"Gerçekten" haber verir 02 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Ahmet DURSUN

Tarafsız değilim



Tarafsızlığın her zaman için geçerli bir meslek olmadığını, taraftarlığın çoğu kez bir ‘duruş’ ifade ettiğini iyi bilenlerdenim; bu sebeple tarafsız değilim:

Hakka taraftarım. “Hakkın hatırının âlî olduğu ve hiçbir hatıra feda edilemeyeceği”ni hayat prensibi haline getirenlerleyim. Her türlü yıldırma hareketlerinin, şantaj ve tehditlerin karşısında haksızlığa tapmayan, haksızlığa boyun eğmeyen hakperestlere taraftarım. Haksızlığın kol gezdiği, zulm ile abad olanların aldatıcı ve şaşaalı hayatlarına özentinin çoğaldığı, yalakalığın da bir meslek haline geldiği bir zamanda yalnız ve yalnız hakka yaslananların, gücünü Hak’tan alanların ve hakkı savunanların taraftarıyım.

İnsan haklarına taraftarım. Baskıcı, zorlayıcı, zulmedici, yok edici ve öldürücü bir fizikî güç karşısında hakkı, doğruyu, iyiliği ve fazileti haykırdığı için insan haklarına taraftarım. “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; / Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem” diyenlerdenim ve masumun-mazlûmun yanında olanlara taraftarım.

Demokrasiye taraftarım. Demokratlığın sözde tavır ve söylemlerden ibaret olmadığını, doğrunun ve hakkın yanında—ne pahasına olursa olsun—doğruca bir duruş sergilemeyi gerektiren bir hayat biçimi olduğunu düşünmekteyim. Demokrasiye ne küfrettim, ne de ikbal uğruna sahte bir demokrat kesildim. Karıncanın hukukunu bile koruyan bir inancın taraftarı olarak insana hak ettiği değeri vermeyenlerin yanında insanı öncelediği, bana ‘ben’ olarak değer verdiği, beni ‘birey’ olarak kabul ettiği ve savunduğu için demokrasiye taraftarım. Tek adamlılığa, otokratikliğe, jakobenliğe, jakobence tavırlara karşıyım ve bunlara özenip bunlardan medet umanlardan ve ‘ben’i “devlet ebed müddet, hikmet-i hükümet” gibi kutsallık anlayışıyla istenildiği anda feda edilebilecek bir figüran olarak görenlerden de hiç haz etmem. Çok sesliliğe, şeffaflığa, fikirlerin mücadelesine, istişareye, kalb-i millet hükmündeki meclise taraftarım.

Hukuka taraftarım. Belli zümrelerin, çıkar peşinde koşan darbecilerin ve darbe taraftarlarının savunduğu bir kanunculuk anlayışına karşı adaleti her noktada sağlamayı amaçlayan bir hukukun taraftarıyım. “Bir fert, umumun selâmeti için dahi feda edilmez.” diyen hukuka taraftarım.

Adalete taraftarım. Otoriter, totaliter, zorba, antidemokratik yapıların kendi varlıklarını ve çıkarlarını devam ettirebilmek adına gayrimeşrûluklarını hukukla bağdaştırma çabalarına, adaleti istedikleri gibi yorumlama yüzsüzlüklerine karşıyım. Dengeyi, denkliği, eşitliği esas alan, gerçeğe uygun hükmeden, doğru yola sevk eden, dürüstlük ve tarafsızlık ilkeleri çerçevesinde hak ettiğimi bana veren adaletin taraftarıyım.

İlm-i siyasete taraftarım. Yalanı, hileyi, kayırmacılığı, kaypaklığı ve basiretsizliği siyaset ilmi zannedenlere karşıyım. Bu yolla dini siyasete alet edenler kadar dinsizliği de siyasete alet edenlere, türlü hesaplarla başörtüsüne sarılanlar kadar çarşaflara dolananlara da karşıyım. Siyaseti hizmet kurumu olarak gören, barıştırıcı, bütünleştirici bir siyaset anlayışına taraftarım. Bu bağlamda liyakatin taraftarıyım. Ehil olmayanların partizanlık, hizipçilik, yoldaşlık, ülküdaşlık, bilmem necilik gibi türlü türlü taraftarlık anlayışıyla nâ-ehillerin iş başına getirilmesinden, bunlarla memleketin çanına okunmasından yana olanlara, buna sebep olanlara ve bunu umursamayanlara karşıyım. Buna mukabil, işi ehline teslim etmesini bilenlere taraftarım. Sonuç olarak, her hâlükârda ‘insan’a taraftarım.

02.12.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İnsanlık için hangi sistem iyi olacak?



AB üyesi ülkelerden olan Çek Cumhuriyetinin Ankara Büyükelçisi Eva Filipi, AB-Türkiye ilişkilerini değerlendirken dikkat çekici tesbitlerde bulunmuş. Filipi en çok, nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olduğu için Türkiye’nin AB’ye üye yapılmaması gerektiğini söyleyenlere itiraz ediyor.

Cumhuriyet’in sorularını cevaplandıran Filipi şöyle demiş: “Avrupa sadece Hıristiyandır, başka bölgeler Müslüman, denmesine son derece karşıyım. Hepimiz insanız sonuçta. (...) Öte yandan milyonlarca Müslüman bugün Avrupa ülkelerinde yaşıyor. Dolayısıyla biz zaten Müslümanlar ve Hıristiyanlar ve başka dinlerden olanlar olarak sorunlarımızla, iyi ve kötü yanlarımızla birlikte yaşıyoruz. Ayrıca AB konseptinin temelinin de Hıristiyanlık olmaması gerektiğini düşünüyorum. Yani, kimi politikacıların ‘AB Hıristiyandır. O nedenle başka dinden olanlar buraya giremezler’ sözlerini de tepkiyle karşılıyorum. (...) İnançlı bir insan olmama rağmen dinî farklılığın AB ya da herhangi başka bir kuruluşa üye olmakla hiçbir ilgisi bulunmadığını dününüyorum.” (30 Kasım 2008)

Son aylarda Türkiye’nin AB yürüyüşünün yavaşladığı bir vakıa. Çek Cumhuriyetinin Ankara Büyükelçisi Filipi, önümüzdeki günlerde sürecin müsbet yönde değişmesinin mümkün olduğunun işaretini de veriyor. Çek Cumhuriyetinden sonra AB dönem başkanlığının İsveç’e geçeceğini hatırlatan Filipi, İsveç’in de Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen bir ülke olmasına dikkat çekiyor. Türkiye’nin AB üyesi olmasının yolunu kolaylaştıracak bazı projelerinin olduğunu ifade eden Eva Filipi, ‘şimdilik’ kaydıyla bu projelerden bahsetmeyi uygun bulmuyor. “Çünkü” diyor “Konu çok duyarlı. Özellikle Brüksel’deki genişleme grubunda pek çok şeyi açıkça söyleyemeyiz. Ketum olmalıyız ve karşımızdakileri ikna edebilmek için çok fazla ortaya çıkmadan çalışmalıyız. Şu anda size planlarımızı açıklayamam. Açıklarsam öbür ülkeler ne yapmak istediğimizden çok erken, zamansız haberdar olurlar. Daha sonra anlatırım.”

Aslında bu sözleriyle Eva Filipi, bir anlamda “ifsat şebekeleri”nden tedirgin olduğunu ifade ediyor. Nasıl ki “Hayırlı işlerin manileri çok olur” öyle de, millet menfaatine olan “AB üyeliği” konusunda da içerde ve dışarda pek çok ‘lobi’nin faaliyet gösterdiği hatırdan çıkarılmamalı.

Eva Filipi, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte insanlığın daha fazla ‘dine yöneldiği’ni de ifade etmiş. Her ne kadar bunu “İyi bir durum değil” diyerek karşılasa da, “Bu acaba dünyada meydana gelen değişikliklerden mi kaynaklanıyor?” demekten de kendisini alamamış.

Filipi, dünyayı etkileyen ‘kriz’ sonrası arayışlarla ilgili olarak da şöyle demiş: “AB’de liberal değil, sosyal pazar ekonomisi uygulanıyor. Tabiî ki liberal pazar ekonomisinin daha iyi olduğunu söylemiyorum. ABD’nin düştüğü bugünkü duruma bakın. Sonsuz bir liberal pazar ekonomisi uyuladığı için bunlar olmadı mı? Şimdi sistemleri tam anlamıyla çöküntüde. Bana göre bugün dünya çok kritik bir dönemden geçiyor. Geleceği doğru yorumlayan, geniş vizyonlu politikacılarımız olmalı. Ancak bu şekilde iyi bir geleceği ulaşabiliriz. Benim bütün kaygım burada. AB inişte. Size anlattığım gibi yeni reformlar gereksiniyoruz. Kapitalizm çöktü. Şimdi şuna oturup iyice karar vermeliyiz: İnsanlık için hangi sistem iyi olacak? Sosyalizm mi kapitalizm mi? Avrupa daha çok sosyalizme yakın. Butün bu sorulara cevap ararken de başım fena halde ağrıyor.”

Baş ağrıtan sorulara makul cevap verebilmek için “biz”e yani “İslâm dünyası”na büyük vazife düşüyor...

02.12.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“11 Eylül”le “algılatma” ifsadı…



Hindistan’daki olayların “Pakistan kökenli örgütler”in üzerine atılması, öteden beri tekrarlanan bir tezgâhtan ibâret. Bundandır ki İslâmâbad’ın bütün “iyi niyetine” ve “teminatına” rağmen, koskoca bir ülkeye bühtanlarda bulunuluyor.

Görünen o ki yine yaygın bir biçimde insanların algısını etki altına alma ve yönlendirme oyunu oynanıyor.

İstihbarat servislerinin baştan beri kullandığı “algılama ve algılatma yönetimi”yle, her adımı önceden belirlen plân takip ediliyor. Medyatik saptırmalarla “duygu, güdü ve muhakemeleri etkilemek amacıyla, izleyicilere, seçili enformasyonu ve sinyalleri taşıyan ya da inkâr eden taktikler”le beyinler âdeta esir alınıyor.

Halkla ilişkiler ve iletişim uzmanı Ali Saydam’ın analiziyle, “ABD’nin Irak’a özgürlük, barış ve demokrasi götürmek için yola çıktığı” uydurması, dünyaya kabul ettirilmezse uzun süre Amerika içinde “başarılı” oldu. Okyanuslar ötesinden gelen işgalciler, “zulümden kurtaran kurtarıcı” rolünde gösterildiler. Kampanyalarla insanların istendiği biçimde “düşünmesi” ve “iknası” sağlandı.

Tıpkı bir zamanların “Karaoğlan efsanesi” gibi; ya da demokrasiyi rafa kaldıran, millet iradesinin temsilcisi Meclisi ve siyasî partileri kapatan, seçilmiş meşrû iktidarları deviren ve anayasayı ilga eden 27 Mayıs darbesinin bir “devrim”, 12 Eylül darbesinin bir “askerî müdahale” olarak algılatılması enjektesi gibi. (Akşam, 16.11.2008)

Yahut son yıllarda ecnebilerin çıkarları hesâbına dayatılan “renkli Soros devrimleri”nin “demokrasi” ve “değişim” yutturmasıyla kitlelere matah bir şeymişçesine yutturulması gibi…

“HÎLELERLE EFKÂR-I AMMEYİ

BAŞKA BİR MECRÂYA ÇEVİRTMEK…”

“Algıların ayarını bozmak”la toplumun yönlendirilmesi yöntemi için Bediüzzaman, “Evet, tehditlerle, korkularla, hîlelerle efkâr-ı ammeyi (kamuoyunu) başka bir mecrâya çevirtmek mümkün olur” tesbitini yapar. “Muhâkeme-i aklîyenin (insanın aklıyla özgür ve doğru düşünüp hüküm vermenin) az bir zamanda kapatılabileceğini” kaydeder.

Fakat “kahr ve cebir ile (zorlama ve zorakî baskıyla kurulan) zâhirî hâkimiyet ve sathî tahakküm”ün ancak “kısa zamanda ibkâ edilebileceğini” (sürebileceğini), “tesirinin cüz’î (zayıf), sathî ve muvakkat (geçici) olduğunu” ifâde eder. (İşârât’ül İ’câz, 164)

Bundandır ki “algılarla oynama oyunu” sürekli değişmekte. Her defasında aynı sinsî oyuna başka konu ve farklı figüranlar bulunmakta…

Bu açıdan Bombay’da üç gün boyunca kameraların önünde süren olayların alelacele “Pakistan bağlantısı”yla “İslâmcı militanlar” üzerinden İslâm’la ilişkilendirilmesi, iletişim bombardımanıyla enformasyon kirliliği içinde gerçeklerin tersyüz edilmesine ve “küresel terör” isnadı adına “algılatma bombardımanı”na açık bir örnek…

Şu hale bakın; Pakistan yönetimi, her fırsatta saldırılarla ilgisinin bulunmadığını belirtiyor. İslâmâbad, Yeni Delhi’ye her türlü desteği vermeye hazır olduğunu bildiriyor. Fakat ayarlanmış önyargıyı aşamıyor…

Pakistan, Hindistan’ı ikna için her çâreye başvuruyor. Öylesine ki iki hafta önce Türkiye’yi ziyaretinde, Amerika’nın her fırsatta “Taliban bahanesi”yle Pakistan topraklarına füze saldırısı düzenleyip sivilleri katletmesine karşı “stratejik müttefiki” nezdinde operasyonların durdurulması desteğini Ankara’dan isteyen Pakistan Başbakanı Yusuf Rıza Gilani, Başbakan Erdoğan’ı arayarak bu hususta da “yardım” talep ediyor. Ama nâfile. Hindistan makamları, bunun bir komplo olduğunu bile bile uluslar arası medya ve propagandanın etkisiyle Pakistan’ı “suçlamayı” sürdürüyor. İftira çamuru göz göre göre Pakistan’a yapıştırılıyor…

“ALGILATMA” İFSADI

DEVAM EDİYOR…

Bilindiği gibi geçtiğimiz Ramazan’da bütün siyasî partilerin katıldığı seçimlerde devlet başkanı seçilen Asıf Ali Zerdari’nin Federal Meclis ve Senato’nun ortak oturumunda yaptığı konuşmanın hemen ardından İslâmâbâd’da başkent tarihinin en büyük patlaması olmuş, 100’e yakın kişi ölmüş, 250’nin üzerinde yaralanmıştı. Bin kilogram patlayıcı yüklü kamyonla ana giriş kapısına çarpan ve güvenlik görevlileri ile silâhlı çatışmaya giren intihar eylemcisi, oteli ateş topuna çevirmişti.

Bombay’daki Tac Mahal Oteli patlamasına benzer, İslâmâbad’taki otelde de Amerikalılar, NATO yetkilileri ve Batıllı diplomatlar olduğu belirtilmişti. Ve yeni yönetime bir “uyarı” olarak lanse edilen bu dehşetli patlama, “Pakistan’ın 11 Eylül’ü” olarak nitelendirilmişti.

Amerikan Genelkurmay Başkanının patlamadan üç gün önce Başbakan ve diğer Pakistanlı yetkililerle İslâmâbâd’da görüştüğü, Başbakan ve Devlet Başkanının aynı gün katılacakları, son anda bir program değişikliğiyle gelmedikleri iftar vaktindeki saldırıyı da “Fedâiyan-ı İslâm” isimli bir grup üstlenmişti.

Yine patlaman birkaç gün önce bazı milletvekillerinin de şâhid olduğu Amerikan Büyükelçiliğine mensup bir kamyon dolusu çelik kutunun otele getirildiği, Amerikan deniz piyadeleri dışında kimsenin yaklaşmasına, kutuları taşımasına müsaade edilmediği ve kutularda neyin olduğu bir türlü öğrenilememişti.

Hatırlanacağı üzere, Pentagon’da görev yapan Pakistan istihbaratı eski Başkanı Hamid Gül’le önceki Amerikan başkanlık seçimleri aday adaylarından LaRouche, 11 Eylül’ün ABD’nin dışında değil içinden yapıldığını belgelerle belirtmişlerdi.

Gerçekten 11 Eylül olaylarının fâili ilân edilen Usame Bin Laden neden yakalanmadı da Afganistan işgal edilip baştan başa bombalandı? El Kâide’nin elebaşlarını yakalayabilecek CIA, neden bunu yapmadı da, yüzbinlerce masum Afganlıyı katletti?

Anlaşılan “demokrasi ve özgürleştirme” maskesiyle dünya kamuoyunu psikolojik tatmin ve ikna programlarıyla “yönlendirme ve algılatma” ifsadı işleniyor. Dün Afganistan, Irak ve Sudan hedef alındı; bugün Pakistan ve Hindistan, yarın da belki de İran, Suriye, Somali ya da Türkiye üzerinden…

Kısacası 11 Eylül devam ediyor…

02.12.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

“Çarşaf açılımı”



Anayasa Mahkemesinin, başörtüsünü üniversitelerle sınırlı olarak serbest bırakma iddiasıyla ve 411 oyla Meclisten geçirilen anayasa değişikliğini iptal kararının gerekçesinde, başörtüsü yasağının “kronikleşen bir toplumsal sorun” olarak nitelendirildiğine ve AYM cenahında “dini siyasete alet etmeyen bir çözüm”e kapı aralandığına dikkat çekmeye çalışmıştık.

Ardından, AKP hakkında verilen kararın gerekçesinde de Kur’ân kurslarındaki yaş sınırı, imam hatipler ve katsayı sorunları için paralel bir yaklaşım ortaya konulduğunu ifade etmiştik.

Ve bu yeni, farklı, orijinal gelişmenin, özellikle CHP’ye önemli görevler yüklediğini; bu partinin 28 Şubat kaynaklı toplumsal sorunların çözümüne katkı sağlayacak pozitif ve yapıcı politikalar üretmesi halinde iç barış ve huzura tarihî bir hizmette bulunmuş olacağını yazmıştık.

(Bkz. 31.10.2008 tarihli Yeni Asya’da yayınlanan “İstismar, kuşku, çözüm” başlıklı yazımız.)

Aradan çok fazla geçmedi; CHP’nin “çarşaf açılımı” gündeme geldi. Partinin Sultanbeyli belediye başkan adayı açıklanırken, Baykal, adayın örtülü, hattâ çarşaflı yakınlarına da rozet taktı.

O gün bugündür tartışma devam ediyor.

“Açılım”ın şimdiye kadar CHP söylemlerinde irticanın en koyu simgelerinden biri olarak nitelenen “kara çarşaf” üzerinden gerçekleşmesi ve Baykal’ın “Siyasî simge olan şey çarşaf değil, türban” şeklindeki beyanı, tartışmayı kızıştırdı.

Bu konudaki katı tavrıyla bilinen isimlerden Necla Arat “Başörtüsüne itirazım yok, ama çarşafı kabullenemem” derken, Nur Serter, kariyerindeki keskin manevralardan birini daha sergileyerek, partiye girildikten sonra çarşafın kimlik olarak kullanılamayacağı, çünkü CHP’de geçerli simgenin altıok olduğu kaydını düşmek suretiyle çarşaf açılımını kabullendiğini deklare etti.

Sivri çıkışlarıyla bilinen isimlerden Canan Arıtman ise “Atatürk’ün yanındakiler de tesettürlüydü” diyerek liderine sürpriz bir destek verdi.

Buna karşılık, açılıma soğuk bakan parti “politbüro”sunun, Baykal tarafından, “Kaygılanmayın, rozet takıp partiye aldığımız çarşaflılar gelip bu koltuklarda oturacak değil” güvencesiyle teskin ve ikna edilmeye çalışıldığı belirtiliyor.

Çok daha önemli olan bir bariyer de üniversite için konuluyor. Ve Baykal, partiye aldığı çarşaflıların üniversitede türban ve çarşaf istemeleri halinde “Orada dur deriz” kaydını koyuyor.

Sonuçta “Kimseyi kılık kıyafetiyle yargılayamayız. İnsanların kılık kıyafetine saygılı olmalıyız. Kadınlarımızın yüzde 70’i örtülü. Ben vaktiyle Bosnalı kadınlara başörtüsü götürmüş adamım” söylemleriyle başlatılan ve sürdürülen açılıma bu çeşit kayıtların ve ayrıca “Atatürkçü olma” dayatmasının gölgesi düşürülmüş oluyor.

Sanki tesettürlülerin tamamı ve çok büyük çoğunluğu AKP’ye oy veriyormuş gibi gösterip, o cenahtan CHP’ye yönelişin başladığı havası estirerek yapılan “Örtülü kadınlar AKP’nin tutsağı olmaktan kurtuluyor” yorumları da, olayı sıradan ve ucuz bir taktik konumuna indirgiyor.

Oysa Türkiye’nin, bu meseleyi seçim öncesinde tezgâhlanmış siyasî manevralara konu ve malzeme yapmaya değil, kronikleşmiş bir toplumsal sorunu samimiyetle çözmeye yönelen dürüst ve inandırıcı yaklaşımlara ihtiyacı var.

CHP’nin sadece parti rozeti takma ve Meclisteki grup toplantılarını izlemeyle sınırladığı açılım, kendi içindeki çok fanatik ve katı kesimlerde hakim olan iflâh olmaz tesettür karşıtlığını marjinalize etme gibi olumlu sonuçlar verebilir.

Ama gerçek anlamda çözüm getirerek toplumu rahatlatıp huzura kavuşturabilecek bir açılım için, daha ileri adımlar atılması gerekiyor.

Umalım ki, CHP’den iki haftadır sâdır olan sinyaller, böyle kapsamlı ve kucaklayıcı bir çözüm atmosferinin oluşmasına katkıda bulunsun.

Ve Türkiye yasağı kaldırmak suretiyle, kendisini yıllardır fazlasıyla yoran bu tartışmayı aşarak, enerjisini reel sorunları çözmeye yöneltsin.

02.12.2008

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Şehre, dizilere, festivale dair….



“Öyle bir şehir ki, hem seviyorum, hem nefret ediyorum. Bir yurt dışı seyahatimden döndüğümde hemen terk etmek istiyorum. Seyahate gitmeye hazırlanmışken ve uçağın merdivenlerini çıkarken, koşar adımlarla aşağı inip, geri dönmek istiyorum.” Nawal el Saddawi.

Kahire’yi sevmek ve Kahire’den nefret etmek şimdiye dek bir sürü makaleye, belli başlı romanlara, seyahat rehberlerine konu olmuştur. Günbatımında yüzünüzün yansımasını Nil’de gördüğünüz vakit, Kahire’nin en çok sevildiği vakittir. Yaz sıcağında şehirler arası otobüs şoförünün klimayı kapattığı vakit ise, en çok nefret ettiğiniz anlardan biri olabilir.

Bu aralar Kahire’de de, diğer Arapça konuşulan ülkelerde olduğu gibi, yoğun Türk dizileri rüzgârı esiyor. Suna Durmaz Hanım da yazın bahsetmişti. Bu diziler, ben yaz tatiline çıkarken hafif hafif başlamıştı. Fakat döndüğüm zaman o kadar ilginç tepkiler ve yorumlarla karşılaştım ki, daha önce birçoğunun adını bile duymadığım bu dizilerin bu insanları neden bu kadar çok etkilediğini düşünmeye başladım. Herşey tıpkı bizde 1980’lerin ortasında esmeye başlayan Brezilya dizileri rüzgârı gibiydi..

Burada bana Fatma, Nur, Fatima, Nora, Nura gibi çeşitli isimlerle hitap ediyor insanlar. Diğer arkadaşlarım gibi burada da çoğu arkadaşım “Nur” diyor. Tatilden döndüğümde arkadaşım bana enteresan bir hadise anlattı. Kendisi de iki ay kadar yurt dışındaymış ve döndüğü zaman herkes “Türk Nur”dan bahsediyormuş. O da “Aa siz de mi tanıştınız Nur’la” diye sorunca insanlar “Sen Nur’u tanıyor musun?” diye üzerine “hücum” etmişler. TV’den ve gündemden uzak olduğu için hâlâ durumu kavrayamamış olan arkadaş da, 3-4 yıldır tanıdığını belirtmiş. Bir müddet sonra o bahsedilen “Nur”un, Gümüş dizisindeki başkarakter (Türkiye’de Gümüş, Arapça yayınlarda Nur diye adlandırılan) olduğunun farkına varmışlar.

Artık gittiğim her yerde, bankada, restoranda, okulda, toplantıda, gezide, takside her yerde Türk olduğumu anlar anlamaz dizilerden, dizilerdeki karakterlerden, bu dizilerin devamından, karakterlere ne kadar âşık olduklarından bahseder oldu insanlar. Benim bu dizileri bilmememe çok şaşırıyorlar. Ben bu dizilerden birini ilk Arap kanalında gördüğüm zaman, karakterleri görüp “Aaa ne kadar Türklere benziyorlar” demiş ve Arapçamı geliştirmek adına izlemeye devam etmiştim. İzledim, izledim ve en sonunda, sahne İstanbul’un belli başlı bir noktasına kaydığı zaman dizinin aslında Türk dizisi olduğunu anladım. Zaman geçtikçe olan bitenin, bütün bu hayranlığın aslında dizi senaryosu yahut başka bir sanatsal yön değil de, Mısırlıların kendilerine benzeyen ve bu büyük çoğunluğu Müslüman olan kişilerle kendilerini Amerikan yahut Brezilya dizilerindeki karakterlerden daha çok ortak paydada birleştirebilme ihtimali olduğunu anladım.

Bu dizi çılgınlığı devam ederken, uyumayan şehirlerin en güzeli Kahire, sosyal ve kültürel zenginliğinde bir festivali daha misafir etti. Kahire Film Festivali çerçevesinde farklı filmler, bunların yanında Türkçe filmler de izleyebildik. İnsanlar genelde evlerinde Türk dizilerini izledikleri için, asıl san'at eserlerini izlerken, genelde Kahire’de yaşayan yabancılar, ya da Kahire’nin entelektüelleri sinema salonlarını dolduruyordu, ya da festival çerçevesinde birden fazla gösterim olmasından dolayı, dolduramıyordu da diyebiliriz.

Kahire’yi sevmek çok zor değildir. Gün olur, festival olur, bir filmden gece 12’de çıkarsınız ve hâlâ bütün halkı meydanlarda görürsünüz, tebessüm yayılır yüzünüze. Gün olur, Nil’e gece bakarsınız ve gecenin sizi mutsuz eden şeyleri örttüğünü görür ve daha kolay seversiniz Kahire’yi… O yeni günü, taze güneşin doğuşunu Piramitlerden, çölden, vahadan izleyebilmenin mutluluğu her şeye değer.

02.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Dede Efendi’den öğrenecek çok şey var…



Geçen haftaki yazımızda müziğimizin zirve ismi Hammâmizâde İsmâil Dede Efendi’den kısmen bahsetmiştik. Gelin bu hafta da yerimizin el verdiğince Dede Efendiyi anlamaya çalışalım. 29 Kasım 1846 yılında 69 yaşında vefat ettiğinde merhum bestekâr, ardında yüzlerce sevilen beste, ilâhî, ayini şerif bırakmıştı. Ben pek çok müzik toplantılarında Dede Efendi’nin hayatından örnek vermeye gayret ederim. Çünkü o sadece Türk Müziğinin zirvesi değil, aynı zamanda inanmış bir Müslümandır. Yenikapı’daki Mevlevî Dergâhı’na devam edip 1001 gün yani yaklaşık 3 yıl süren çile’sini tamamlayıp ’Dede’ olmuştur.

Enteresan bir hayat çizgisi vardır Dede’nin. Doğum günü Kurban Bayramının birinci günü olan Dede Efendi ne zaman vefat etmiştir dersiniz? Yine Kurban Bayramının birinci günü. Nasıl vefat etmiştir derseniz; Hac vazifesini ifa ederken yakalandığı kolera hastalığı sebebiyle. Kabri ise Hazreti Hatice Validemizin ayak ucundadır. Şu tevafuka, şu nimete bakar mısınız? “Efendim İslâm dininde müziğin yeri var mıdır?” diyen, ahkâm kesen bazılarına Dede Efendi’yi tanımalarını, okumalarını tavsiye ederim. Bir insanın hem inanmış bir mü’min, hem de müzikte zirve olunabileceğinin en güzel örneği Dede Efendi’dir.

Bir hatıra

Dede Efendi, çilede iken Buselik makamında ‘Zülfündedir benim baht-ı siyahım’ adlı şarkısını bestelemişti. Bu şarkı İstanbul’un mûsikî meraklıları arasında yayıldı. Hayatında tekkeye adım dahi atmamış mûsikî meraklılarının gelip ‘Derviş İsmail varmış, görmek isteriz’ talepleri Şeyh Nutki Dedeyi rahatsız etti. Üstelik Enderun san’atkârları da şarkıyı padişah huzurunda okudular. Adı sanı duyulmamış bir delikanlıdaki istidadı hemen sezen Üçüncü Selim derviş namzedi İsmail’le görüşmek istedi. Padişah musahiplerinden bir ağa Yenikapı’ya gelerek Şeyh Nutki Dede’nin huzuruna çıkar ve Sultan Selim’in iradesini tebliğ eder. Şeyh:

-İrade-i şahaneleri baş üstüne. Ancak İsmail çilededir. Gece hariçte kalamaz. İstirham ediyorum, her halde akşam ezanından evvel dergâha iade edilsin ki, çile kırılmasın, emeklerine yazık olur, der.

Musahip Ağa, İsmail’i alarak Topkapı Sarayı’na götürür. Sultan Selim, İsmail’i gece dergâha yetiştirmek için hemen kabul eder. Buselik şarkıyı iki defa üst üste okutur. Dikkatle dinler. Bir kese atıyye (bir kişiyi teşvik etmek için verilen altın, gümüş para veya mücevher) vererek refakat altında Yenikapı’ya geri gönderir. İsmail akşam ezanına bir saat olduğu için yol üzerindeki annesinin evine uğrar. Keseyi Rukiyye Hanım’a vererek :

- Anneciğim hamamı satıp parasını harcadığım için bana darılmıştın, bak işte pîrim (Hz. Mevlânâ) bana ne ihsan etti! der.

02.12.2008

E-Posta: alioktay@alioktay. net





Şaban DÖĞEN

İnsan nasıl güzelleşir?



Simasına, hâl ve hareketlerine baktığımızda hayran kaldığımız, gıptayla seyrettiğimiz nezaket ve efendilik timsâli insanlar vardır. Bu sempatik insanlar gönüllerde taht kurmasını başarmış; sevilen, sayılan, başlar üstünde tutulan insanlardır.

Hiç şüphesiz her güzel haslette olduğu gibi nezaket, efendilik, insaniyet ve erdemlilikte de Allah Resûlü (asm), herkesten öndeydi. İnsanlık adına ne varsa hepsi ondaydı. İnsaniyet-i kübra, yani en büyük insanlık onda gerçek kimliğini bulmuştu. En mükemmel, tek kelimeyle ideal insandı. Şefkat ve merhametiyle, yumuşak huyluluğuyla, hoşgörüsüyle, gönül alıcı söz ve davranışlarıyla gerçek bir sevgili olmuştu.

Âlemlere rahmetti o. Her şeyiyle rahmetti; kendisi rahmetti, getirdiği kitap rahmetti, varlık için ne sunmuşsa hepsi rahmetti.

Kur’ân, o rahmet Peygamberinin özelliklerine dikkat çekerken ümmetinin sıkıntıya uğramasının ona çok ağır geldiğini, ümmetine çok düşkün, çok şefkatli, çok merhametli olduğunu belirtir.1 Nezaketi ve yumuşak huyluluğuyla ilgili Kur’ân’da şöyle buyurulur: “Allah’tan bir rahmet eseridir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen huysuz ve katı kalpli birisi olsaydın muhakkak onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.”2

Son derece nazikti, kimseyi üzmez, kırıp incitmezdi Allah Resûlü (asm). Bu konuda öyle titizdi ki, “Allah’ım, ben bir insanım. Eğer kullarından birini üzüp incitmişsem, beni bu yüzden cezalandırma!”3 diye duâ ederdi.

Kâinatın Efendisi (asm) aslâ yüzünü asmaz, ekşiltmez, hata ve kusurları yüze vurmaz, hoşlanmadığı birşey olursa yüz hatlarıyla belli ederdi. Birisinin hoş olmayan bir söz ve hareketini duyduğunda, “Bazılarına ne oluyor ki şöyle şöyle davranıyorlar. Bazıları şöyle şöyle yapıyorlarmış” diye isim vermeden genel olarak uyarır, o söz ve davranışın yanlışlığını dile getirirdi.

İnsan nazik ve yumuşak huylu olmalıydı. Allah’ın şefkat ve yumuşak huylulukla davrandığını, yumuşak huylu olanları sevdiğini; 4 nezaket ve yumuşak huyluluğun hangi şeyde bulunursa bulunsun onu güzelleştirdiğini, bulunmadığında da çirkinleştirdiğini,5 yumuşak huyluluk ve nezaketten mahrum olan kimsenin bütün hayırlardan da mahrum kaldığını6 bildirirdi.

Ruh, akıl, nefis ve hissiyâtlarına hitap ederek yetiştirdiği Sahabe adıyla andığımız talebeleri de nezaket, edep ve terbiye timsâlleriydi. Ebû Büreyde, Peygamberimizden (asm) yaşlı bir sahabiydi. Ona bir gün bir lâtife yapmak istedi, “Ey Ebû Büreyde! Sen mi büyüksün, ben mi büyüğüm?” diye sordu. Bir Peygambere karşı nasıl, “Ben büyüğüm” diye bir saygısızlık edebilirdi. “Küçüğüm” dese o da yalan olurdu. Şu nefis cevabı verdi: “Ya Resûlallah, siz benden büyüksünüz. Ben ise sizden yaşlıyım.”

Edep ve nezaket timsâli olmak kadar önemli ne olabilir?

Dipnotlar: 1- Tevbe Suresi: 128. 2- Âl-i İmran Sûresi: 159. 3- Müsned, 6: 180. 4- Buhârî, Edeb: 35; Müslim, Birr: 47. 5- Müslim, Birr: 78. 6- Müslim, Birr: 74-76.

DÜZELTME: Dün bu köşede “İnanç, kesin kanaat haline gelir” başlığıyla çıkan yazının başlığı ve ilk paragrafı, ilgisiz olarak teknik bir hata sonucu girmiştir. Yazının doğru başlığı, “Yaşlılara saygı, emniyet sübabı” şeklindedir. Düzeltir, yazarımızdan ve okuyucularımızdan özür dileriz.

02.12.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yakın tarih mahkemesi (4)



11) Tertip, tuzak ve kumpaslar

1923 yılı Mart'ında Ankara'da katledilen Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, aslında çok gizlice yürütülen bir tertibe kurban gitmişti. Yeni Meclis'in ilk kurbanıydı; Çankaya muhafız komutanı Topal Osman'a boğdurulmuştu.

Geriye dönüp baktığımızda, cinayete azmettiricilerin nazarında Ali Şükrü Beyin üç büyük günâhı (!) vardı:

1) İşgal altındaki İstanbul'dan ayrılıp Ankara'da kurulan yeni Meclis'e gittiğinde yaptığı ilk ve en büyük hizmet, mebusların ekseriyetini ikna ile "Men–i Müskirat Kànunu"nu (sarhoşluk veren maddelerin yasaklanması) çıkarttırması oldu. Bu esnada, muarızlarıyla aralarında çok büyük gürültüler koptu, şiddetli kavgalar yaşandı. Fakat, sonunda gayesinde muvaffak oldu ve bütün Anadolu'da içki ve benzeri maddelerin kullanılmasını yasaklattı. (14 Eylül 1920)

2) Ali Şükrü Beyin "derin dosya"sına yazılan ikinci büyük suç, Lozan görüşmeleri esnasında Meclis'te yaptığı hamiyetli konuşmalardır. O, Mehmetçiğin kanıyla kazanılmış olan bir büyük zaferin, Lozan'da ucuza satılmasına isyan ediyordu. Misâk–ı Millî'den tâviz verilmesini, Musul, Kerkük, Kıbrıs ve 12 Adaların ona buna peşkeş edilmesini kabul etmiyordu. Defalarca tekrarlanan "gizli celse"lerde, muarızlarıyla aralarında yine büyük tartışmalar yaşandı. Bu sebeple, komitacıların yanında dosyası hayli kabarmış, hatta dolmuş vaziyetteydi. (Bkz: Zabıt Ceridesi'nin 1923 yılı başlarına ait "Gizli Celseler" bölümüne)

3) Ali Şükrü Beyin yine aynı dönemde Ankara'da çıkarmış olduğu gazetesi (TAN) ve matbaası vardı. Kendi matbaasında Bediüzzaman Said Nursî'ye ait 10 maddelik "Beyannâme"yi basıp neşretmesi, onun üçüncü büyük cürmünü (!) teşkil ediyordu.

* * *

Ankara merkezli işlenen birçok cinayet gibi, Ali Şükrü Bey cinayetinin mahiyeti de, ne yazık ki anlaşılamadı, gitti. Cinayetle ilgili pekçok nokta, karanlıkta kaldı, yahut deliller kasten karartıldı. Meselâ, Meclis'in almış olduğu "Katilin yakalanarak idam talebiyle yargılanması" kararına rağmen, Topal Osman'ın vurularak öldürülmesinin de ötesinde, kafasının kesilmesi gibi...

Bu demektir ki, Topal Osman'ın yaralı halde kurtulup ifade vermesinden, daha doğrusu itiraflarda bulunmasından korkanlar vardı.

Evet, hiç şüphesiz, deşifre olmaktan korkan komitacılar vardı ki, onlar Topal Osman'ın kurşun yağmuruna tutulmasını, üstelik her ihtimale karşı kafasının gövdesinden ayrılmasını tatbik sahasına koydular. Böylelikle, en büyük delil karartılmış ve asıl azmettirici şahıslar meçhûl bırakılmış oldu.

İşte bu karanlıklı meçhûliyet, ne yazık ki daha birçok cinayetlerin işlenmesine, birçok tertip, tuzak ve kumpaslarla mâsum canların heder edilmesine de zemin hazırlayacak ve yolunu açacaktı.

Nitekim, aynı meçhûliyet damgasını Meclis binasında işlenen Deli Halit Paşa cinayeti (Ocak 1925), kanlı Şeyh Said Hadisesi (Şubat 1925), sonu birçok idamla biten İzmir Sûikastı (Haziran 1926), nice mâsumun canına mal olan Menemen'deki Kubilay Vak'ası (Aralık 1930), hatta Rum asıllı vatandaşları büyük çapta mağdur eden 1955'teki "6/7 Eylül Olayları" üzerinde de görmek, okumak pekâlâ mümkün.

Aynı durum, İstiklâl Mahkemeleri ile Cumhuriyet tarihinin ilk döneminde yaşanan ve on binlerce insanın hayatına mal olan Reşkotan, Raman, Ağrı, Mutki, Zilan, Sason ve Dersim Hadiseleri için de geçerli...

Evet, bütün bu kanlı hadiselerin asıl mahiyeti hâlâ meçhûl ve karanlıkta. Zamanında yapılmış olan resmî açıklamalar gibi, dönemin gazete sayfalarında yer alan bilgiler de inandırıcı olmaktan hayli uzak. Bunlara güvenilmez ve de itibar edilmez.

Zira, 27 yıl müddetle (1923–50) orada tek parti diktası var. Her türlü haber ve bilgi, yine tek merkezden iletiliyor. Hadiselere, yaşanan gelişmelere farklı açıdan bakmanın, farklı düşünceler yürütmenin yolu bütünüyle kapatılmış. Muhalif düşüncede olanların sadece söz hakkı değil, yaşama hakkı dahi inhisar altına alınmış.

Ülke idaresinin böylesine tekelleştirildiği bir dönemde, resmî ağızlarca yapılan açıklamaların sıhhatine, sunulan bilgilerin doğruluğuna nasıl inanacak, nasıl güveneceksiniz?

İşte, biz de arşiv belgeleri dahi gösterilmeden yapılan resmî açıklamalara inanmadığımız ve güvenmediğimiz için, dönüp "tarih mahkemesi"ne müracaat ediyoruz.

İstiyoruz ki, insanlarımız ve bilhassa yeni nesil, tarihini, özellikle üzeri kalın tabakalarla sıvanmış olan yakın tarihini doğru ve sağlıklı bir şekilde öğrensin, bilsin.

Zira, yalan yanlış bilgiler kişiyi doğru hedefe, doğru maksada götürmediği gibi, bu işte ağır bir vebâl de söz konusu. Binlerce mâsumun maruz kaldığı dehşetli bir zulüm ve haksızlığa ortak olmak vebâli...

Bu meyanda bir misâl zikrederek bölümü noktalamak istiyoruz. Yakın tarihte (1936–37) yaşanmış olan ve resmî beyanla adına "Sason İsyanı" denilen hadisenin cereyan ettiği bölgeye giderek geniş bir araştırmada bulunduk. Resmî raporlara göre, diğerleri gibi bu da tipik bir "Kürt isyanı"dır.

Oysa, bu hadisenin içinde Kürt kökenli bir tek vatandaşın dahi bulunmadığını bizzat yerinde gidip tesbit ettik. Üstelik, Sason–Mutki arasındaki 40 köyü içine alan ve tamamı Arapça konuşan oradaki vatandaşlara mal edilen bu hadisenin isyanla da hiçbir alâkası ve bağlantısı yoktur. Hadisenin çıkış sebebi, nâmus dâvâsı olup, sonradan buna bambaşka bir renk ve şekil verilmeye çalışılmıştır. (Ayrıca bakınız: Korg. Cemal Madanoğlu'nun "Anılar" isimli kitabı.)

02.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Müsbet düşünce ve bakış



Müsbet, olumlu niyet güzel; olumsuz niyetler de bencilce beklentiler içine girilmesine sebep olur. Hâlis niyet pozitif enerji, kötü niyet ise negatif enerji saçar. Niyetin müsbet olması, bir işe veya beklentiye girenin aklının ve vicdanının yettiği kadar diğergam olmasını sağlar.

Giriştiğimiz işlerimizde niyetlerimizin kesinliği, büyüklüğü, ısrar sayısı, samimiyeti, içtenliği ölçüsünde sonuçlar alırız. Ruhî ve zihnî bir dalgaboyu olan niyetin titreşimleri hem etki, hem de tepki verir. Olumlu niyet muhatabımıza pozitif enerji, olumsuz niyet ise negatif enerji aktarır. Daima olumlu niyet besler (hüsn-ü zan, adem-i itimat prensibini ihlâl etmeden) niyetimizi bozmazsak şimşekleri üzerimize çekmez; duygu ve düşünceye yönelik, hissî saldırganlıkları da bir dereceye kadar önlemiş oluruz.

Güzel sözün, olumlu bakışın, sevginin; canlıları olumlu etkilediği, negatif telkin ve çirkin sözlerin ise olumsuz etki yaptığı, bunun da müsbet hareketi netice verdiği ilmî bir tesbittir.

Olumlu ve olumsuz bakış, bütün bakış şekillerini kapsar ve açıklar aslında. Müsbet bakış harfî, melekutî; menfî bakış ise ismî, mülkî ve felsefî bakışı ifade eder. Bu bakış açısına göre nesne ve hadiseleri iki türlü görür ve onlara iki türlü yaklaşırız:

Nötr bir olayı, olumlu veya olumsuz; olumsuzu olumlu veyahut olumluyu olumsuz görebiliriz. Meselâ, “Oh bardağın yarısı dolu!” veya “Vah, yarısı boş!” dememiz gibi. Böylece en olumsuz bir şeyde bile, müsbet bir taraf bulabiliriz. Şöyle ki:

Peygamberimiz (asm) köpek leşinin koku ve çirkinliğini nazara verenlere karşılık, “Ne güzel dişleri var!” diyerek, müsbet bakış dersi vermiştir.

Olumlu bakan, olumlu düşünür; olumlu düşünen zihninin tarlasına güzel kelimeler, mânâlar eker. Olumsuz düşünen negatif anlamlar eker. Müsbet bakış, pozitif enerji; menfi bakış ise negatif enerji verir.

Olumlu bakış, “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır” 1 şeklinde formüle edilmiştir. Sıkıntı, üzüntü gibi olumsuzlukların kaynağı yanlış bozuk niyet, yanlış bakış açısıdır.

Olumlu bakan, dünyayı neşeli ve güler görür. Ağlayanın, dünyayı ağlar gördüğü gibi. Her şeyin çürüyüp yok olduğunu düşünen, başta kendi ruhunu yok etmiştir. Çürüyüp yok olduğunu düşündüğü şeylerle birlikte kendisi de adım adım darağacına doğru sürüklenmektedir.

Olumlu bakış, sevgi, ihlâs, saygı, şefkat ve merhamet gibi duyguların karışımından oluşan bir enerjidir. Olumsuz bakış ise, kin, nefret, haset, öfke ve düşmanlık gibi hasletlerin birleşmesinden hâsıl olan bir güçtür. Olumsuz bakışın da mutsuzluk ve huzursuzluk kaynağı olacağı aşikârdır.

Dipnot:

1- Mektubat, s. 367.

02.12.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İncir ağacı ve ölüm



A. Şeker Bey: “Üstad 8. Sözdeki hadisede kuyu içindeki örneklemesinde incir ağacını vermesi ve incir ağacında binlerce meyvenin yer alması, ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın incir ve zeytine yemin etmesindeki sebebi ve hikmeti ne olabilir?”

Önce Sekizinci Sözün bahsettiğiniz bölümünü hatırlayalım: İki kardeş yolculuğa çıkıp gidiyorlar. Gide gide bir yol ayrımına geliyorlar. Sağdan giden yolda kanunlar vardır ve iyi bir yönetim hâkimdir. Sol yolda ise, serbestlik ve kanunsuzluk söz konusudur. İyi huylu kardeş sağ yoldan gidiyor. Kötü huylu kardeş ise sol yoldan gidiyor.

Sağ yoldan giden iyi huylu kardeş, dereden tepeden geçiyor, bomboş ve ıssız bir çöle geliyor. Burada ilerlerken müthiş bir ses işitiyor. Bakıyor ki, dehşetli bir aslan meşelikten çıkıp kendisine saldırıyor. Birden korkuyor. Fakat bu çölün bir kanunu ve nizâmı olduğunu, bu aslanın da bir sahibi olduğunu düşünüyor. Çok fazla korkmamakla beraber, yine de kaçıyor. Altmış metre derinliğinde susuz bir kuyuya rast geliyor. Kendisini kuyu içine atıyor. Kuyunun yarısına kadar düşünce, ellerine gelen ağaca tutunuyor ve ağaçta asılı kalıyor. Bakıyor ki, o ağaç kuyunun duvarında bitip büyümüş. Ağacın iki kökü var. Biri beyaz, biri siyah iki fare ağacın iki köküne musallat olmuş, kemiriyorlar. Yukarıya bakıyor; görüyor ki, aslan nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya bakıyor; görüyor ki, kuyunun dibinde dehşetli bir ejderha, başını kaldırmış, kuyu ağzı gibi ağzını açmış, ayağına otuz metre kadar yaklaşmış. Kuyunun duvarına bakıyor; görüyor ki, ısırıcı ve muzır haşereler etrafını sarmışlar. Ağacın başına bakıyor; görüyor ki, bu ağaç bir incir ağacıdır. Fakat cevizden nara kadar harika olarak binlerce meyve incir ağacının başında mevcuttur.

Bunu görünce korkusu tamamen geçiyor ve kesinlikle anlıyor ki, bu incir ağacı bir listedir, bir sergidir. Bu yerlerin gizli hâkimi, gizli bahçesindeki ağaçların meyvelerini birer numune olarak bu ağaca takmış, misafirlerine ikram ediyor. Bir tek incir ağacının, binlerce ağacın meyvesini taşıması bundandır.

İyi kardeş böyle iyi şeyler düşünüp şöyle duâ ediyor: “Ey bu yerlerin Hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum ve Sana hizmetkârım ve Senin rızanı istiyorum ve Seni arıyorum.”

Bu duâdan sonra kuyunun duvarı birden yarılıyor. Güzel bir bahçeye kapı açılıyor. Aslan ve ejderha birer hizmetkâr gibi, birer at gibi, onu o güzel bahçeye dâvet ediyorlar.

Bu, gerçekle yüzde yüz örtüşen hikâyenin diğer kısımlarını Sekizinci Sözün orijinal sayfalarına havale ediyorum. Burada incirden misâl verilmesinin bir hikmeti, incirin Kur’ân’da ismi geçen mübarek meyvelerden olması olabilir. Bir meyvede binlerce çekirdeğe sahip olması yönüyle de incir, diğer meyveler içinde farklılık arz ediyor.

İyi huylu kardeşin, bir incir ağacında binlerce meyvenin örneğine rastlaması, Allah’ın kudretine işarettir. Çünkü bir tek şeyden her şeyi yapmak, yani bir topraktan bütün bitkileri ve meyveleri yapıp yaratmak, hem bir tek sudan bütün hayvanları yaratmak, hem basit bir yemekten vücudun bütün azalarını yaratmak ancak Cenâb-ı Allah’ın kudretine mahsustur. Diğer yandan, her şeyi bir tek şey yapmak, yani canlıların yediği envaî çeşit yiyeceklerden bir tek et ve kemik yaratmak, basit bir cild dokumak, yine Cenâb-ı Allah’a mahsus bir mühürdür. Bir ağacın binlerce meyveye kaynaklık etmesi bu hakikate işaret olmalıdır.

Kur’ân’da Cenâb-ı Allah’ın incire ve zeytine yemin etmesinin hikmeti ise, Cenâb-ı Allah’ın bütün dikkatleri incir ve zeytin üzerine çekmeyi murad edişi, incirin ve zeytinin bir tefekkür âbidesi olarak yaratılıyor oluşu, kezâ incirin ve zeytinin insanlık için bir çok faydayı barındırıyor oluşu olabilir. Ne var ki Kur’ân’da sadece incir ve zeytin değil; başka meyvelerin ve hayvan cinslerinin de adları geçiyor. Diğer yandan, bütün meyvelerin insanlık için birden fazla hikmeti ve faydası elbette vardır. Öyleyse, diğer bütün meyveleri temsilen incir ve zeytin birer örnek olarak seçilmiş ve insanlığın ortak aklı bütün meyveler üzerine çekilmiş olduğu düşünülebilir.

Esas olan bütün meyveleri Allah’ın yarattığını düşünmek, zikri, fikri ve şükrü asla ihmal etmemektir. Allah’ın Kur’ân’da adıyla bahsettiği meyveleri birer tefekkür vesilesi yaparak, bütün meyvelerdeki harika rahmet lütuflarını görüp okumak ve Allah’ın şefkatinin büyüklüğünü, merhametini ve iltifatını teslim etmektir. Ona olan kulluğumuzu unutmamaktır.

02.12.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır