"Gerçekten" haber verir 16 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

İslam YAŞAR

BİR ŞAİRİN DOĞUŞU (3)



ahya Kemal, “Ben Türkçe’nin ancak bir şiir lisânı olduktan sonra doğacağına kani oldum. Çünkü bir milletin lisânı şiir gibi âteşîn bir örs ve çekiç arasında işlenebilirdi” diyerek Türkçe’yi bir şiir dili hâine getirerek hem dile, hem edebiyata dolayısıyla da millete hizmet etmeyi düşündü.

Dilin insan ruhunu beslemekteki mühim rolüne ve hisleri, duyguları, düşünceleri terennüm etmekteki tesirine dikkat çekerek bu yolla halkı dil hususunda bilgilendirmeye çalıştı.

San’at eserlerinin olduğu kadar insanın mâneviyâtını besleyebilecek eserlerin de halkın anlayabileceği sade bir dille ve kültür seviyesini yükseltecek vasıflar taşıyacak şekilde yazılması gerektiğini düşündüğünden, bu husustaki fikirlerini önce kendisi tatbik etti.

“Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik.

Bin atlı, o gün dev gibi bir orduyu yendik.”

Bu maksatla mezkûr beyitle başlayıp biten Akıncılar şiirinde yaptığı gibi günlük hayatta her seviyeden insanın kullandığı kelimelerle yani konuşma dili ile şiirler yazarken san’at dilini de ihmal etmedi.

“Derk ettiler ki merkad-ı pâk-î Muhammed’e

Ruhü’l-Kudüs’le arş-ı Huda’dan haber gelür

Rûy-ı zemini tâbi-i fermanı kılmağa

Sultan Selîm Han gibi bir şîr-i ner gelür

Tekbîrlerle halka ıyân olur tûğlar

Sahrâ-yı Üsküdâr’e revân oldu tuğlar”

Yavuz Sultan Selim için yazdığı Selimnâne adlı uzun manzumesinde böyle mânâ yüklü kelimelere ve san’atlı söyleyişlere yer vererek bu şiir tarzını da hâlis şiir anlayışının unsurları arasına aldı.

Böylece o günlerde yaygın olan, ondan sonra da ısrarla yayılmaya çalışılan kanaatlerin aksine, Divan Edebiyatında kullanılan dilin de Türkçe olduğunu söyledi ve bazı şiirlerinde kullanmaya devam etti.

Zîra onun tabiriyle, “Eski şiirimizin kâinâtı yıkıldığı günden beri Türkçe’de halledilmemiş bir şiir meselesi vardır.. Eski şiirimizin kâinatı yerli yerinde dururken bir şiir meselesi yoktu.”

Sözünü ettiği şiir meselesini eski şiire sahip çıkarak hâlletmeyi düşünen Şair, “san’at dili” tabir edilen bu lisanla yazdığı şiirlerinde Divan Edebiyatının nazım türlerinden olan gazel, şarkı, terkib-i bend, kıt’a ve rubaileri kullandı. Ayrıca sevdiği Divan şairlerinin bazı beyitlerine, gazellerine nazireler, taştîrler, tazminler, tahmisler ve terbiler yazdı.

Bir bakıma “hayat dili” de denebilecek olan veya “yaşayan Türkçe” denen lisânla yazdığı şiirlerinde ise, o nazım şekillerinden ziyade serbest müstezat veya serbest nazım tarzını esas aldı.

Hâlis şiir tarzında, vezin ve kafiye gibi şiirin diğer unsurları bakımından da Divan Edebiyatı geleneğine bağlı kaldı. Vezin ve kafiyeleri âhenge elverişli birer cansız âlet olarak telâkki ettiğinden, zamanında sık sık yapılan “hece-aruz” tartışmalarına katılmadı.

Asırlarca Halk Edebiyatında ve Divan Edebiyatında ayrı ayrı, Tasavvuf Edebiyatında ise müşterek kullanılan bu iki veznin de şiirde aranan ahengi sağlama özelliklerine sahip olduklarını göstermek istedi.

Bu maksatla o zamana kadar yazdığı şiirlerinin çoğunda aruz veznini kullanmasına rağmen; hece vezninin de aruzun da bizim veznimiz olduğunu, şairlerin iki vezni de severek kullandıkları gerektiğini göstermek için hece veznini kullandığı tek şiir olan “Ok” şiirini yazdı.

Anlamakta zorluk çektikleri san’at dilini bahane ederek aruz veznini bizim veznimiz, aruzla yazılan şiirleri de bizim şiirimiz saymayan şair ve edebiyatçılara ise, “Biz konuşurken bile medler ve İmâleler yaparız. Türkçe bu sayede son derece âhenkli bir dil haline gelmiştir. Şimdi nasıl olur da, şiir söylerken (sadece) hece vezninin dar kalıplarını kullanabiliriz?” diyerek cevap verdi.

Şaire göre hece, aruz tartışması yersizdi. Çünkü onun nazarında “aruz ve hece iki kardeş nehir, Fırat ve Dicle gibi yan yana akıyorlar; sonra birbirine kavuşuyorlar, milletin hafızası olan ummana” karışıyorlardı.

Şiirin bu ölçüler içinde terennüm edilmesi gerektiğini söyleyen şair; vezin ve kafiye gibi âhenk unsurlarının her şiirde aranması gerektiğini, buna mukabil her vezinli, kafiyeli söz şiir sayılamayacağı gibi vezinsiz, kafiyesiz, şekilsiz söyleyişleri de şiir saymanın mümkün olmadığını ifade etti.

Bir parçaya şiir değeri kazandıran ve onu diğer edebî nev’îlerden ayıran belli başlı vasfın “derûnî âhenk” olduğunu, bu “iç âhenk” sebebiyle şiirin mûsikîye yaklaştığını ve mûsikî ile nesir arasında ayrı bir san’at dalı addedilmesi gerektiğini düşünen Şair, düşündüklerini yapmak istercesine kanaatlerini nesir yerine şiirle dile getirme cihetine gitti.

“Üstâd elinde serteser âhenk olur lisan.

Mızraba ses verir kelimâtiyle tel gibi!”

Yahya Kemal bu mısralarda, üstad elinden çıkmış mükemmel bir şiiri, mûsikî tabirleri ile izah ederken âhenkle lisân arasında mızrapla tel ilgisi kurarak şiirde mânâ kadar âhengin de elzem olduğunu anlattı.

Bunun yanı sıra insan, zaman ve mekân arasında da sağlam bir ilginin olduğunu bildiğinden şiirlerinde annesini, çocukluğunu, Balkan şehirlerini ve Üsküp’ü hep birlikte zikretti.

Çünkü, “Annem Üsküp’ü bütün kalbiyle seviyordu. Orada ölmek, orada İsa Bey mezarlığında babası Dilâver Beyin yanında gömülmek istiyordu. Üsküp onun nazarında tam bir Müslüman şehriydi” diyerek de ifade ettiği gibi annesi Üsküp’e çok bağlı bir insandı.

Annesinin ahvâline âşinâ olan Şair de ona duyduğu hasretin ve onun Üsküp toprağında vasiyet ettiği yerde yatmasının tesiriyle Üsküp’e de bağlandı ve bu bağlılığı san’atına da aksettirdi.

Gerçi Yahya Kemal’in üslûbunda Üsküp’ün bu kadar çok yer almasında, çocukluğunun o şehirde geçmesinin ve oranın tarihî, coğrafî, mimarî, beşerî, medenî özelliklerinin ruhuna işlemesinin tesiri büyüktü.

Fakat bu işleyişe büyük ölçüde annesi vesile olduğu için iki hayat desenini ve san’at motifini de hep birbirini tedai ettirecek şekilde kullandı. Böylece hem onları ihya etti, hem eserlerinin san’at seviyesini yükseltti.

Nitekim Kaybolan Şehir şiirinde de Üsküp ve anne temalarını birleştirdi. Onların ikisinde de dinî değerler esas olduğu için şair şiirine din unsurunu da eklemeyi ihmal etmedi.

“Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyârıdır,

Evlâd-ı Fâtihâna onun yadigârıdır.

Üç şanlı harbin arş’a asılmış silâhlan

Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahlan.

Üsküp kî Şardağı’nda devamıydı Bursa’nın.

Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.

Ben girmeden hayatı şafaklandıran çağa,

Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.

İsâ Beyin fetihte açılmış mezarlığı,

Hülyama âhiret gibi nakşetti varlığı.”

Tarihi geçmişini, hatıraları, hayalleri, şahsiyetleri ve hadiseleriyle mezcettiği bu gibi mısralarla da ifade ettiği şehrin, hayatında olduğu kadar san’atında ve üslûbunda silinmez izler bıraktığını gösterdi.

Bunu yapmaktan maksadı, san’atın yaşatıcı gücünü ve üslûbun müessir kuvvetini kullanarak o yerlere, değerlere, hadiselere duyduğu hasreti gelecek nesillere de hissettirmekti.

Zîra, “vaktiyle öz vatanda bizim olan” ve bizim olarak kalması için her çareye başvurulan Üsküp, şair bu mısraları terennüm ettiğinde artık bizim değildi ve bu kaybın ıztırabı şiire de sindi.

“Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!

Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!

Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,

Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.”

Ayrıca “Şiirde nefes ve ses iki unsurdur. Mısraın ayakları yerden kopmazsa yahut en hafif bir kulağı bir ses gibi doldurmazsa hâlis şiir değildir” diyerek şairlerin, şiirde iç âhengi meydana getirirken nefes ve ses unsurlarından da istifade edebileceklerini ortaya koydu.

Çünkü halis şiirin temel unsurlarından biri olan dilin şiire hayat vermesi, şiirin de dili ihya etmesi ve ikisinin insicam içinde işleyerek san’at hâline gelmesi için lisânın şekil, ses ve âhenk gibi bütün hususiyetlerinin bilinmesi, tadılması, kullanılması, yaşanması ve yaşatılması gerekirdi.

Onun için Yahya Kemal; ferdi, cemiyeti, milleti ve devleti birbirine bağlayarak edebiyatla, san’atla mezcedip mükemmel bir şahs-ı manevî hâline getiren dilin bu hayatî hususiyetini, “Bu dil ağzımda annemin sütüdür” diyerek teşbihlerle dolu veciz bir ifade ile nazara vermek istedi.

Kendisine şiir hakkındaki telâkkisi sorulduğunda “Şiir, şiir olsun kâfî” diyen Yahya Kemal, az sayıda şiir yazdı, ama yazdığı şiirler gerçekten “şiir” olduğu için büyük bir şair olarak edebiyat tarihine geçti.

16.11.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (09.11.2008) - BİR ŞAİRİN DOĞUŞU (2)

  (02.11.2008) - BİR ŞAİRİN DOĞUŞU (1)

  (26.10.2008) - ÖRNEK ALINACAK BİR HASLET

  (19.10.2008) - FIRTINALAR MEVSİMİ

  (12.10.2008) - PAŞA, GOLF VE İHTİLÂL

  (05.10.2008) - SILA-İ RAHİM SEFERBERLİĞİ

  (30.09.2008) - BİR RAMAZAN BOYUNCA

  (21.09.2008) - Hazin bir Ramazan hatırası

 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır