"Gerçekten" haber verir 05 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


İsmail TEZER

“Michelangelo: Usta El” ve “Yed-i Kudret”



“Rönesans döneminin ünlü İtalyan ressamı Michelangelo’nun hayatını ve eserlerini anlatan el yapımı ‘Michelangelo: Usta El’ adlı eser, tam 100 bin dolara 20 tane alıcı buldu. 28 kilo ağırlığındaki kitabın cildi kadife ve mermerden yapıldı. Kitabın her bölümünün elle yapımı tam 6 ay sürdü.” (Yeni Şafak) İnsan olarak çoğu zaman büyük bir gaflet içerisindeyiz ne yazık ki.

Yaratılışımız itibariyle gaflet, ülfet ve unutmaya müptelâ olmamızın da mühim hikmetleri var elbet.

En genel anlamda bunun bir ‘imtihan sırrı’ olduğunu söyleyebiliriz.

İşin düğüm noktası da burası zaten.

Ülfete, gaflete izin vermemek... Tefekkür sayesinde gafletten olabildiğince sıyrılıp, huzura kavuşmak...

Bediüzzaman, eserlerinde bu kalın gaflet perdesini çok iyi yırtar. Görünen âlemin, esasında göremediğimiz âlem üzerinde tenteneli (dantela) bir perde olduğunu söyler. Ne ki insan, bu çok ince perdeyi gafletiyle kalınlaştırır da durur.

Bediüzzaman’ın, eserlerinde sıkça verdiği, zahirde gerçekten uzak gibi görülen temsilî hikâyeler, esâsında hakikatin ta kendisidir. Yani gaflet ve ülfetle sıradanlaştırdığımız gerçeğin bir başka ifadesidir. İlk etapta gerçekten uzak gibi algıladığımız misâller, hakikatle bire bir örtüştürüldüğünde, tâbiri caizse, gaflet uykusuna dalmış bizleri şok eder. Meselâ, 8. Söz’de verilen “incir ağacına asılı envâi çeşit meyveler” örneği, ilk bakışta “İncir ağacında nasıl başka meyveler olabilir?” gibi bir soruyla, hikâyenin hakikatten uzak olduğu gibi bir zannı zihinlerde uyandırsa da, bahsin devamına bakarak dikkatle tefekkür edildiğinde, gerçekte yediğimiz meyvelerin de böylesi ‘tek bir ağaç’ gibi, ‘tek bir madde olan toprak’tan yaratıldığını ders verir.

İşte buna benzer daha pek çok örnekle, Bediüzzaman, yaşadığımız fakat sıradanlaştırdığımız hayatımızın mû’cizelerle dolu oluşuna dikkat çeker.

Bu, aynı zamanda, risâlelerin, gafletten uzak kalmayan günümüz insanı için ne denli vazgeçilmez bir başucu kitabı olduğunun da ispatı niteliğindedir.

Hadiselere, mevcudâta bu nazarla bakan bir insan, kolay kolay gaflete düşmeyecektir elbet.

Meselâ, el yapımı ‘Michelangelo: Usta El’ eserine hayranlıkla baksa bile, Rabbinin san'atını ondan kat kat daha fazla bir hayret hissiyle temâşâ edecektir.

Ama gelin görün ki ekser insan, dikkatli ve titiz uğraşlar neticesi ortaya çıkarılan beşerî eserlere hayranlıkla bakıyor, meselâ işte altı ay zarfında tamamlanan ve cildi kadife ve mermerden yapılan 28 kilo ağırlığındaki el yapımı ‘Michelangelo: Usta El’ adlı eseri ve ustasını alkışlarla takdir ediyor da; altı ayda değil,—sürekli tazeleme/yenileme anlamında—’tarfetü’l-ayn’da (göz açıp kapama hızında), sadece iki maddeden değil ‘yeryüzündeki bütün maddeler’den insanlara ‘canlı’ birer cilt dokuyan ‘Yed-i Kudret’i (Kudret Eli'ni) çoğu kez düşünemiyor.

Yine Sözler’de yer aldığı gibi, beşerî sanatlar ve teknolojik harikalar, Kur’ân’a karşı mânen “Bana bir hakk-ı kelâm ver, âyetlerinde bir mevkî ver” dediklerinde, Kur’ân’ın onlara verdiği müskit cevap, bahsimiz açısından oldukça manidardır:

“Eğer havârik-ı medeniyet (medeniyet harikaları), dekàik-ı san’at (san'at incelikleri) cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam talep ederlerse, o vakit birtek sinek onlara, ‘Susunuz!’ diyecek. ‘Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zîrâ sizlerdeki, beşerin cüz-i ihtiyârıyla kesb edilen (kazanılan) bütün ince san’atlar ve bütün nâzik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san’at ve nâzenin cihazlar kadar acîb olamaz.’”

Ne dersiniz?

Etrafımızdaki san'at harikalarını da görmeli ve onların Büyük Ustalarını takdir etmeli değil miyiz?

‘Usta El’e 100 bin dolar biçmişler...

Ya ‘Kudret Eli’ne... Paha biçebilir miyiz sizce?

Heyhat!

Çoğu kere hislerimizi teskin edebiliyoruz ancak: “Fesübhâne men tehayyara fî sun’ihi’l-ukûl!” (Sanatında akılların hayrete düştüğü Allah, her türlü kusur ve noksandan uzaktır.)

05.12.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Avrupa'da beş yüz Ayasofya



Sultanımız Hz. Mevlânâ, 735. sene-i devriyesi münasebetiyle başta Konya ili olmak üzere bir çok şehir ve ülkede bütün haşmetiyle anılırken, onun en büyük arzusu olan “Gel ne olursan ol yine gel” çağrısının bir neticesi olarak, bilhassa Müslüman ve Hıristiyan din müntesipleri dünyanın geleceği ve barışı için bir araya gelmenin hazzını, hızını ve huzurunu bulmak için çaba ve gayret göstermektedirler. Geçtiğimiz ayın büyük bölümünde bulunduğum Hollanda’da buna şahit oldum.

Hollanda’nın her şekliyle pırıl pırıl ve dünyaya örnek şehirlerinden Rotterdam’da uzun zamandır can dostların gayretiyle müşterek olarak yapılan “Diyalog Toplantıları”, şimdi çok daha kapsamlı ve geniş çerçevede ve bir nev’î resmiyet içinde deruhte edilmektedir. Hollanda’da İslâmî faaliyetlerin ve hoşgörünün kaynağı mesabesinde olan Rotterdam İslâm Üniversitesi seminer salonunda, rektör muhterem Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün de müsaadeleriyle, şahsımın da dâvetli bulunduğu 21 Kasım 2008 “Diyaloglar” gecesinin açış konuşmasını üniversite genel sekreteri Turan Koç Bey çok muhtevalı bir konuşma ile yaptı.

O gecenin altı ay önce belirlenen resmî konuşmacıları: Papaz Marten de Vries - Protestan mezhebi kilise (Rotterdam). Muhammed Başoğlu - Müslümanları Temsilen. Papaz Mathijs Haak - Protestan mezhebi kilise (Rotterdam). Tural Koç - Rotterdam İslâm Üniversitesi Genel Sekreteri. Üzerinde durulan konular şunlardı: Dinin günlük hayattaki etkileri. Belirli ibadetler. Meleklere imandan İslâm dininin dünyaya bakışı. Günlük hayatta inanç-iman. Gençlerin bakış açısı, gençlik sorunları ve çıkış yolları. İnsan hakikî mahiyetine nasıl ulaşır? Ortak mücadelemizde semavî dinler...

Müslümanlar adına araştırmacı Nur Muhammed Başoğlu söz alarak gündem maddelerini ve kendi düşüncelerini 20 dakika içinde bitirdi. Ardından Kilise yetkilisi Papaz Marten de Vries aynı mânâlarda bir takdim konuşması yaptı. Daha sonra, en çok merak ettiğim ve hoşuma giden, karşılıklı tam bir diyalog içinde salonda bulunun herkes küçük gruplar halinde, hiç kimse birbirini kırmayarak, sual-cevap tartışmasına ve fikir müzakeresine başladı. Çok sualler soruldu ve çok cevaplar verildi.

Bütün bunlar tecellî ve deruhte edile dursun... Takriben bir asır önce Hz. Bediüzzaman özetle şöyle diyordu: “..halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nev’î İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur’ân’a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.”1

Bu tesbiti teyid eden bir hatıram şudur: Amsterdam’daki konferansımızda, Ayasofya Camii imamı Osman Hocanın beyanına göre: “Avrupa’da 500 küsûr Ayasofya Camii bulunmaktadır.” Bu muhteşem bir vakıadır. Ayrıca artık Müslümanlar, birbirinin aleyhinde konuşmuyor; beraberlik içinde Hıristiyan dünyasının irşadına, iki dinin en büyük düşmanı olan dinsizliğin bertaraf edilmesine ve uçuruma doğru yönelen gençlerin kurtulmasına bütün azimleriyle ve şevkleriyle koşuyorlar.

Bu nev’î diyaloglar artık vücud zerrelerinden üniversite salonlarına ulaşmıştır. Kendimi anavatanımız olan Türkiye’de zannettim. Artık oralarda Türkiyeler, Kahireler, Faslar, Karaşiler, İstanbullar, Konyalar olmuştur ve olmaya da mahkûmdur, başka yol yoktur. Avrupa’da izmler çökmüş, herkes bir hakikatin İlâhî mûsikîsini aramaktadır. Nurun asrı olacaktır, İslâm’ın asrı olacaktır. Fakat kırmadan yıkmadan olacaktır. Gönüllerde ma’kes bularak, vicdanları aydınlatarak olacaktır.

Dipnotlar:

1- B.S.Nursî, Mektubat, 15. Mektub.

05.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Sevinç kaynaklarımızın ne kadar farkındayız?



Dünkü makalemizde neden sevinmemiz gerektiği üzerinde durmuştuk. Bugün de meseleye devam edelim.

Nasıl bir dünyada yaşadığımıza şöyle bir göz atalım. Milyarlarca ışık yolu mesafede nice galaksiler içerisinde samanyolu denilen iki yüz milyar yıldız içerisinde tek bir yıldız güneşimiz. Güneşimizin de on iki gezegeni içerisinde bir tanesi dünyamız. Güneşin bir milyonda biri kadar küçüklükte bir gezegen…

Ama harika bir gezegen… Manen ve san’aten kâinatın kalbi, merkezi… Herbiri birer mû’cize olan san’at eserlerinin sergisi. O kadar önem ve değer verilmiş ki küçüklüğüne rağmen koca göklere, “Göklerin ve yerin Rabbi”1 buyurularak denk tutulmuş. Tâbir yerindeyse özene bezene yaratılmış, antika eserlerle süslenmiş. Göz kamaştırıcı, akıllara durgunluk veren bir san’at galerisi hâline getirilmiş. Muhteşem bir saray…

Öyle düzenlenmiş ki gökten yere âb-ı hayatı indirilerek misafirleri olan insanların rızıklarını yetiştirmek için yer ve gök iki hizmetçi şeklinde insanın emrine verilmiş. Misafirlerin istifadesi ve geçimleri için Arz bir gemi, nehirler ve ırmaklar birer nakil aracı yapılmış. Güneş ve ay gezdirilerek mevsimler, mevsimler dolaştırılarak çeşit çeşit, renk renk rızıklar ikram edilmiş. Sonra gece dinlenmek için istirahat vakti ve gündüz de geçim için bir ticaret vakti yapılmış.

Kısaca insan yaratılışı ve kabiliyeti itibarıyla nelere ihtiyaç duymuşsa hepsi ona ihsan edilmiş, emrine verilmiş, âyette belirtildiği gibi2 sözü ve hâliyle istediği her şey ona lütfedilmiş. Nimetler o kadar çok ki, Allah’ın nimetlerini saymaya kalksa saymakla bitiremez insan.3

Koca dünya gemisi bin bir çeşit nimet ve hazineleriyle emrine sunulan insanın, Yaratıcı katındaki değerinin bir ifadesidir bu. Konutu olduğu dünyası bütün göklere denk tutulmuş, kendisi de o saraya efendi yapılmış.

Demek Yaratıcımız bize o kadar değer vermiş, bizi o kadar sevmiş ki koca dünyamızı bir uzay gemisi gibi fezada gezdiriyor, turistik seyahat yaptırıyor. Hayatı vermiş, hayatın devamı için gerekli olan rızıkları bu seyahat gemisinde stoklamış.

Seyahat ettiği gemisine bu kadar değer verildiğine göre siz gelin o gemide seyahat eden yolcuların gemi sahibi yanında ne kadar değerli olduklarını hesap edin. Her halde bu seçkin misafirleri anlatan en güzel ifadelerden birisi şu olmalı. Yüce Kitap’da şöyle buyurulur: “Şüphesiz ki Biz insanoğlunu şerefli kılmışızdır.”4

Daha fazla söze ne hacet! Bu âyet bile yetiyor insanın şerefini anlatmak için.

Dipnotlar:

1- Ra’d Sûresi: 26; İsra Sûresi: 16; Kehf Sûresi: 14.

2- İbrahim Sûresi: 34.

3- A.g.s.

4- İsra Sûresi: 70.

05.12.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yakın tarih mahkemesi (7)



13) 1933'te Ankara'ya gelen Âşık Veysel'in

başına gelenler

Deniz Baykal, sağolsun bugünlerde herkese olduğu gibi bizim için de bolca malzeme üretiyor.

Biz yakın tarihte yaşanmış mühim hadiseleri ilmî, vicdanî ve aklî muhakemeye tâbi tuttukça, sayın Baykal da önümüze habire itirafnâmelerle yüklü yeni yeni dosyalar getiriyor.

Çarşaftı, şalvardı, başörtüsüydü derken, son olarak—bizim de yargılamaya devam ettiğimiz—tek parti zihniyetini yerden yere vurmaya başladı ve bunun mutlaka terk edilmesi gerektiğini söyledi. Hem de kendi partisinin grup toplantısında.

Bu konuşmasında, ayrıca bazı ayrıntılar da verdi. Meselâ, ikinci sınıf vatandaş muamelesine tâbi tutulan köylülerin ve köylü kılıklı insanların, başkent Ankara'nın ana arterlerine, bulvarlarına sokulmadığından söz etti. Hatta, daha da detaya inerek isim de verdi: 1933'te Ankara'ya gelen çarıklı, şalvarlı halk ozanı Âşık Veysel'in Atatürk Bulvarına sokulmadığını ve M. Kemal ile görüştürülmediğini hatırlattı.

Tek parti devrinin sabıkalı partisi CHP'nin şimdiki lideri Baykal'ın hatırlattıkları doğrudur ve ayniyle vâkidir. Ancak, dahası var...

Âşık Veysel'in (1894–1973) hayatını tâ ilk gençlik yıllarımızdan beri biliyoruz. Onun birçok türküsü hâlâ belleğimizde: Dostlar Beni Hatırlasın, Ben Gidersem Sazım..., Sâdık Yâr Kara Toprak, Gel Birlik Kavline Girelim Kardeş, Senlik Benlik Nedir Bırak, Güzelliğin On Para Etmez, Uzun İnce Bir Yoldayım...

Aynı şekilde, Âşık Veysel'in 1933'te gelip kırk beş gün kaldığı Ankara'da başına gelen o yürekleri sızlatan hadiseleri de biliyoruz. Hem de en ince detayına varıncaya kadar; üstelik, kendi dilinden...

Ancak, o günlerde yaşanmış olanların Baykal'ın "redd–i miras" kıvamındaki konuşmasına yansıması ve bunun da medya önünde kamuoyu ile paylaşılmış olmasını ziyadesiyle önemsediğimiz için, bu meseleyi de kaç gündür sürdürdüğümüz "Yakın tarih mahkemesine" kuvvetli bir delil mahiyetinde sunarak kayda geçiriyoruz.

Sivrialan'dan Ankara'ya

Âşık Veysel'in (Şatıroğlu) Sivrialan köyündeki yeknesak/monoton hayatı, 1932'de Sivas Maarif Müdürlüğüne atanan öğretmen şâir Ahmet Kutsi Tecer (1901–1967) sayesinde değişmeye başladı. Tecer, Sivas'ta bir "Âşıklar Şöleni" düzenler ve Veysel'i de bu yarışmalı şölene dâvet eder. Veysel, yarışmada birinci gelir. Böylelikle, hayatında bir safha açılır.

Şair Tecer, 1933'te ise, Cumhuriyetin onuncu yılı münasebetiyle yeni bir yarışma düzenler. Âşık Veysel, bu yarışmaya da M. Kemal'i metheden bir şiirle iştirak eder. Şiiri beğenilir ve bunu gidip Ankara'da M. Kemal'in huzurunda okuması istenir.

Arkadaşı İbrahim ile birlikte yola çıkan Veysel, tam üç aylık bir yolculuktan sonra Ankara'ya varır. Bu dönemde, Ankara'yı CHP il başkanlığı ve belediye başkanlığıyla birlikte valilik görevini de yürüten Nevzat Tandoğan (Said Nursî'nin başındaki sarığa müdahale etmekle de şöhret kazanan Tandoğan, 1946'da intihar etti) idare ediyordu. Ceberut vali, büyüklerinden aldığı cesaretle, köylüleri, çarıklı ve şalvarlı gezenleri "modern" görüntülü yerlere sokturmuyordu.

İşte, o dönemin bu insanlık dışı müdahalesinden nasibini alanlardan biri de Âşık Veysel ile arkadaşı İbrahim'dir.

Toplam kırk beş gün süren bu Ankara macerasının gerisini (A. Kutsi Tecer ile T. Kutsi Makal'ın biyografik çalışmalarından istifade ile) Âşık Veysel'in kendi anlatımından dinleyelim...

“Köyden çıktık yola. Yaya olarak Yozgat, Çorum, Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankara’ya gelebildik. Otele gitsek para yok. ‘Nere gidek? Nasıl edek?' diye düşünüyoruz. Dediler ki: 'Burada Erzurumlu bir paşadayı var. O adam misafirperverdir.' Dağardı mevkiindeki paşadayının evine gittik. Adamcağız bizi misafir etti. Birkaç gün sonra at arabaları olan Hasan Efendi ismindeki şahıs bizi evine götürdü. Kırk günden fazla onun evinde kaldık. Bütün masrafımızı o karşılıyor.

Bir gün ona dedim ki: Hasan Efendi, biz buraya gezmek için gelmedik. Bizim bir destanımız var. Bunu, Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne yaparız?’

"Dedi ki: ‘Vallahi ben böyle işlerden anlamam. Bir milletvekili var, adı Mustafa. Belki size o yardımcı olabilir.’

Ona gittik, o da şunu dedi: ‘Amaan! Şimdi şâire falan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın–çığırın, geçin–gidin!’

"Biz, ‘Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı Mustafa Kemal’e okuyacağız,'

"Ama, önce Ankara’da çıkan Hakimiyet–i Milliye Gazetesine gidip destanımızı saz eşliğinde orada okumamız ve şiiri de orada yayınlatmamız gerekiyormuş.

"Gitmeye karar verdik. Bu arada, saza tel alıp takmak eski telleri yenilemek de gerekti. Ulus Meydanı’ndaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı, oraya doğru yürüdük. Ayağımızda çarık. Üstümüzde şalvar, şal–ceket, belimizde kocaman bir kuşak..

"Dediler ki, 'Kaçın polis geldi! Sakın gitmeyin. Bu kılık–kıyafetle Çarşıya girmek yasak!’

"Bizi tel alacağımız çarşıya sokmadılar. Polis bağırıyor: ‘Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa girmeyin!’ diye diretti. Biz de diretince, adam geldi arkadaşım İbrahim’e çıkıştı: ‘Kafadan sakat mısın? Girmeyin diyorum. Bak, beynini patlatırım senin!’

"Neyse, ertesi gün gazete matbaasına gittik. Şiirimizi üç gün süreyle neşrettiler. Ancak, M. Kemal'den yine bir ses çıkmadı. ‘Bu iş olmayacak’ dedik ve beş parasız halde köye dönmeye karar verdik...."

05.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

YAŞ’ın “irticâî faaliyet” dediği şeyler ne; açıklanmalı!



Yüksek Askeri Şûrâ toplantısında, Türk Silâhlı Kuvvetlerinin (TSK) temel yapısını ve disiplinini bozacak şekilde; “uyuşturucu alışkanlığı ve ahlâk dışı ilişkileri” bulunan 19, “irticâî tutum ve davranışları” tesbit edilen 5 olmak üzere toplam 24 personelin TSK’dan ayrılmasına karar verilmiş.

Hiç şüphesiz ki, askerlik gibi mukaddesâtın da bekçisi müesseselerde disipline aykırı hareketler cezalandırılmalı. Hele, “uyuşturucu alışkanlığı ve ahlâk dışı ilişkilere” girenler atılmalı.

Bu ve benzeri hareketlerden dolayı ordudan ihracı anlarız.

Aklımız, kalbimiz “Tamam!” der.

Vicdanlarımız da tasdik eder.

Yalnız, “irticâî faaliyetten beş kişinin” atılmasını ne aklımız, ne havsalamız alır, ne vicdanımız tasdik eder.

Nedir irticâî faaliyet?

YAŞ mutlaka açıklamalı.

Ve kamuoyunu tatmin etmelidir. Kanayan vicdanları teskin etmeli…

Sahi nedir irticâî faaliyet?

Namaz kılmak mı?

Oruç tutmak mı?

Hanımının başörtülü olması mı?

Sohbetlere iştirak etmek mi?

Bunlardan daha tabiî ne olabilir?

Bu beş asker, disiplinsizlik veya yüz kızartıcı bir harekette bulunmamışlar.

Askerî bilgi ve beceri yönünden de yetersiz bulunmamışlar.

Daha önce “irticaî faaliyetlerden” atılanlar, askerlik san'atında birinci, pekçok ödül almışlardı.

Peki, nedir irticaî faaliyet?

Eğer namaz niyaz ise, Cumhurbaşkanı ve Başbakan da namaz kılıyor…

Eğer askerlerin hanımları başörtülü ve eğlencelere, danslara katılmıyorlarsa, keza Başbakan ve Cumhurbaşkanının hanımları da örtülü…

Benim ağırıma giden, irticacı olmakla suçlanan Cumhurbaşkanı ve Başbakanın, YAŞ’ın “irticai faaliyetlerden” dolayı attığı beş askerin kararının altına nasıl imza attığıdır…

Şimdi Başbakan ve Cumhurbaşkanı “İrticaî faaliyet nedir?” konusunda kamuoyunu aydınlatmak zorunda… İşte iktidar ellerinde…

M. Kemal’i örnek alıp içkili Çankaya sofrasında yazarları toplayıp sohbet etmenin yanında, ilim ve fikir adamlarını toplayıp 85 senedir ülkeyi meşgul eden, nice canları yakan “irticâî faaliyetin” ne olduğunu aydınlatmaları gerekmez mi?

Orduyu da vergilerimle beslediğime göre, bunu öğrenmek benim hakkım…

Buyur en yüksek makamlardaki etkili ve yet-kililer, söz sizde!

Ve bilesiniz, kamuoyunu en çok üzen şey, “dindarlık” ile, “uyuşturucu ve ahlâkdışı olayların” eş tutulması. Bu ne anlayış, bu ne adalet!

Bir iktidar uğruna ya Rabbi ne haksızlıklar, ne hukuksuzluklar, ne yolsuzluklar dönüyor!

05.12.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Rifat OKYAY

Cümlelerim bile var!



Sadece maddî metaı paylaşmak, bölüşmek istememek hırs ve kanaatsizlik göstermek olmuyor. Aynı şekilde manevî meselelerde işi ve neticelerini kabul etmemek hırsla sağa sola saldırarak, kanaatsizlik göstererek paylaşmamak da olmuyor. Dâvâ adamları ve dâvâ için önemli olan bir hedef vardır. Hedefe götürecek yol vardır. Hedefe varılsın ya da varılmasın işin altına, zorluklarına, zahmetlerine konan, koşan eller vardır. Ve elbette ki ecirler ve mesuliyetlerin yanında eğer varsa yanlışlarında hesabı vardır. Bu dünyada yoksa öbür dünyada muhakkak vardır…

Şöyle desek: Aşk mı diyorsun; Allah’ını hakikatiyle seven her şeyde gerçek aşkı yaşar.

Hayatı acısıyla tatlısıyla kabullenen insan gerçekten hakkını vererek hayatı anlatır. Bir sepet acı soğan bir ömre yetecek kadar gözyaşlarına sebep olabilir…

Anasından ayrı düşmüşlerden başka bu ayrılışı kimse daha iyi anlatamaz.

Gözyaşı döktürmeden anlatmak, anlatım çeşitlerine gerçek olarak giremez.

İş kelimelere kalmışsa… kelimelerle anlatıma. Bu işi en iyi mürettipler, matbaacılar yapar… İçi dolu ağır lâflar…

Borç alınmayan kelimeler olmazsa ancak TDK yazı yazabilir…Uydur.

Eğer bağları koparmadan yazmak diyorsan… En iyi bağların bostanların anlatıldığı eski edebiyatımızın şuaray-ı fukaralarının yazılarında bulabiliriz…

Sahaflar maaflar… O dediğin harf inkılâbından evveldi. Şimdi anahtar yok ki o saraylarda gezelim... Kucak dolusu güzel ve lâtif kelimeleri okuyarak gelelim.

Kendimizin söylerken ve yazarken ağlayıp gülmediğimiz kelimelerimize mizahçılar ne yapabilir ki… Gülüp güldürüp geçmekten başka…

Fazla kesilmeye parçalanma gelecek kelimelerle uğraşmaya gelmez... Bu zamanda.

Bir araya getirmek, birleştirmek çok zor oluyor... Birleşse bile kelimeler eski ahlâkından irtifa kaybettiği için doğruyu, güzeli ve iyiyi asılları gibi orijinal anlatamıyor…

Bir yüksek sesi, alçak sesle söyleyip de kendimize, şeytanımıza, nefsimize dinlettirebildiğimiz kelimeler var mı ki acaba?

Yorulsan daha da yoracak, usansan daha da kafa şişirecek, bıktıracak ve yanlış yaptıracak kelimelerin kucağından düşmeden bu söylenene cümleleri anlamak bile mümkün değil…

Bütün bunlara rağmen insan olmağa namzetiz ve o ümit ve havf içinde rahmet-i İlâhiyeyi bekliyoruz.

05.12.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Rüyâ gibi reformlar”?



Başbakan Erdoğan’ın seçim sath-ı mailinde partisini överken, “Aşılamaz, ulaşılamaz denilen hedeflere ulaştık, rüya denilen reformları gerçekleştirdik” övünmesiyle, AB sözcülerinin uyarıları açık bir çelişkiyi ele veriyor.

Aslında Başbakan, altı yılda yaptıkları reformlardan dem vurduğu sırada, Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Hollandalı Hıristiyan Demokrat Ria Oomen-Ruijten’in hükûmetin daha önce duyurduğu anayasa reformunu sahiplenmesi ve “Türkiye’den artık taahhüd değil, uygulama bekliyoruz” demesi her şeyi açığa çıkarıyor.

Diğer yandan Ankara’nın üç yıldır reformları yavaşlattığını belirten Türkiye Raportörünün yanı sıra, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk, medyadaki AB müzâkerelerinin “ucu açık karakteri”ne karşılık, “müzakerelerin ortak hedefinin üyelik olduğu” çarpıtmasından yakınıyor. Türkiye’nin üyeliğinin AB kadar Türk halkı için de önemli olduğunu nazara veriyorlar.

Hatırlanacağı gibi daha önce de Lagendik, Ankara’nın AB konusunda heyecanını yitirdiğini ve reformların durma noktasına geldiğini belirtmişti. Bunun temel sebebinin ise, “yaklaşan seçimler ve AKP’nin yapılması gereken reformları yapmaması” olarak özetlemişti. Anamuhalefet CHP’nin de bu hususta hiçbir çaba göstermediğini nazara vermiş; “Bu olumsuzluklar Türkiye’nin çok başını ağrıtır” uyarısında bulunmuştu…

HÜKÛMET, AB’DE PATİNAJI BIRAKMALI…

Mahallî seçimler öncesi Türkiye bugün de böyle bir “olumsuz süreç”le karşı karşıya…

Her defasında Ankara’ya reformları canlandırma mesajının veriliği “ilerleme raporları”ndaki, demokratikleşme ve özgürlüğündeki eksiklikler, bunun bir ifâdesi.

Keza güvenlik güçleri üzerindeki sivil gözetim yetersizliğinden yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığıyla ilgili endişelerin devam ettiğinin bildirilmesi, Ankara’nın daha çok çaba harcaması gerektiğinin belgesi.

Ayrıca, Türkiye’de yolsuzluğun yaygın olduğu ve yolsuzlukla mücadelede doğru dürüst bir ilerleme sağlanamamasına karşılık, hükümetin bu hususu hâlâ “siyasî endişeler”le savsaklayıp, “yolsuzlukla mücadele stratejisi”nin geliştirilmesinde etkin ve iyi koordinasyonlu kurumların ve güçlü yasal alt yapının önemine vurgu yapılması, Ankara’nın âcilen ele alması gereken bir diğer problem.

Yine “işkence ve kötü muamele” meselesinden, “Adlî Tıp Kurumunun bağımsızlığının güçlendirilmesi ve tıbbî rapor kalitesinin arttırılması”, Türkiye’nin sık sık karşılaştığı konulardan. Ceza kanunundaki kayıtların kaldırılıp inanç ve düşünceyi ifade özgürlüğünün AB standartlarında yeniden ele alınması, Türkiye’nin başarması gereken önemli düzenlemelerden…

Ne var ki gelinen süreçte onca “uyum paketi”ne rağmen hükûmet hâlâ patinaj yapıyor; Türkiye’de hâlâ insanlar düşünce ve kanaatleri yüzünden ceza alıyor.

Yanlışta ısrarı, sadece Ankara değil, zaman zaman Brüksel de yapıyor. En enteresanı da “din ve ibâdet özgürlüğü” başlığı altında, AB’nin ve AİHM’nin yanıltılmasına mukabil, Ankara’nın “düzeltme” çabasına girmemesi…

Türkiye’nin önünde siyasî kriterlerdeki standartlara ulaşmadan ekonomik kriterlere uyuma kadar bunca yapılacak iş varken, Ankara’nın öncelikle “din ve ibadet özgürlüğü” ve “azınlık hakları” perdesinde, “Aleviler”in “gayri Müslimler”le yanyana konularak, “dinî azınlık” sayılmasını âdeta kabullenmesi, ciddî bir sapma…

ANKARA, SAPMALARI DÜZELTMELİ…

Bütün bunlara karşı Başbakan ve hükümet hâlâ kamuoyunu günübirlik politikalarla avutuyor. “Zorlu ve uzun süreçte yaptıkları”ndan “cek cakla konuşmayacağız” diyor, lâkin “iyimser beklentilerimiz ve heyecanımız ilk günkü gibi devam ediyor” demekle iktifa edip “Göreceğimiz güzel günler var” ümidini vermekle kalıyor.

Başbakan, “hayallerimizi gerçekleştireceğiz yapacaklarımız var” demekle yetinmemeli. Yapılacakları tek tek tasrih etmeli, reformların açık bir dökümünü yapmalı.

Başbakanın bu denli “iddialı” konuşmasına karşı siyasî iktidar, seçim meydanlarında, hükümet programında, âcil eylem plânında verilen vaadlerin ne kadarının ve hangisinin tutulduğu, altı yılda hangi reformların yapıldığının cetveli çıkarılmalı.

Tıpkı kanunsuz “başörtüsü yasağı”nın AİHM’de onaylanması şaşırtmasında olduğu gibi, Aleviliğin İslâm dininin içinde olduğunu, ayrı bir “din” ve “dinî azınlık” olmadığını, camilerin bütün Müslümanların ortak ibâdet mekânı olduğunu, dinî, tarihî ve sosyolojik delillere dayanarak açıkça iletmeli.

Türkiye’de Lozan Anlaşması’yla kararlaştırılan sadece Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler gibi belirli gayri müslimleri azınlık kabul edildiği izâh edilmeli. “Dinî azınlıklar” tâbirinin Alevileri ve hele hiçbir dayanağı olmadan “Kürt vatandaşları” kapsadığı saplantısını mutlaka tâdil etmeli. Türkiye’nin “etnik köken” ve “dil”i önceleyen “kimlik sorunu” olmadığını; yapacağı köklü demokratik reformlarla ispat etmeli.

Hükümet, içteki ve dıştaki “AB karşıtları”yla taahhüd ettiği “AB süreci” arasında sıkışıp kalmamalı; önceliklerini ve gerçeklerini sarih bir biçimde AB’ye bildirmeli. Bunun için en azından AB perspektifiyle ortaya konulan demokratikleşme, temel hak ve özgürlükler, ifade özgürlüğü, yargı reformu, siyasî partiler ve seçim kanunu benzerî mutâbakata varılan konularda inisiyatifini ortaya koymalı…

Aksi halde, “rüyâ gibi reformlar” rüyâ olarak kalır; AB raporlarına karşılık Ankara yine “cek - cak”la oyalanır. Demokratikleşme, hak ve hürriyetlerin ertelenmesiyle kaybeden yine Türkiye olur…

05.12.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Bir özür dilemediği kaldı!



CHP Genel Başkanı Deniz Baykal son haftalardaki çıkışları ile adeta ezber bozuyor, kafaların karışmasına sebep oluyor. Sanki daha önce “başörtüsüne siyasî simge” diyen Baykal gitti, “Çarşaf siyasî simge değil” diyen, genel merkez binasına mescid açılmasına sıcak bakan, şalvarlı ve poşulu insanları savunan bir Baykal geldi.

Baykal’ın son çıkışı da herkesi şaşkına çevirdi. CHP’nin tek parti dönemindeki icraatlarını eleştiriyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’daki Atatürk Bulvarına herkesin giremediğini belirterek poturlu ve şalvarlı insanların kılık-kıyafetlerinden dolayı buralara sokulmadığını, “Kıyafetini düzelt, öyle geç” dendiğini hatırlatırken, “Tek parti zihniyeti buydu” dedi ve ekledi, “Âşık Veysel ölmeden önce Atatürk’ü görmek istedi. Öncülük yaptılar Ankara’ya getirdiler. Buluşturmak istediler. Ama gidemedi. Kendisini bekleyen insanlara ulaşamadı. Çünkü bulvara çıkmasına izin verilmedi” diye devam etti.

Baykal, Veysel’in niye giremediğini aslında üst cümlelerinde söylüyor. İzin verilmeme gerekçisi ise Âşık Veysel’in torunu Halil Süzer açıkladı: “Dedem köylü kıyafeti giyiyordu. Elbiselerinin çoğu yamalıydı. Ayakkabı olarak çarık giyiyormuş. Çarığı bile yamalıymış. O dönemin fakirliği ile orantılı elbise giyiyormuş. Ancak o dönemin zabıtaları, polisleri onu Ulus’tan atmışlar” dedi.

Ulus’a giremeyen sadece Âşık Veysel değildi tabiî. Kılık-kıyafeti o zamanki yönetimin anlayışına uygun olmayan hiç kimse giremiyordu.

Baykal’ın bu sözleri aklıma iki ay önce rahmete kavuşan Gıyasettin Emre ile 2001 tarihinde yaptığımız röportajı getirdi. Rahmetli Emre, çarıklı hiç kimsenin Ulus’a giremediğini aktarırken, “Demokrat Parti zamanında şalvar giyen de, pantolon giyen de birdi. Kimsenin giyimine kuşamına bakılmazdı” demiş ve Rahmetli Fatin Rüştü Zorlu’nun “Çarıklılarla, sarıklılar bizimle beraber olduktan sonra hiçbir zaman sırtımız yere gelmez” sözünü hatırlatmıştı. “Menderes geldi, Ulus meydanına kabul edilmeyen insanları Meclis’e getirdi. Çarıklılar da, sarıklılar da Demokrat Parti’ye oy vermişlerdir. DP, yüzde 52-53 oy almıştı” demişti.

Baykal şimdi kendi partisinin geçmişteki icraatlarını eleştiriyor. Bir nev'î redd-i miras yapıyor. Aslında bu açıklama çarıklıların Türk demokrasisinde geldiği mesafeyi gösteriyor. Vaktiyle tek parti olan CHP’nin “millet” olarak bile saymadığı “çarıklılılar”a şimdi sahip çıkar pozisyona gelmesi sevindirici... CHP’nin 50 yıllık bir gecikme ile de olsa bu insanları hatırlaması, onların da artık Türkiye gerçeğini gördüklerini gösteriyor. Şimdi başı örtülülere sahip çıktığını gösteriyor. Rozetler takıyor. Bu konuda kendisinden beklenmeyecek “özgürlükçü” tavrı gösteriyor. Ama ne zamana kadar? 30 Mart’a kadar mı acaba?

Ancak, sözle değil, Menderes’in yaptığı gibi icraatıyla bunu göstermedikçe bu millet inanmaz. 50-60 yıldır da çarıklıları hor gördüler, onları “insan” yerine koymadılar, şimdi bunun tam tersini söylüyorlarsa insanların da “samimiyetlerini” sorgulamaları gayet normaldir.

Baykal her geçen gün çarşaf konusunda daha ileri açılımlar yapıyor! Son grup toplantısında işi öyle ileri götürdü ki, “Kıyafeti, ‘Devlete meydan okuyor’ diye algılamak bir saplantının sonucudur. Türkiye’yi zaten bölmüşler, bir de biz mi böleceğiz? Kıyafetle siyaset arasındaki ilişkiyi bire bir tutmak doğru değildir. ‘Neden böyle yaptınız’ diyorlar. Alacağım kardeşim alacağım! Bir tek kişi olsa bile, senin ona haksızlık yapmana izin vermeyeceğim” diyerek gürledi adeta…

“Alacağız” diyor, ama sadece partisine üye yapıyor. Başörtüsü yasağı yine canlar yakmaya, insanları üzmeye, kırmaya devam ediyor. Keyfî uygulamalar her yerde sürdürülüyor. Refakatçisi başörtülü diye 95 aşındaki bir hasta nineye eziyet ediliyor. Ortopedi servisinde ameliyat için yatan 95 yaşındaki hasta, başörtülü refakatçisi yüzünden Genel Cerrahi Servisi’ne gönderiliyor.

Tek parti döneminde Ulus meydanına alınmayan çarıklılara yapılanlar şimdi başı örtülülere yapılıyor. Belki Ankara’nın en zengin semtlerinden olan Çankaya veya Kavaklıdere’ye gidebiliyorlar. Ulus’ta, Kızılay da rahatça dolaşabiliyorlar. Ancak o zaman çarıklıları Ulus’a sokmayan tek partici, yasakçı zihniyet şimdi okuluna, çalıştığı kamu kurumuna sokmuyor. Peki farkı var mı?

Baykal çarıklılardan—doğrudan söylemese de—“özür” dilemiş oldu. Geçmişte çarıklılara yapılanlar zamanımızın çarıklıları görülen başörtülülere yapılıyor. Peki onlardan de ne zaman özür dilenecek? Bir 50 yılın daha geçmesini beklemeden kanunsuz başörtüsü yasağı yüzünden mağdur olanların sorunlarına çare bulunmalı.

Madem tek parti uygulamasını 2009’a girerken “insancıl” parti olmayı vaad ederek terk edeceksiniz, o zaman onlara olan “özür” borcunuzu ödeyin. Millet artık söz değil, icraat bekliyor. Tıpkı, Menderes’in yaptığı gibi…

Yürü Sayın Baykal, kim tutar artık seni…

05.12.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Mecliste bir başörtülü



Evet, ‘meclis’te bir başörtülü var ve üstelik de Türkiye’de. Fakat, bu başörtülü TBMM’de değil, ‘büyük gazete’nin oluşturduğu “Okur Meclisi”nde!

Hürriyet, yeni bir ‘kampanya’ başlatarak yaklaşık 11 bin kişi arasından ‘seçme’ yaparak 50 kişilik bir ‘okur meclisi’ oluşturmuş. Gazetenin haberine göre Ankara’da toplanan ‘okur meclisi’ ilk iş olarak da Anıtkabir’i ziyaret etmiş. Akabinde de TBMM ziyaret edilmiş vs.

Gazetede yer alan bir fotoğrafta nisbeten ‘ön planda’ görülen bir başörtülü hanım olunca, dikkatimizi çekti. “Ne var bunda?” dememek lâzım. Elbette ‘iyi’ bir gelişme, ama Hürriyet’in açılımının da CHP’nin ‘tesettür açılımı’ ile eş zamanlı olması ayrıca dikkat çekici. Yanlış anlaşılmasın, gazetenin bu tavrına itiraz ediyor değiliz. Yalnız, aynı grubun sahibi olduğu TV’lerdeki ‘yarışma programları’na—geçmişte—başörtülülerin özellikle alınmadığını duyuyorduk. Ne oldu da tesettürlüler öne çıkabildi?

Bu vesile ile, “Dünya Özürlüler Günü”nde, çocuklarının yanında olan başörtülü iki ‘anne’nin Anıtkabir’e alınmamasının da çok onur kırıcı olduğunu hatırlatalım. “Orada ne işleri vardı?” sorusunun cevabı ayrı bir konu. Ama yüzde yüz ‘yanlış’ olan böyle kararları alanları anlamakta da zorlanıyoruz.

Gazetelerin okuyucularını dinlemesi ve onlara uygun yayın yapması elbette takdire şayan. Ancak bu taahhütlerin kâğıt üstünde kalmaması lâzım. Meselâ gazetenin ‘okur’ları ilk teklif olarak “Daha fazla kültür sanat ve gençlik haberleri” istediklerini ifade etmişler. ‘Yetkili’ler ise, kriz sebebiyle böyle sayfa ve eklere yer veremediklerini ifade etmişler. Başka her türlü ‘ek’leri kriz etkilemiyor da, sıra kültüre gelince mi etkiliyor? Bu tavır bile, ‘okur’ taleplerinin ‘kâğıt üstünde’ kalmaya mahkûm olacağını hatırlatıyor.

Gazetenin ‘okur meclisi’ne bir başörtülüyü almış olması, geçmişte yaptığı ‘aleyhte yayın’ları hatıra getirdi. Gerçi her gün böyle örneklere rastlamak mümkün, ama biri var ki tam ibretlikti. Hürriyet’in 9 Mart 2003 tarihli manşeti, “Burkayı attı, dramı anlattı” başlığını taşıyordu. Habere göre, “Dünya Kadınlar Gününde Türkiye’ye gelen Afgan kadını Nigâr Geh, Taliban yönetiminde yıllarca giymek zorunda kaldığı burkayı ilk kez çıkarıp yaşadığı dramı anlattı”ydı. Hürriyet’te yer alan aynı haberin ‘ara başlıkları’nda da şunlar var: “Kadınlar eve kapatıldı”, “Bir sürü kadın intihar etti”, “Ojeli kadının eli kesildi.”

Oysa manşetten verilen haber tamamen uydurma olduğunu Yeni Asya ertesi gün ortaya koymuştu. O dönemdeki muhabirimiz Naciye Kaynak, Hürriyet’in “Afgan kadını” diye duyurduğu hanımın, Türkçe konuşmayı dahi bilmeyen bir Çeçenistan göçmeni olduğu ve İstanbul’daki Çeçen kamplarında kaldığını ortaya çıkarmıştı. (Yeni Asya, 10 Mart 2003)

Haberin ‘yalan’ olmasından daha önemli olan, ‘tesettür aleyhtarlığı’ yapılıyor olmasıydı. “Para yardımı yapacağız” diye götürülen göçmenler, tesettür aleyhtarlığına figüran yapılıyor ve sahnede ‘çarşaf’ları çıkarılıyordu.

Eh, ‘sahnede çarşaf çıkarma’ların manşet olduğu Türkiye’den; ‘okur meclisi’ndeki başörtülülere gelmiş olmak ‘iyi’ye işarettir...

05.12.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Nerdesin akl-ı selim?



Ey akl-ı selim! Eğer sen gerçekten insanlara elveda edip yokluklara karışmamışsan, geleceğe—güzel bir geleceğe—dair umutlarımızı yitirmeyeceğiz demektir.

Ey akl-ı selim! Sen hâlâ insanların kalbinde ve beyninde hardal tanesi kadar da olsa mevcut ve meskûn isen şu ihtiyar dünyamız bir süre daha yaşamaya devam edecektir inancını taşıyabiliriz.

İçte olsun, dışta olsun en akîl adamlarımız en tuhaf ve en çılgın hareketleri hâlâ yapmaya devam ediyorlar.

BM toplantıları, silâhsızlanma konferansları, barış, Kıbrıs görüşmeleri, açlık, medenileşme gibi kavramları 50 yıldır devam ediyor. Ortada değişen hiçbir şey yok.

İki harb-i umumiyi başımıza patlatarak yer yüzünü insanoğulları için zindana çeviren, vatanları, milletleri, namusları, şerefleri pay mal eden milliyetçilik, ırkçılık belâsı hâlâ 2008’lerde teba ve taraftar buluyorsa söylenecek hiçbir kelime yok..

Hâlâ “Ya sev, ya terk et!”, hâlâ “Halkların kurtuluşu “ gibi meşum söylemlerle kardeş kavgası çıkarılabilecekse ey akl-ı selim senin başka bir adın var mı ?

Üniversitelerde hayatının en diri ve delişmen çağında kitapla, bilimle meşgul olması gereken gençlerimiz, hâlâ kalemi bırakıp sopaya, satıra, palaya sarılıyorsa ey akl-ı selim bu gençlerimizin peşinde olduğu ideolojilerden, fikirlerden ve inançlardan ne beklenir ki? Kendi görüşünden olmayana tahammül edemeyip satırla, palayla, bombayla saldıranlar insanlığa nasıl huzur ve barış getirebilir ki?

“Sağcılar ve solcular birbirine girdiler, sağ görüşlülerle sol görüşlüler çatıştılar” haberlerine bakarak gençliğini 68 kuşağı veya 78 kuşağı adı altında heder edenler yetmiyormuş gibi bir de 2008 kuşağı olarak çıkanlara acı acı gülmüyorsa, piyonları ciddiye alıyorsa, günü birlik kavgaları vatanseverlik sayıyorsa bu sağcılığın ve bu solculuğun cehennemin dibine gitmesi istenmiş çok mu?

Öne çıkanların kavga esnasında sıvıştıklarını, geride kalan saftiriklerin tutuklanarak hapse atıldıklarını, çete elebaşlarının sureten tutuklanıp sonra karakolların arka kapısından salıverildiğini bu esnada atı alanın Üsküdar’ı geçtiğini hâlâ içimizdeki beyin(!) taşıyanlar anlamıyorsa yazık bize, yazık bu vatana, yazık bu insanlığa.. Nerdesin ey akl-ı selim?

Elindeki bombayla yakalanan sanığın, bombayı elime kim koydu diye mahkemede dalga geçtiği bir süreçte ulusalcılık, Ergenekonculuk, vatanseverlik diye ülkemin Doğusundaki ile Batısındaki arasında mahalle kavgaları körüklenebiliyorsa ve bir kardeş kavgasına doğru gidilmesine rağmen hâlâ modası geçmiş mezar-ı müteharrik bedbahtların izmleriyle şifa aranıyorsa ey akl-ı selim demek sen yoksun..

Yine sendika-dernek mitinglerinde yürüyüş yapılırken sağa sola, vitrinlere, duraklara, oralara buralara taşlar atılıyor, emniyet güçleriyle çatışmaya girişiliyor, çevredeki çiçeklere kadar tahribat yapılıyorsa ve buna hak hukuk arama deniyorsa veee bunlar yeni bir şeymiş gibi, eski Yeşilçam filmleri gibi tekrar tekrar seyrediliyorsa ey akl-ı selim pes doğrusu.

NOT: Okuyucularımın mübarek Kurban Bayramlarını tebrik ile bütün insanlığa huzur getirmesini temenni eder Hakka kurbiyyete vesile olması duâlarıyla, duâlarını beklerim.

05.12.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

AKP nereye?



AKP’ye kapatma dâvâsı açıldıktan aşağı yukarı iki hafta sonra parti grup başkanvekillerinin 50’şerli gruplar halinde milletvekilleriyle yaptıkları görüşmelerde dile getirilen şikâyetler basına şöyle yansımıştı:

* “22 Temmuz seçimlerinden sonra parti ve hükümet iyi yönetilmiyor. Başarısız gidiyoruz.”

* “Sivil Anayasa çalışması vardı. Ne oldu bu çalışmaya, gören var mı sivil anayasayı? Niye sivil anayasayı gündeme getirmeyip beklettiniz?”

* “Gerginlikten dolayı siyaset ve ekonomide yaşanan olumsuz hava dağıtılmalı. Bu gündemle Türkiye daha fazla gitmemeli. Gündemi değiştirecek adımlar atın. AB reformlarına hız verin. 301. madde değişikliğini TBMM’ye sunun.”

* “Esnaf büyük sıkıntı içinde, kan ağlıyor. Buna rağmen Maliye esnafın üzerine gidiyor. İki koldan sürekli denetimler yapılıyor. Artık yeter. Maliye Bakanını uyarın. Buna bir çare bulun.”

* “Halkın büyük kesimi ekonomik sıkıntılardan dert yanıyor. Anayasa değişikliği paketine ekonomi paketi de eklensin.” (Vatan, 28.3.08)

(9.4.2008 tarihli Yeni Asya’da çıkan “AKP’de derin sıkıntı” başlıklı yazımıza bakabilirsiniz.)

Aradan sekiz ayı aşkın bir süre geçti. Bu zaman zarfında kapatma dâvâsı sonuçlandı. Parti kapatılmadı, ama AYM’den ağır bir ihtar aldı.

Bu kararın üzerinden de dört ay geçti.

Geldiğimiz yere baktığımızda görüyoruz ki, sekiz ay önce yapılan parti toplantılarında bizzat AKP’li vekiller tarafından dile getirilen tesbit ve şikâyetlerle ilgili olarak hiçbir olumlu gelişme yok. Tam tersine, daha kötü durumdayız.

Kapatma dâvâsını değerlendirmek üzere yapılan toplantılarda, bu konunun ötesine uzanan tesbitlerin ifade edilmiş olması başlı başına önemli bir hadise. Sekiz ay sonra bu tesbitlerin hem doğrulanması, hem de daha vahim boyutlar kazanması ise bu önemi daha da arttırıyor.

Tek tek ele alacak olursak:

* 22 Temmuz seçiminden sonra parti ve hükümetin iyi yönetilmediği eleştirisini, bu sekiz ay içinde geçersiz kılacak bir gelişme oldu mu?

* Sivil anayasa çalışması raftan indi mi?

* Siyaset ve ekonomideki olumsuz hava dağıtılabildi mi? Gündem olumlu yönde değiştirilebildi mi? AB reformlarına hız verilebildi mi?

* 301’de yapılan değişiklik, sorunu çözdü mü? Çözdüyse AİHM niye Ankara’ya “Türklük ne, Türk milleti ne? Aradaki farkı anlayacağım şekilde izah eder misiniz?” diye sorma ihtiyacı duyuyor ve Adalet Bakanı, açılmasına izin verdiği bir 301 dâvâsı hakkında konuşurken “Ben devletime katil dedirtmem” açıklaması yapıyor?

* O zaman büyük sıkıntı içinde kan ağladığı ifade edilen esnafın sıkıntısı azaldı mı, yoksa daha da çoğaldı mı? Aylarca “Bizi fazla etkilemez, teğet geçer” denilen küresel krizin yansımaları henüz tam olarak ülkemize ulaşmamışken ortaya çıkan tablo sıkıntının daha da derinleşerek sürdüğünü ve süreceğini göstermiyor mu?

* Daha krizin ufukta belirmediği sekiz ay önce halkın büyük ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya olduğunu, anayasa paketinin yanında halkı rahatlatacak bir ekonomi paketinin de çıkarılması gerektiğini söyleyen AKP’li milletvekilleri, acaba gelinen bu son noktada ne düşünüyorlar?

Bunu bilemiyoruz. Çünkü parti içinde derin bir sessizlik var. Başbakan, bakanlar, parti yöneticileri konuşuyor; ama milletvekilleri suskun.

Kızılcahamam kampından da birşey sızmadı.

Peki, bu sessizlik neye alâmet? Herşeyin sütliman olduğuna mı, yoksa fırtına öncesine mi?

Parti içindeki hiziplerin birbirlerini fişlediklerine ve ilgili dokümanların bir genel başkan yardımcısı tarafından Ergenekon sanıklarından birine verildiğine dair haberlerin izahı ne olabilir?

Keza tam bugünlerde Erdoğan için dış basında “Gerçeklerden koptu, seçmenine yabancılaştı, âni tepkiler veren ve her işe karışan bir kimliğe büründü” denilmesi ve “Son kullanma tarihi mi geldi?” diye sorulması ne anlama geliyor?

05.12.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır