dört: Referandum paketinde yer alan "Cumhurbaşkanını halk seçsin" maddesi, taşıdığı mânâ ve mahiyeti itibariyle de, fevkalâde bir ehemmiyet taşıyor. Halk, ilk defa böylesi bir tercihle karşı karşıya geldi.

İki şıklı (evet–hayır) bu tercihte hem büyük bir risk, hem de avantaj vardı. Hür irade, mevcut riski de avantaja çevirecek bir tercihte bulundu.

Demokrasimizin yüzüncü yılında (1908, II. Meşrûtiyet) alınan bu netice, vatana millete hayırlı, uğurlu olsun.

Hâsıl–ı kelâm: Bu vesileyle bir kez daha hatırla(t)malıyız ki, herşeyin bir "vakt–i merhûn"u vardır. O vakit geldiğinde, Cenâb–ı Hak, şartları hazırlar, hesapları ona göre döndürür ve gelişmelerin seyri içinde Kendi iradesini tecelli ettirir.

GÜNÜN TARİHİ 23 Ekim 1965

Demokratlar yeniden iktidarda

Darbeci bir cunta tarafından 27 Mayıs 1960'ta iktidardan uzaklaştırılan Demokratlar, 12 Ekim 1965'te yapılan genel seçimlerin ardından, yeniden tek başına iktidara geldi. 450 milletvekilliği için dört partinin yarıştığı seçimin sonuçları şu şekilde gerçekleşti:

Adalet Partisi : 240

C. Halk Partisi : 134

Millet Partisi : 31

Y. Türkiye Partisi : 19

Diğer partiler : 26

Seçimden sonra yeni hükümeti kuran Süleyman Demirel, aynı zamanda ilk kez Başbakan oldu.

Yeni başbakan, idam edilen DP lideri Adnan Menderes'in siyasetteki misyonunu üstlendiğini açıkladı.

23.10.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Nefsin iç dünyasına doğru



Ankara’dan okuyucumuz:

*“Nefsin kendini kınamasını sürekli olarak nasıl sağlamalıyız? Nefis kendini kınamaktan çabuk vazgeçiyor. Kendimizi eleştireceğimiz yerde, birbirimizi daha çok eleştiriyoruz. Uhuvvet ikinci plâna atılıveriyor. Bu da gerçek muhabbetin tesisini önlüyor. Bu durumdan kurtulmanın yolları var mıdır?”

Nefsin kendini kınaması ve bu hâlin bir aydınlık gibi her davranışa sirayet etmesi, sürekli bir mânevî yükselişin de adıdır. Her kınamayı bir merdiven, her itirafı bir yükseliş, her kendini ithamı bir terakkî, her pişmanlığı bir tevbe bilmelidir. Bu böyle devam ettiği sürece, Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla—inşaallah—bu irtifadan geriye dönüşün olmaması umulur.

Ancak bu acı bir reçetedir. Nefsimize bunu kabul ettirmek her zaman pek kolay olmayabilir. Çünkü onun tabiatında takdir edilmek, ilgi çekmek, yüceltilmek, hatasız bilinmek, kusursuz görünmek, övünmek, üste çıkmak... vs. gibi duygular vardır. Şeytanın sevdiği duygulardır bunlar. Şeytan gururunu yenebilseydi secde emrine neden isyan edecekti ki? Şimdi de bizimle uğraşıyor. Bu menfezlerden birisinden her gün giriyor ve hepimizi her zaman yoklayıp duruyor şeytan. Bu açıdan aslında hepimizin birbirimize hep hayır duâya ihtiyacımız var.

Bir kardeşimizde bir eksiklik görmeyelim; hemen kendimizi kâmil ve eksiksiz, onu nakıs ve kusurlu ilân ediveririz. Ama nefsin bu hısseti karşısında kalbimizde azıcık teyakkuz varsa, kalbimiz nefsimizi dinlemez, bu halden Allah’a sığınır, istiğfar eder. Esas olan da bunu sağlamak, kalbe bu sâlih ameli işlettirmektir. Çünkü kalbin her Allah’a ilticası âlây-ı illiyyîn’e doğru bir basamaktır, her istiğfarı bir yükseliştir. Neticede aslında kalp müteyakkız bulunduğunda, nefsin her hâli Allah’ın izniyle kendi lehine dönebilmektedir. Ama kalbin bir zayıf ânında da, şeytanın fırsat bulup nefis menfezinden girerek adavet tohumu ekebileceğini akıldan uzak tutmamalıdır.

İçimizdeki adavet tohumlarını daha çimlenmeden kurutmalıyız. Çünkü adavet en başta kendimize cinayettir. Adavetin bir de haset kolu var ki, biri atom bombası ise diğeri hidrojen bombası gibi kalp ocağımıza düşer ve faydalı ne varsa yakar, bitirir. Haset ettiğimiz kişiye ise zararı ya hiç yoktur, ya çok azdır. En azından hasetle bize gelen zarar, haset ettiğimiz kişiye asla gelmez.

“Mü’minler ancak kardeştirler; kardeşlerinizin arasını ıslâh ediniz”1, “Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın ki, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir”2, ve “Onlar bollukta ve darlıkta bağışta bulunurlar, öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever”3 âyetlerini uhuvvet ana başlığı altında tefsir eden Saîd Nursî Hazretleri, mü’minin mü’mine üç günden fazla küsmesini yasaklayan hadise de atıfta bulunarak, mü’mine fenalığından dolayı kesinlikle adavet duyulmaması gerektiğini, bilâkis acınması ve affedilmesi gerektiğini kaydeder.

O’na göre, mü’minden gördüğümüz fena bir muâmelede hemen mü’mine yüklenmek haksızlık olur. Zira bu fenalıkta, başka pay sahipleri de vardır. Meselâ, bu fenalığın dörtte biri kadere aittir. Yani sana gelen fenalıkta kaderin bir hissesi vardır. Bu hisseyi bir ayırmalıyız. Kaderin hissesinden dolayı mü’mine adavet etmemeliyiz; en azından kaderin hissesini çıkararak, mü’mine duyacağımız adaveti dörtte üçe indirmeliyiz.

Sonra bu fenalıkta nefis ve şeytanın da bir payı vardır. Fenalık sahibi mü’min, nefis ve şeytanına mağlup olmuştur. Bu durumda ise, mü’mine adavet edilmemeli, bilâkis acınmalıdır. Çünkü bize gelen cüz’î fenalığa bedel; o mü’min nefis ve şeytana mağlûbiyet gibi zaten acı ve vahim bir duruma kurban olmuştur. Bu pay da çıkarılırsa, mü’mine duyacağımız adavet yarıya inmiş olur.

Sonra o fenalıkta bir pay da bizim kendi nefsimize vermek lâzımdır. Yani o fenalığın, mü’min kardeşimizin eliyle bizim üzerimize gelmesinde, biz de sorumluluk sahibiyizdir. Bizim de kusurlarımız söz konusu olmuştur. Meselâ kendimizi koruyabilecek imkânlarımız varken, belâyı üstümüze tahrik etmişizdir. Veya belâdan korunmamışız, gerekli tedbirleri almamışız, âdeta belâyı dâvet etmişizdir. Bu durumda, bu pay da çıkarılmalı ve mü’mine duyacağımız adavet dörtte bire indirilmelidir.

Fenalığın sadece son dörtte bir payının hasma verilmesi gerektiğini beyan eden Üstad Bediüzzaman, böyle dörtte birlik pay sahibi birisine de adavet duyulmasını hem haksızlık, hem de insafsızlık telâkki eder. Çünkü Cenâb-ı Hak öfkeleri yutmayı ve affetmeyi tavsiye etmiştir. Dörtte birlik pay sahibi olan hasmımız, muhakkak affedilmelidir.

Üstelik hasmı mağlûp edecek en selâmetli; zulme ve zarara uğramaktan da en çabuk kurtulma yolunun kin, nefret ve adavet yerine affetmek, bağışlamak ve âlicenaplıkla mukabele etmek olduğu açıktır.4

Netice itibariyle garazsız, bedelsiz, kayıtsız, şartsız ve mutlak uhuvvet için nefsimizi ikna etmek yine bize düşmektedir.

Dipnotlar: 1- Hucûrât Sûresi, 49/10 2- Fussilet Sûresi, 41/34 3- Âl-i İmrân Sûresi, 3/134 4- Mektûbât, S. 253-256

23.10.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri