"Gerçekten" haber verir 01 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nejat EREN

“Hz. Muhammed (asm)” kelimesi, bir Müslüman için neyi ifade etmeli?



Maddî havanın had safhaya varan sıcaklığına paralel olarak mânevî havanın da iyice ısınıp ayların sultanı olan mübarek Ramazan ayının artık gölgesinin düştüğü günleri yaşıyoruz.

İnsanlığın ve mahlûkatın şerefi Hz. Muhammed’in (asm) daha yakından hatırlanması ve çok daha derinden düşünülmesi lâzım olan günlerin arefesindeyiz.

Her ne kadar gerçek bir mü’min için ondan bir an bile kopmak büyük bir tehlike arz ediyor olsa da, bu mübarek gün ve ayları vesile ederek bir defa daha ona (asm) olan imanımızı tazelemek, sevgimizi yenilemek, bağlılığımızı teyit ve tekid etmek durumunda olmalıyız. Bunun için de yazının başındaki soruyu bir defa daha hepimiz kendimize sormalıyız diye düşünüyorum:

“Hz. Muhammed” (asm) kelimesi, bir Müslüman için neyi ifade etmeli?

Çapı ve muhtevası fani beşeriyetin takatini aşan bu soruyu, denizden bir damla misâli sadece hatırlayabildiğimiz bazı noktalara dikkat çekerek cevaplandırmaya çalışalım.

Şehadet âlemlerinin sultanı, gayp âlemlerinin mümtaz mi-safiri olan gönüller sultanı şanlı nebî!

Maneviyât âlemlerinin güneşini ifade etmeli.

En büyük İlâhî dâvet olan ezanları! Ve onun sembol ismi, Medine müezzini “Bilâl-i Habeşî’yi!

Namaz için camilere, mescitlere, seccadelere koşturmayı!

Hiçbir canlıyı incitmemeyi!

Gurbeti, gurbetleri!

Onun hasretinden iç üşümesini!

Hasretin yürek yakan, ruhun bedeni saran sıcaklığını!

Karanlığı boğan ışığı, nuru!

Yokluğun dehşetinden kurtuluş vesilesi olan varlığın güvenini!

Sevgiyi ve dostluğu!

Öksüzlüğü, garipliği!

Güveni, vefayı, efendiliği, yetimliği!

Gözlerin nuru, ruhların sıcaklığı!

Rahmeti, İslâm’ı tebliği, uzakta da olsa hizmet olduğu zaman oralara gitmede ihtilâf etmemeyi!

Her işe Besmele ile başlamayı!

İtaat etmeyi, insanlar hakkında iyi düşünmeyi, affetmeyi, pişmanlıkları kabul etmeyi, iyi davranmayı!

İyilikleri mükâfatlandırmayı, kötülükleri bazen af, bazen de adalete uygun olarak da cezalandırmayı!

İnsanları uyarmayı ve vaatleri yerine getirmeyi!

Daima hakikat yolunu izlemeyi, ortak olan noktalar için sürekli kapıları açık bırakmayı!

Allah’a hamd etmeyi, örnek insan olmayı, onun hayatını hayatımıza hayat kılmayı!

Dürüstlüğü, anlaşmazlıkları çözmeyi, yakın akrabalarla sıla-yı rahimi kesmemeyi, onları da hakka tebliğ halkasının içine almayı!

Gerektiğinde kudsî dâvâ için işkenceyi göze alabilmeyi!

Hicreti, iknayı, kötülüğe karşı iyi davranmayı, görev almayı ve gerektiği zaman görevlendirmeyi!

Emre itaati! Anlaşabilmeyi ve anlaşma hükümlerine uymayı!

Ziyaret etmeyi, elçilik yapmayı ve elçileri kabul etmeyi, gönülleri fethetmeyi!

Allah’a sığınmayı, inançlı ve cesaretli olmayı, merhameti, duâda devamlı olmayı, diri kalabilmeyi, gayreti, azimli kalabilmeyi!

Doğruluğa sahip çıkmayı, ondan vazgeçmemeyi, ateşe bağrını açmayı, dâvâyı asla bırakmamayı, sebatı, tahammülde kararlı ve umutlu olabilmeyi, gerçek sevgiden ve sevgiliden dönmemeyi!

“Kölelerin padişahı Bilâl” gibileri arkadaş edinmeyi. Kimsesiz ve garipleri, mahzun çocuklara hal hatır edip gönül almayı! Bayram şenliklerine ve oyunlara katılamayan yetimlere “Evlâdım olur musun?” deyişleri!

Kör ve özürlü olanlara da cihadın sancağını taşıma görevi vererek onları “öne çıkartabilmeyi!”

Kimsesizlerin kimsesi olabilmeyi!

Haysiyetin, merhametin, nezaketin, temizliğin ve masumiyetin sembolü olabilmeyi!

Canları, uğruna feda etmeyi! Sevmeyi şeref bilmeyi!

Gönüllere sultan olmayı, öğretici kalmayı, insanların sosyal ve psikolojik durumlarını göz önünde bulundurabilmeyi!

Güçlü ve etkili söz söylemeyi, cahil, vahşî ve inatçı insanların dem ve damarlarına işlemiş, hayatlarının ayrılmaz bir parçası haline gelmiş pek çok âdetlerini kısa zamanda, tek başına, hiç zora başvurmadan kaldırmaya muvaffak olmayı!

Allah yolunda verilecek mücadele ve İlâhî vahyin tebliğine her cihetten imam ve örnek olabilmeyi!

Sıradışılığı, varlığın dilindeki kilitleri çözmeyi. Hayata yeniden anlam kazandırmayı!

Allah ve insan sevgisinin yanında, yaratılmış olan her şeye derin bir sevgi duymayı!

İnsanın bu âleme gönderilmesinin gayesini, Kur’ân medeniyetini, hoşgörüyü, özü, sözü, tavır ve davranışlarıyla dosdoğru olmayı ve kalmayı!

Sıkıntılara karşı, O’nun adını anarak rahatlamayı!

Çevre dâhil, temizliğin ve yeşilliğin her tonunu, iyilerle kötülerin tefrik edilmesinin formülünü!

Güzel ahlâk, sevgi, şefkat, merhamet, cömertlik, eminlik, affedicilik, kerem, tevazu ve Allah’a teslimiyeti!

Gözlerinden yağmur gibi gözyaşların akışını. Bazen, bir noktaya kilitlenmeyi, dilleri susturmayı, gözleri ağlaştırmayı!

Şair Nebi Doğanay'ın güzel bir dörtlüğü ile bitirelim:

“Bir gün sana gelişim geç bile olsa bana,

Gül bahçesinin mermerlerinde yalın ayak koşmak nasip et.

Tâ ki aşkınla, sevginle bütün bedenim yanıp kavrulsun.

Terliklerimi bıraktığım o güzel mabed son durağım olsun..”

NOT:

Bütün İslâm âleminin ve dostların geçmiş Mi’râc Kandilini tebrik ediyor, duâlar ediyor, duâlarınızı bekliyorum.

01.08.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Aleyna ve aleyküm selâm



Minik Aleyna, hedefi, hedefleyenleri ve hedeflenenleri belli olmayan bir bombalama faciasında cennete uçtu, masumâne, mazlumane, mağdurâne olarak. Diğer ölenler de, aynen minik Aleyna gibi masum ve mağdur olarak Rahmet-i Rahman’a kavuştular. Türkiye’de terörün ve derin çeteleşmelerin, derin hesaplaşmaların zalimâne, gaddarâne emelleri uğruna harcadığı, yakıp yok ettiği son kurbanlar…

Söyleyecek sözü, beyan edecek bir fikri, ileri sürecek bir tezi olmayan vahşiler, elbetteki bu tür katliâmlara, facialara tiyneti ve tabiatı icabı tevessül edecek. Fikir ve inancı olan zaten bunları medenîce, adaletlice anlatır, söyler; kendisinden başkalarının paylaşımı için meşrû çerçevede gayret gösterir. İnsanlığa hayat için verilecek mesajı olanlar zaten böylesi silâha, bombaya gerek görmez. Belli ki bu mihraklar ve çevreler, insanlığa hayatı değil ölümü, işkenceyi, köleliği, sömürüyü vaat etmekte ve lâyık görmektedir.

Balarısı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir akıtır diye bilinir. Bu mesele karakter ve fıtrat meselesi olduğu kadar aynı zamanda kendine yakışanı ve kendinde olanı verme meselesidir de. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri yıllar önce “Elimizde Nur var, topuz yok. Bizim düsturumuz müsbet hareket etmektir..” buyururken kendi iç dinamiklerinde yatan hayatı, olumluluğu, yapıcılığı ve insana ve kâinatta var olan her şeye muhabbetini açıklamış oluyordu. Aynı zamanda şer mihraklarının tarihin seyri içinde ezbere bildiği ve daima kullandığı “tahrip, tahrik, anarşi, zulüm ve katliâm” taktiklerine âlet olmama, tuzağa düşmeme metodunu da öğretiyordu insanlara ve bilhassa insanımıza. Geçen yıllar ve gelişen olaylar, onun ne kadar haklı olduğunu tekrar tekrar gösterdi. Ona ve onu dikkate alanlara selâm olsun.

Hayattayken kendisine yapılan tahrik amaçlı işkenceler karşısında bile hakkını meşrû ve müsbet yollarla arayan ama asla muhalifleri tarafından içine düşürülmek istendiği ve düşmesi beklendiği tuzaklara düşmeyen Üstad Hazretleri, öfkesini, kırgınlığını kontrol altına alarak oyunları boşa çıkarmasını bilmiştir. Takipçilerini de bu müsbet hareket düsturuyla türlü türlü vartalardan korumuştur. Yakın tarihteki anarşi ve terör olaylarına özellikle Nur talebelerinin bulaşmamış olması, Risâlelerdeki hayat, şefkat, merhamet, muhabbet felsefelerinin yüz akıdır. Tarih bunu elbette bir gün yazacaktır.

Bir adalet-i mahza anlayışıyla “Bir gemide dokuz masum bir katil olsa o gemiyi batıramazsınız. Hatta dokuz katil, bir masum olsa yine adalet-i mahza gereği batıramazsınız” buyuran Üstad’ın anlayışına bakın, bir de “Ortalık karışsın da kim ölürse ölsün, hedefime ulaşırken her türlü saldırı, katliâm, zulüm, haksızlık mübahtır” anlayışına bakınız. Bu anlayışların sahiplerine bırakılacak bir dünyanın nasıl bir kan gölü haline geleceğini tahmin edebileceğimiz gibi, Bediüzzamanların anlayışındaki bir dünyanın da nasıl adaletle, merhamet ve şefkatle dolu olacağını da tahmin edebileceğiz kanaatimce.

Dünya yeni gelişmelere gebe… Yeni bir silkiniş arefesinde. Artık yüzlerce yıldır devam edegelen, gücünü gizlililikten, katliâm ve suikastlerden alarak beslenen, ama insanlara vatan, millet, barış ve hürriyet gibi yalancı cennetler vaat eden bu iki yüzlü değil iki yüz yüzlü nifak düzeni artık deşifre olduğundan bundan böyle dikiş tutturması mümkün görünmemektedir.

Dileriz bunlar son kurbanlarımız olsun ve bu katliâm da şer güçlerinin son çırpınışları olsun.

Bu Mi'rac Kandili ertesinde minik Aleyna gibi dünyanın bütün mazlûmlarına selâm ve rahmet... Aleyna ve aleyküm selâm.

01.08.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim”



Başlıktaki ifade Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine ait. Onun şu ifadeleri kullandığını da biliyoruz: “Bir tek hakikat-i Kur’âniyeyi dünya saltanatıyla değiştirmeyiz.”1

“Eğer bütün dünya bana verilse, bir hakikat-i imaniyeyi fedâ edemiyorum.”2

Bu, Resûl-i Ekremin (asm), Âl-i Beytin, Sahabe-i Güzinin mesleğiydi. İslâmın hakikatleri her şeyin üzerindeydi. Bunun için canlarını dahi feda etmekten çekinmezlerdi.

Âl-i Beytten Hz. Hasan ümmet-i Muhammed’in (asm) kanı dökülmesin diye hilâfetten vazgeçiyor, kardeşi Hz. Hüseyin de Yezid’in istibdadına hürriyet-i şer’iyye kılıncıyla mukabele ediyordu.

Evet, Münâzarât’ta dikkat çekildiği gibi İslâm, yeryüzünü kötülüklerden temizlemek, insanın yüzünü ak etmek, insanlığın alnındaki kara lekeyi izale etmek için gelmiş ve bunda da başarılı olmuştu. Ne yazık ki zaman ve mekânın tesiriyle hilâfet saltanata dönüşmüş, istibdat bir parça hayat bulmuştu. Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak bir derece başını kaldırdığından, İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iyye kılıncını çekmiş, başına havale eylemişti. Ancak istibdadın kuvveti olan cehalet ve vahşet, âlemin dört bir yanını havuz gibi kuşatıp Yezid’in istibdadına kuvvet vermişti.3

Kerbelâ’da sıcaklığın kasıp kavurduğu bir öğle vakti Hz. Hüseyin çadırdan dışarı çıkmış, ellerini avuçladığı kumla yıkamaya çalışmıştı. Olup bitenleri üzüntüyle seyreden sadık hizmetçisi, içinden, “Yezid’e biat etseydi de bunlar başına gelmeseydi!” diye geçirivermişti.

Hizmetçisinin içini okuyan Hz. Hüseyin ona yönelip, “Bizim Yezid’e biat etmememizin sebebi saltanattır. Babadan oğula geçen saltanatın, dedemiz Hz. Muhammed’in (asm) gösterdiği yolla ilgisi yoktur.

“Biz Yezid’e biat edersek, İslâmın ana direklerinden birisi olan seçimle işbaşına gelme gibi bir siyasî anlayışı temelinden sarsmış oluruz.

“Maksadımız halkın seçmesi. Halk seçsin de ister Yezid olsun, ister başkası olsun fark etmez, biz itaat ederiz” demişti.

Dört Halife, hatta beşinci halife olan Hz. Hasan işbaşına seçimle gelmemiş miydi? İslâmın ana prensiplerinden biri buydu. Tersi davranışlar İslâmın özüne zıttı. İslâmı iyi anlayan Dört Halife Resûlullah’tan (asm) bu dersi almışlardı.

Beşinci halifeden sonra hilâfet saltanata dönüşmüş, idare babadan oğula geçer olmuş, seçimle ehliyetli kimselerin getirilmesi gibi Peygamber metodu terk edilmiş, her zaman liyakatli ve ehil kimseler bulunamamış, faturasını da bütün Müslümanlar ödemek zorunda kalmıştı. Uygulamanın farklılığı gerçeğin de öyle olmasını gerektirmiyor.

Bugün modern dünyanın geldiği nokta, İslâmın yüzyıllar öncesinde en mükemmel tarzda uyguladığı, halkın söz sahibi olduğu, seçimin hükmettiği, cumhuriyetçi ve demokratik bir sistemdi.

Not: Değerli okurlarımız, senelik iznim sebebiyle bir süre aranızda olamayacağım. Allah yar ve yardımcınız olsun.

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 337.

2- İman ve Küfür Muvazeneleri, s. 172.

3- Münâzarât, s. 37.

01.08.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Vatana muhabbet



Muhabbet ve sevgi sınırsız ve sayısızdır. Fakat bazıları var ki vazgeçilmez ve onlar için canlar ve başlar verilir. Geçtiğimiz hafta KTV’deki canlı yayında, öğretim üyesi Fahreddin Bey sordu: “‘Vatan sevgisi imandandır’, bu hadise çok itirazlar var. Hangi kişi vatanını kabul etmez ve ülkesini beğenmez ise bu hadise karşı çıkmaktadır, siz ne diyorsunuz?” deyince; 1,5 saat süren canlı yayında dedim ki; elbette hadis âlimlerinin diyecekleri ve hadislerin bir çok mânâları vardır, ancak derim ki:

Rivayetlerde denilir ki, bülbülün “Ah vatan, ah vatan” feryadına o günün emiri kafesten çıkarın emrini verir ve der ki: “Bakalım vatan dediği yer neresidir?” Bülbül kafesten uçurulur. Bakarlar ki, o uçan, hürriyetine kavuşan bülbül, bir çalı dibine sığınır ve lisan-ı hâliyle “Burası benim vatanımdır” der. Elbette vatan sevgisinde bülbülü geçmemiz lâzım.

Ayrıca ve en önemlisi, sayısız peygamberlerin, evliyaların, şühedaların ve cihan imparatorluğunu kuran büyük hünkârların medfun bulunduğu ve dört mevsimin bir anda yaşandığı ve fethi için Müjde Peygamberi olan Efendimizin (asm) tebşirâtına ve işârâtına mazhar olan bu aziz vatan parçası nasıl sevilmez ve nasıl muhabbet edilmez? Onun için merhum Mehmed Akif Ersoy “Bastığın yeri tanı” diyor. Mevlânâ dergâhında “Edep yahu” yazılıdır. Bediüzzaman’ın Mesnevî’sinde ise “Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez” buyurulur.

Sayısız örnekler verebilir, hafızamızda ve fikir denizimizde vardır. Nitekim; 1948’de istiklâliyetine kavuşan kardeş Pakistan’ın hürriyetine kavuşmasında en büyük hisse sahiplerinden büyük ve güçlü şair Muhammed İkbal, Pakistan’dan İngiltere’ye giderken uçakta hostes hanıma sorar: “Şimdi neredeyiz?” “Türkiye’nin tam merkezindeyiz” cevabını alan İkbal hemen ayağa kalkar. Hostes hanım sorar: “Hocam niçin kalktınız?” “Evlâdım, aşıklar sultanı Hz. Mevlânâ bu vatanda medfun, hürmeten ayağa kalkmamız lâzım” der. Vatan düşmanlarının kulakları çınlasın. Elbette kulak ve vicdan varsa…

Diğer bir çarpıcı misâl ise, Azerbaycanlı bir hanım teyzemiz, 1950 yılları sonrası Türkiye’den toprak getirtir ve evlâtlarına vasiyet eder: “Eğer ben ölürsem bu toprağı benim mezarıma koyunuz.” Sorarlar “Niçin ve neden?” Cevap yine manidardır yaşlı gözlerle: “Evlâtlarım bu topraklar ezan gören topraktır, bunu benim mezarıma koyunuz” der. O tarihlerde Azerbaycan’da ezanlar yoktu ve yasaktı. Bugün 2 bin cami var. İşte Türkiye’nin her karış toprağı böyle, vasiyetlere girecek evsaf ve niteliktedir. Bin yıllık aziz tarihimizi ve iman mihverimizi bilmeyen nadanlar, bu hakikatın feyzine, irfanına nasıl kavuşacaklar?

Barış Manço bir şarkı tutturdu: “Kara sevda”. Gerçek kara sevdayı bilmeyen ve bulamayanlar, taa tımarhanelere, hapishanelere ve hastanelere taşındılar, kafa sigortaları tamamen atanlar oldu ve olmaktadır. Gerçek kara sevda ve sevdalar var, bunların içinde zirvede gönlün afakında çınlayan “Vatana kara sevdalı” olmaktır. “Var mı bunlar?” veya “Olur mu?” diyen, istikbali göremeyen zavallılara deriz ki; işte Çanakkale, işte Pasinler, işte Bitlis dereleri, işte Van sırtları...

Büyük vatanperver, çokların samanlıklara sığındığı dönemde at üstünde, Rus ve Ermenilere karşı, kahraman talebeleriyle destan yazan büyük komutan Hz. Bediüzzaman, o tarihlerde neşrettiği Lemeat eserinde “İslâmiyet selm ve müsalemettir, dahilde niza ve husûmet istemez” hakikatını ortaya koyar. Bugün Türkiye birliğe, kardeşliğe muhtaçtır, herkes haddini bilmelidir. Ağzından çıkanlara ve ağzına girenlere dikkat edecek. Haram lokmalar, ahlâksızlıklar vatan ihanetine götürür. Gümrah imanı olanlar, ecdadını kabul edenler, komşularımızı iyi tahlil edenler, vatanın ve ülkenin birlik ve beraberliğinde bütünleşeceklerdir. İnşaallah yanlış hareketlerle şehitlerin kemikleri sızlamaz…

01.08.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Duâlarımızı ihmal etmeyelim



Hasan Bey: “Cenâb-ı Hak bizim her duâmıza ‘Lebbeyk!’ diyor. Ancak bazen farklı şekilde kabul ediyor. Yani bizim için en güzel şekilde takdir ediyor. Rabbimizin bize her şeyi güzel sûrette vereceğine dair herhangi bir vaadi mi var? Ya da buna–hâşâ—mecbur mu?”

Cenâb-ı Hak, Hâlık’tır; biz O’nun yarattığı mahlûkuz. O Fâtır’dır; biz O’nun yoğurduğu fıtratız. O Rahîm’dir; biz rahmete muhtacız. O Rauf’tur; biz O’nun re’fetine ve yumuşak tavırlarına muhtacız. O Rahman’dır; biz O’nun merhametini umuyoruz. O Halim’dir; biz O’nun yumuşak huylu muâmelesine muhtacız. O Ğafûr’dur; biz O’nun mağfiretine muhtacız. O Vedûd’dur; biz O’nun tarafından sevilmeye muhtacız. O Vehhâb’dır; biz isteyen ve zenginliğinden varlık ve sayısız nimetler, ihsanlar ve ikramlar uman kullarıyız. O Rab’dir; biz terbiyeye muhtacız. O Ganî’dir; biz O’nun vermesine, feyzine ve bereketine muhtaç ve muntazırız. O Mücîb’dir; biz duâ eden ve cevap bekleyen kullarız.

Biz O’nun kuluyuz. Duâ bizim şe’nimiz. O bizim Rabb’imiz; duâmıza cevap vermek ve dilediğince kabul etmek de O’nun şe’nidir. Biz duâmızı yaparsak, O bize cevap veriyor ve istediğimizin ya aynısını, ya da daha evlâsını veriyor. Duâmızı kabul ediyor. Duâ, O’nunla bizim aramızda en sağlam, en sağlıklı, en canlı, en diri, en hayatdâr, en salim, en emin, en kısa, en tesirli, en müstecâp, en huzurlu, en kuvvetli, en nazik ve en nezih bağlantı ve kanaldır. Bundandır ki Yüce Kitabında O, “Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?”1 diye ilân ediyor.

Ana ile evlât arasındaki nezih ve nazik muâmeleyi düşünelim bir kez. Evlât her istediğinde, ana şefkatinden bin bir parça olmaz mı? Eğer evlâdının istediği elinde varsa, canla-başla vermez mi? Bir yaşındaki bir yavruya annenin düşkünlüğünü ve düşkünlüğüne denk olarak yavrunun isteklerine kendisini feda edişini hesap edebiliyor muyuz?

Hazret-i Ömer (ra) anlatmıştır: “Bir gün bir takım esirler getirilmişti. Esirler içinde bir kadın vardı; kadın sağa sola koşturup çocuğunu arıyordu. Bir çocuğa rastladığında çocuğu tutuyor, bağrına basıyor, kokluyor, okşuyor ve emziriyordu. Resul-i Ekrem Efendimiz (asm):

“Şu kadının çocuğunu ateşe atabileceğini zanneder misiniz?” buyurdu.

Biz de:

“Hayır, ya Resûlallah! Vallahi atmaz!” dedik.

Allah Resûlü (asm):

“İşte Allah kullarına, bu kadının çocuğuna olan şefkatinden daha merhametlidir” buyurdu.2

İşte böyle bir İlâh’ımız, böyle bir Hâlık’ımız, böyle bir Yaradan’ımız, böyle bir Allah’ımız var. Elimizi açtığımızda, kalbimizi müteveccih kıldığımızda, gönlümüzü verdiğimizde, içtenlikle yöneldiğimizde bize cevap veriyor, “İsteyin; vereyim”3 diyor.

Ancak çoğu zaman biz şartlardan ve kurallardan kendimizi kurtaramıyoruz; kendi kabuğumuzu kıramıyoruz, kendimizi nazdan niyaza alamıyoruz, duâ ve kulluk makamını yeterince değerlendiremiyoruz.

İslâm büyüklerinden meşhur Ata, itikâfı şöyle tanımlar: “İtikâfa giren kimse, ihtiyacından dolayı büyük bir zatın kapısında oturup, ‘İhtiyacımı karşılamadıkça buradan ayrılmam!’ diye yalvaran birisine benzer. Nitekim o da Cenâb-ı Hakk’ın bir mabedine sığınmış ve ‘Beni affetmedikçe buradan ayrılıp gitmem ya Rab!’ diyor.”

Demek, duâlarımızın kabulü için içtenlikle istemek ve yalvarmak gerekiyor. Kulluğumuzu takınmamız gerekiyor. Yakarışı sürekli kılmamız ve duâyı hiçbir şekilde elden bırakmamamız gerekiyor.

Ancak; hiç şüphesiz, bizim içtenlikle isteyişlerimiz karşısında Allah’ın duâlarımızı kabulünü ve isteklerimizin ya aynısını, ya da daha evlâsını verişini O’nun için “mecburiyet” sıfatıyla izah edemeyiz. Yani Allah bir şeye mecbur kalmaz. Allah’ı hiç kimse, hiçbir konu için “icbar” etmez, edemez, zor kullanamaz. Her zaman ve her zeminde, dünyada ve âhirette Cebbar olan Allah’tır, İcbar eden Allah’tır, başkasını mecbur bırakan Allah’tır.

Binâenaleyh; Allah’ın yalvarışlarımıza cevap verişi, duâlarımızı kabul edişi, günahlarımızı affedişi ve bizi bağışlayışı sırf O’nun üzerimizdeki sonsuz merhametini, sınırsız rahmetini, engin şefkatini, nezih sevgisini, bize ve isteklerimize ne yüce değer verişini gösterir.

Her hâl ve her şartta Allah’a hamd olsun!

Dipnotlar:

1- Furkan Sûresi, 25/77

2- R. Sâlihîn, 417

3- Mü’min Sûresi, 40/6

01.08.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Emirdağ Hatıraları (5)



Zorba memurlar

Denizli Ağır Ceza Mahkemesi'nde Üstad Bediüzzaman'ı mahkûm ettiremeyen gizli zındıka cereyanı, bu kez bütün kuvvetiyle Emirdağ'a yüklenir. En güvenilen polisleri buraya tayin ettirir. En acar casusları buraya yönlendirir. Yerli kimselerden de parayla birkaç casus ayarlanır. Bu da yetmez, her türlü kirli ve karanlık oyuna âlet olabilecek bir kaymakam Emirdağ'a tayin edilir. Aynı şekilde, zorbalıkla iş gören vicdansız bir jandarma komutanı ilçe merkezine gönderilir.

Görgü şahidi olarak muhterem Mahmud Çalışkan, evindeki ziyaretimiz esnasında "Acaba, Hazret–i Üstad'ı canından bezdiren sıkıntılar ne idi?" şeklindeki suâlimiz üzerine bizlere şunları anlattı:

"Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin dışarıya serbestçe çıkmasından, camiye gitmesinden ve halkın arasında görünmesinden şiddetle rahatsız olanlar vardı. Bunların başında da, o zamanki ilçe kaymakamı ile karakol komutanı geliyordu.

"Ben, bizzat şahit oldum: İlçe kaymakamı (A. Uraz), Hazret–i Üstad'ı defalarca gelip tehdit etti. Dışarı çıkamazsın, halkın arasında dolaşamazsın diye, bağıra bağıra tehditler savururdu. Hatta, bir defasında Cuma günüydü. Üstad, evinden çıkıp Cuma namazı için camiye gidecekti. Tam o esnada, kaymakam evinin önüne gelip durdu. Üstad'ın çıktığını görünce 'Camiye gidemezsin, Cuma namazına gidemezsin' diyerek bağırmaya başladı. Belli ki, halkı galeyana getirerek orada bir hadise çıkarmak istiyordu... Hazret–i Bediüzzaman, bu hainane planın farkındaydı. Dolayısıyla, aksine davranmayıp tekrar evine çekildi. Fakat, yine fırsat buldukça camiye gitmeye ve kırlara çıkmaya devam etti. Çünkü, kànunen bu yaptığı suç değildi. Gezip dolaşmak, ibadet için camiye gitmek onun en tabiî hakkı idi.

"Bu kaymakam, bilâhare hükümet tabibi Dr. Tahir Barçın'a anlattığına göre, kendisi Bediüzzaman'ı imha etmek maksadıyla Emirdağ'a gönderilmiş. Ancak, buna bir türlü muvaffak olamamış."

Gaddar kumandan

Yine, görgü şahidi olarak Mahmut Çalışkan, ilçe jandarma kumandanı olan vicdansız bir şahsın da, yol ortasında ve ahali içinde Hazret–i Üstad'a bağırıp hakaret ettiğini ve sarığına bilfiil müdahale ile halkı ve Bediüzzaman'ın talebelerini tahrike çalıştığını anlattı.

Hülâsası şudur: "Üstad Bediüzzaman, evinden çıkıp, çoğu zaman yaptığı gibi yine kırlara gitmek istiyordu. Yolda yürürken, karakol komutanı onu gördü ve yine bağıra çağıra Üstad'ın üzerine gitti. 'Bu çağda, hâlâ nedir bu sarıkla, bu kıyafetle dolaşıyorsun? Bu kıyafetle evinden çıkamazsın, dışarıda gezemezsin!' diyerek, Üstad'ın sarığını başından alıp yere atmaya çalıştı. Üstad da 'Çekil, çekil önümden' diye karşılık verirken, bir taraftanda sarığı yere düşürtmemeye gayret ediyordu. Bu arada, Üstad'ın hizmetkârı olan Ceylan Çalışkan da belindeki tabancaya davranmış, elini tetiğe götürmüş durumda. Kan dökülmesi an meselesi iken, Hazret–i Üstad aniden durumu toparlamaya ve bir hadisenin patlak vermesine mani olmaya çalıştı. Bir yandan komutanla uğraşıyor, bir yandan da 'Ceylan! Çek elini oradan' diye, genç talebesini teskine çalışıyordu.

"Üstad, baktı ki olacak gibi değil. Durum son derece ciddî. Hemen toparlandı ve ‘Tamam, dönüyoruz’ diyerek, kıra çıkmaktan vazgeçti, doğruca evinin yolunu tutarak geri döndü. Böylelikle, Menemen Vak'ası tarzında dehşetli bir planı da akim bırakmış oldu."

Bediüzzaman Hazretleri, maruz kaldığı bu hadiselerle alâkalı olarak şunları ifade ediyor: "Eğer eski hayatım gibi, izzet–i ilmiyeyi muhafaza etmek için hiçbir hakareti kabul etmemek olsaydı ve vazife–i hakikiyesi sırf ahiret ve ölümün idam–ı ebedisinden Müslümanları kurtarmak vazifesi olmasaydı ve bana ilişenler gibi sırf dünyaya ve menfi siyasete çalışmak olsaydı, on Menemen, on Şeyh Said hadisesi gibi bir hadiseye, o anarşilik hesabına çalışanlar sebebiyet vereceklerdi... Hem, mazuriyetim ve inzivama binaen, tebdil–i kıyafetime hiçbir ihtar olmadığı halde, böyle keyfi, kanunsuz, cebren ahali içinde başıma şapkayı giydirmeye çalışmak, kırk seneden beri bu vatanda, hususan iman–ı tahkiki dersinde kardeşane alâkadar olan yüz binler adam, pek büyük bir heyecan içinde zemini hiddete getirip, emsalsiz ağlamaya vesile olacaktı... Zaten ecnebi parmağıyla, güya hakkımda teveccüh–ü âmmeyi kırmak fikriyle damarlarıma dokunacak kanunsuz muamelelerin mezkûr maksat için yapıldığına, çok emarelerle kat'î kanaatimiz geldi. Fakat, ...bunların bana karşı kanunsuz ihanetlerinin hiçbir ehemmiyeti kalmadı; (onları) Cenâb–ı Hakk'a havale ediyorum." (Emirdağ Lâhikası, s. 30)

(Devamı var)

Tarihin yorumu = 1 Ağustos 1326

Osman Gazinin vefatı

Osmanlı Devletinin kurucusu olan Osman Gazi, 68 yaşında Söğüt'te vefât etti. Yerine ise oğlu Orhan Gazi geçti. Osman Gazi'nin, ölüm döşeğinde iken oğlu Orhan Gazi'ye yaptığı nasihat pek meşhûr ve manidardır.

Osman Gazinin oğluna, dolayısıyla kendi neslinden gelecek diğer idarecilere şu veciz nasihati yaptığı rivayet ediliyor:

"Oğul Orhan!

Din yolunda gazâya devam et. Dostlarını, komutanlarını gözet. Âlimleri kayır ve gözet. Adâlet yolundan ayrılma...

Ey oğul! Bu devleti sana, seni de Hûdâ'ya emânet ediyorum."

01.08.2008

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Kimin malını veriyorsun?...



Muhteşem hayatımız, ihtişamın ve haşmetin detaylara ışık tuttuğu nadide bir eser insan ve görkemli hayatı.

Pervanesi ve karanlığı eksik olmaz aydınlığın, ışığın, nurun… Eğer hayatı varsa hayattarsa, hayata bir faaliyet ve hareketle katılabiliyorsa insanoğlu muhakkak bir şekilde aydınlığa, nura muhtaçtır.. yarasa kılıklılar hariç…

Bilmek yetmiyor, görmek gibi… nurlardan haberdar olmak, onlarla aynı mekânlarda bulunmak, bilen ve faydalananların yanında görünmek, gözükmek yetmiyor. Nurların boyasıyla boyanmak, içten ve dıştan her türlü neşvü nemayı netice verecek bir gıdalanmak, bir nemalanmak gerekiyor…

Hayatın muhteşemliği içinde ne kadar zorlarsak zorlayalım eğer Nurlardan istifadelerimiz yoksa, yahut az ise bizim hayatımız, yaşayışımız alabildiğine sönük ve tatsızdır. Ahirete nazaran, dünyanın o zerrecik görkemli hayatı bile detaylara batarak boğuluyor ve kayboluyor.

Başkalarının gözlerini, bakışlarını, delile dayanmayan gayr-i sabit akıllarını hak etmedikleri nakıs sıfatlarla bağlayan, boyayan mefahir ve mütenakıs hizmet ehli geçinenler; hayatın ihtişamını ikram ve ihsan eden Cenâb-ı Basir-i Sem-i Kahharı da acaba görmüyor, duymuyor ve cezalandırmayacağını mı zannediyorlar acaba.

Hak etmediğini indi mülâhazalar ile alanlar, öbür tarafta kendisine bu haksız hakkı lâyık görenlerin sırtına bineceklerdir. Ama maalesef muhatabiyetlikleri ve gittikleri yer aynı olacaktır.

Adaleti biliyorum diyenlerin anuduyla değil zerresiyle bir haksızlığa sahip çıkmaları, indi İlâhide kürelerin dengesini sağlamak kadar önemli olabilir. Dini biliyorum diyenlerin vay hallerine demiyorum. Çünkü fiilleri vay hallerimize diyorlar zaten.

Mutlak hak ve hukuk, bu büyük haşmet ve ihtişam içinde en görünmeyeni ve gizliyi aşikâr edecek kadar kudretli ve kuvvetlidir. Nefislerin kandırıldığı, zan ve gayri ciddî hükümlerle kimse kimseye hak etmediği mevkii, makamı ve ücreti veremez. Hele bu garibanın, fukaranın, talebelerin, hizmetin ve Müslümanların olursa…

Değil kafa fetvası, dinin fetvası bile böyle bir yanlışlığı yapanların miskal kadar bile yakınında olamaz…

Alın teri olmayana ancak alın teri sarf etmeyenler, umumun malını gayri nizamî ve gayr-i kabil bir şekilde peşkeş çekerler.

Küçüldükçe küçülmek insanoğlu için her zaman mümkündür; muhteşem hayatın içindeki ihtişamlı bir hayatın mümkün olduğu gibi…

Her tarafı, her zaman, hep nurlu olan bir hayatı zerrecik kara lekeler ile karartmaya çalışmayalım… Kimse kimseye hakkı olmayanları vermeye, yakıştırmaya, dağıtmaya kendisini görevli görmesin ve başkalarını takbih etmesin…

01.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kriz yön değiştirdi



AKP'NİN kapatılması kitlelerin hiç beklemediği bir husustu. Bundan dolayı da, mahkemenin kararı ülke genelinde bayram havasına yol açtı. Sanki 1908’de İkinci Meşrûtiyet yeniden ilân edilmiş gibiydi. Halk kıpır kıpır ve sevinçliydi. Buna mukabil, o günün dünyasında Sultan İkinci Abdülhamid yerine İttihatçılara verilen destek gibi AKP’ye de uluslar arası alanda büyük destek vardı. Özellikle Avrupalılar ilke olarak parti kapatılmasına karşıdırlar. Bu ilkeli tavırlarını AKP hususunda da gösterdiler. Elbetteki AKP ile ilgili çekinceleri olabilir. Bu çekinceleri kapatılmasının haksızlık olacağını deklare etmelerini engellemedi. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın AKP’nin kapatılmadığına dair açıklamasının ardından o gün yaklaşık 10 kadar yabancı kanala konuştum. Dâvâya çok büyük ilgi ve alâka vardı. Bazıları olağan yayın akışlarını keserek Ankara’ya bağlanmışlardı. BBC, CNN ve Cezire bunlar arasındaydı. Bu da AKP’nin kapatılmasının ülkenin tahammül edemeyeceği bir bedel olduğunu gösteriyor. Şimdilik tehlike atlatılmış oldu. Gerçekten de tehlike ilânihaye savuşturulmuş oldu mu? Kesinlikle hayır. Kararın verildiği günün akşamı TV kanallarında birçok açık oturum ve değerlendirme vardı. Ülke TV’de de Hasan Celal Güzel konuştu. Tecrübeli devlet adamı ve onun dışında gelişmeleri takip eden bir yazar olarak gayet yerinde değerlendirmelerde bulundu. Meseleyi şöyle özetledi: “Bu karar ülkeyi rahatlatmıştır. Ama tehlike henüz geçmemiştir. Anayasa Mahkemesi’nden yargı darbesi bekleyenler yüzüstü durumunda kalmışlar ve hayal kırıklığına uğramışlardır. Bu vesile ile Anayasa Mahkemesi’nin beklentilerini karşılamamış olması onları beklentilerini başka yöntemlerle gerçekleştirme arzusuna itebilir. Orduda üst kademelerde demokrasiye bağlılık varsa da ben ordu içinde hâlâ darbe zihniyeti taşıyanların varlığını ve uygun bir ortam bulduklarında buna kalkışacaklarını tahmin ediyorum…”

***

Evet, Anayasa Mahkemesi’nden beklenen darbe gerçekleşmemiştir. Bu yönde beklentilerine cevap alamayanlar başka arayışlar içine girebilirler. Bu açıdan önümüzdeki bir yıl Türkiye tarihi açısından çok önemli bir yıldır. Her türlü lehte veya aleyhte gelişmeye gebedir. Ve öncelikli olarak Mahkeme’nin kararı sadece krize bir mola dönemidir. Dolayısıyla CHP kurmaylarının da söyledikleri gibi kriz çözülmemiştir. Onlara göre krizin çözülmesi AKP’nin tamamen tasfiyesidir. Dolayısıyla kriz yeni bir aşamaya girmiş ve tabir caizse yön değiştirmiştir. Bununla birlikte, Mahkeme kararı ile birlikte CHP ve onun gibi düşünenler büyük bir darbe yemiştir. Ancak, CHP’nin pes edeceğine dair küçük bir işaret bile yoktur. Aynen kışkırtmalara kaldığı yerden devam edecektir. CHP’nin kimyası budur. Baykal kararın akabinde hemen yazılı bir açıklama ile şunları söylemiştir: “Mahkeme krizi çözmemiş bilâkis ortaya koymuştur. Tesbitte bulunmuştur…” demiştir. Dondurmuştur demek istemiştir. Oldum olası halkın tercihlerini hafife alan beyaz Türkler’den Onur Öymen ise NTV’de Baykal’ın sözlerini pekiştirmiştir. CHP’ye göre aslında Mahkeme bu kararıyla birlikte krizi çözmemiş belki krize ortak olmuştur. Karardan sonra AKP, kararın laiklik karşıtı eylemlerin odağı oldukları yönünde bir mahiyet içermediğini söylese de CHP teknik olarak biraz da haklı olarak AKP’nin alt seviyede de olsa cezalandırıldığını savunmaktadır. Sadece Osman Can ve bir de Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç’a göre AKP laiklik karşıtı odak olma durumuna haiz bir parti değildir. Dolayısıyla Mahkeme çekişmeyi nihaî karara bağlamamış belki çekişmede sadece bir aşama oluşturmuştur. Bununla birlikte, benim kanaatim Anayasa Mahkemesi üzerinden sonuç almak isteyenler nihaî olarak hüsrana uğramışlardır. Mahkemenin bundan böyle meseleyi bir daha ısıtacağına hiç ihtimal vermiyorum. Dolayısıyla, CHP kararı içine sindiremediği ve hatta kararı kendi dâvâsının ispatı olarak gördüğü için kriz bitmemiş belki yön değiştirmiştir.

***

Zaten Yasemin Çongar da Taraf’taki yazısında Ergenekon iddianamesinin şifrelerini çözerken orada örgütle bağlantılı adı verilmeyen siyasînin Baykal olduğunu ortaya koymuştur. Bu kesinlikle sürpriz değildir. Zira Baykal baştan beri Ergenekon’un avukatı olduğunu söylemektedir. Adeta Ergenekon’un sözcüsü gibi davranmaktadır. Bununla birlikte karşı cephede de büyük bir çözülme var. En azından müesses nizama eklenen yargı bu denklemden çıkmaktadır. Bir yazımda MHP’nin artık rutin dışılığa geçit vermediğini ve rutin dışı gruplarla bağlarını kestiğini söylemiştim. Dolayısıyla MHP yakasını ulusalcılardan kurtarırken yargı da CHP zihniyetinden arınmaktadır. Canan Arıtman gibilerin hayal kırıklığı da bundandır. Keza ordunun da süreç içinde derin bileşke ve çekirdekten ayrılmakta olduğuna dair işaretler alınmıştır. Irak’a yapılan sınır ötesi operasyondan sonra Baykal’ın ordu saflarına yönelik suçlamaları ve ona karşı Büyükanıt’ın kurumunu savunması da Türkiye tarihinde bir değişimin sinyali olduğu gibi nadir görülen kesitlerden birisiydi. Dolayısıyla devlet millet kaynaşmasının ve normalleşmenin önünde tek engel mahiyeti hissedilen ama derinliği pek de kestirilemeyen ordu içinde hâlâ nisbî de olsa varlığını ve tesir gücünü sürdüren son Mohikanlar ya da sönmemiş volkan gibi duran darbe heveslileridir. Onların sivil hayattaki uzantıları CHP olarak gözükmektedir. Çongar’ın tesbiti de bunu göstermektedir.

01.08.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet ARICAN

Elinde bir müstahsil makbuzu olan Tarım Bağ-Kur’undan emekli olabiliyor



HEPİMİZ sosyal güvenlikle ilgili en çok merak ettiğimiz konunun; en kısa zamanda nasıl emekli olabileceğimiz olduğunu söylesek, herhalde yanlış kelâm etmemiş oluruz. Hemen söylemek gerekirse, Bağ-Kur, SSK, Emekli Sandığı, Banka, Borsa ve Oda Sandıkları arasında en kısa ve en kolay şekilde emekli olmanın yolu Tarım Bağ-Kur’lusu olmaktan geçmektedir.

Gerçekten de günümüz itibariyle elinde bir müstahsil makbuzu olan vatandaşlarımızın bu güne kadar hiç Bağ-Kur’a sigortalı olarak kayıt ve tescilleri olmasa dahi, söz konusu bu makbuza göre Tarım Bağ-Kur’undan emekli olabilmektedirler. Şimdi size bu konunun uygulamada nasıl yapıldığını açıklamaya çalışalım.

Bilindiği üzere 2926 sayılı Tarım Bağ-Kur Kanununun 36’ıncı maddesi 02.08.2003 tarihli ve 4956 sayılı Kanunun 56'ıncı maddesinin ( d ) bendi ile kaldırılmış ve bu konuda 1479 sayılı Kanunun “primlerin ödenmesi” başlıklı 53'üncü maddesine 4956 sayılı Kanunla “...Kurumun, 17.10.1983 tarihli ve 2926 sayılı Kanuna göre tahakkuk eden prim alacakları aylık olarak veya Kurumca tesbit edilecek dönemlerde ödenir. Ayrıca, bakanlar kurulu kararı ile ürün bedellerinden tevkif suretiyle de tahsil edilebilir” hükmü getirilmiştir.

Üstteki kanun maddesindeki bu hükümlerden dolayı, 1 Nisan 1994 tarihinden bu yana kendi nam ve hesabına tarımsal faaliyette bulunan kişiler, işletmelere, birliklere, fabrikalara, resmî ve yarı resmî kurum ve kuruluşlara ürün (buğday, üzüm, fındık, pamuk, incir, et, balık, mercimek vb.) sattıklarında bu kişilerden Bağ-Kur adına yüzde bir oranında tevkifat (kaynaktan prim kesintisi) para kesilmekte ve bu paralar Bağ-Kur hesaplarına ilgili kurum ve kuruluşlar tarafından aktarılmaktaydı. Yani, Bağ-Kur ürün satan çiftçileri Bağ-Kur tarım sigortalısı gibi kabul edip bunlar adına prim kestirmekteydi.

İşte, 1994 yılından günümüze kadar Bağ-Kur adına sattıkları ürünlerden dolayı kendilerinden tevkifat kesildiğini müstahsil makbuzu veya diğer şeylerle belgeleyen kişilerin Bağ-Kur sigortalılıkları müstahsil makbuzunun tarihi itibariyle başlatılmakta ve günümüze kadar Bağ-Kur tarım sigortalılıkları aralıksız getirilmektedir. Görüldüğü üzere, her ay düzenli olarak prim ödemeden ve uzun yıllar boyu emeklilik hayalleri kurmadan en kısa ve kolay bir şekilde 2926 sayılı tarım Bağ-Kur Kanunu kapsamından emekli olunabilmektedir. Tabi emekli olmak için yine Bağ-Kur’daki hizmet süresi şartını ve yaş şartını yerine getirmenin gerek olduğunu unutmayalım.

Özetle, kendilerinden uzun yıllar önce ya da halen sattıkları ürünlerden dolayı tevkifat kesintisi yapıldığını müstahsil makbuzlarıyla veya başka belgelerle tevsik eden kişilerin, hiç beklemeden ve durmadan Bağ-Kur’a başvurmalarını ve borçlarını ödedikten sonra emekli olmalarını önemle tavsiye ederiz. Daha önceleri, mahkeme kararlarıyla uzun yıllar yargılama işlemleri sonu kazanılan söz konusu emeklilik hakkının şimdi hiç yargı yoluna gerek kalmaksızın doğrudan Bağ-Kur’a başvurarak yapılabildiğini de okuyucularımıza hatırlatalım.

NOT:

Sosyal güvenlik haklarınızdan haberdar olmak ve sosyal güvenlik sıkıntılarınızla ilgili her türlü sorununuza çözüm bulmak için her hafta Perşembe günleri bu köşede buluşalım. Faks ve e-postalarınızı bekliyoruz.

E-posta: [email protected] Faks: 0212 515 67 62

01.08.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yeni anayasa zamanı



Anayasa Mahkemesinin AKP hakkında verdiği karar, çeşitli yönleriyle tartışma konusu olmaya devam edecek. Kapatılmasını isteyenler AYM’nin kararını kendilerine göre ‘yorum’layıp, partinin ‘hükmen’ kapatıldığını söyleyecek; partililer de haklı olarak ‘netice’ye bakıp, partilerinin kapatılmadığı için sevinecekler.

Siyasî partilerin mahkeme kararlarıyla kapatılmasının çare olmadığını, Türkiye’nin bu yanlıştan kurtulması gerektiğini imkân ve fırsat bulduğumuz her zaman ifade ediyoruz. Klâsikleşen ifadesiyle partileri millet kurar ve yine millet ‘sandık’ta kapatır. Nitekim, sandıkta kapanan onlarca partiye şahit olunmuştur. Bu sebeple, milletin ‘sandıkta’ kapatmadığı, mahkemenin kapattığı partiler her zaman kriz sebebi olmuş, karara itiraz edilmiştir.

AKP hakkında da Anayasa Mahkemesi bir ‘ara formül’ buldu. Partiyi kapatmadı, ama bir anlamıyla kapatmaktan daha fazla cezalandırdı. Mahkemenin üye sayısının çoğunluğu, kapatılması yönünde oy kullanırken, kanun gereği fiili kapatma gerçekleşmedi. İyi de oldu, çünkü mahkeme kararıyla parti kapatılması Türkiye ve dünya gerçekleriyle uyuşmuyor.

Hatırlanacağı üzere, “1 Mart tezkeresi”nde de benzer bir durum yaşanmıştı. TBMM’deki oylamada, çoğunluk tezkereye ‘evet’ dediği halde, iç tüzük gereği tezkere ‘reddedilmiş’ sayıldı.

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, kararı açıklarken yaptığı konuşma, başta iktidar partisi olmak üzere bütün siyasî partilerin dikkate alması gereken ikazlarla doluydu. Böyle bir dâvânın açılması, Türkiye’ye maddî anlamda da kaybettirdi. Böyle ‘siyasî’ dâvâların açılmaması için siyasetçilere çok iş düşüyor. En başta özde sivil bir anayasa ihtiyacı kendisini hissetiriyor. Aynı şekilde, Avrupa Birliği üyeliği için gereken şartların da yerine getirilmesinde fayda var. Kararı yorumlayan pek çok uzman da aynı şekilde Türkiye’nin hâlâ ihtilâl anayasası ile idare ediliyor olmasının garipliğine, yanlışlığına dikkat çekti.

Gerçekten de bu önemli konular niçin hükûmetin gündeminde yer almaz? Oysa ‘tek başına iş başına’ geldiklerinde millete yaptıkları vaadler içinde bu konudaki vaadler epey yer tutuyordu. “Eylem planları” unutuldu mu? Unutulduysa niçin? Bu konuları gündeme taşımak, çareler aramak, Türkiye’yi kısır çekişmelerden kurtarmak gerekmiyor mu?

Gerek yeni bir sivil anayasa ve gerekse ‘demokrasi paketleri’ni hatırlamak için yeni seçim dönemlerine mi ihtiyaç var? Elbette bu konu sadece iktidar partisinin konusu olmamalı. Ama birinci derecedeki sorumluluk onlara ait. Bir şekilde bu konular gündeme gelmeli, millet menfaatine olan kararlar gecikmeden alınmalı ve icra edilmeli.

Gerek iç kamuoyu ve gerek dış dünya, Türkiye’nin âcilen milletin taleplerine cevap verebilecek sivil ve demokrat bir anayasaya ihtiyacı olduğunu görüyor, ifade ediyor.

Bu talebe karşı direnmek, suları tersine akıtmaya çalışmaktan farksız olur. Anayasa Mahkemesinin AKP hakkındaki kararı reform ve ‘demokrasi paketleri’ni gündeme taşımaya sebep olursa (kanunlara aykırı şekilde uygulanan yasakları unutmuş değiliz!) bundan yine millet kazançlı çıkar.

01.08.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Durmak yok, AB’ye devam!



Anayasa Mahkemesi kapatmama kararı verdi. Olması gereken de buydu. Hatta üye yapısı nazara alındığında ortaya çıkan sonuç sürpriz bile sayılabilir. Baykal ve onun gibi düşünenler için ise “malûmun ilâmı” olmadı ama yapacakları bir şey yok.

Başkan Haşim Kılıç kararı açıklarken her ne kadar dış baskılardan etkilenmediklerini ifade etse de buna “YAŞ”sız, “kuru kuru” inanmamızı beklemesin. Burası Türkiye. Her an her şey olabilir. Biz ne “etkilenmemiş” kararlar gördük. Aynı mahkeme, aynı üyelerle 367 kararını önce onaylamış daha sonra da reddetmemiş miydi?

**

Bir kere daha ifade etmekte fayda var. Eğer Türkiye çağdaş, demokratik bir devlet olsaydı söz konusu iddianame mahkeme kapısından bile giremezdi.

Halkın inanç dünyasına hakaret eden gerekçelerle ortaya çıkarsanız her şeyi alt üst edersiniz. Siyaset normal seyrinden sapar. Kapatılması istenen parti başarısızlığını mağduriyet pozu ile örterek haksız rekabetle üstünlük sağlar.

Türkiye’de illa parti kapatılacaksa darbe isteyen partiler kapatılmalı. Halkın tercihini yeterli görmeyip eli sopalı idarecileri göreve çağıran partiler kapatılmalı. Parti adı atında çetecilik yapan partiler kapatılmalıdır. Demokrasi düşmanı partiler kapatılmalıdır.

**

AKP’nin kapatılmasını bekleyen kesimlerden uzlaşma çağrıları tekrar gelmeye başladı. Uzlaşmadan kastın ne olduğu belli aslında. AKP, demokrasiden taviz anlamını taşıyan uzlaşma çağrılarına uyduğu için bu noktaya geldi.

Bugün için uzlaşma bellidir: Yeni, demokratik bir anayasanın yapılmasıdır. Demokrasi ama herkes için tam ve gerçek bir demokrasidir.

Bunun dışındaki bütün uzlaşmalar oyalamaca ve kandırmacadan ibarettir.

**

Karar açıklandıktan sonra Başbakan Erdoğan’ın ilk değerlendirmesi, “Türkiye için Cumhuriyetimizin çağdaşlaşma hedeflerini temsil eden Avrupa Birliği yolundan dönüş yoktur, olmayacaktır” şeklinde oldu.

AB cenahından gelen ilk tepkilerde de “reformlara kaldığı yerden devam edin”, “artık eyleme geçin” hatırlatmaları vardı.

Belki de kapatma dâvâsının en hayırlı sonucu AB sürecinin hızlanması olacak. AKP, AB sürecini aksatınca başına kapatma dâvâsı musallat oldu. Umulur ki gerekli dersler alınmıştır.

Alınmıştır da Türkiye’nin demokratik geleceği için, daha özgür ve müreffeh bir ülke için, darbecilerden ve çetelerden kurtulmak için AB sürecine hız verilir.

O halde, durmak yok, AB’ye devam!

01.08.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ölüm ve sıtma



En son söylenecek sözü en başta ifade ederek başlamamızda, konumuz bakımından bir sakınca yok: Anayasa Mahkemesinin AKP hakkında verdiği kararın en kestirme yorumu, “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” deyişinde dile geliyor.

AKP cenahındaki “Oh! Çok şükür kapatılmadık” rahatlaması, dâvânın açıldığı 14 Mart’tan bu yana partililerin dört buçuk aydır nasıl ağır bir stres ve baskı altında yaşadıklarının da bir ifadesi. Özellikle 5 Haziran’da yine aynı mahkemeden çıkan “üniversitelerde başörtüsü serbestisine yönelik düzenlemeyi iptal” kararından sonra kapatma dâvâsından farklı bir karar çıkabileceği noktasındaki ümitler iyice zayıflamış ve parti kendisini bu sona hazırlama psikolojisine girmişti. Her ne kadar belli etmemeye çalışsa da durum buydu.

Ama diğer taraftan, özellikle AB canibinden gelen mesaj ve uyarılar, dâvânın kapatma kararıyla sonuçlanması durumunda her bakımdan çok ciddî sonuçlar doğacağı yönündeydi. Öyle ki, kapatmama kararının çıkmasında etkili olan en önemli dinamiklerin başında AB’nin tavrı geliyordu. Buna ilâveten, epeyce bir zaman “ortadan ve ikircikli” bir tavır sergileyen ABD’nin, finale doğru bu tutumunu “Kapatılmasın ve demokrasi zarar görmesin” istikametinde değiştirme sinyalleri vermesi, dikkate alınması gereken bir diğer önemli faktördü.

Keza, uluslararası iş çevreleri de bilhassa son haftalarda “AKP kapatılmayacak” havasını yoğun şe-kilde pompaladılar ki, bunun da gözardı edilmemesi gerekiyor. Buna ilâveten, mahkeme üyeleri üzerinde bire bir sıkı ve yoğun markaj uygulandığına dair iddialar da işin bir başka ciheti.

Netice olarak, yer yer sinir harbine dönüşen son derece gergin ve sıkıntılı bir sürecin ardından karar çıktı ve en azından belirsizlik ortadan kalktı. Bu kararın herkesi memnun etmesi gereken en olumlu yönü, demokrasimize yeni bir parti kapatma ayıbının gölgesini düşürmemiş olması.

Bunda, 2001’de yapılan anayasa değişikliğiyle, parti kapatma kararı için en az 7 oyun şart kılınması ve yanı sıra kapatma dışında hazine yardımını kesme gibi daha hafif bir müeyyidenin getirilmiş olması önemli bir paya sahip. Demek ki, o düzenleme isabetli olmuş.

Ama görülüyor ki, yeterli değil. Bu düzenlemelerin demokratik kriterler çerçevesinde, işin özüne ve derinine inecek daha köklü reformlarla geliştirilmesi lâzım. Mahkemenin kararından ve Başkan Kılıç’ın açıklamalarından sonra ortaya çıkan tablo şu: AKP, kıl payı ipten döndü. Ama Hazine yardımından kısmen mahrum bırakılmak suretiyle ağır ve ciddî bir ihtar almış oldu.

Yani, bir bakıma, 5 Haziran’daki başörtüsü kararının devamı olarak, AKP’ye bir “çelik korse” daha giydirilmiş oldu.

Bundan sonraki süreçte AKP’nin başörtüsü meselesi başta olmak üzere, laiklikle bir şekilde ir-tibat kurulabilecek konuların her türünden fersah fersah kaçıp uzak durması, beklenen bir sonuç olacak. Bu konular açıldığında, bilhassa başörtüsü gi-rişimi söz konusu edildiğinde Erdoğan’ın “Biz de yanlış yapmış olabiliriz” diye alttan alıp, “iç barışı yeniden kurma” çağrılarında bulunması boşuna olmasa gerek.

Bütün bunların anlamı, yaklaşık altı yıldır AKP iktidarıyla sürdürülen 28 Şubat uygulamalarının, AKP işbaşında olduğu müddetçe daha da uzayacak olması. Kararı alkışlarla karşılayan AKP’liler bunu mu kutluyorlar?

Kararın muhtemel sonuçlarından biri, son zamanlarda çokça dile getirilen kabine değişiklikleri olabilir. Bu değişiklikleri, özellikle, iddianame ile hakkında siyaset yasağı istenen bakanların durumu açısından takip edip değerlendirmek lâzım.

Peki, Türkiye’nin yeni bir parti kapatma kararının eşiğinden dönmesi, Meclis Başkanının dediği gibi, demokrasi çıtasını biraz daha yükseltmiş olması anlamına gelir mi? Ölümü gösterip sıtmaya razı eden tavırlarla, zor.

Çıtanın gerçekten yükselmesi, halen karşı karşıya olduğumuz demokrasi ve hukuk a-yıplarından gerçek anlamda kurtulmamıza veya en azından o yola girdiğimizi gösteren ciddî işaretlerin belirmesine bağlı.

01.08.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Doğu ile Batı arasındaki çocuk…



Doğu ile batı arasında sıkışanlar gurbete düşmüş yalnızca anneler babalar değildi. Anadolu´nun herhangi bir köşesinden derd-i maişetle Avrupa´ya gelenlerin, “kimliklerini” bilgi ve imandan ziyade, geride bıraktıkları vatana, tarif edemedikleri kültüre ve daha çok da sevdiklerine duydukları hasretle bir nebze muhafaza ettiklerini söylemek elbette yanlış olmaz. Onların tahsilsizliğini, köylülüğünü, san'atsızlığını ve daha doğrusu bilgisizliğini konuşanları bugüne davet etmek lâzım. Yani birinci neslin torunlarının ve hatta torunlarının çocuklarının bugünkü halini seyre dâvet gerekiyor. Avrupa´nın en müreffeh ülkelerinde, her türlü tahsil imkânına sahip neslin hal-i pürmelalini, seyretmeye…

Üstün ve galip kültür adı altında, doğru – yanlışın içi – içe yaşandığı; okulda, sokakta, medyada ve çoğunlukla evlerinde “İslâm kültüründen” mahrum yetiştirilmeye çalışılan bir nesli nazarda tutmaya çalışacağız.

Dışımızdakilerini suçlamak, yapmadığımız vazifelerimizi başkalarına yüklemek ve müşkillerimize birilerini sebep göstermek o kadar kolay ki… Doğrudur… Bulunduğumuz kıt'a, içinde yaşadığımız toplum ve bizi çevreleyen şartların zorluğu tartışma götürmeyecek kadar doğrudur. Fakat bir Müslüman olarak, nisbeten hür ve imkânlı bir cemiyette, hayatımızın büyük bir neticesi olan çocuğumuza, hayatımızın en büyük gayesi olan Allah´ı ve ahireti anlatmamamızın doğuracağı dehşetli neticeyi düşünebiliyor musunuz? İnsanlığın mutluluk uğruna varını yoğunu elden çıkardığı bir zamanda, bütün zamanların saadetini nefsiyle bize ders veren en mükemmel insan Resulullah´ı ve onun dilindeki ilâhî hitab Kur´ân´ı yavrularımıza anlatmanın önündeki engeller hakikaten aşılmaz cinsten mi? Hayır… Mesele, çevreden ve kıtaavrupa şartlarından ziyade nefsimizde düğümleniyor… Yani çözüm bizde…

Avrupa henüz kendisiyle savaşta… Dinsiz felsefenin yaklaşık üçyüz küsûr seneden beri tepesine “Hikmet” adına boca ettiği eğrileri doğruları ayıklamakla meşgul. Onların Kıtaavrupasındaki Müslüman çocuklara verebileceği bir şeyin olmadığını geçen günler, gösterdiği kanaatindeyiz. Hıristiyan ve kısmen materyalist bir kültüre karışma cesaretini gösteren garib Müslümanların, hayatlarının neticeleri olan çocuklarıyla bire bir ve bizzat ilgilenmelerinden başka bir yolun olmadığı kanaatindeyiz. Bu coğrafyada dinimizi, kimliğimizi, kültürümüzü, geçmişimizi ve ahlâkımızı çocuğumuza anlatacak kim var ki… Okul mu, medya mı, sokak mı ve ekranlara hakimiyetini kaptırmış evler mi? Peki kimler?

İslâmî kültürünüzü insanî çerçeve içinde Avrupalı yetkililere sunduğunuzda, saldırgan dinsizlerin dışındakilerin genellikle olumlu karşıladıklarını gördük. Hatta sizden yararlanma yoluna gittiklerini de ifade edebiliriz. Türkiye´mizdeki Peygamber karşıtlarıyla özdeşleşen buradaki Ulûhiyet düşmanlarının, medya vasıtasıyla çıkardıkları gürültü bazılarımızı korkutuyor. Bu korku ile Avrupa´nın, onları tasvir ettiği şekilde olduğu vehmine kapılıyoruz. Hiç alâkası yok. Türkiye´deki din karşıtları; başörtüsü, Kur´ân Kursları, İslâmî şeair ve ibadetlerimiz aleyhinde konuşunca hangi tepkiyi gösteriyorsak, dinsiz ikinci Avrupa´nın koparmak istediği gürültülere beş para vermeden “asıl kimliğimizle” bir adım öne çıkmamız gerekiyor.

Doğru, küfür tek millettir… Ahirzaman dinsizliğinin ittifaklarıyla bunu daha net görüyoruz. Anadolu´da kamusal alan peşinde koşan cereyanlar, Avrupa´da da ahlâksızlık ve dinsizliklerini umûmîleştirme peşinde koşacaklar. Gazete sayfaları, ekranlar ve sun'î yükseltilmiş “kişilikler”le efkâr-ı ammeyi devşirmeye çalışacaklar… Yukarıda arz ettiğimiz gibi karşılarında birinci Avrupa´yı görüyorlar. Müslüman anne – babanın vazifesini sünnet çerçevesinde, kavl-i leyyin ile ve halin icaplarına uygun bir şekilde çocuğuna Allah´ını, ahirete ve diğer rükünlere imanı her fırsatta anlatmaya çalışacak. Zira bu, olup olmama mücadelesine dönmüş bir hadisedir. Kanımızdan, canımızdan çocukların imanla kabre girip girmemeleri, said veya anarşist yetişmeleri ve bizden sonra bizi temsil edip etmemeleri olayını küçük görmek, imtihanı peşinen kaybetmek değil mi?

Nasıl?

Yukarıda söylediğimiz gibi Ulûhiyet ve Risâlet düşmanları kamusal alanda semavî dinlere ait bir şey görmek istemiyorlar… İnançları gereği… Bizim de inancımız; mevcut kanunlar çerçevesinde dinimizin emirleri istikametinde hareket olmalıdır. Dışlanma fobisine kapılmadan sembollerimizle yaşamamız… Çocuklarımızla İslâmı yaşarken, dinimizi merak edenler tartışa dursunlar. Sorarlarsa cevap veririz… Farkında olmadan başlattığımız tartışmalar gibi… Fıtrat kanunlarını değiştirmeye insanın gücü yetmez. Bir çocuğun nasıl terbiye edileceğini Fıtrat Peygamberi Ben-i Haşimoğullarının çocukları arasında tatbik etmiş. Sünnete bakan herkes; Zeyd´i, Abdullahları, Enes´i ve Cabir radıyallahu anhumu Rasulullah´ın yanı başında Cennetin reyhanlarıyla birlikte görecek… Zamanımıza tatbikini mi… Bediüzzaman Hazretlerindeki Kur´ân ve Sünnet pratiğine baktığınızda zamanımıza mutabık örneklerle karşılaşacaksınız… Bilhassa ilk Emirdağ hayatında: “Başta Risâle-i Nur’un fıtrî talebeleri masum çocuklar demiştik. İşte bir nümûnesi, bu mektubumu rahatsızlıktan kendim yazamadığım için ben söyleyip yeni hurufla yazan Ceylân, biri de ona mektup yazan masum Küçük Ali, biri de bu defa bana kâmilâne ve müdakkikàne mektup yazan medrese-i nuriyenin küçük şâkirdi Küçük Mehmed´dir. Ben de onlara “Bârekâllah, bahtiyar çocuklar” derim, peder ve vâlidelerini de tebrik ederim.”

Ve daha sonra Bayram’lar, Hüsnü’ler ve diğerleri…

Çocuklarımıza İslâm terbiyesini vermemizin hayatımızın “olmazsa olmazı” olduğunu biliyoruz. Çok sür'atli dönen dünyamız bizi beklemiyor. Bu terbiyeyi almadan yetişen çocuklar için Üstadımız: “bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i îmânî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve îmânın erkânlarını rûhuna alabilir. Âdetâ gayr-i müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabânî düşer. Bilhassa, peder ve vâlidesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyâde yabânîlik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve vâlidesine hürmet yerinde istiskàl edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nev'î belâ olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki dâvâcı olur: “Neden îmânımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?” İşte bu hakikate binâen, en bahtiyar çocuklar onlardır ki, Risâle-i Nur dairesine girip dünyada peder ve vâlidesine hürmet ve hizmet ve hasenâtı ile onların defter-i a´mâline vefâtlarından sonra hasenâtı yazdırmakla ve ahirette onlara derecesine göre şefaat etmekle bahtiyar evlât olurlar” diyor. Yani boşluk kabul etmeyen hayatta, çocuklarımız ya Kur´ân´ın tezgâhında veyahut da felsefenin avucunda eğitilecekler. Müslüman bir çocuğun dinsiz felsefeden aldığı derslerle genellikle “anarşist” olduğunu gözlerimizle görüyoruz… Avrupalı yetkililerin kendilerinden en çok şikâyetçi olduğu gençler de bunlar değil mi? Avrupa polisinin Kur´ân eğitimiyle ve Müslümanlarla bir meselesi yok. Bu hakikati Fransa ve Almanya emniyetleri çoktan kabul ettiler. Daha henüz kabul ettiremediğimiz bir husus daha var: “Müslüman kökenli bir çocuğun serseri ve anarşist olmaması için Kur´ân ahlâkını alma şartı…” Bir adım öne çıkarak ve ellerimizdeki nümuneleri göstererek bunu da başarabiliriz. Onlar da zaten manen bizden bunu bekliyorlar… Bu çocukların doğu ile batı arasındaki sıkışmalarından onlar da memnun değil. Fakat çözümü bilmiyorlar.

Çözümü birlikte aramaya devam edeceğiz.

01.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır