Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Röportaj

İSMAİL TEZER

“Zübeyir Gündüzalp” kitabının yazarı İbrahim Kaygusuz: Hafız Ali, Hoca Sabri, Hulusi Efendileri de y

Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’in vefat yıldönümü vesilesiyle, Yeni Asya Neşriyat’tan çıkan “Nur’un Sadık Kahramanı Zübeyir Gündüzalp” kitabının yazarı İbrahim Kaygusuz’la görüştük.

Kaygusuz’a, kitabı yazma fikrinin nasıl doğduğunu, yazım aşamasında neler yaşadığını, Zübeyir Gündüzalp’i yeni nesillere tanıtmak adına daha neler yapılabileceğini sorduk.

“Bediüzzaman'ın diğer talebelerini de yazmayı düşünüyor musuz?” sorumuza, Kaygusuz “Eğer yazarsam, önce Hafız Ali’yi sonra da Hoca Sabri’yi yazarım. Özellikle Barla halkasının, sonra da diğer halkaların muhakkak tek tek yazılması gerekir” dedi.

*“Nur’un Sadık Kahramanı Zübeyir Gündüzalp” kitabının yazarısınız. Öncelikle bu kitabı yazma fikri nasıl doğdu? Sizi yazmaya iten sebep ne idi?

Bu fikir benim değil Neşriyat Koordinatörü Oğuz Umurca Bey’indi. Aslında böyle bir çalışmanın çok daha erken yapılması gerekirdi. Üzerinde Said Nursî ile birlikte Zübeyir Gündüzalp’in belirgin izlerini taşıyan geniş bir kitle, bu ikinci değerini yıllarca sözlü bir gelenekle muhafaza etti. Çok dikkate değer bir durum. Bu yolla bile Zübeyir Gündüzalp hiçbir zaman değerini kaybetmedi. Bu durum onun büyüklüğünün ve ona karşı olan kuvvetli bir sevginin işareti.

Yakın zaman öncesine kadar Zübeyir Gündüzalp ile ilgili metinler vardı ama çok azdı. Gündüzalp’in bazı hususî notları ile hatırât anlamında kayıtlara geçen çok az bilgiler dışında fazla bir şey yoktu.

“Zübeyir Ağabey kimdir, nerede yaşamış, nasıl yaşamış, kimlerle yaşamış? Risâle-i Nur’da önemli mektup ve müdafaaları bulunan bu dikkat çekici insan kimdir, hangi hizmetlere vesile oldu?” gibi soruların cevabı hep sözlü olarak verildi.

Fakat son birkaç yıldır bu noktada anî bir patlama yaşandı. Bu sevindirici bir olay. Şahitlerin çoğu hayatta iken bu çalışmaların tamamlanması büyük bir kazanç.

Benim çalışmama gelince, daha önce Türkmenoğlu Ağabey için yaptığım kitap çalışması böyle bir teklife zemin teşkil etmiş olabilir.

*Nasıl başladınız?

Teklif edildiğinde kabul ile beraber iç dünyamda büyük bir tereddüt geçirdim. Arzu ettiğim şey, heyet olarak çalışılmasıydı. Fakat neticede vazife yerine geldi. Önemli olan da bu zaten.

Kitap iki yıllık bir sürecin ürünü. Öncelikle Zübeyir Ağabey’i tanıma, ilgili şahıslarla görüşme ve veri toplama süreci geçirdim.

İkinci aşamada topladığım bilgilerle Risâle-i Nur’daki fikrî tabanı buluşturmaya çalıştım. Çünkü şahısların hatırâtını hikâyeden öteye taşıyarak üçüncü şahıslar için mesaja dönüştürmek gerekiyordu. Aslında bu tür çalışmalar, üçüncü şahıslar kadar iç dinamiklere de hitap eder ve bir tür sinerji (şevk) kaynağı oluşturur.

Yalnız kitabı yazmadan, eldeki verileri önce kendim hazmettim. Çatıyı oluşturup yazmak ise birkaç ayımı aldı.

*Tereddüt geçirmenizin sebebi ne idi?

Tereddüt geçirmekte haklıydım. Çünkü Zübeyir Ağabey, evvelâ mensubu olduğum kitlenin çok büyük bir değeri. Bu isim Risâle-i Nur ve Bediüzzaman’dan sonra değerler hiyerarşisinin tavanında yer alır. Onun hayatını ve hatıratını anlatırken tesbitlerde isabet etmek çok önemli. Tereddüdüm, şimdiye kadarki tecrübemin böyle bir şeye yeterli olup olmadığı ile ilgiliydi.

İnsan bazen kendisi olmaktan çıkar. Medenî olması, onu yaşadığı çevre ile birlikte hareket etmeye zorlar. Çoğu zaman başkasının hukuku ferdin şartlarını belirler. Bediüzzaman, “Bazen hukuk-u ibâd, hukukullah hükmüne geçer” derken bunu kasdeder. Eğer bu hukuk cemaat ve şahs-ı mânevînin hukuku ise ehemmiyeti çok daha artar. Tereddüdümün asıl sebebi bu idi. Sünûhat’ta Üstadımız diyor ki; “Fert mütekellim-i vahde olsa, müsamahası fedakârlığı, amel-i salihtir; mütekellim-i maalgayr olsa, hıyanet olur.” Bazı kelâm misillü bazı telifler de “şahıs” malı olmaktan çıkar “maalgayr” hükmüne geçer. Bu sorumluluk gerektiren ince bir noktadır.

Bir de hatırâtını kaleme aldığınız şahıs hayatta değil. Bu apayrı bir sorumluluk. Bütün bu tehlike sınırlarına rağmen kitabı yazdım. Hataları olabilir. Varsa şayet tamamıyla şahsıma aittir.

*Araştırmalarınız esnasında ya da kitabı yazarken yaşadığınız ilginç hatıralarınız var mı?

Evet çok. Hepsini anlatmam zaten mümkün değil. Kitabın ana teması “Üç Mehmetler”in yani Fırıncı, Birinci ve Kutlular Ağabeylerin ifadeleri paralelinde şekillendi. Tarihsel bilgilerin netleşmesinde Eyüp Ekmekçi, Ahmet Tanyel ve Mehdi Halıcı’nın önemli katkıları oldu. Zübeyir Ağabeyle ilgili en sağlam bilgiler Mehmet Fırıncı Ağabeydedir. Meslek ve meşreple ilgili en iyi bilgileri Mehmet Kutlular Ağabey veriyor.

İlginç bir şey istiyorsanız, önce tebessüm için yaşadığım bir olayı aktarayım, sonra beni etkileyen bir iki olayı sizinle paylaşabilirim. Mehmet Fırıncı Ağabey’e her zaman ulaşmak mümkün olmuyor. Ama sağolsun beni hiçbir zaman kırmadı. Her seferinde taleplerime cevap verdi. Fakat bir günü hiç unutamıyorum. Vaktinin darlığına rağmen anlaştık, ikindiye doğru Nurtaşı’nda buluşacaktık. Benim gazeteciliğimden kalma bir alışkanlıkla kullandığım kayıt cihazlarım var. Oğuz Ağabey o gün yanında çok güzel bir elektronik kayıt cihazı olduğunu ve onu almamı istedi. Hem kullanım açısından rahat, hem de çözüm yaparken kolaylık sağlıyor. Cihazı aldım, Nurtaşı’na gittim ve öğrendiğim şekli ile kurdum. Fırıncı Ağabey’in yakasına mikrofonu takdım ve cihazı açtım. Bu durum Fırıncı Ağabey’i de belli bir havaya soktu ve her zamankinden daha canlı bir atmosfer meydana geldi. Tarihleri, yerleri, şahısları ve olayları o kadar canlı anlattı ki, kendimi bir anda Zübeyir Ağabey’in yanında hissettim. Hadiselerin köşe taşlarını o kadar mükemmel oturttu.

Bu arada hemen şunu söyleyeyim, Fırıncı Ağabey hâlâ öyledir. Zekâsı çok keskin ve olayları hiç unutmuyor. Hatta bir mektup olayı var. Zübeyir Ağabey, Kutlular, Birinci ve Fırıncı Ağabeylere bir mektup yazıyor. Orijinali Ahmet Tanyel Ağabeyde. Bu mektubu Kutlular Ağabey’e gösterdik, “Hatırlamıyorum, Fırıncı Ağabey’e sorun” dedi. Fırıncı Ağabey’e sorduğumuzda o günkü gibi hatırladı, mektubun gelişinden sonra neler yaptıklarını ve hatta mektubun altına düşülen Osmanlıca Dipnot’un Sungur Ağabey’e ait olduğunu dahil hatırladı.

Şuraya getireceğim, Fırıncı Ağabey, Nurtaşı’nda o gün olayları bütün çıplaklığı ile 3-4 saatten fazla anlattı. Ben de netice almanın sevinci ile kaldığım Süleymaniye’ye geldim. Yatsı namazını müteakiben bilgisayarın başına geçtim. Kayıt cihazını çözmek için çalıştırmaya başladım. Bir de ne göreyim cihazda hiçbir şey yok! CD boş boş dönüyor, ses seda yok. Yanlışlık vardır diye bir ümitle bilen birisine gösterdim. Maalesef korktuğum başıma gelmişti. Cihaz hiçbir kayıt almamıştı... Değerli bilgilere mi yanayım, kendi kendime mi yanayım, Fırıncı Ağabey’in zahmetine mi yanayım şaşırdım kaldım. O anda terlediğimi fark ettim. Yarım saatlik bir şokdan sonra biraz kendime geldim. “Bari hafıza CD’mi çalıştırayım” diye hafızamı geriye doğru sararak Fırıncı Ağabeyin konuştuklarını anahatları ile hatırlamaya çalıştım. Elhamdülillah önemli miktarını hatırladım. Sonra bu bilgileri farklı vesilelerle kendisine de doğrulattım. Tabiî Fırıncı Ağabey’in bu olaydan hâlâ haberi yok. Bu vesile ile kendilerine tekrar saygılarımı iletiyorum.

Benim dünyamda önemli iz bırakan bir de rüya hadisesi var. Kitap elimde olmayan sebeplerle son safhasında biraz gecikti. Bilgisayarın başına oturmaya bir türlü vaktim olmuyordu. O günlerde bir gece rüyamda baktım çok kalabalık bir cemaatle benim evimde ders yapılıyordu. O derse Zübeyir Ağabey’in de geleceği söylenmişti. Dersin ortalarına doğru Zübeyir Ağabey birkaç kişiyle eve girdi ve hiç yüzüme bakmadan direkt ders yerine geçti. Onun hemen akabinde birlikte eve giren Kutlular Ağabey kolumdan tutarak köşeye çekti, “Bak kardeşim, Zübeyir Ağabey bekliyor. Kitap niye geçikti? O kızdığını belli etmez haberin olsun...”

Rüya, hükümlerimizin ve amellerimizin ölçütü değil elbette. Ama benim dünyamda önemli bir iz bıraktı.

*Ondan sonra hızlandırdınız mı!

Elbette. Kısa zaman içinde hız vererek bitirdim. Başka enteresan şeyler de yaşadım. Görüştüğüm insanların büyük bir kısmı Zübeyir Ağabey’i ağlayarak anlattı. Bu durum dolaylı olarak beni de çok etkiliyordu.

Meselâ bir seferinde Hamdi Sağlamer Ağabey ile birlikte yaşadığım bir şey oldu. Şahısların çoğunu ses kaydı ile birlikte kameraya da alıyorduk. Hamdi Ağabey için de öyle oldu. Notlarını hazır verdi ama ben ayrıca görüşmek istedim. Çünkü görüşme çok şeyi hatıra getiriyor. Bana bir de karşıdakinin hâlet-i ruhiyesi gerekiyor. Satırlardaki bilgiler olayların ihatasına yeterli olmuyor.

Sohbetin bir yerinde, Bekir Berk Ağabey’in o dönem Erzurum bölgesinde ağır kış şartlarında yaşadığı ciddî donma tehlikesi geçti. Bekir Ağabey’in mahkeme dolayısıyla bir ilden başka bir ile geçmesi gerekiyor. Fakat kar, tipi ve fırtına her şeyi bir anda kesmiş. Ama Bekir Ağabey, “Ben gideceğim!” diyor. Erzurum’dan ayrıldıktan sonra bir kilometre kadar ilerliyorlar. Fakat bir anda sebepler tahtında her şey sukut ediyor. Araç hareketsiz kalıyor. Hiçbir şey görünmüyor. Donma ihtimali yüzde yüz! Onlar da kaderlerine rıza göstererek donacakları ânı sabırla beklemeye başlıyorlar...

Hamdi Ağabey, “Bir gün Kirazlımescid alt katta oturuyorduk. Zübeyir Ağabey üst kattan indi, odamıza girdi ve şehadet parmağını bize doğru çevirerek ‘Benim Bekir’im kurtulacak...’ dedi ve tekrar yukarıya çıktı. Biz hiçbir şey anlayamadık” demişti. Hamdi Ağabey bu olayı anlatırken ağlamaya başladı ve şunları ekledi, “Bizim olaydan haberimiz yok. Erzurum neresi, İstanbul neresi... 1960’lı yıllar. Ne bilelim” Hamdi Ağabey ağlayarak anlatınca bizler de ağlamaya başladık.

Çok enteresan, Hamdi Ağabey sonradan Bekir Ağabey’den duyuyor ki, Zübeyir Ağabey’in o ifadeleri kullandığı aynı saatlerde, donma tehlikesinin son sınırına yaklaşmışlar ve hiç beklenmedik bir anda Karayolları bir yolunu bulup kendilerine ulaşmış. İnsanın etkilenmemesi mümkün değil.

*Bundan sonra Bediüzzaman’ın başka talebeleri ile ilgili çalışmalar yapmayı düşünüyor musunuz?

Zübeyir Ağabeyle birlikte başka ağabeylere karşı da eskiden beri muhabbetin ötesinde minnettarlık duyguları yaşıyorum. Hafız Ali ve Hoca Sabri (Hulusi-i Sânî) bunların başında gelir. Ben Risâle-i Nur okuyarak büyüdüğüm için imânî hakikatlerle birlikte lâhika metinleri ve şahıslar tefekkür dünyamda hep önemli yer işgal etmiştir.

Bazen de kendiniz olmaktan çıkarsınız. Bana bu soruyu hemen herkes soruyor. Fakat ben şu anda başka bir çalışma ile meşgulüm. Risâle-i Nur’un önemli bir konusu ile ilgili. Bu çalışmanın şu ana kadar piyasada olması gerekirdi. Yayınevimize söz verdiğim halde bitiremedim. Biliyorsunuz çok muhakkik ve müdakkik bir kitlemiz var. Önce yazdırıyorlar, sonra konuşturuyorlar. “Gelin bakalım, yazdığınızı bir de anlatın!” diyorlar. Dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştım. Programların çakışmasından dolayı bir-iki yer hariç bütün taleplere cevap verdim. Haliyle çalışma gecikti. Ama hızlandırdım, duânızı bekliyorum.

Dediğim gibi yazarsam eğer, önce Hafız Ali’yi sonra da Hoca Sabri’yi yazarım. Özellikle Barla halkasının mutlak ve muhakkak tek tek yazılması gerekir. Hulusi Ağabey, Sıddık Süleyman, Şamlı Hafız Tevfik...

Isparta halkası, Sav kahramanları, Atabey fedakârları, İslamköy heyeti, Kuleönü sıddıkları vs. hepsi ayrı mevk-i muallada... Hepsi yazılmalı.

Fakat birşeye çok dikkat etmek lâzım. Bunlar üzerinde yapılacak çalışmalar bana göre hatırâtın ötesine geçmeli. Zaten belli bir dönem sonra hatırata ait detaylar küllenir. Bu fıtrî birşeydir. Gelecek asırların semalarını parlatacak olan Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur hakikatini olayların ve şahısların ötesine taşımamız gerekiyor. Üstadımız da bize bu adresi gösteriyor. Tarihçe-i Hayat’ın önemli bir miktarını ve lâhika mektuplarının çoğunu elemesi de bundan olsa gerek.

Yani yapılacak çalışmalar “Risâle-i Nur’un şerhi, tanzimi ve izahı” babında olmalı. Biraz daha somutlaştırarak söyleyeyim; yapılacak çalışmalar Risâle-i Nur’daki metinlerin (mektuplar & lâhikalar) çözümüne yönelik olmalı, hatırât ise orada destekleyici güç olmalı. Yani merkez “metin” olmalı. Çünkü Risâle-i Nur’da mevki alan lâhikaların tamamı keskin nazarların kaleminden çıkmış. Said Nursî gibi Kur’ânî feraseti çok tesirli olan bir müceddit o mektupları bilerek oraya koymuştur. Oradaki metinlerin “müreccihi ve musahhihi” Said Nursî’dir. Mektupların geçtiği kitapların kapağında ise “Müellifi Bediüzzaman Said Nursî” yazıyor. Bunlar önemli ayrıntılar.

Şâyet yazarsam bu anlamda metin şerhine yönelik yazarım. Eli kalem tutan herkesi de bu anlamda bir fedakârlığa davet ediyorum.

İSMAİL TEZER

23.04.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (21.04.2008) - İstanbul, depremde su sıkıntısı çekebilir

  (20.04.2008) - AB için kararlı adımlar atılmalı

  (15.04.2008) - ‘Said Nursî'nin fikirleri çok orijinal’

  (14.04.2008) - Demokrasi yolundan dönüş yok

  (13.04.2008) - Tekstil sektöründe kan kaybı devam ediyor

  (12.04.2008) - Hasan Yalçın: Zübeyir Ağabey yap demez, yapardı

  (07.04.2008) - Onun dünyası, Üstad ve Risâle-i Nur’du

  (06.04.2008) - Zübeyir Ağabey, çok iyi bir eğitimciydi

  (04.04.2008) - Zübeyir Ağabey, gençlerle yakından ilgilenirdi

  (02.04.2008) - Teknoloji perakendeciliği daha da büyür

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri