"Gerçekten" haber verir 21 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Ahmet ÖZDEMİR

İktisat-israf ekseninde dönen insanlık



İnsanlık iktisat-israf ekseninde dönüp durmaktadır. Harcadıklarımızın ve yaptıklarımızın ne kadarı iktisada uygun, ne kadarı israftır?

Burada geçen iktisat ve israf kelimelerini anlamaya çalışalım:

İktisat sözlükte, tutum, biriktirme, her konuda itidal üzere bulunmak, gereğinden fazla ve eksik harcamalardan kaçınmak anlamlarına gelmektedir.

İsraf ise, gereksiz yere harcamak, malı ve parayı gereksiz yere harcamak, ihtiyacından fazla tüketmek, en önemli aslî görevlerini bırakıp en önemsiz veya zararlı şeylerle meşgul olarak ömrünü veya gençliğini boş yere harcamak gibi anlamlara gelmektedir.

İktisadın sınırı aşıldığı yerde israf başlar. İsrafın olduğu yerde de iktisattan bahsetmek doğru olmaz. Sınırları nasıl belirleyeceğiz veya bileceğiz?

İktisada emreden ve israfı yasaklayan âyet-i kerimeyi hatırlayalım: “Yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.”1

Allah insanlara verdiği nimetlere karşılık bizden şükür istiyor. Bunu da şu âyet-i kerimede görüyoruz: “Hatırlayın ki Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti.”2 Şükür nimeti arttırıyor, nankörlük ise azabı.

İktisatla israf arasındaki denge şükürle belirlenmiştir. Yani iktisat eden şükreder, israf eden şükretmez, nimetleri hafife alır, onlarla alay eder. Bunu, Bediüzzaman, iktisat konusunda yazdığı risâlenin başında şu sözleriyle açıklar: “İktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem kat'î bir sûrette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.”3

İktisat insanlara ne kazandırır:

1. Manevî bir şükür,

2. Şükür sonucu nimetler artar,

3. Nimetlerdeki Allah’ın rahmetine

karşı hürmet, saygı,

4. Bereket sebebi,

5. Sağlık sebebi gibi bedene bir perhiz,

6. Manevî dilencilik alçaklığından kurtaracak izzet sebebi,

7. Kârlı bir ticaret,

8. Nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve

9. Zahiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir.

İsraf yukarıda sayılan hikmetlere zıttır. Bu kazançları israfta bulamazsınız. İktisat ailenin geçim zahmetine ve derdine de bir engeldir. Bunu Resûl-i Ekrem’in (asm) şu hadis-i şerifinden anlıyoruz: “İktisat eden, maişetçe aile belâsını çekmez.”4

İsraf eden ve iktisat etmeyen kimse, zillete, mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye adaydır. Bu zamanda isrâflara sebep olacak para çok pahalıdır. Karşılığında bazen haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazen dinin mukaddes esasları karşılık alınıyor, sonra pis bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınıyor.5

Eğer insanlar, ihtiyaçlarını belirlerken iktisat edip zorunlu ihtiyaçlarıyla sınırlasa, gereksiz kısımları çıkarsa ve sadece onları alsa, “Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’tır” 6 âyetinin sırrıyla ve “Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın” 7 âyetinin açık hükmüyle, ummadığı tarzda, yaşayacak kadar rızkını bulacaktı.8

Said Nursî, bu âyetleri rızık konusunda Allah’ın taahhüdü olarak kabul ediyor ve rızkı iki bölümde ele alıyor. Bunu da şöyle açıklıyor:

1. “Hakikî rızıktır ki, onunla yaşayacak. Bu âyetin hükmü ile, o rızık taahhüd-ü Rabbânî altındadır. Beşerin sû-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî rızkı her halde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye mecbur olmaz.”9 Hakikî rızık insanlığın yanlış seçimi karışmadığı sürece, o zarurî rızkı bulabilecektir. Yeni doğan çocukların rızıkları hemen yanlarında hazır bulunduğu gibi.

2. “Rızk-ı mecazîdir ki, sû-i istimâlâtla hâcât-ı gayr-ı zaruriye hâcât-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belâsıyla tiryaki olup, terk edemiyor.”10

Mecazî rızkı, insanlar daha çok zarurî olmayan ihtiyaçlarını görenek belâsıyla zarurî ihtiyaçlar hükmüne getirip ve alışkanlık haline getirip terk edemezler. İşte bu rızık Allah’ın garantisi (taahhüdü) altında olmadığı için, bu rızkı kazanmak, özellikle bu zamanda çok pahalıdır. Başta şerefini feda edip alçaklığı kabul etmek, bazen alçak insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazen ebedî hayatının nuru olan dinin mukaddes esaslarını feda etmek suretiyle o bereketsiz, pis malı alır. Üç kuruşluk dünya menfaati için ebedî hayatını feda etmek gibi bir şeydir. (Allah korusun)

İmam-ı A’zâm’ın dediği gibi “Hayırda ve ihsanda—fakat müstehak olanlara—israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.” 11

İktisat malda olduğu gibi, zamanda da olur. Zamanımızın ne kadarını Allah’ın rızası yolunda kullanabiliyoruz, ne kadarını israf ediyoruz?

Belki insanlık iktisattan uzaklaşıp israfa battığı için bu krizlerin içine düşmüştür.

Düşünen insanlar için bu krizlerden alınacak nice dersler ve ibretler vardır.

Nefsimizden başlayıp düşünebilsek ne iyi olurdu!

Anlaşılmayan dersler tekrar edilir!

Dipnotlar:

1- A’raf Sûresi, 31

2- İbrahim Sûresi, 7

3- Lem’alar, 353 YAN, İstanbul, 2005

4- Lem’alar, s. 357

5- Lem’alar, s. 358

6- Zâriyat Sûresi:58

7- Hûd Sûresi:6.

8- Lem’alar, 358

9- Lem’alar, s358

10- Lem’alar, s.359

11- Lem’alar, s.363

21.10.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Dâbbetü'l-arz üzerine-1



Ankara/Sincan’danŞabanSivri: “Kıyamet alâmetlerinden olan Dabbetülarz hakında bilgi verir misiniz? Nedir? Ne değildir? Kur’ân’da, hadislerde ve Risâle-i Nur’da bu mesele nasıl işlenmiştir?”

Dabbetü’l-arz meselesini incelemeden önce, teklif sırrı gerçeğini açıklamamız lâzım. Teklif sırrı; teklifin ve kabulün, tamamen hür iradeye bağlı olarak yapılması esasıdır ve bu esas bütün hak dinlerde korunmuştur. Yani Cenâb-ı Hak dinini tüm insanlığa teklif eder. Bunun için peygamberlerini tebliğci olarak gönderir. Peygamberler delil ve burhan gösterirler, dinin hakkaniyetini ve doğruluğunu ispat ederler, fakat kabulü, imanı ve teslimi insanların kendi iradelerine bırakırlar. İnsanlığa dini kabul hususunda icbar ve zor kullanmazlar. Çünkü esas olan içten kabuldür, hasbî imandır, samimiyetle teslimiyettir. Bir takım kehanetlere dayalı bir teslimiyet, makbul ve muteber değildir.

Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretlerinin de ifade ettiği gibi, gelecekle ilgili haberler müteşâbih, örtülü, kapalı, yoruma açık ve doğru yorumlamaya muhtaç bir üslup içinde bildirilmiştir. Çünkü bunlar nihayet nazarî meselelerdir, teferruâttır. Böyle teferruât meseleleri apaçık cümlelerle bildirilmez; şayet bildirilmişse, bildirildiği gibi çıkacağı beklenmez. O açık ifadelerin, bir takım gaybî haberleri insanların zihinlerine yaklaştırmak için birer temsil ve teşbih olmak üzere söylendiği düşünülür ve teklif sırrına uygun biçimde tevil edilir. Hakikati ise Allah’ın ilmine ve iradesine bırakılır. İlmin ve realitelerin izzeti bunu gerektirir.1

Bir defa Kur’ân, yeryüzünün yürüyen tüm canlılarına “dâbbe” diyor. Kanaatimce, önce şu dâbbe kelimesinin gizeminden ve esrarından bir kurtulmamız lâzım. İşte örnekler:

* “...Allah’ın gökten indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü dâbbeyi (canlıyı) yeryüzünde yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için (Allah’ın kudretini gösteren) deliller vardır.”2

* “Yerde yürüyen dâbbeler (canlılar) ve kanatlarıyla uçan kuşlardan ne varsa, hepsi ancak sizin emsaliniz topluluklardır (türlerdir).”3

* “Yeryüzünde yaşayan hiçbir dâbbe (canlı) yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın!”4

* “Hiçbir dâbbe (canlı) yoktur ki Allah ona el koymamış olsun!”5

* “Göklerde ve yerde dâbbe (canlı) ve melek adına ne varsa hepsi büyüklük taslamaksızın Allah’a secde ederler.” (Dikkat: Secde âyetidir)6

* “Allah insanları haksızlıklarından ötürü yakalayacak olsaydı, yeryüzünde tek bir dâbbe (canlı) bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Süreleri dolunca onu ne bir saat geciktirebilirler, ne de öne alabilirler.”7

* “Nice dâbbeler (canlılar) vardır ki, rızklarını kendileri elde edemezler. Onların da, sizin de rızıklarınızı Allah verir. Allah işitir ve bilir.”8

* “Allah gökleri gördüğünüz gibi direksiz yaratmış, sizi sarsmasın diye yere de ulu dağlar koymuş ve orada her türlü dâbbeyi (canlıyı) yaymıştır. Gökten su indirip orada bitkileri çifti çift (erkekli dişili) faydalı bir biçimde yarattık.”9

* “Gökleri, yeri ve o ikisinde yaydığı her bir dâbbeyi (canlıyı) yaratması Allah’ın varlığının delillerindendir. O dileyince bunları bir araya toplamaya da kadirdir.”10

* “Ey insanlar! Sizin yaratılmanızda ve her bir dâbbenin (canlının) yeryüzünde yayılmasında kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır.”11

Bu örnekleri, Kur’ân’ın canlılar için çok sık kullandığı “dâbbe” kelimesinin gizeminden kurtulmamızın sağlıklı muhakeme etmemizde daha çok işe yarayacağını düşünerek zikrettik.

İnşaallah yarın devam edeceğiz.

Dipnotlar:

1- Saîd Nursî, Şuâlar, s. 498

2- Bakara Sûresi, 2/164

3- En’âm Sûresi, 6/38

4- Hûd Sûresi, 11/6

5- Hûd Sûresi, 11/56

6- Nahl Sûresi, 16/49

7- Nahl Sûresi, 16/61; Kezâ bakınız: Fâtır Sûresi, 35/45

8- Ankebût Sûresi, 29/60

9- Lokman Sûresi, 31/10

10- Şûrâ Sûresi, 42/29

11- Câsiye Sûresi, 45/4x

21.10.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Konuşan bulutun bahçesini suladığı adam



Sebepler dünyasında yaşıyoruz. Sebepler, Allah’ın kâinata koyduğu bir nevî kanunlardır. Eğer elma yemek istersek ağacını dikmemiz, meyve verecek duruma getirmemiz gerekir. Ağaç zamanla büyür, vakti saati gelince çiçekler açar, meyveler verir.

Meyvenin meydana gelmesinde ağaç gibi toprak, hava, su, güneş de birer sebeptir. Ama bunların yaratılışta hiçbir etkileri yoktur. Yaratan Allah’tır. Biz rahmet kapısını bu sebeplere sarılarak çalarız. Rabbimiz de bize ihsan eder. Yoksa bu şuursuz sebepler bizi tanıyıp, bize acıyıp da meyve veremezler.

Bolluk, bereket istemek için de yine Onun koyduğu kanunlara uymak zorundayız. Bu kanunlardan birisi şöyle bir kudsî hadis-i şerif: “Ey Âdemoğlu! Ver ki Ben de vereyim.”1

Müslim’de yer alan şu olay da Allah için vermenin insana neler kazandırabileceğinin canlı bir örneği. Adamın biri çölde yolculuk yaparken buluttan bir ses geliyor: “Falancanın bahçesini sula!” diyor bu ses. Bulut karataşlı bir yere gidip yağmurlarını boşaltıyor ve yağan yağmur su yollarından birinde toplanıp akmaya başlıyor. Yolcu merakla suyu takip ediyor. Elindeki çapayla suyu öteye beriye sevk eden bir adam bulunan bir bahçeye rastgeliyor. ‘Demek yağmur bu bahçeyi sulayacakmış’ diye düşünüyor ve bahçe sahibine soruyor: “Ey Allah’ın kulu! İsmin nedir senin?” “Falancadır” diye cevap veriyor bahçe sahibi. Buluttan gelen sesten de aynı ismi duymuş meğer yolcu.

“Hayrola, niçin benim ismimi sordunuz?” diye sormaktan kendini alamıyor bahçe sahibi.

“Bu yağmuru getiren buluttan, senin ismini söyleyerek ‘Falancanın bahçesini sula!’ dediğini duydum da onun için” dedikten sonra, “Bu lütfa ne yaptın da mazhar oldun?” diye soruyor.

“Madem soruyorsun ben de söyleyeyim” diye söze başlıyor bahçe sahibi. Ve şöyle devam ediyor: “Bahçemden elde ettiğim ürünün üçte birini fakir fukaraya, ihtiyaç sahiplerine dağıtırım. Üçte birini ev halkıyla birlikte yerim. Üçte birini de tohumluk olarak saklarım.”2

Demek Cenâb-ı Hak halisâne hayrı sebebiyle bahçe sahibini açıkça ödüllendirmekteydi. Her zaman böyle kerametvârî olmaz tabiî ki bu yardımlar. Allah başlangıçta da belirttiğimiz gibi şu veya bu şekilde, farkında olarak veya olmayarak Kendi yolunda harcayan kuluna mutlaka bol bol ihsan ve ikramlarda bulunur, bolluk ve bereket verir.

Evet, İlâhî kural bu: Vermeli ki kendisine de verilsin.

Dipnotlar:

1- Buhârî, Tevhid: 19; Müslim, Zekât: 36.

2- Riyazü’s-Salihîn ve Terc., 1:583 (Hadis no: 564; Müslim’den.)

21.10.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Matruşka örgütler



Silivri'de görüşmeye başlanan Ergenekon dâvâsının iddianâmesinden de anlaşıldığı kadarıyla, Türkiye'de faaliyet gösteren terör örgütlerinin birbiriyle ciddi irtibatları var.

Bu irtibat, görünürde bazan "doğru orantılı" şekilde sağlandığı gibi, bazan ve hatta çoğu zaman "ters orantılı" bir mantık oyunuyla sağlanıyor.

Dolayısıyla, birbirinden çok farklı ve aykırı ideolojik kulvarda yürüdüklerini yansıtmaya çalışsalar da, buna asla inanmamak lâzım.

Zira, onların mutlaka birbiriyle örtüşen, birbiriyle müştereklik arz eden birtakım menfaatleri vardır.

Bu örgütlerin çoğu kez eşzamanlı ve benzer karakterde yaptıkları bazı eylem ve provokatif olaylar, aslında var olan müşterekliğin bir ispatıdır.

Esasında bunların bir tanesinin mahiyetini çözdüğünüz takdirde, bir diğerinin içyüzünü görme ve anlama imkânına kavuşursunuz.

* * *

Oyuncak matruşka bebeklerini bilirsiniz. İçiçe geçirilmiş küçüklü büyüklü bu matruşkalar, ilk bakışta bir tek bebek gibi görünüyor.

Oysa, esasta durum farklıdır. Matruşkalar birden çoktur ve birçok yönüyle birbirine benzemektedir.

İşte, Türkiye'nin başına belâ olan terör örgütlerinin de birbirine benzer tarafları var: Cana ve mala hiç çekinmeden kast ederler. Tahripkârdırlar. Milleti tedirgin etmekten ve ülkeyi zaafa uğratmaktan büyük haz alırlar.

Bunlar, kan dökmeden edemezler, can yakmadan duramazlar. Ayrı ayrı örgüt gibi dururlar, ayrı ve hatta birbirine zıt yönde olduklarına dair türlü propagandalarda bulunurlar.

Bunlar ayrıca, bilhassa iz kaybettirmek için, hiç umulmadık kişi ve gruplara yakıcı, yıkıcı, tahrip gücü yüksek eylemler yaptırırlar. Dahası, aynı gerekçeyle kendi adamlarını ve bilhassa tetikçi olarak kullandıkları militanları öldürmekten veya bir başka şekilde ortadan kaldırmaktan asla çekinmezler.

* * *

Nuriş lâkaplı mahkûmun, ümitsizlik anında "Bu devlet bana Mustafa Duyar'ı öldürttü" diye bağırması, devlet içinde yuvalanmış bir kanlı örgütün iz kaybettirme noktasında nasıl da şaşırtıcı bir taktik kullandığının açık bir işareti değil mi?

Esasında, yakın tarihimizin karanlık sayfalarında duran faili meçhûl cinayetlerin çoğu, bu tarz karakteristik özellikler taşıyor. İşlenen cinayetlerin pek çoğunda, katil ile maktul arasında doğrudan bir irtibat bulunamıyor.

Dolayısıyla, tetikçinin bulunup cezalandırılması, asıl problemi çözmeye yetmiyor, yetmez de.

O halde, tetikçiden ziyade, asıl azmettiricinin izi sürülmeli ki, olumlu ve kalıcı neticeler alınabilsin.

Dileriz, Silivri'de başlayan ve haftalarda, hatta aylarca süreceği tahmin edilen Ergenekon dâvâsının duruşmaları sayesinde, cinayet ve kanlı provokasyonların asıl odağına, esas azmettiricilerine de ulaşma ve bunları gözler önüne serme imkân ve fırsatı yakalanmış olur.

Meydan mahkemesi

Ergenekon dâvâsının görüşüldüğü Silivri meydan mahkemesi başladı. Ancak, ilk duruşma anında mevcut meydanın dar geldiği anlaşıldı. Bu gerekçeyle ara verildi, tedbir alındıktan sonra duruşmaya devam edildi.

Tarihin yorumu 21 Ekim 2007

Dağlıca'dan Aktütün'e

Hakkâri Yüksekova'da sınıra dört km. mesafede bulunan Dağlıca karakoluna yapılan terör saldırısı sonucu büyük bir facia yaşandı.

Gece saat 02.00 sıralarında vuku bulduğu anlaşılan bu saldırı sonucu 12 askerimiz hayatını kaybederken, yaralananların 16, kaçırılanların ise 8 kişi olduğu tesbit edildi. (Kaçırılan askerler, 4 Kasım sabahı Kuzey Irak'a giden DTP heyetine teslim edildi.)

Aradan tam bir senelik süre geçmesine rağmen, asıl mahiyeti hâlâ açıklanamamış olan Dağlıca saldırısının yarası bütün sıcaklığıyla ortada dururken, 4 Ekim (2008) günü benzer bir saldırı bu kez Aktütün'de yaşandı.

Gün ortasında yaşanan bu saldırıda ise, 17 can kaybı ve 21 de yaralı asker olduğu tesbit edildi.

Saldırı ile ilgili medya organlarında çıkan haber, resim vesair görüntüler, Genelkurmay Başkanlığını hiddete getirdi.

Saldırının mahiyetini açıklamak ve zihinlerde beliren sorulara cevap vermek yerine, hoşa gitmeyen bilgilerin yayınlanmasına tepki gösterildi. Tepkinin şiddeti çok yüksek bulundu. Hatta, yapılan açıklamalar bir nevi "muhtıra" şekilde algılandı.

Not: Şemdinli Aktütün Karakolu bundan 16 yıl önce de (12 Eylül 1992) büyük çaplı bir terör saldırısına mâruz kalmış ve o zaman da yine çok büyük acılar yaşanmıştı.

21.10.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet C. GÖKÇE

Dinleme zahmeti



Aynı gök kubbenin çatısı altında, bu dünya gezegeninin sakini olan insanlar; karşılıklı saygı ve anlayış içerisinde “iyi geçinen ortaklar” olarak hayatlarını sürdürmeleri gerekirken, bazen “ortak” olduklarını unutarak, başkasına hayat hakkı tanımama gibi bir garabetin içine düşmektedirler. Bu garabet ve ucube anlayışın sonucunda da müzmin hastalıklar ortaya çıkmaktadır.

Bu hastalığın değişik versiyonları olmakla birlikte en göze çarpanı “dinlememe” marazıdır.

Başkalarını muhatap kabul etmeme, onların sözünü işitmeme, beyan ve açıklamalarını küçümseme, kendisini alternatifsiz görme, kendisi dışındaki insanları üçüncü-beşinci-onuncu sınıf olarak telakki etme ve benzeri belirtilerle ortaya çıkan bu hastalık, bir veba, bir kolera ve bir taun felâketi gibi öldürücü sonuçlar ortaya koymakta ve toplumsal huzuru dinamitlemektedir.

İnsanın kendi görüş, düşünce ve yaklaşımını “isabetli” görmesi kadar doğal bir şey olamaz. Ancak bu doğallık; başkasını “hiç” olarak telâkki etme hakkını vermediği gibi; başkasını “dinlememe” lüksünü de kazandırmaz. Diğer bir deyimle; hiç kimseye, başkasını “görmeme” hakkı verilmemiştir.

Her görüş ve düşüncenin kendi standartları içerisinde bir değeri vardır. Hatta en değersiz gibi görünen şey dahi, sonuçta “bir şey” olması hasebiyle kendisine göre bir kıymete sahiptir.

Birbirlerini anlama, birbirleriyle irtibat kurma ve birbirlerinin meziyetlerinden yararlanma gibi görev ve sorumluluklarla donatılmış olan insanların en önemli ödevlerinden bir tanesi de—çok saçma görünümlü dahi olsa—başkasından sudur eden görüş ve düşünceyi dinleme zahmetine katlanmasıdır.

İyi bir dinleme, kişiyi yanlış hüküm vermekten korur.

Güzel bir dinleme insanları “acelecilik” çukurundan uzaklaştırır.

Dinleme, nezaket ve samimiyetin göstergesidir.

Dinleme adabına sahip olan kişi, muhatabını rencide etmeden onu sabırla dinler. Söylediklerini anlamaya çalışır. Usûlünce muhatabına dönerek ve ona bakarak ifade ve cümlelerini sonuna kadar dinleme nezaketinde bulunur. Objektif bir kulakla, söylenenleri art niyetsiz olarak kendi dünyasında değerlendirmeye gayret eder.

Gerçeklerin ortaya çıkması ya da çıkarılması, iyi ve samimî bir dinlemeye bağlıdır. Kötü maksatlı dinlemeler ise bizim bahsimizin dışındadır. Çünkü “açık arama”, “eksik yakalama” ve “suç bulma” önyargısıyla gerçekleştirilen dinleme ameliyesi, ölü doğan bir yaratıktan farksızdır. Mağlûbiyetle biteceği “kesin” bilinen talihsiz bir maç gibidir.

Bu yüzden, huzuru isteyen muhatabını dinler.

Gerçeği arayan; gerçek bir biçimde, karşısındaki muhatabını “muhatap” kabul eder.

Toplumsal barış ve güven özlemini çeken herkes, kendisine seslenmeye çalışan insanı dinleme zahmet ve nezaketinde bulunur.

Unutulmasın ki, pek çok problem ve sıkıntının temelinde, “eksik anlama”, “yanlış anlama” ve “yanlış yorumlama” unsurları yatmaktadır.

Birbirimizi “iyi dinleme” ve dolayısıyla “doğru anlama” temennisiyle...

21.10.2008

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Nil-i mübarek



Yanar döner Kahire… Gecesi gündüzü olmuş, gündüzü geceye dönmüş... Dertlere derman, yaralara merhem Kahire… ”Sokakları pis” diyenlere inat, ” Kötü kokular var“ diyenlere inat, misafirperver Kahire… Mısır’ın yükünü kalbinde taşımış, Nil’in en kalabalık ziyaretçisi olmuş, Piramitlere komşuluk yapmış Kahire… Sanki Büyükada’da da atlardan dolayı meydana gelen bir koku yokmuş gibi, sanki bu kokuya rağmen biz Büyükada’yı sevmezmişiz gibi, Piramitlerin etrafındaki at ve deve kokularından edilen şikâyetlere bile sesini çıkarmamış Kahire…

Dönüp gelmenin çok zor geldiği zamanların ötesinde, durup Kahire’ye baktım. Gökyüzünde yıldızlar yoktu sadece, buna içerledim. Sonra da kızdım kendime, “Neden dönmek bu kadar zordu bu güzel şehre?” diye… Ve sanırım cevabı da sorusunda gizliydi: “Çünkü bu şehir, alışkanlık yapıyordu.”

Nil-i mübarek, şehri ikiye bölüp de bütün cömertliğiyle suyunu eksik etmez yıl boyu Kahirelilerden. Ve de, Kahire’nin ziyaretçilerinden hiç hıncını çıkarmadan… Sessiz sedasız kimi zaman, ama hep bol bol akar, durur...

Bediüzzaman Said Nursî, Nil-i mübarek’in de Dicle ve Fırat gibi dağlardan doğduğunu belirtir 20. Söz’de… Ve devam eder:

“ Şöyle azîm (büyük) ırmakların, elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları (kaynakları) olsun. Çünkü faraza (farz edelim ki) o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî (konik) birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli (hızlı) ve kesretli (çok) cereyanlarına (akmalarına), muvazeneyi (dengeyi) kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarife (masrafa, gidere) karşı, galiben (çoğu zaman) bir metre kadar toprakta nüfuz eden (içine alan) yağmur, kâfi varidat (gelir) olamaz. Demek ki, şu enhârın nebeanları (nehirlerin kaynayıp yerden çıkmaları), âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir (kendi kendine olmuyor). Belki pek harika bir surette, Fâtır-ı Zülcelâl onları sırf hazine-i gaybdan (gizli hazinesinden) akıttırıyor.

“İşte, bu sırra (gizli hakikate) işareten, bu mânâyı ifade için, hadiste rivayet ediliyor ki, ‘O üç nehrin her birine Cennetten birer katre (damla) her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler.’ Hem bir rivayette denilmiş ki: ‘Şu üç nehrin menbaları Cennettendir.’ Şu rivayetin hakikati şudur ki: Madem esbab-ı maddiye (maddî sebepler), şunların bu derece kesretli nebeânına kabil değildir. Elbette menbaları bir âlem-i gaybdadır (manevî âlem) ve gizli bir hazine-i rahmetten (rahmet hazinesi) gelir ki, masarifle varidatın muvazenesi (gelir-gider dengesi) devam eder.”

Nil-i mübarek... Bereketli Nil... Güzel Nil… Cömert Nil… Cehennem-nümun (cehennem gibi) sahra (çöl) komşuluğunda şöyle cennet-misâl (cennet gibi) bir mevki-i mübarek (mübarek yer) olan Nil… Bağrında Yusuf’ları taşımış Nil… Belki Yusuf Aleyhisselâmın, kardeşinin devesine koydurduğu su kabını doldurmuş, ondan Bünyamin’e su içirmiş Nil… Kaynağını cennetten alıyor olmasa, bunca susuzun, bunca seyyahın, bunca ona ihanet edip hakkına girenin, nasıl olur da susuzluğunu dindirir ki Nil? Nasıl olur da, bu kadar az düşen yağmura rağmen, bu kadar bereketli olur ki Nil?

Mısır deyince akla hiç şüphesiz Piramitler gelir, bir de Nil… Mısır’da kesinlikle bir başka olan güneş, Nil’e bir başka düşer, Piramitleri bir başka ısıtır… Kahire, işte bütün bunların ortasındadır, hepsinden nasibini alır. Piramitten, güneşten ve Nil-i mübarekten… İnsanlar, yine de her nasılsa acımasız olurlar ona karşı… Bilip bilmeden yerden yere vururlar da, Kahire birşey demez onlara, tebessüm edip, affeder yine de…

Efendim, artık Mısır’a döndük… Bundan sonra yine kaldığımız yerden Mısır mektuplarıyla, Mısır’dan yazılarla görüşmek üzere, İnşaallah…

21.10.2008

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Gönülden Dile!



“Uyup şeytâna dil oldu hevâî

Ki nefsim işler oldu mâsivâî

İlahi derdime sen kl devai

Meded ya Rabbi gafletten uyandır.”

Tevhide Hanım Divanı’ndan

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ...

Osmanlı’nın ilk hava şehidi Tayyareci Fethi Bey’in Türküsü

Genel Yayın Müdürümüz Kazım Güleçyüz bey, geçen pazar günkü yazısını “Said Nursî ve şehitler”e ayırmıştı. Yazısında Bediüzzaman Hazretlerinin 1949 yılında Emirdağ Çarşı Camiinde üç cenaze namazına da katıldığını yazıyordu. Bu üç cenaze, düşen uçakta şehit olan üç hava şehidimize aitmiş. Yazıyı okuyunca aklıma, ilk hava şehidi pilotumuz Tayyareci Fethi bey ve onun türküsü geldi.

Tayyareci Fethi Bey, Osmanlı’nın ilk hava şehidi pilotudur. Kaza üzerine onun için türkü yapılır bir süre sonra. Kısaca hikâyesini anlatalım: Fethi Bey Deniz Harp Okulunu ve İngiltere’de de Havacılık Okulunu bitirir. Yüzbaşı rütbesi alıp İstanbul’ da gösteri uçuşları yapar. Hatta dönemin içişleri bakanı Talat Paşayı da uçağıyla gezdirmiştir. Padişahın talebi üzerine Şam ve İskenderiye ye bir hava yolculuğu planlanır. 1914 yılında yapılan bu yolculuk maalesef hüzünle sonuçlanır. Şam da uçak düşer. Kabri Şam yakınlarındaki Selahaddin-i Eyyubi Türbesinde bulunmaktadır. Bu olayın ardından Behçet Kemal Çağlar’ın yazdığı şiir 1940’arda türkü olarak taşplağa okunur. Türkünün sözleri şöyledir:

Aslan uçtu diye söylenir methi

Bu kutsal toprağın çocuğu Fethi

Kahrolur darbanla elbet her zeman

Olursa bakış yan ve maksat eğri

Bak Fethiye oldu sayende Meğri

Kartalım! Gölgende hürdür bu vatan.

GÖNÜL TELİMİZİ TİTRETENLER

Yorgo Bacanos

Bu yazımda, adına çoğumuzun belki de pek aşina olmadığı bir müzik adamını tanıtmaya çalışacağım. O, son dönem Osmanlı’sının müzik kültürüne uduyla damgasını vurmuş bir gayrimüslim udi ve bestekârı. 1900 de Silivri de doğmuş, Rum ve çingene asıllı bir müzisyen. Dedesi, babası, dayısı ve yine meşhur bir müzisyen olan kardeşi Aleko gibi O da müziği seçti. 12 yaşında ilk kez sahneye çıkmasının ardından 77 yılında ölene dek udundan ayrılmadı. Bu durum kendisine Türk Müziğinde adı unutulmayanların arasında yer almasını sağladı. Hafız Kemal ve Saadeddin Kaynak’la birlikte Berlin’de plak doldurdu. Mısır ve Kıbrıs ta konserler verdiler. Meşhur Mısırlı sanatçı Ümmü Gülsüm’ün hayranlığını kazandı. Münir Nurettin Selçuk’ la çalıştı. Çaldığı orkestra ne kadar kalabalık olursa olsun O’nun udunun sesini duymak mümkündü. Ud sazındaki üstadlık derecesini anlatmak için Arapların onu kastederek kullandığı – Hâşa- “Rabbu’l Ud” sıfatı sanırım her şeyi anlatır. Bestecilikle pek ilgilenmemiştir. Bununla beraber ‘Hâlâ kanayan kalbimi aşk ateşi dağlar’, Sevdası henüz sinede gönlüm gibi sağdı’ şarkıları hala sevilerek dinlenir.

MÜZİK KİTAPLIĞI

Müzik ve Politika / Fırat Kutluk

Dünya müziğine ilgi duyan ve hele müziğin politik boyutunu merak eden okuyucularımız için tanıtacağım bu kitap, sanırım bu meraklarını giderecektir. Fırat Kutluk’un yazmaya giriştiği bu iddialı çalışmada bestekârların dünya ve politik görüşlerine dair önemli bilgiler içeriyor. İyi ve ciddî bir çalışma. Yazara göre müzik ve politika her zaman içiçeydi.

Bu iddiasını ise şöyle örneklendiriyor Kutluk. Nazi döneminde Müzik Odası başkanlığını yürüten faşistliği kanıtlanamamış ama damgayı yemiş Robert Strauss, ben komünistim diye haykıran ve bu uğurda yaşamını yitiren Erwin Schulkoff, Yahudi karşıtı görüşleri ve Hitlerin kendisine duyduğu hayranlıktan ötürü faşist müzisyenler arasına giren Wagner, Verdi’nin eserlerinin özgürlük şarkıları olması, masonluğu ve monarşi karşıtı yapıtlarıyla Mozart ve daha niceleri… Eserde 18 ve 19 yüzyıl Avrupa’sında müziğin politik gelişimi, Yahudi Müziğinin asimilasyonu, Wagner ve Müzikte Yahudilik üzerine, Sovyetler Birliğindeki müzik eğitiminin ideolojik ilkeleri, ABD: Tin Pan Alley Yerelliğin protest özelliği gibi konuları bulmak mümkün. Kitabın ilk baskısı 1997 yılında yapılmış. Kitabın yeni baskısı halen var mı bilemiyorum ama bulabilirseniz ve ilgili iseniz okumanızı tavsiye ederim.

Yayınevi Doruk Yayıncılık, 0312 435 24 97

21.10.2008

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Faruk ÇAKIR

‘Herkes sarhoş olsun’ mu?



Alkollü içki reklâmları, gazetelerimizin sayfalarını ‘süslemeye’ devam ediyor.

Merak edenler, ‘büyük gazete’lerin Pazar günkü nüshalarına bakabilir. Peki, insanları sarhoş eden, ‘deli’ye çeviren, aklı iptal eden bu alışkanlığın teşvik edilmesi, reklâmının yapılması yanlış değil mi?

Hangi dünya görüşüne sahip olursa olsun, ‘tıp’ uzmanları bu alışkanlığın insanlara zarar verdiği hususunda hemfikir. Hatta, kendileri alkollü içki kullananlar dahi ‘sarhoş’ olmaya karşı çıkarlar. Alkollü içki kullanmanın zararlarını görmek için, sadece sebep olduğu trafik kazalarını hatırlamak bile yeter. Yıktığı aile yuvaları, yol açtığı yaralanma ve ölümler de sıralanabilir. Bunca zararına rağmen, hâlâ alkollü içkiyi gazete reklâmlarıyla teşvik etmeyi anlamak mümkün değil.

Keşke hiç kimse alkollü içki içip aklını devre dışı bırakmasa. Hadi, insanların kalpleri kazanılıp ‘ikna’ edilemediği için nefislerine zulmedenler çıkıyor. Hiç değilse gazetelerdeki reklâmlara engel olunsun.

Tabiî ki biz ‘alkollü içki reklâmları engellensin’ derken, ‘alkollü içki muhipleri’ de tam aksine kampanyalar başlatıyorlar. Devlet Bakanlığı bünyesinde “Sektörel Rekabet ve Tüketici Hakları Daire Başkanlığı” tarafından hazırlanıp, ilgili birim ve sektörlerin görüşüne açıldığı ifade edilen “Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkilerin Satışına ve Sunumuna İlişkin Yönetmelik” taslağı, alkollü içki satışına ‘çok keskin’ sınırlamalar getiriyormuş. “Yönetmelik bu haliyle çıkarsa, sporla alkollü içki üreticileri arasına tam anlamıyla set çekilecek”miş! (Hürriyet, 19 Ekim 2008)

Adı geçen yönetmeliği inceleme imkânı bulamadık. Yalnız, haberlere yansıdığı kadarıyla, ilgili taslak kabul edilir ve hayata geçebilirse spor kulüpleri ele alkollü içki üreten firmalar asana bir set çekilecek gibi görünüyor. Alkollü içki üreten firmalar ‘spora destek’ adı altında ürünlerinin reklâmını yapamayacak.

Fakat aynı taslakta, alkollü içkilerin gazetelerde reklâmını engelleyecek bir düzenlemeye gidilmediği görülüyor. Taslağa göre, her çeşit alkollü içkinin televizyon, kablolu yayın, radyo ve kamu yayın araçlarıyla reklâmının yapılması yasak. Bu mecralar dışında yapılacak reklâmlarda ise ‘teşvik edici ve özendirici olmaması şartı’ aranacakmış. Görüldüğü gibi, yeni taslakta da alkollü içkilerin gazetelerde reklâmının yapılmasını önleyen, engelleyen bir düzenlemeye yer verilmemiş! Güya “teşvik edici ve özendirici olmama” şartı konulmuş, ama bu şart tamamen subjektif bir kural. “Teşvik edici ve özendirici” olup olmadığına kim karar verecek?

Son yıllarda artarak devam eden alkollü içki reklâmları mutlak surette engellenmelidir. Gerek sinemalarda ve gerekse gazetelerdeki bu reklâmlar alkollü içkilerin içilmesini teşvik ediyor. Madem yolun başındayız, yeni bir yönetmelik hazırlanıyor; o halde bu yönetmelik alkollü içkilerin gazetelerdeki reklâmlarına engel olabilsin.

Hazırlandığı ifade edilen taslakla ilgili gerek Yeşilay ve gerekse tüketiciyi koruma dernekleri ve birliklerinin söyleyecek sözleri yok mu?

Madem konu gündeme taşındı, o halde taslağa ‘alkollü içkilerin reklâmı gazetelerde de yapılamaz’ maddesi yer almalı. “Herkes”in sarhoş olmasından “hiç kimse”nin menfaati yoktur!

21.10.2008

E-Posta: [email protected]




H. Hüseyin KEMAL

Gerisini başbakan düşünsün



Aktütün saldırısı sonrası Genelkurmay ile medya arasındaki tartışmaya Başbakan da dahil oldu. “Herkesi dikkatli olmaya ve doğru yerde bulunmaya” çağıran Başbuğ’un açıklamasına cevap geldi. Erdoğan “Biz haklıyız ve doğru yerdeyiz. Gerisini yanlış yerde duranlar düşünsün” diyerek paşasına sahip çıktı.

Genelkurmay’ın tehdidinden sonra Başbakanın bu açıklamaları “Yanlış yerde duranlar”ı endişelendirdi. Sözde ‘Yanlış yerde duranlar’ın kafasında bazı soru işaretleri belirdi; Bürokratik ve sivil iktidar elbirliğiyle yeni bir yönetim anlayışına mı geçiliyor? Sivil irade muhtıralara ihtiyaç bırakmayacak antidemokratik gelişmelere göz mü yumacak? Askerî mahkeme kararları, sivil alanlarda hüküm ve icrasını daha çok mu hissettirecek?

27 Nisan muhtırasına muhatap olan, Anayasa Mahkemesinde kapatılmayla burun buruna gelen, 411 kararıyla iradesine ipotek konulan sanki AKP değil. Başbakan, genelkurmayın tehditlerini meşrûlaştırırken Türkiye’yi yeni bir iklime soktuğunun farkında değil mi acaba? Başbakan askerin esip gürlediği, askerî mahkemenin yayın yasağı getirdiği Türkiye imajını normalleştiriyor. Bu, hükümetin tepesinde sallanan giyotini bileğlemesine benziyor.

Yarın öbürgün Genelkurmay esip gürleme alışkanlığını hükümete karşı kullandığında AKP ne yapar bilmiyorum. Bu durumun önceki tehditlerde demokrasi adına AKP’yi destekleyen demokratların tavrını etkileyeceği kesin. Başbakan “Biz haklıyız ve doğru yerdeyiz” ifadelerini gözden geçirmek zorunda. Eğer AKP doğru yerde ise önümüzdeki dönem muhtemelen generaller meclisteki boş koltuklarını dolduracak demektir. Acaba öyle mi olacak?

Önümüzdeki yıllarda Anayasa Mahkemesi tarafından rejim tehlikesi olarak gösterilen AKP hakkında kapatma dâvâsıyla yeniden karşı karşıya gelir miyiz? Belki o zaman askerî mahkeme cumhuriyetin bekçisi olarak medyaya, AKP’nin demokratik haklarını savunma noktasında bir yasak getirebilir.

Bu sorulardan sonra bize, Başbakanın ifadesiyle “Gerisini yanlış yerde duranlar düşünsün” demek düşer.

21.10.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Dokuz yıllık dâvâ



17 Ağustos depreminden sonra yaşananlar, çoğumuza, bu tarihin Türkiye için her açıdan bir milât olacağını düşündürmüş; özellikle arama, kurtarma ve yardım çalışmalarında inanılmaz bir hantallık sergileyen devletin, gönüllü yardımları engelleme bahsinde tam tersine son derece atak ve enerjik davranması, unutulmaz izler bırakmıştı.

Ardından, başörtüsü yasağını imam hatip ve ilâhiyatlara taşıyarak operasyonun son aşamasını tamamlama adımlarının atılması ve eşzamanlı olarak deprem için “ilâhî ikaz” yorumu yapanların peşine düşülmesi, dehşetle izlendi.

Bunlar, 28 Şubat Türkiye’sinin marifetleriydi.

Ve bu akıl almaz uygulamalara yönelik tepkiler 17 Ağustos’un bir milât olarak görülmesindeki en önemli etkendi. “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” kanaatinin dayanağı da bu idi.

Birkaç ay sonra, Aralık ayında toplanan AB zirvesinin Türkiye’yi resmen aday olarak kabul ve ilân etme kararı, hiçbir şeyin eskisi gibi olmaması ve herşeyin sıfırdan yenilenmesi noktasında çok değerli bir fırsatı önümüze koydu.

Toplumda 28 Şubat sürecinden kurtulma talep ve iradesini kuvvetlendiren 17 Ağustos şoku, AB sürecinin getireceği pozitif değişim imkân ve avantajlarını doğru ve isabetli bir şekilde kullanıp yönlendirmenin itici gücünü oluşturdu.

28 Şubat’ın gölgesinde yapılan 18 Nisan 1999 seçimlerinin ortaya çıkardığı güdümlü ve parçalı siyasî yapı, bu dinamikle üç buçuk yılda dağıldı. Ve AKP de bunun sonucu olarak parladı.

17 Ağustos’un toplum psikolojisinde meydana getirdiği uyanış ve şuurlanma, AB sürecinin getirdiği imkânlarla birlikte gerektiği gibi değerlendirilebilseydi, bugün şu anda bulunduğumuz yerden çok daha iyi bir noktada olabilirdik.

Söz gelişi, ihtilâl anayasasından kurtulmuş, hukuk ve yargı sistemini resmî ideolojinin cenderesinden çıkarmış ve demokrasisini sağlam temellere oturtmuş bir ülke haline gelebilirdik.

Menderes’in DP’sinden bu yana görülmemiş bir halk desteği ve Meclis çoğunluğu ile iktidara gelen AKP’den beklenen de bunu sağlamasıydı.

Ama ne yazık ki, ilk iki yıl bu yönde atılan bazı adımlara rağmen, özellikle 17 Aralık 2004’ten sonra hemen hemen hiçbir şey yapılmadı. AB ile müzakerelerin 3 Ekim 2005’te başlaması dahi Türkiye’de reformların hızlanmasına yetmedi.

Bunun sonuçlarını ise hep birlikte görüyoruz.

İktidar partisine açılan kapatma dâvâsından, askerin tekrar ön plana çıkmasına, hayli zamandır gündeme gelmeyen işkence ayıbının tekrar hortlamasına ve hak ihlâllerinin yeniden tırmanışa geçmesine kadar bir dizi gelişme ortada...

Bu silsile içinde, Yeni Asya mensuplarına açılan 28 Şubat dâvâlarının çok özel bir yeri var.

17 Aralık 2004’te AB’den müzakere tarihi aldıktan sonra hükümetin reformları boşladığı işareti vermesiyle doğan boşluk ve karambolde ilk kurban, Ocak-2005’te, Kurban Bayramı arefesinde gözaltına alınan Cevher İlhan olmuştu.

Yargılandığı kanun maddesindeki değişikliğe bağlı olarak iade-i muhakemesi gerekirken tutuklanıp hapse konulan İlhan, avukatlarımızın itirazları üzerine 28 saat sonra serbest bırakıldı.

Sonra, iade-i muhakemesi yapılıp yine mahkûm edildi. Ama ifade ve savunmalar alınmadan. Dahası, usulüne uygun tebligat yapılmayınca karardan kimsenin haberi olmadı. İtiraz süresi geçti ve karar için “kesinleşti” kaydı düşülerek infaza verildi. Tam o esnada Av. Kadir Akbaş’ın fark edip itiraz etmesiyle süreç durdu.

Ve itirazı değerlendiren Yargıtay 8. Ceza Dairesi, dosya üzerinden hüküm kurulmasını usule aykırı bularak kararı bozdu ve geri gönderdi.

Mahkeme de son kararında o usulsüzlüğü gidererek savunma aldı, ama İlhan’ı yine mahkûm etti. Böylece, Kutlular dâvâsında Türkiye’yi haksız bulan AİHM kararını “takmadığını” gösterdi.

Bakalım, yılan hikâyesine dönen dâvâ bir kez daha önüne geldiğinde Yargıtay’ın tavrı ne olacak?

21.10.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır