"Gerçekten" haber verir 21 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Ümit KIZILTEPE

Çare üretimi arttırmak



EKONOMİK kriz sebebiyle düşen tüketimin arttırılması amacıyla İstanbul Ticaret Odası (İTO) ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi öncülüğünde Türkiye’nin perakende ve toptan ticaretinde etkin 24 dernek ve birlik üyesi firma indirim kampanyası başlattı. Gıdadan giyim ve sağlığa kadar birçok alanda başlangıçta 14 bin firmanın katıldığı kampanya yılbaşına kadar devam edecek. Kampanyaya katılan işyeri, alışveriş merkezi, mağaza ve toptancılar vitrinlerine ‘Alış veriş için en güzel gün’ sloganını asacak.

İstanbul’da başlatılan alışveriş seferberliğini duyurmak amacıyla düzenlenen basın toplantısında konuşan İTO Yönetim Kurulu Başkanı Murat Yalçıntaş, ekonomik krizi güçlü ekonomik yapısıyla karşılayan Türkiye’de, olumsuzluğun biraz da psikolojik etkileriyle tüketimin azalması şeklinde kendini gösterdiğini ifade etti. Ekim-Kasım aylarında iç talebin önemli ölçüde düştüğünü ifade eden Yalçıntaş, bu durumun ekonomi ve ticaret için çok tehlikeli olduğunu ifade etti. Kampanyayı, tüketimin azalmasının önüne geçmek için düzenlediklerini ifade eden İTO Başkanı, kampanyaya bütün sektörlerden katılım olduğunu kaydetti. “Krizden çok dedikodusundan etkileniyoruz.” diyen Yalçıntaş, bu yüzden tüketicinin normal ihtiyaçlarını ertelediği bir dönemin yaşandığını vurguladı. Bu kampanya ile hem tüketicinin hem tüketicinin hem de üreticini kârlı çıkacağını dile getiren Yalçıntaş, “Kampanya hafta sonu başlayacak ve 24 derneğin temsil ettiği 65 bin satış noktasında geçerli olacak. Oda başkanı, arzu eden dernek ve firmalar kampanyaya dahil olabilecek, her sektör yapabileceği en yüksek oranda indirimle bu kampanyada yer alacak” dedi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin başkanı Kadir Topbaş da iç talebin önemli ölçüde daralmasının olumsuz sonuçlarının toplumun her kesimini etkileyeceğine işaret ederek, “Gemisini kurtaran kaptandır, devri bitti. Şimdi gemimizi kurtarma devri.” dedi.

21.11.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

CHP, yeni bir halk bulamayacağını anladı



Cumhuriyet Halk Partisi’nin, ‘çarşaf’ giyen bazı hanımları kendi safına katması ve CHP lideri Deniz Baykal’ın bu hanımlara törenle ‘CHP rozeti’ takması tartışma konusu oldu. Bir yandan CHP’nin samimiyeti tartışılırken, öte yandan da CHP’ye katılan hanımların CHP’yi gerçekten tanıyıp tanımadığı sorgulanıyor.

Öncelikle şunu ifade edelim ki, bilhassa kitle partilerinde her görüşe mensup kişi olabilir. Aksi halde zaten ‘kitle’ partisi olmak mümkün değil. Garip karşılanan, CHP’nin bunca yıl böyle kişileri en azından vitrine çıkarmamasıydı. Elbette bu güne kadar CHP’ye oy veren tesettürlü hanımlar olmuştur. Ancak CHP’nin tesettüre iyi gözle bakmadığı, ortaya koyduğu politikalarla tescillidir. Bu sebeple, belki de CHP’den önce CHP’yi gerçek yüzüyle tanımadığını tahmin ettiğimiz kişilerin tercihi sorgulanmalıdır.

Hadise diğer bir yönüyle değerlendirildiğinde de, CHP’nin de “Türkiye gerçeği”ni kavradığı söylenebilir. Çünkü Türkiye’de siyaset yapan her parti—velev ki CHP gibi değişmez anamuhalefet partisi olsun—insanların talep ve arzularını görmezden gelemez. Geldiği sürece iktidar yüzü görmez ve göremez.

Bu gerçeği bazı ‘yerli’ler görmediği halde ‘yabancı’lar görüyor. Geçen aylarda CHP ile ilgili bir açıklama yapan İsveç’in İstanbul Başkonsolosu Ingmar Karlsson şöyle demişti: “Baykal seçim kazanmak istiyorsa yeni bir halk bulmalı.” (Star, 18 Eylül 2008)

Türkiye’deki yıkıcı köktenciliğin, laikçilik olduğunu da söyleyen Karlsson, “İsveçli sosyal demokratlar, Sosyalist Enternasyonel’de CHP’yi çok eleştiriyor. Türkiye sosyolojik ve ekonomik bir değişimden geçiyor’ da demişti.

Son durumda CHP’nin, ne niyetle olursa olsun başörtülü ya da çarşaflı hanımları partiye dâvet etmesi, onlara genel başkan eliyle rozet takması, akabinde de gelen tenkitleri göğüslemesi; “yeni bir halk bulamayacağını” anladığı anlamına da gelebilir.

Peki bu durum CHP’yi iktidara getirir mi? Yani, vatandaş bu kurnazlığı sineye çeker mi? Kanaatimizce hayır. CHP’nin başörtülüleri partisine dâvet etmesine itirazımız yok. Ondan istediğimiz, başörtülüleri sadece seçim arefesinde hatırlamaması. Çünkü tesettür, Türkiye’nin temel gerçeklerindendir. Tesettürü tercih edenleri kınayarak, dışlayarak ya da onları mağdur ederek, özetle yasakçılıkla bir yere varmak mümkün değildir. CHP’nin de bunu anladığını uzun dönemde görmek isteriz...

Madem tesettür bu vesile ile bir defa daha gündeme geldi o halde CHP’nin yeni adımlar atması gerekir. Öncelikle ‘Başörtüsü siyasî simgedir’ dediği için bütün başörtülülülerden özür dilemesi gerekir. Akabinde de her fırsatta başörtülü öğrenciler aleyhinde konuşmaktan ve onları eğitim hakkından mahrum bırakanlara destek olmaktan da vazgeçmelidir.

Böyle yapması iktidar yüzü görmesini netice vermez; ama en azından ‘ah’ almaktan kurtulur...

21.11.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Keşke samimî olsalar



Baykal’daki değişiklik herkesin gözlerini kamaştırıyor. Zaman zaman Meclis kürsünden dinî fetvalar verdiğini duymuştuk ama son günlerdeki çıkışları herkesi çok şaşırttı.

Mahallî seçimlere 3.5 ay kala partiler adaylarını belirleme, flaş isimleri partilerine katma, partilerini katılımlarla güçlü gösterme çabasına girmişken, CHP’nin son günlerdeki çıkışları kendi “yandaşları”nı bile hayrete düşürdü.

Din siyasete alet edildiğinde bundan en büyük zararı da dinimiz görüyor. İmam hatipler üzerinden siyaset yapıldığında imam hatip liseleri, başörtüsü üzerinden siyaset yapıldığında başörtülü genç kızlar, hanımlar zarar gördü. Binlerce öğrenci katsayı adaletsizliğinden ve başörtüsü yüzünden mağdur oldu, olmaya da devam ediyor.

***

CHP lideri Deniz Baykal, İstanbul’un yeni ilçelerinden Sultangazi’de, partisine yeni katılanlara parti rozeti taktığı kişiler arasında başörtülü ve çarşaflı hanımların bulunması haftanın tartışma konusuydu.

Yaptıkları gayet tabiî bir şey olarak görülebilir. Türkiye’de herkesten oy almak isteyen, halk arasında ayrımcılık yapmaması gereken bir partinin yapması gereken bir tavır. Bu yapılanlar gayet normal karşılanacak bir durum.

Ancak Baykal’ın daha önce başörtüsü ile ilgili olarak “Türban Kur’ân’ın emri değil. 1400 yıllık İslâm tarihinde türbanın yeri yok. Yerli değil, dışarıdan ithal” ve “Başörtüsü eşlerin ayıbını örtmez” sözleri hatırlandığında şimdi çarşaflı hanımlara rozet takması ve sonrasında “Biz insanların giyim kuşamıyla ilgili değiliz” demesi karşısında hangi konuşmasının samimî olduğunu sormak gerekmez mi? Yıllarca başörtüsüne “siyasî simge” diyerek gelmediniz mi? Dinî siyasete alet etmek tam da bu değil mi?

CHP’nin mahallî seçimler arefesinde böyle bir katılımı gerçekleştirmesinin samimiyetinden şimdiye kadar ki eylem ve söylemleri sebebiyle “şüphe” duyulması da gayet tabiî.

Çok uzağa gitmeye gerek yok. 2007 genel seçimlerinde seçim otobüslerinde başörtülü bayanların resimlerini koyarak “başörtülülerinde oyuna talibiz” diyeceksiniz, sonra Meclis’e gelince türlü türlü faaliyetler içerisine gireceksiniz, başörtüsüne karşı tavır alacaksınız! Başörtüsü yasağını kaldırdığı söylenen Anayasa maddelerinin değiştirilmesini Anayasa Mahkemesi’ne götürüp iptal ettireceksiniz. Bu değişiklik Meclis’te görüşülürken, kürsüden yapılan konuşmalarda o zaman samimî idiyseler, şimdiki tavırlarına ne demeli? Şimdi kalkıp, “Kimseyi sakalıyla, bıyığıyla, giyimiyle yargılamayın, herkes eşittir. Biz kimseye geleneğini bırak, örtünden vazgeç deme hakkına sahip değiliz” demelerine kim inanır?

CHP yöneticisi Mustafa Özyürek bir televizyonun (ntv) canlı yayınında “Onlarda insan, onlarda seçmen” diyerek asıl niyetlerini ortaya koyuyor. O zaman “Onların da ‘insan’ olduğunu şimdi mi anladınız? Binlerce başörtülü memure işlerinden atılırken, binlerce öğrenci okullarından atılırken neredeydiniz?” diye de sormazlar mı?

Hele hele başörtüsü konusunda geçmişte, “Türban günümüz Türkiye’sinde tarikatların ve emperyalizmin bayrağı haline getirilmiş siyasî bir simgedir, bir üniformadır” gibi sözleri ile başörtülülere kendince tavsiyelerde bulunup “atın örtülerinizi özgürleşin” diyen CHP’li Canan Arıtman’ın şimdi, kadınların birçok sorununun olduğunu, üniversitelerdeki başörtüsü sorununun bunlardan sadece birisi olduğunu belirten, iktidara geldiklerinde bütün sorunları çözmeyi vaat ettiklerini söylemesi ne kadar inandırıcı…

***

Bu konuda CHP’yi alkışlayanlara, bu politikalarını destekleyenlere sormak lâzım. Madem öyle, Türkiye’nin dört bir yanında yapılan “başörtüsüne özgürlük” eylemlerine destek versinler. Kanunsuz uygulanan başörtüsü yasağının kalkması için girişimlerde bulunsunlar. (Gerçi, bırakın başörtülüyü, çarşaflı hanımlara rozet takanlar, seçimler öncesi bunu yapması şaşırtıcı olmaz ama!)

CHP’nin başörtüsü ile ilgili son sözlerinin samimî olup olmadığını sorgulayamayız ancak, CHP’nin başörtüsü ile ilgili son hareketinde samimî olmadığı ortada. Akl-ı selim hareket eden hiç kimsenin de geçmişi malûm CHP’nin samimî olduğunu düşündüğünü sanmıyorum. Bir mânâda dinî duyguları siyasete alet ettiği, bu hareketinin takiyye olduğu, halkın dinî duygularını kullanarak oy devşirme peşinde oldukları bal gibi ortada iken de kalkıp samimiyet aramak abesle iştigâldir.

Keşke samimî olsalar, keşke hatalarını görüp halkın değerlerine, inançlarına saygı duysalar. Keşke, başörtülülerden özür dileyip, “Biz sizleri yıllarca yanlış anladık. Başörtüsü dinin emriymiş, sizlere haksızlık yapmışız. Gelin sorunlarını çözelim Keşke kanunsuz bir şekilde sizler mağdur edildiniz, mağduriyetinizi giderelim ” diyebilseler… Ama görünen köy de kılavuz istemez. Millet her şeyin farkında ve kanmıyor artık bunu bilesiniz.

21.11.2008

E-Posta: [email protected]





Kazım GÜLEÇYÜZ

CHP, AKP ve Atatürk



CHP Parti Meclisine sunulan bir raporda, ilkokullarda okutulan Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi ders kitabında Atatürk’ün “zorunlu din dersi yanlısı, dindar, hattâ dinci” olarak gösterildiği ifade edilerek buna karşı çıkılmış.

Dayanak olarak, Atatürk’ün Kur’ân tefsiri ve tercümesi yaptırdığının, hadis kitapları tercüme ettirdiğinin, bunları ücretsiz dağıttırdığının, Diyanet’i kurdurduğunun anlatılması gösterilirken, yine Atatürk’ün emriyle gerçekleşen Türkçe ezan, Türkçe namaz ve Türkçe Kur’ân gibi uygulamalardan söz edilmemesi eleştiriliyormuş.

Bu konuyu daha önce gündeme getiren, Eğitim-İş Sendikası Fatih Şubesi Başkanı Mustafa Cemil Kılıç’tı ve raporunda şu tesbitler vardı:

* 9. sınıf kitabında Atatürk’ün 1923’teki “Her birey dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır, orası da mekteptir” sözüne yer veriliyor; ancak aynı kitapta, yine Atatürk döneminde, 1930’larda okullardaki din derslerinin kaldırılmış olduğuna değinilmiyor.

* 10. sınıfta okutulan kitapta “Atatürk’ün eğitim gördüğü okullar devrinin şartlarına göre ciddî anlamda dinî bilgiler veren okullardı” denilerek Atatürk’ün eğitim hayatının dinî eğitim veren okullarda geçtiği ileri sürülüyor. Oysa Atatürk bir hafta süreyle devam ettiği mahalle mektebi haricinde dinî bir eğitim almamıştır.

* 11. sınıf kitabındaki “Atatürk ve cumhuriyet dönemi din hizmetleri” başlıklı ünitede hutbelerin Türkçe okunması var, ama Türkçe namaz ve Türkçe ezan çalışmalarına yer verilmiyor...

(Bu konudaki “Aldatmaca” başlıklı yazımız için 10.11.2007 tarihli Yeni Asya’ya bakılabilir.)

Şimdi aynı konu, bir sene sonra CHP tarafından hazırlanan raporla tekrar gündeme geliyor.

Parti yönetimi rapora sahip çıkar mı, bilmiyoruz, ama anlaşılan o ki, CHP’de Atatürk’ün dindar gösterilmesinden rahatsızlık duyan; çocuklara, “din derslerini kaldıran, ezanı Türkçeleştirdikten sonra namazı da Türkçeleştirmeye çalışan ve bunun ilk denemelerini yapan bir Atatürk”ün anlatılmasından yana bir anlayış var.

İki sene önce Cumhuriyet Bayramında AKP Seyhan İlçe Başkanlığının, Birinci Meclisin açılış töreninde çekilmiş “dua eden Atatürk” fotoğrafını poster olarak dağıtması da CHP’lileri fena halde öfkelendirmiş; bir kısım medya kanalıyla gündeme taşınmış, hattâ CHP’li vekiller tarafından TBMM’ye getirilerek hesabı sorulmuştu.

Ve görülüyor ki, AKP ile CHP arasındaki çekişme alanlarından biri de Atatürk meselesi.

AKP, Atatürk’ü dindar göstererek sahipleniyor; CHP ise tam tersine, Atatürk’ün dine mesafeli, hattâ dinle çelişen fikir, tavır ve icraatlarını öne çıkarıyor. Tabiî, doğru olan, CHP’ninki.

Ve CHP’yi halktan uzaklaştırıp marjinalleştiren sebeplerin başında, “gerçekteki Atatürk” portresine bağlı kalarak ortaya koyduğu çizgi ve politika geliyor. Dindar halk, CHP’nin tavrına bakarak Atatürk’le ilgili kanaatini oluşturuyor.

Atatürk’ü dindar göstermeye çalışan hareketlerin günümüzdeki en “güçlü” temsilcisi olarak siyaset sahnesinde arz-ı endam eden AKP’nin yaptığı ise, tam bir aldatmaca. Çünkü çizdiği Atatürk portresi gerçektekiyle hiç örtüşmüyor.

“Arap dini” olarak nitelediği İslâmın Türklerin millî hislerini uyuşturduğunu düşünen, Peygamberimiz (a.s.m.) için “Araboğlu” ifadesini kullanan, Kur'ân âyetlerini “yave,” yani “safsata ve saçmalık” ifadesiyle aşağılayan, ahirete inanmadığını değişik beyanlarıyla çok sarih şekilde dile getiren, hattâ Çanakkale’de ölüme gönderdiği askerlerin şehitlik coşkusunu Cennetteki hurilere bir an önce kavuşma isteğiyle açıklarken kendi tercihini “Ölümden sonraki hayalî rahata kavuşmak için Allah’ımızın Cennetine gitmeye kolay kolay razı olacak değilim” diyerek ifade eden bir Atatürk’ü, şartlara göre taktik icabı konjonktürel olarak söylediği bazı sözler ve sergilediği tavırlardan hareketle dindar göstermeye soyunmak olacak şey mi!

Ama AKP bu “görev”i üstlenmekte ısrarlı...

21.11.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Benim çarşaflım iyidir!



Baykal’ın çarşaflıları yeni bir çalkantıya yol açacak gibi. Tam bir ezber bozma olayı. CHP’nin genlerine işlemiş kromozom sayılarına aykırı, ribonükleik asit oranına ters ve dezoksiribonükleik asitlerin kovalent bağlantısına zıt bu çarşaf partikülleri, galiba enzimlere dönüşürken toksinleri de üreterek partiyi ve partilileri kimyasal yönden bir alzheimer titremesine düşürecek. Böylece vücutta başlayan depremler 4.2 şiddetinden 7 veya 8 hatta 9 şiddetine yükselerek deprem paniği içinde sağa-sola çarparak ayaklar çarşafa dolaşacak. Tabiî bu çarşaflıların sindirimi bazılarına çok, ama çok zor gelecek. Sindirim sistemi bozulanlar oldukça artacak. Hazımsızlık çekenler de soluğu doktorda alacak. Kimine ağızda emilerek yutulan tabletlerden, kimine yemekten önce, kimine de yemekten sonra veya yatarken proton pompası gibi kapsüller yutturulacak. Benim çarşaflım iyidir. Benim çarşaflım senin çarşaflını döver.

Çarşaflıların CHP çatısı altında toplanmalarına gelince onların da bir bildiği vardır. Muhakkak ki AKP, FP gibi dinî argümanları kullanan partilerin başörtüsü konusundaki uzun Türkiş veya Brezilya usulu TV dizileri gibi sonu gelmeyen bir senaryo ile sürdürülen vaat filmlerini seyretmekten bıktıkları için, yeni bir umut diye Bay Baykal’a sığınmış olmaları ihtimallerden biri.

Bir başka ihtimal ise rozetli mozetli törenden sonra evlerine dönerken çarşaflı üyelere gazetecilerin “Bir çarşaflı olarak niçin CHP’ye geçtiniz ?” sorusuna verdiği cevapta geçtiği üzere geçiş sebebinin akrabalık sorunsalından kaynaklanması ihtimalidir. ”Kaynım CHP’ye geçti. Belediye başkanlığına aday olacak.” Bu cevaptan anlaşıldığı kadarıyla çarşaflı üyelerin CHP’yi severek, kanlarının kaynayarak üye olmaları söz konusu değildir. Kayınlarının o partiye üye olmaları sonucu bu göz yaşartıcı katılım söz konusudur. Yani kan kaynaması değil, kayın kaynaması kuvvetle muhtemel…

Yine de oyları dibe vurmuş Mustafa Kemal, Mustafa İsmet, Mustafa Bülent silsilesinden genel başkanlığı devralmış Bay Baykal, son günlerde gösterime giren “Mustafa” filmiyle epey depresyona yakalanmış çağdaş paydaşlarını ve oydaşlarını rahatlatacak bir can simidi bulmuş gibidir. Deniz’e düşen Deniz Baykal, çarşafa sarılmayı mecburen benimsemek durumunda kalmıştır. Cebren ve hile ile partinin bütün il ve ilçe teşkilâtı zapt u rapt edilmiş, teşkilâtın bütün kademeleri, tershaneleri, kütüphaneleri, yemekhaneleri ele geçirilmiş olabilir. Hatta bundan daha elim ve daha vahimi bu tür üyeler, iktidardaki partilerle veya iflâh olmaz hizipçilik ayaklarıyla yan komşu partileriyle emellerini tevhid etmiş de olabilirler. Yıllardır güvendiği, hamisi kabul ettiği kurum ve kuruluşlar, askerî ve sivil çevreler desteklerini çekmiş, illallah diyerek sıdkı sıyrıldığından ayrılıp gitmiş olabilirler. Yaklaşan mahallî seçimlerde aday bulmakta zorlanmış, bazı illere değil aday göstermek, adım atmaya bile cesaret edemeyecek bir mağlûbiyete düşülmüş olunabilir.

İşte bütün bu ahval ve şerait içinde dahi ey Bay Baykal birinci vazifen ne pahasına olursa olsun, neye mal olursa olsun, kabirde yatanların kemikleri ne kadar sızlayacaksa sızlasın, be-hemahal barajın altına düşmemek, sıfır çekmemek için oy getirecek her türlü manevrayı yapmak, her kılığa girmek suretiyle oy toplamaktır. Muhtaç olduğun oylar partindeki kara çarşafta mevcuttur.

21.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Türkiye; AB’yi istemiyor, AB; Türkiye’yi istiyor



Bir önceki yazımızda mevcut hükümetin AB sürecini nasıl bir “maharet”le boşa çıkardığını izaha çalışmıştık. Hadiseye başta Brüksel olmak üzere Avrupa merkezlerinden bakanlar, mevcut hükümetin müttefikleriyle birlikte AB yolunu kapatma çalışmasını net bir şekilde görüyorlar. Askerî vesayetle yürüyenlerin bundan başka da yapacakları birşey yoktu. AB’nin bir barış, adaletli paylaşım ve küresel demokrasi projesi olduğunu bilen neocon ve neoliberallerin de bu yolda Türkiye’ye desteği olmayacaktı. İşin üzücü ve komik ciheti ise, bazı hükümet erkânının yer yer verdikleri müstehzî beyanatlardır. Bu hükümetin AB yolunda yürüme cesaretine sahip olmadığı açık bir vakıa.

Türkiye’nin, AB sürecindeki en önemli engellerin hak ve hürriyetlerle ilgili kısıtlamalar, kanun hakimiyeti ve şeffafiyet eksikliği olduğunu herkes biliyor. Ekonomik, mâlî ve maddî şartlar noktasında AB’ye üye olmuş Bulgaristan, Romanya, Polonya ve hatta Portekiz’in bile bizden ne kadar geri olduğunu, araştıranlar öğrenebilirler. Maddî şartları bizden daha namüsait olduğu halde AB’ye alınan bu ülkelerde demokrasi, insan hakları, adaletli paylaşım ve temel hürriyetler önünde bir engel görülmüyor. Maddî sıkıntıların, düzensizliğin ve cehaletin ise zamanla kalkacağına inanan AB ülkeleri, bu yeni adaylara büyük desteklerde bulunmuşlar.

Türkiye’nin, Kemalizme ait mahremiyetleri var. Türkiye’nin, uluslar arası menfaat gruplarına ait gizli hesapları var. Türkiye’deki Selânikliler hanedanının gizli hesapları ve endişeleri var. Dünya barışının bozulmasında, Avrupa ve Asya’daki terörü tırmandırmada kullanılan unsurlar da Türkiye’de bulunduğundan, Türkiye şu haliyle AB’ye giremiyor. Düne kadar ezilmişleri, mağduriyeti, hürriyetperverliği ve evrensel değerlere bağlılığı oynayan Başbakanın son zamanlarda Kemalist milliyetçileri de geride bırakacak düzeyde Kemalist, ulusalcı ve devletçi kesilmesinin asıl sebepleri Brüksel’den daha iyi görüldüğündendir ki, AB kurmayları Türkiye’ye asılıyorlar. Türkiye’siz bir AB’nin başarılı olamayacağını ilân ediyorlar. Adeta günümüz iktidarına yalvarıyorlar. Onlar dünya barışını tehdit eden unsurların da, barışın anahtarının da Türkiye’de olduğunu gördüklerinden ciddî şekilde Türkiye’nin AB’ye girmesine çabalıyorlar.

Hem Türkiye’nin, AB’ye girmesine çalışıyor görüneceksiniz; hem de bazen Müslüman olduğundan, bazen genç nüfusumuzun çokluğundan ve bazen de bağımsızlığına müdahale edileceğinden dolayı AB ile ilgili endişelerinizi izhar edeceksiniz. Alttan alta ahalide ciddî mânâda bir AB karşıtlığı oluşmasını besleyeceksiniz. Bütün bunları rüşvetle elde ettiğiniz medya vasıtasıyla halktan saklayabileceksiniz.

Halktan sakladıkları bir başarı olabilir onlar için. Fakat bu durum akademisyenlerin, AB uzmanlarının, Avrupa siyasetçilerinin ve ehl-i tahkikin gözünden kaçmıyor. Hükümet, AB karşıtı cephe içinde olduğunu itiraf etmek zorunda kalacaktır. Millete karşı yapılan bu yanlış bilgilendirme er geç sona erecektir.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının doğurduğu şartların Türkiye’nin başına sardığı Kemalist diktatörlüğü Birleşmiş Milletler ve NATO yardımıyla nisbeten aşan Türk milleti, AB’nin desteğiyle de dûçar olduğu bütün komite istibdatlarını ve elini kolunu bağlayan başka istibdatları İnşaallah bertaraf edecektir.

Unutulmasın ki, AB ülkelerinin kaderi ile Türkiye’nin kaderi, dünya barışı, adaletli dağıtım, terör ve cehaletle savaş gibi noktalardan yüzde yüz keşisi-yor. AKP hükümeti ile Kemalistler AB sürecini geciktirebilirler, fakat hürriyet, demokrasi ve bağımsızlık yollarını asla kapatamazlar. Türkiye AB’ye, Avrupa’ya yardımcı, problem çözücü ve global teröre karşı bir kalkan olarak dahil olacaktır. Çünkü insanlık Türkiye’den bunu âcilen istiyor.

21.11.2008

E-Posta: [email protected]




Fahri UTKAN

DÜNYA - AHİRET DENGESİ



ediüzzaman Said Nursî Hazretleri, dünyanın üç yüzünden bahseder. Biri âhirete, biri Allah’ın isimlerine ve üçüncüsü de dünyanın fani yönüne bakar.

Üstadın bahsettiği üçüncü yüz, Âl-i İmran Sûresi’nin 15. âyetinde şöyle tarif edilmektedir: “İnsanlara, kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler kabilinden aşırı sevgiyle bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir. Halbuki bunlar dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeylerdir. Oysa varılacak yerin (ebedî hayatın) bütün güzellikleri Allah katındadır.”

Âyette “..dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeyler..” üçüncü yüz olarak gösterilmiştir. Bunlara karşı nasıl davranılması gerektiği ise, Ankebut Sûresi 64. âyette bildirilmiştir: “Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.”

Peki yalnızca ahiret için mi çalışacağız? Dünyada bulunmamız itibariyle herhangi bir dünya işimiz olmayacak mı?

Bu soruya da Rabb-i Rahîm’imiz, Kasas Sûresi 77. âyette şöyle açıklama getiriyor: “Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) Ahiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.”

İşte dünya için çalışmada ölçü!

Allah (cc), eğer insanlar bu şekilde davranmazsa olabilecekleri de Ta-Ha Sûresi 124. âyette şu şekilde bildiriyor: “Her kim de benim zikrimden (Kur’ân’dan) yüz çevirirse, (bilsin ki) ona dar bir geçim vardır ve onu Kıyamet günü kör olarak haşrederiz.”

Peygamber Efendimizde (asm) bu konu üzerinde durmuş, özellikle biz ümmeti hakkında korkularını dile getirmiştir: “Korktuğum şeylerden birisi de benden sonra size dünya nimet ve zinetlerinin açılması (sizin de onlara gönlünüzü kaptırmanızdır.)”1

“Ben bundan sonra sizin hakkınızda fakirlikten korkmuyorum. Aksine sizden evvelki ümmetlerin önüne dünyalıklar serilip birbirleriyle yarıştıkları ve onları helâk ettiği gibi sizin önünüze de serilip çekişmenizden ve sizi de helâk etmesinden korkuyorum.”2

Bu korkularını belirttikten sonra da şu ikazı yapmaktadır: “Altına, gümüşe, kumaşa, elbiseye kul olanlar helâk olsunlar. Zira onlara verildiğinde razı olurlar, verilmezse olmazlar.”3

Zamanımızın müceddidi Bediüzzaman Said Nursî, Birinci Mektub’da geçen Dördüncü Suâl’e verdiği cevapta şunları söylüyor: “Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zevâl ve fenâ çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbup arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i İlâhiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmaya muvaffak olursa, o gayr-ı meşrû mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikîye inkılâba yüz tutar. Fakat bir şartla ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını haricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup, âfâka dalıp, umumî dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer, boğulur. Meğer ki, harika olarak bir dest-i inâyet onu kurtarsın.”

İşte, insan “..nefsini unutup, hayatın zevâlini düşünmeyerek hususî, kararsız dünyasını aynı umumî dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut farz ederek dünyaya saplansa, şedit hissiyâtla ona sarılsa, onda boğulur, gider. O muhabbet onun için hadsiz belâ ve azaptır. Çünkü, o muhabbetten yetimâne bir şefkat, meyusâne bir rikkat tevellüd eder. Bütün zîhayatlara acır, hattâ güzel ve zevâle maruz bütün mahlûkata bir rikkat ve bir firkat hisseder; elinden birşey gelmez, ye’s-i mutlak içinde elem çeker. Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit şefkatin elemine karşı ulvî bir tiryak bulur ki, acıdığı bütün zîhayatların mevt ve zevâlinde bir Zât-ı Bâkînin bâkî esmâsının daimî cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki görür; şefkati bir sürura inkılâp eder. Hem zeval ve fenâya maruz bütün güzel mahlûkatın arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakış ve tahsin ve san’at ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i daimîyi görür. O zeval ve fenâyı, tezyid-i hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san’at için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir.”4

Üstad Said Nursî aynı konu üzerinde bir başka yerde ise artık konuyu iyice açıklığa kavuşturuyor, “..dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. Bâki umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkezâ şedit hissiyâtlar, umur-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyâtı şiddetli bir sûrette fâni umur-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere bâki elmas fiyatlarını vermek demektir.”5

Peki, nasıl davranmalıyız ki bu konuyu gerçek anlamıyla anlamış olalım?

Bunun için, biz insanlar, “insana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etsek ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilâne davransak, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeye sarf etsek, ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne medar oluruz.”6

Demek dünya-ahiret dengesini iyi kurmak gerekiyor.

Dipnotlar:

1- Buhari, 47, Müslim, 121-122

2- Buhari, Cenaiz, 72; Menakıb 25; Müslim, Fezâil 30-31

3- Buhari, Cihad 70

4- Mektubat, 1. Mektub

5- Mektubat, 9. Mektub

6- A.g.y.

21.11.2008

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Kim, kimin vaktini çalabilir ki?



En sorumsuzca, en çok, bile bile, bolca ve hoyratça harcadığımız, kıymetini ve önemini yalnızca sözcüklerle konuşmalarda ve ifadelerde söylediğimiz, zikrettiğimiz vakit!

Herkeste bolca bulunan. Kimsenin kimseye azlığının çokluğunun hesabını vermediği, harcaması ve kullanılması bedava bir nesne; zaman dediğimiz vakit…

Eğer âleme bakarsan “En önemli şey vakittir.”, “Zaman çok iyi kullanılmalıdır.”, “Vakit planlı ve ölçülü bir şekilde geçirilmelidir”, “Bir faydası olmayan zaman ve vaktin geçmesi insan için büyük bir zarardır…”, “Zamanın kıymetini bilmeyen, hayatının kıymetini hiç bilemez”, “Zaman ve vakitler israf edilmemelidir” bu minval, bu tarz sözler, lâflar, cümleler ve tavsiyeli dersler çok bolca bulunuyor ve insandan insana geziniyor…

Vakti, zamanı en iyi, en faydalı ve en lüzumlu bir şekilde geçirmenin yolu muhakkak bir şekilde onu bağlamak, bir yere perçinlemek; bir işe, meşguliyete çivilemekten geçer. Ne olduğunu bilirsek muhakkak ki ne yapılacağını ve nasıl yapılacağını da biliriz. Okuyarak, öğrenerek, eğiterek, eğitilerek bunu halletmek mümkün.

Zaman ipini bağlamak, zamana un serperek, un sererek olmaz. Her vaktin kendine göre bir öneminin olduğunu idrak etmek, her zamana göre bir meşguliyet bulmak, her halde en doğru iş olacaktır.

Alışkanlıklarımızın esir aldığı vakitlerimizi geri almalıyız, geri alabilmeliyiz… Okumak, eğitim ve inad bize muhakkak yardımcı olacaktır bu konu da.

Hemen alışkanlıkların terkiyle ortaya çıkacak müsbet ve güzel boş vakitleri sevmek, severek istemek, severek yapmak gibi önemli iş, meşguliyet ve çalışmalarla doldurmalıyız. Bizim dolduramadığımız, yapamadığımız bu işi kimse yapamaz ve dolduramaz. Bizim boşluklarımızı ancak biz doldurabiliriz.

Olumsuzluklar ve zahmetler; müsbet ve faydalı işlerin habercileri, yaptırıcı ve itici güçleridir. Vakit vakit, zaman zaman diye bağırıp durmaktan ise yakalayabildiğimiz en ufak vakti, zaman birimini değerlendirmeliyiz, tabiri caiz ise taşı, tuğlayı hemen yerine yerleştirmeliyiz.

Sabır, ümid ve devamlı yapılacak hiçbir çalışma vaktimizi, zamanımızı zarara uğratmayacaktır her halde. Aksine fayda ve başarıya doğru bizi biraz daha yaklaştıracaktır. Bizim için önemli olan başkaları için önemli olmayabilir. O zaman biz başkalarına ve başka şeylere değil kendimize sabır, ümid ve musırrane çalışma kuvvetlerini harcamalıyız. Bizim için önemli ise…

Vaktimi şöyle şöyle faydalı işlerde, şöyle dolu dolu geçirdim demek en özlenecek ve söylenecek güzel bir cümle olmalı bizim için… Hedefimiz bu olmalı ta ki, zamanımız ve vakitlerimiz bize rağmen bizim aleyhimizde, karşımızda, boşa geçmesin.

Özür dileyerek iyi vakitler ve hoş zamanlar değil:

Dolu dolu, çalışma dolu, faydalı ve zahmetli vakitler, meyveli ve neticeler zamanlar dileğiyle…

21.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Arkadaşın iyisini seçmek



“Yazık bana! N’olaydı filan kişiyi dost edinmeseydim! And olsun ki Kur’ân bana ulaşmışken, o kişi beni Kur’ân’dan ve Peygamberden saptırdı. Şeytan, insanı işte böyle yapayalnız ve yardımcısız halde ortada bırakır.”1

Bu âyetler Cehennemlik bir adamın serzenişlerini anlatıyor. Demek arkadaş, insanın hayatında o kadar önemli bir yer tutuyor ki, onun sadece dünya hayatının helâkine değil, ahiret hayatının da berbat olmasına sebep olabiliyor.

İnsanın dünyada bulunuş misyonu, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet ederek ebedî saadete kavuşmaktır. İnsanı bu yoldan alıkoyan her şey, insanın felâketini hazırlar. Malı, mülkü, arkadaşı, sahip olduğu her şey eğer bu istikamette yürümesine yardımcı olacaksa iyidir, güzeldir, faydalıdır. Aksi halde kötüdür, çirkindir, zararlıdır.

Kur’ân, Peygamber her şeyi apaçık anlatmış bize. İyiyi, kötüyü, faydalıyı bir bir anlatmış. Gerçek saadetin ona uymakta olduğu açık.

Hakikat bu iken kişi kendisini Allah’tan, dinden, imandan, İslâmdan uzaklaştıran arkadaşlarla hâlâ birlikteliğini sürdürebiliyorsa sonunun âyette anlatıldığı gibi felâket olacağını düşünmeli değil mi?

Allah Resûlü (asm) iyi arkadaşı misk satıcısına, kötü arkadaşı da demirciye benzetir. “Misk satandan ya bir miktar misk alırsın, ya da onun güzel kokusunu hisseder koklarsın. Demircinin körüğünden sıçrayan kıvılcımla ise ya vücudunu, ya elbiseni yakarsın, ya da pis kokusu üzerine siner, hissedersin”2 buyurur.

Ne güzel anlatmış Allah Resûlü (asm) iyi ve kötü arkadaşı. Mikrop gibi olan arkadaşlar insana kötülük aşılar, her iki hayatlarını zindana çevirirler. Hz. Ömer (ra) “Sakın kötüyle arkadaşlık etme. Zira onun huyları sana da geçer. Sen de onun gibi olursun” der.

Güller, lâleler, bütün güzel çiçekler bir gün gelir solar, sönerler. Ama Allah’ı hatırlatan; iyiliğe, güzelliğe sevk eden; imanının kuvvetlenmesi, dinî hayatının güçlenmesi için destek elini uzatan arkadaşlar hiç ölmez solmaz. Dünya da, ahiret de Cennete döner.

Ne mutlu böylesine güzel arkadaşlar edinebilenlere!

Dipnotlar: 1- Furkan Sûresi: 28-29; 2- Buhârî, Büyu: 38; Müslim, Birr: 146

21.11.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Planlı çalışmak, meşrûiyet çizgisinde kalmak, inayete mazhar olmak



Risâle-i Nur Külliyatının satır aralarını dikkatlice okuyanlar bilirler ki, “inâyet-i Rabbâniye”, “ihsan-ı İlâhî”, “Bizler inayet altındayız” vb. düşündürücü ve ibretli ifadeleri Külliyatın her tarafında sıklıkla görmek mümkündür.

Bu güzel ülkeye ve dünyaya mal olmuş bu mukaddes dâvânın tarihi seyrinde en zor şart ve zamanlarda “inayet-i Rabbaniye ve ihsan-ı İlâhînin” tesirini ve icrasını birçok olayda görmek mümkündür.

Yine aziz Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bizzat kendi ifadelerinden de “inayet-i Rabbaniye ve ihsan-ı İlâhîlerin” birçok harika örneklerini müşahede etmek mümkündür. Kezâ saff-ı evvel Nur hadimi ağabeylerden başlayarak devam eden “şahs-ı mânevî” dairesinde de hizmetlerin en zor zamanlarında vukua gelen harika hallerin “inayet-i Rabbaniye ve ihsan-ı İlâhîden” başka bir izah tarzı olamaz.

Elhak bu silsile hâlen gök kubbede devam ediyor. “İnayet-i Rabbaniye ve ihsan-ı İlâhî” mukaddes dâvâdaki her işimizde her fiilimizde devam ediyor. Bire bir bunu yaşamamız mümkün görülmese de; “şahs-ı mânevî”den teşekkül eden kudsî dairenin bir yerinde veya birkaç yerinde veya tamamında bu açıkça görünüyor.

Geçen on günüm Manisa ve İzmir ilçelerimizin hizmet merkezlerinde ebedî ve kadim dostlarımızla Risale-i Nur sohbetlerinde bulunmakla geçti. Gündüzleri, bürolarımız, esnaf ve çalışan arkadaşlarımızı iş yerlerinde ve bürolarında ziyaretle geçerken, gecelerimiz de kudsî hakikatlerin tezekkür ve mütalaasıyla süslendi.

Bu kapsamlı programı yapıp bana teklif eden Manisa il meşveretidir. Kendi aralarında yaptığı istişâre kararına icabet ederek, vâkî davetleri üzerine bu ile gitmek üzere İstanbul’daki umumi meşveret toplantısından sonra, İzmir üzerinden Manisa’ya geçtim. Benim için oldukça moral, aşk ve şevk dolu bir seyahat oldu. Burada bulunan il ve ilçelerdeki güzel hizmetleri görmek manevî haz ve zevkimi artırdı. Bu hizmete vesile olan bütün dâvâ arkadaşlarıma yaptıkları hizmetten ve lâyık olmadığım halde bana gösterdikleri yakın alâka ve teveccühten dolayı hepsine ayrı ayrı en kalbî teşekkürlerimi sunuyorum.

Gezi güzergâhımız ve sohbet merkezleri, bir ay önceden plânlandığı gibi aynen tahakkuk etti elhamdülillâh. Her yerde bu tür dikkatlice organize edilmiş, icap ettiğinde en ince detayına kadar yapılmış programların çok faydalı, gerekli ve ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Manisa’nın yaptığı plâna harfiyen uyduk elhamdülillâh. Çünkü çoğu zaten gece sohbet ve dersleriyle ilgiliydi. Gündüz programlarını da İzmir ve Manisa’daki dost ve ağabeylerle birlikte plânlayarak, fırsatı ganimet bilip özellikle İzmir’in ilçelerinden Karşıyaka, Aliağa, Dikili, Pınarbaşı ilçelerindeki dostlarımızla da görüşüp çok yararlı fikir teâtilerinde bulunduk.

Manisa’da ise, başta merkez ilçe olmak üzere Saruhanlı, Akhisar, Salihli, Turgutlu, Demirci ilçelerinde dostlarımızla ve özelliklede geleceğin genç “Saidleri” olan gençlerimizle hizmet merkezlerinde gecenin geç saatlerine kadar—kendi talep ve istekleri üzerine—çeşitli konularda tecrübelerimizi, fikirlerimizi beyan edip onların önemli fikirlerini dinleme fırsatı bulduk.

Özellikle Manisa merkezinde, Turgutlu’da, Demirci’deki hizmet merkezlerimizde kalan ve oralara dışarıdan devam eden gençlerimizin enerji ve gayretleri bize ayrı bir manevî kuvvet ve zevk verdi. Kendilerini tebrik ediyorum. Bu aşk ve heyecanlarının bu mukaddes dâvâya sahip çıkmalarının son nefeslerine kadar devam etmesini Yüce Rabbimden niyaz ediyorum.

Yeni hizmete giren Manisa’nın Salihli ilçesi ile İzmir’in Aliağa ilçesindeki hizmet mahallerimizin tanzim ve tefrişinde katkısı olan herkesi tebrik ediyor, hayırlı ve nurlu hizmetlere vesile olmasını Rabbimden niyaz ediyorum. Ayrıca il merkezlerinin hizmet ehli başta olmak üzere, bu mahallere yakın ilçe sakinlerinin, buraları mutad bir şekilde ziyaret programları yaparak arkadaşlarımızı yalnız bırakmamalarını teklif ediyor ve önemle hatırlatıyorum.

Bu arada gezimizin son gününde Denizli Mevlidine yetişmek üzere Demirci ilçesinden sabah erkenden yola çıktık. Burada çok hoş ve unutamayacağımız bir sürprizle karşılaştık. Bunu da önemine binâen ve çok çarpıcı ve etkileyici bulduğum için sizlerle paylaşmak istiyorum. Demirci’nin güzide ve küçücük Borlu beldesindeki bir dostumuzun genç kız evlâdının ayda 1000 (bin) sayfalık kitap okuma alışkanlığı takdire şayan ve benim için bu gezinin en can alıcı noktalarından biriydi. Denizli Mevlidine yetişmek üzere acele ederken bu emekli dostumuz evinde kahvaltı yapmak üzere telefonla bizi arayıp ısrar edince onu kıramadık. İkramdan sonra aceleyle evlerinden ayrılacakken evin genç kızı önümüze geçerek hatıra defterine bir duâ yazmamızı istedi. Biraz şaşırdım. Hatıra defterine şöyle bir baktım, bu defterde, bu camiânın çoğunun tanıdığı ve camiadan yetişen önemli yazar ve dâvâ adamlarının duâ ve imzaları vardı. On yıla yakın süredir devam ettirdiği ayda bin sayfalık kitap okuma alışkanlığının nereden geldiğini sorduğumda ise: “Bir radyo programında değerli bir ağabeyimin, Paris’teki Eiffel Kulesinin dibindeki bir genç Fransız kızının oraya her gün gelerek aylık en az bin sayfa kitap okumayı âdet haline getirdiğini ve bunu da yıllardan beri devam ettirdiğini söyledi. Ben de buradan yola çıkarak bir Müslüman ve Türk kızı olarak ben niye mukaddes dâvâma hizmet etmeyeyim diye karar verdim ve o günden bu yana bu âdetimi devam ettiriyorum” dedi. Aynı zamanda bu genç kızımız kasabalarında hanımlardan bir grup kurarak haftada iki üç gün Kur’ân, Cevşen ve Risâle dersleri yaptığını beyan etti. Kendisini tebrik edip özel defterine küçücük bir duâ yazıp başta Demirci olarak çevre ilçelerdeki değerli dostlarımızla bu aşk ve heyecanını paylaşması ve irtibat kurması için teşvik ederek vedalaştık.

Önümüzdeki hafta sonu da geçen sene vefat eden ağabeyimin oğulları olan iki yeğenimin düğünlerine iştirak etmek üzere eşimle birlikte Trabzon’da olacağım inşaallah. Telefonla çok önceden irtibat kurduğumuz oradaki dostlarımızın da bizi hiç boş durdurmayacak bir plân yaptığını öğrendik. Karadeniz sahillerindeki güzel hizmet hatıralarını da önümüzdeki günlerde yine birlikte paylaşırız inşallah.

Netice olarak gönül rahatlığıyla şunu diyebilirim ki: Ülkemizin ve insanımızın mevcut hâli, dünyanın her yönde ve alandaki kara tablosu ve krizlerine rağmen bu kudsî hizmetin yürüyüp giderek gelişmesinde bir “inayet-i Rabbaniye ve ihsan-ı İlâhinin” tesir ve gücünü her yerde ve her işimizde görmek mümkün.

İşte bu durumda bize düşen ise, hep müsbete odaklanmak, meşrûiyeti kat’iyen elde bırakmamak, sabır, metanet, sadakat, ihlâs ve uhuvvet sırlarıyla “inayet-i Rabbaniye ve ihsan-ı İlâhî”nin, devamlı inananların yanında olacağı inancıyla tam bir vazife şuuruyla Allah rızası için çalışmak ve gayret etmek ve bu kudsi hizmette “hırz-ı cân” etmektir. Cenâb-ı Hak rızasından ve yolundan ayırmasın. (Âmin)

21.11.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kimler kurban keser?



Hüseyin Bey: “Kimler kurban keser? Fakir kurban kesebilir mi? İki fakir bir araya gelip ortak kurban kesebilirler mi? Şu şartla tabiî ki: Birisi kurbanın yarı parasını diğerine hibe ediyor. Kurbanlığı diğeri kendi adına alıyor, kesiyor; etini paylaşıyorlar. Gelecek sene de aynı usul ile bu defa diğeri berikisine yarı parasını hibe ediyor ve berikisi kendi adına kesim yapıyor. Böyle kurban caiz olur mu?”

Bir kimseye kurbanın vacip olması için şu şartlar gereklidir:

1- Müslüman olmak.

2- Hür, akıllı ve ergenlik çağına girmiş olmak.

3- Yolcu olmamak, yani ikamet ettiği yerde bulunuyor olmak.

4- Kurban kesmeye muktedir olmak. Yani belirli bir malî güce sahip bulunmak.

Bunlardan, bir sıkıntı olmayacaksa yolcu olanlar bulundukları yerlerde diledikleri takdirde kurban kesebilirler.

Hür olmayana kurban kesmek vacip değildir. Akıllı olmayan veya ergenlik çağına ulaşmamış olan çocuklar için kurbanın vacip olup olmaması hususunda ise görüş ayrılığı vardır. İmam-ı Azam ile talebesi İmam-ı Ebu Yusuf’a göre malı olan çocuk veya malı olan deli, kurban kesmekle yükümlüdür. Bunların kurbanlarını velileri keserler. Malikîler ile Hanbelîler de bu görüştedirler.

Fakat İmam Muhammed’e göre kurban kesmek için malı olan kişinin ergen ve reşit olması şarttır. Malı olan çocuğa veya malı olan deliye kurban kesmek vacip olmaz.

Şafiîlere göre de, malı olan çocuk ve malı olan deli kurban kesmekle yükümlü değildir. Kurban kesmekle yükümlü olmak için ergenlik çağında olmak ve akıllı olmak şarttır.

Muktedir olmaya gelince, bu konuda mezhepler farklı tanımlar yapmışlardır. Hanefîlere göre; evinden, giyiminden, ihtiyaç duyduğu eşyalardan ve borçlarından başka ve fazla olarak seksen beş gram altını bulunan veya bu tutarda eşyaya, mala veya paraya sahip olan kişi kurban kesmeye muktedir demektir. Kurban kesmeyi vacip kılan zenginliğin ölçüsü, zekât ve fıtır sadakasında aranan zenginlik ölçüsüyle aynıdır. Fakat kurbanda bu malın üzerinden bir yıl geçmesi şart değildir.

Hanbelîlere göre, ödeme imkânına sahip olan kişi, borçla veya taksitle kurban alabiliyorsa bu kişi muktedir demektir. Gerek mal sahibinden borçla veya taksitle, gerekse başka birisinden borç para bularak kurban alıp kesmesi halinde, daha sonra borcunu ödemekte sıkıntı çekmeyecekse kurban kesmekle yükümlü olur. Eğer borcunu ödemekte sıkıntı çekecekse, bu kişi için kurban kesmek bir yükümlülük olmaktan çıkar.

Malikîlere göre, kurbana verdiği paraya sene içinde zarurî bir sebeple muhtaç olmayan kişi kurban kesmeye muktedir sayılır. Ama sene içinde o paraya muhtaç olacaksa kurban kesmesi şart değildir.

Şafiîlere göre, Kurban Bayramı süresince kendisinin veya geçimlerinden sorumlu olduğu eşinin, çocuklarının ve sair ev halkının ihtiyaçlarından fazla olarak kurban parasını temin edebilen kişi kurbana muktedir demektir. Kurban parasını temin edemeyen kişi kurban kesmekle yükümlü değildir.

Bu şartları taşımayan kimseler, imkân buldukları takdirde keserlerse vacip sevabı almış olurlar. Kesmezlerse yükümlü olmadıklarından, sorumlu olmazlar. Dolayısıyla fakir Müslüman’a kurban kesmek vacip değildir.

Fakat iki fakir Müslüman bir araya gelirler; biri diğerine kurbanın yarı parasını hibe eder; diğeri bu destekle kendi adına kurban alır ve keser; sonra da etlerini paylaşırlarsa, burada kurban ibadetine ve kurban ruhuna ters düşen bir davranıştan söz edilemez. İki Müslüman hayırlarını ve ibadetlerini paylaşmış olurlar. Birisi para hayrı yapmış olur. Diğeri kurban kesmiş olur. Dilerlerse diğer sene de–yine fakir olmaları şartıyla—dönüşümlü olarak bunu yapabilirler. Fakat bunu bir zorunluluk veya yükümlülük olarak değil; sırf gönüllülük çerçevesinde yapmaları gerekir. Bu yöntemle diğer seneyi bağlayıcı bir anlaşmaya girmeleri de doğru olmaz.

Kurban kesmek varlıklı Müslümanlara vaciptir. Varlıklı Müslümanların kurban kesmemelerini, dört mezhep de kerih görmüştür.

Kurban kesmek yerine bedeli verilecekse, yine kurban kesmek şartıyla verilmelidir. Yoksa kurban bedelini sırf para yardımı olarak dağıtmak kurbanın yerini tutmaz. Sadaka ayrı bir ibadettir. Kurban ayrı bir ibadettir. Diğer yandan, kurban ibadeti içinde, “infak” esprisi zaten vardır. Kurban Bayramı gibi bir bayramda fakir fukaraya bolca et infak ederek yüzünü güldürmekle ulaşılan “rahmet” küçümsenmemelidir.

Kurban etini israf etmek “haramdır”. Kurban etini israf etmemeli, atmamalı, bozmamalı; gerekli yerlerde ve gerektiği kadar kullanılması için titiz davranmalıdır.

Allah, kurban dâhil ibadetlerimizi kabul buyursun. Âmin.

21.11.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Lâleler diyarından müjdeler



Beşinci defa geldiğim Avrupa’da ikinci haftayı doldurduk. Geldiğimiz ilk günden bugüne kadar hiç boş durmadık. Koştuk, konuştuk ve yazdık. İki haftanın çoğunluğunu geçirdiğim Hollanda’da başta organizatör Rıza Deniz’in, çok yakın can dostlarının ve Nur-u Kur’ân şakirtlerinin gayret ve himmetleriyle çok kişilerle ve çok ekollerle görüşme imkânı ve zemini bulduk. Özellikle Rozenburg’da aile semineri, Amersfoort’da Millî görüş-gençlik, Amsterdam’da Millî görüş kadın kolları gençlik ve Belçika Antwerpen’de Academie Onderwijs & Jeugdcentrum üniversiteli bayan öğrenciler derneğinde, Rotterdam West Medresesi bayanlar koluna ve Den Haag il merkezinde Bediüzzaman Kültür Vakfı’nda çeşitli seminerler ve konferanslar verdim.

632 yılında Peygamber Efendimizi (asm) Arafat’ta son veda hutbesinde yüz on bin sahabenin dinlediği kayıtlarda mevcut. Sonraki kayıtlarda ise bu ashabın ancak takriben beş bininin Mekke ve Medine’de medfun bulundukları tesbit edilmiştir. Diğer kısmının Arap yarımadasına, kendi beldelerine, Ortadoğu’ya, Afrika kıt'asına, uçsuz bucaksız Asya kıt'asına, Çin’e ve Avrupa’nın güney ve kuzeyine gittikleri ve hareket ettikleri tarihen görülmüştür. Lisan, sağlık ve aile sorunlarını göz önüne de alarak tarihte görülmemiş bir fedakârlıkla bu diyarlarda İslâmı yaymışlar ve kalplerde, akıllarda, gönüllerde unutulmaz izler bırakmışlar ve fetihlere kavuşmuşlardr.

Yıl 2008. Başta Peygamber Efendimizin (asm) olmak üzere çağın Mevlânâsı Hz. Bediüzzaman’ın müjde ve tesbitlerinin tahakkukunu burada tekrar en berrak şekilde kalbimle, aklımla, gözlerimle müşahede ettim. Yalnız 16 milyonluk Hollanda’da 450 civarında cami ve minare bulunmaktadır. Ayrıca Almanya’da 2.600 cami, İngiltere’de bin cami az bir gelişme değildir. İslâm Üniversitesi ve okulları vardır. Bunun yanında yalnız Hollanda’da 4.500 kilise var, 83 milyonluk Almanya’da 25 bin kilise var. Bu her iki ülke kilisesinin % 30’u kapanmak üzeredir. Yine mübarek günlerde camiler tıklım tıklım, kiliseler bomboş. İslâm dünyasının çok milletleri burada, kendi geleneklerine göre camileri inşâ ve ihya etmişler. Buralara gittim, gördüm ve görmekteyim. Motifleri, dekorları ve kişilerin simaları ve dilleri değişik, fakat tevhid bir, kıble bir, Kelime-i Şehadet bir, ezanlar bir…

Gezdiğim ve konuştuğum bu mezkûr yerlerde, bu ülkelerin üniversitelerinde, başta Türkiyeli olmak üzere İslâm ülkelerinin okuyan evlâtlarını gördüm. Bunların kısm-ı azamı buraların vatandaşı.

Bu gelişmeleri 14 asır önce Peygamber-i Zîşânın müjdesiyle güzelleştirmek, bir gerçeğe tekrar parmak basmak ve makalemi bununla noktalamak istiyorum. Hz. Peygamber Efendimiz (asm) “Latezâlü tâifetün min ümmetî zâhirîne ale’l-hakkı hattâ ye’tiyallahu biemri”, yani “Ümmetimden bir taife kıyamete kadar hakkı galibâne dâvâ edecektir”1 buyurmuştur. Birçok insan, bu hadisin karşısında şaşırır. Fakat konuşan, haber veren ve müjdeleyen Hz. Allah’ın en büyük Resûlü Hz. Muhammed’dir (asm). O, ne dedi ise çıkmıştı ve çıkacaktır. Çünkü Cenâb-ı Allah, Kur’ân-ı Kerim’de: “..Kur’ân’ı hak olarak indirdik. Seni de ya Muhammed yalnız müjdeci ve uyarıcı olarak görderdik”2 buyuruyor.

Efendimizin iki cihan serverinin verdiği bu müjdenin tahakkukunu başta üniversiteki gençlerde ve burada ikamet eden, alın teriyle çalışan, imanından, ahlâkından taviz vermeyerek ayakta durmaya çalışan Müslüman kardeşlerimde gördüm. Ashab-ı Kirâmı mânen temsil etmektedirler ve mânen yükleri çok ağır. Çünkü bu hadis-i şerifin işârî mânâsıyla 2080’li yılllara kadar muzafferiyetin bütün haşmetiyle tecellî etmesi gerçek mânâda İslâmı yaşamak ve doğru İslâmı anlatmakla olacaktır. Çünkü yaşamayanlar yaşatamazlar, evvelâ yaşayacağız, sonra yaşatacağız. Evvelâ abdest alacağız, sonra namaz kılacağız. Tekrar mülâki olmak ümidiyle...

Dipnotlar:

1- Buhârî, 9: 125; Müslim 1: 137, 2. 1522 Hadis-i Şerif

2- İsra Sûresi: 105.

21.11.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır