"Gerçekten" haber verir 06 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Selim GÜNDÜZALP

Acısıyla tatlısıyla bayram anıları



İçim içime sığmıyor bayram günleri ve bayram arefelerinde. Yeniden çocuk oluyorum çocuklarla beraber. Hediyelik ne alınsa, onlardan çok ben seviniyorum. Ramazan Bayramını hasretle anarken bir bayram daha geldi. Hem de ne geliş... Sonsuz bir sevinç ve sonsuz bir sevgiyle yüklü olarak. Evet, Kurban günleri çok bereketlidir. Geceleri de öyledir… Kur’ân’da, Fecr Sûresi’nin hemen başında üzerine yemin edilen o mübarek geceler vardır içinde. O gecelerde ise, nice aflar, nice kurtuluşlar gizli.

Bu geceleri unutmayalım, gönlümüzden hiç çıkarmayalım.

Gönlümden çıkmaz hiç kurban günleri… Arefe Gününü oruçlu geçirmeye alıştırıldık. Hacılarımız, “Hacı” olmak şerefini yaşıyorlar Arafat’ta. Hacıların duâya açılan elleriyle beraber olmak, doya doya yalvarmak, yakarmak ne büyük bir saadet. Bizler buradan, onlar oradan, o büyük af kapısını duâlarla çalıyoruz. Rabbimize temiz dillerle duâlar etmek ve o duâların kabul olduğuna gönülden inanmak bambaşka bir duygu. Ne teslimiyet bu ve ne aydınlık dakikalar… Ve ne incelen ruhlar, hepsi o mübarek günlerin içinde saklı.

Ağa Camii’nin imamı rahmetli Halit Hocamız vardı. Kur'ân hocamızdı. O nur yüzlü çehresi ile bana Hz. Peygamber’i (asm) hatırlatırdı hep. Ne edepli, ne güleç yüzlü bir insandı o. Bayram namazında hutbesi; “Kıvrım kıvrım yollardan hacılar, şimdi kervanlar hâlinde, akın akın o mukaddes topraklara vardılar” diye başlardı… “Küskünler barışmalı, akrabalar, komşular ziyaret edilmeli” diye biterdi. Namaz çıkışında ise, herkes bu emre uyardı. Cami avlusu birbirini sevgiyle kucaklayan neşeli yüzlerle dolardı.

Bayram sabahının heyecanı zaten bir başkadır. Yeni elbiseler, ayakkabılar... Mezarlık ziyareti ve okunan Yasin’ler, duâlar. Ne bereketli dakikalar… Bir iki saatin içine neler sığar, inanın akıllar almaz.

Babaannemin vefatı da böyle bir bayram gününe denk gelmişti. Acısıyla tatlısıyla saymakla bitmez Kurban Bayramı anılarımız. Hatırladıkça buruk sevinçler de yaşarım... Sevdiklerimizi ve geçmişlerimizi rahmetle anarım.

...

Son günlerde bir unutulmaz hatıra daha katıldı bunların arasına.

Sevgili Ramazan Avcı kardeşim anlattı. Mahallelerinde fakir ve alkolik bir komşuları varmış. Kurban Bayramının ikinci günü de olsa aklına gelmiş Ramazan kardeşin, “Şerif Amcaya, şu pişmiş kurban etinden bir parça götüreyim” demiş. Bazıları itiraz etmişler. “Yahu, mübarek kurban etini adama meze mi yapacaksın?..” diye çıkışmışlar. Aldırmamış Ramazan kardeş. “Olsun, o da bir Allah’ın kulu, komşuluk hakkı var, ben görevimi yaparım, gerisine karışmam” demiş.

Bir tabak dolusu pişmiş eti alıp, evinin yolunu tutmuş Şerif Amcanın. Kimseciği de yokmuş adamcağızın. Olanlar da zaten terk edip gitmişler. Emekli maaşı ile bir başına yaşıyormuş. Kimseye zararı yok ama, kendine de yararı olmayan sessiz bir insanmış işte.

Gerisini Ramazan kardeşten dinleyelim:

“Kapıyı çalar çalmaz hemen açtı Şerif Amca, önce selâmlaştık, sonra buyur etti. ‘Bayramlaşmaya geldim, biraz da kurban etinden getirdiydim...’ Şerif Amca, benzi sararmış, bîtap bir haldeydi. Bir bana, bir elimdekine baktı. Tabağı elimden kapmasıyla, bir çırpıda silip süpürmesi bir oldu. Şaştım kaldım. Şaşkınlığımı fark edince; ‘İki gündür ağzıma bir damla olsun içki koymadım evlât’ dedi. ‘Mübarek günlerdir, belki komşular kurban etinden getirir de yerim diye iki gündür bir damla içki içmedim, bir lokma bir şey de yemedim. Allah için kesilen mübarek hayvanın etini murdar etmemek için ağzımı kirletmedim, içmedim. Ama senden başka da gelen olmadı.’”

Şerif Amca, ağır ağır konuşurken bir yandan da elinin tersiyle yanaklarından dudaklarına doğru kayan gözyaşlarını silmeye çalışıyormuş. Ramazan kardeşimizin de onu dinlerken gözleri bulutlanmış. Doğrusu ben de bir tuhaf oldum bu hatırayı duyduğumda. Suizan ne kadar kötü bir şey. Kim bilir ne günahlar işleniyor bu yüzden? İnsanların iç dünyalarını, niyetlerini sezmek, bilmek ne mümkün? Ama suçlamak ne kadar da kolay. Herkes hakkında, elden geldiğince hüsnüzan etmek dinimizin bir emri ve gereği değil mi?

Bediüzzaman Hazretleri de "Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. maddezedeler" der. (Mesnevî)

Sayısız Kurban Bayramı hatıralarımın arasına son günlerde bu da eklenmiş oldu. Rabbim ön yargılı davranışlardan hepimizi muhafaza eylesin. Âmin.

...

Bayram günleri, hâli vakti yerinde olanlarımız çevrelerindeki perişan giyimli, fakirane yaşayışlı komşularını iyi tesbit etmeli, onların geçim sıkıntısı içinde duydukları üzüntü ve kederlerini bir dereceye kadar hafifletip, giyim ve kuşamlarına ve hatta yiyeceklerine kadar yardımdan geri kalmamalıdırlar. Yoksul komşulara yardım, hem komşuluk hakkıdır, hem de Allah’ın bize verdiği nimetlerin şükrünü yerine getirme görevidir.

Geçmiş bayramlardan bir kardeşlik örneği sunalım. Bakalım kardeşlik ve vefakârlık onlarda nasılmış görelim?

Hicrî 130’da doğmuş olan Tarihçi Vakıdî diyor ki: “İki arkadaşım vardı, ikisiyle de canciğer dosttum. Kendi aramızda bütün dertlerimize deva olmaya çalışırdık.

“Bir ara bayram yaklaştı, ben şiddetli geçim sıkıntısı çekmekteydim. Herkes çocukları için renkli elbiseler almış, evleri için birçok eşya düzmüştü. Bizim evde ise ne bir bayramlık eşya, ne de çocuklar için alabildiğim yeni bir elbise vardı.

“Eşim bu hâle son derece üzüldü ve bana, arkadaşlarımdan yardım istememi söyledi. Ben de, ‘İyi dost böyle günde belli olur,’ düşüncesiyle bir mektup yazarak arkadaşımın birinden bana yardım etmesini istedim. Fakat bu arkadaşımın da benden fazla bir varlığı olmadığını biliyordum.

“Kısa bir müddet sonra gönderdiğim mektubun karşılığı geldi. İçinde ‘bin dirhem’ bulunan bir kese göndermişti arkadaşım. Keseyi aldığım zaman sevincimden ne yapacağımı şaşırdım. Bu para benim bütün ihtiyaçlarımı karşılayacaktı. Fakat sevincimin beni coşturduğu o anda, bir mektup sıkıştırdılar elime. Açıp baktığımda diğer arkadaşım acıklı bir mektup yazmış, çocuklarına bayramlık bir şey alamadıklarını ifadeyle konu komşuya bakarak ağlayan yavruları için elbise parası istiyordu.

“Tuttum, arkadaşımdan gelen içi para dolu keseyi, ağzını bile açmadan bu arkadaşıma gönderdim. Ve durumu da aileme anlattım. Bereket versin hanımım benden daha anlayışlı idi. Bu yüzden keseyi gönderdiğimi söyleyince sevindi.

“Aradan çok geçmedi, kendisinden para istediğim ilk arkadaşım, elinde bana gönderdiği kese olduğu halde nefes nefese kapıdan içeri girdi ve ilk sözü:

“‘Allah için doğru söyle, sana gönderdiğim keseyi ne yaptın?’ demek oldu. Ben de ‘Keseyi aldığımda öteki arkadaşımın perişan olduğunu öğrendim, ona gönderdim,’ dedim. Meğer o da elinde olanı bana gönderdikten sonra o arkadaşımızdan yardım istemiş, böylece bana gönderdiği ilk kese o arkadaşımdan yine kendisine geçmiş, kesenin ağzının bile açılmamış olduğunu görünce işin iç yüzünü anlamak için koşup gelmiş.

“Bizim birbirimize yaptığımız bu fedakârlıkları duyan Halife Memun bizleri huzuruna çağırdı, duyduğu haberin doğru olup olmadığını sordu. Biz de doğru olduğunu söyledik. Bunun üzerine üçümüze de ayrı ayrı ‘ikişer bin’ dirhem para verdikten sonra hanımım için de ‘yüz dirhem’ ihsanda bulundu. Bizim bu fedakârlığımız bir bayram gününde böylece tatlı bir neticeye bağlandı.”

...

“Vefeyâtü’l-Ayân”da geçen bu olay, hepimiz için büyük ibretler taşımaktadır.

Sevgili dostlar; verdiklerimiz bizim. İyilikte yarışmak, yakışıyor mü’minlere. Hz. Peygamber (asm) bir Kurban Bayramı sabahında erkenden önüne konulan etten, “Daha ümmetimden kimse henüz yememiş, tatmamıştır” diye bir lokma dahi almamış. Bu kadar bizi düşünen Sevgili Peygamberimize (asm) sonsuza kadar salâtü selâm olsun. Rabbim, Kurban Bayramını hakkıyla edâ eden kullarından eylesin. Etti, deriydi derken, kurbanın maddî tarafıyla uğraşırken Rabbim, mânâsını idrakten uzak eylemesin. Mukaddes topraklardaki kardeşlerimizin haclarını Rabbim kabul eylesin. Onları da, bizleri de, şu mübarek günlerde anamızdan doğduğumuz günkü gibi günahlardan arındırsın; tertemiz etsin. Duâmız, niyazımız bu.

...

Saadet asrından bir hatıra şöyle:

Bir Kurban Bayramında, Hz. Ayşe validemiz Efendimiz’e (asm):

“Kestiğimiz kurbanın üçte ikisini komşularımıza ve muhtaçlara dağıttım,” diyordu. “Üçte biri ise bize kaldı.”

Peygamberimiz, bu hareketin sevabını müjdeleyen mübarek sözleriyle:

“Esasında üçte ikisi bize kalmış,” buyurdular. Yani verdiğimiz bize kalıyor, bizim oluyor.

...

Bol salâvatlı ve bol ihlâslı, bol tekbirli ve bol tefekkürlü bayramlar ve arefeler İnşaallah.

06.12.2008

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Namazlarımız bizden memnun mu?



Beş vakit namaza bir saat kâfi

Risâlelerdeki ‘yirmi dört altın’ örneği oldukça orijinaldir. Bu örnekte, günün her bir saati, bir altın olarak ele alınıyor. İnsana her gün, yirmi dört altın veriliyor ve bir altın kendisine yatırım için, geri isteniyor. Ama insan kendisine yirmi dört altın Verene, bir altın vermiyor. Yani yirmi üç saatini dünyaya sarf eden, bir saatini, ahirete sarf etmeyen insan, akılsızlık içindedir.

Hazır azıcık lezzetler, gelecekteki çok lezzetlere tercih ediliyor. Kör hissiyat, akıl, kalp ve ruhu etkisizleştiriyor.

Hem çok kıymettar olan namaz çok kolay, çok ucuzdur. Her haldeki herkes, kendi durumuna göre namaz kılabilir. Ebedî saadeti temin eden bir hazineye her vakit ulaşabilir. Günün namazları, abdestle birlikte ancak bir saati almaktadır. Fâniyi verip, bâkiyi almak, tam bir kârdır. Dünyevî zaman dilimleriyle, uhrevî zamanlar almak akıllılıktır. Bir saate karşı, yirmi üç saati ve ebedî zamanları kazanmak, kâr içinde kârdır.

Namazdan çalarak,

bir şey kazanamaz insan

Kıldığı namazların hakkını vermeli insan. Ta’dil-i erkâna uymalı. Namazın namaz olabilmesi, rükünlerine uymaya bağlıdır. Onun için gerçek namaz, insanı korur, esirger ve olgunlaştırır. İnsanı, adam eder.

Onun için kılınan namazların niteliği önemlidir. Sağından solundan kırpılmış namazlar, namaz olmaktan çıkar. Huzurunda olmanın hazzı yaşanmadan kılınan namazlar, ruhunu kaybetmiş cesede benzer.

Namaz hırsızlığı, tam bir akılsızlıktır. Ebediyi fani için harcamaktır.

Namazın hakkını vermek, Hakkın rızasını almayı netice verecektir.

Namazı kılınmamış gün,

namazsız defin gibidir

Namaz, kılandan memnun olmalıdır. Onun için namazlar dosdoğru kılınmalıdır. Namaz sünnetlerini de eksik etmemelidir insan. Sünnetleri eksik namazlar; tuzsuz yemeğe benzer. Namaz anı, kulun Yaratıcıya en yakın olduğu andır. Onun için namaz, dinin direği olan çok büyük bir ibadettir. Bu muhteşem buluşma, tam bir şeytan çatlatma anıdır. Tabiî böyle bir buluşmada şeytan da boş durmayacaktır. Namaz, şeytanın çok yorulduğu ibadetlerdendir.

Namaz sünnetleri, Peygamberimize (asm) şefaat yetkisidir

Ne kadar sünnetimiz varsa, o kadar şefaat isteme hakkımız olacaktır. Şeytan da onun için sünnetleri terk ettirme çabası içerisindedir.

Kendi kendime şehirdeki işimi bahane ederek, hemen ikindi namazının farzını kılıp, araçla yola çıktım. Yolda lastik patladı. 45 dakika geciktim. Anladım ki, sünneti terk, amacımızın aksini sonuç veriyor.

Ey namazlarımız bizden memnun musunuz?

Başa gelenlerin, imtihan olduğu anlaşıldığında, o imtihan kalkarmış. Gün içinde önce, aslî görevler hakkıyla yapmalıdır.

Yaşananlar, Yaratıcı’nın insanla olan ilgisinden ve isimlerini okutmaktan başka bir şey değildir. Kısa dünya hayatında, ebedîyi fanî yolunda harcamamalı insan.

Yoksa, “Kazanmak için dünyayı verdik dinimizden / Dünya da gitti, din de gitti elimizden.” şeklinde ifadesini bulan, pişmanlıklar yaşanır.

Hakkı verilmeyen namazın, ahirette bir paçavra gibi insanın yüzüne çarpılacağı düşünüldüğünde işin ciddiyeti daha bir kendini gösteriyor.

Gecikmeden soralım, “Ey Namazlarımız! Bizden memnun musunuz?”

06.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Büyüleyici bir beden dili



Beden dilinin öneminin yeni yeni kavranmaya çalışıldığı günümüzde artık komple bedenin de, ayrı ayrı organların da kendilerine göre dilleri bulunduğunu ve kendi dillerince güçlü bir tarzda konuştuklarını biliyoruz.

Tatlı dil ve güzel söz dile, güler yüz de yüze yakışır. Beden dilini harika bir tarzda kullanan Allah Resûlünü (asm) dost düşman herkes mütebessim ve tatlı sözlü bir insan olarak görmüşlerdi. Sahabe onun bu özelliğinden hayranlıkla söz eder. Bir Sahabî, “Ben Resûlullah’tan (asm) daha mütebessim birini görmedim”1 der. Cabir bin Abdullah ne zaman Resulullah’la (asm) görüşse kendini tebessümle karşıladığını belirtir.2

Güler yüz3 ve güzel sözün birer sadaka olduğunu4 bildiren Allah Resûlü (asm), mallarımızla bütün insanları memnun edemeyeceğimizi, güler yüz ve güzel sözlerle memnun etmemizi tavsiye etmişlerdir.5

Kaba, çirkin ve edep dışı konuşmak kendini bilen bir mü’mine yakışmaz. Bunlar kalp katılığındandır ve yeri de Cehennemdir.6 Yalan, iftira, gıybet, kötüleme, lânet okuma, boş ve lüzumsuz sözler mü’minin şiddetle kaçınması gerektiği davranışlardandır.

Tebessüm ise sevgi ve şefkatin meyvesidir, yüzdeki yansımasıdır. Malın, paranın, pulun yapamayacağını yapar. Kur’ân güzel sözün önemini anlatırken, “Gönül alıcı hoş bir söz, bir kusur örtme, bir affediş, ardından eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır”7 buyurur. Kâfirlere bile güzel sözle hitap edilmesi, delillerin ortaya konulması istenir. “Mü’min kullarıma şunu söyle ki, kâfirlere karşı en güzel sözü söylesinler; hiddet göstermeksizin delilleri en güzel bir şekilde ortaya koysunlar”8 buyurur.

Maksat gönülleri fethetme, gönüllerde yer edinmek, anlatılanların gönül kalelerinde akis bulması ise, bunun tebessüm ve güzel sözden başka bir yolu var mı?

Evet, mü’mine yakışan ancak güler yüz ve güzel sözdür.

Dipnotlar:

1- Mişkatü’l-Mesabih, 3:1260 (Hadis no: 5829).

2- Buharî, Cihad: 162.

3- Tirmizî, Birr: 45.

4- Buharî, Edep: 34; Müslim, Zekât: 56.

5- Feyzü’l-Kadir, 2:557.

6- Tirmizî, Birr: 64; İbni Mace, Zühd: 17.

7- Bakara Sûresi: 263.

8- İsra Sûresi : 53.

06.12.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yakın tarih mahkemesi (8)



14) CHP'de redd–i miras ve misyon tartışmaları

Bugünlerde tam da bizim "yakın tarih" çerçevesinde yaptığımız sorgulama tarzına paralel düşen önemli gelişmeler yaşanıyor.

* Birinci ve en büyük gelişme, şeflik devrinin sâbıkalı sembol partisi CHP'de yaşandı; üstelik, her gün yeni bir boyut kazanarak yaşanmaya devam ediyor. (Geniş izah aşağıda.)

* İkinci önemli gelişme, aydınlar cephesinde yaşanıyor. Aralarında gazeteci–yazar Ali Bayramoğlu, öğretim üyeleri Prof. Ahmet İnsel, Dr. Cengiz Aktar ve Baskın Oran'ın da bulunduğu bir grup aydın, Ermenilerin "Büyük Felâket" diye nitelediği 1915'teki dram yüklü "Tehcir hadisesi"nden dolayı yaşanmış olan acılara duyarsız kalınmasına ve bunun inkâr edilmesine vicdanen hem karşı çıkıyor, hem de çekilen acıları paylaşma adına Ermenilerden özür dilenmesi yolunda bir kampanya başlatıyor.

* Üçüncü bir gelişme ise, medya dünyasında dikkat çekici bir sûrette boy vermeye başladı. Haftalık Aktüel dergisi, son sayısında (4 Aralık 2008) 1938'de Dersim'de (Tunceli) nelerin olup bittiğini yeniden mercek altına alarak, son derece çarpıcı bilgiler ve belgeler aktarıyor. Dergide, özellikle Üstad Bediüzzaman'ın talebelerinden o zamanlar Yarbay olan Elazığ'lı Hulusi Yahyagil ile Malatyalı Yüzbaşı Şevki Beyin hatıralarına dikkat çekiliyor ki, okuyunca irkilmemek, ürpermemek, vicdan azabı çekmemek elde değil.

Evet, bunlar gibi şu günlerde yaşanan daha başka gelişmeler de var. Fakat, en mühimmi—başta da ifade ettiğimiz gibi—Halk Partisi bünyesinde ve özellikle lider kadrosunun öncülüğünde peşpeşe patlayan bomba niteliğindeki "açılımlar" dizisidir.

Tevafuk eseri

Biz kendimizi dev aynasında görüyor değiliz. Türkiye'nin gündemini tayin ettiğimiz iddiasında bulunuyor da değiliz.

Ama, ardı ardına ve eşzamanlı olarak yaşanan aynı tandanslı gelişmeler zincirine bakarak, meseleyi pekâlâ bir "tevâfuk eseri" şeklinde değerlendirebiliriz.

Tevâfukatı ise, elbette ki önemsiyoruz. Zira, hemen bütün cephelerde sorgulanmaya başlanan bu tarihî hadiselerin altmışıncı, yetmişinci, sekseninci, doksanıncı ve yüzüncü yıllarını, yahut yıldönümlerini idrak etmekteyiz.

Dahası, Üstad Bediüzzaman'ın bizim açımızdan son derece muteber olan tâbiriyle, "Tevâfuklar, ne kadar zayıf da olsa, hizmetin makbuliyetine ve meselelerin hakkaniyetine delâlet ettiği için, bence çok ehemmiyetlidir ve çok kuvvetlidir."

Ve kezâ "Tevâfukat, ittifaka işarettir. İttifak ise, ittihada emâredir, vahdete alâmettir. Vahdet ise, tevhidi gösterir. Tevhid ise, Kur’ân’ın dört esasından en büyük esasıdır." (Mektubat, s. 371)

Bâriz kırılmalar

Halk Partisi bünyesinde özellikle son günlerde yaşananlar, kelimenin tam anlamıyla bir "kırılmalar zinciri"ni teşkil ediyor.

İstenildiği kadar tenkit edilsin, tevil edilsin, "seçim yatırımıdır" falan denilsin, yaşananlar kendi çapında yine de bir ilktir ve alenen bir "değişim/dönüşüm" halini yansıtmaktadır.

Evet, muhtemeldir ki, seçimden sonra ifade ve üslup itibariyle "geri adım" şeklinde bir manevra yapılacak. Ancak, bu da sergilenen onca keskin dönüşlerin ve derin kırılmaların üzerini örtmeye yetmeyecek.

Düşünün. Normal bir başörtüsüne dahi tahammül etmeyen ve yetmiş–seksen yıldır tesettürle mücadele eden ve bunu yasaklatan bir parti, şimdi kapılarını çarşaflılara dahi açacak ve buna itiraz edenleri azarlayacak bir noktaya gelmiş durumda.

Aynı şekilde, bugünkü CHP, tek parti, yani şeflik dönemindeki gayr–i insanî uygulamaları şimdiye kadar hiç görülmedik bir tarzda tenkitvâri bir rol üstlenmiş görünüyor. Yani, seksen yıl boyunca çarığından, poturundan, şalından, şalvarından, çarşafından dolayı itilmiş, kakılmış, horlanıp dışlanmış vatandaşlara, bugün kapılarını ardına kadar açıyor ve onları olduğu gibi kabul ettiğini bangır bangır ilân ediyor.

Erzurum'da idam edilen "Şalcı Bacı"dan ve şapka hakkındaki bir broşürden dolayı yine İstiklâl Mahkemesince idam edilen (1926) İskilipli Atıf Hocadan günümüze, bakın ne değişimler, ne dönüşümler yaşandı, yaşanıyor...

Esasında, bütün bu meselelerden sabıkalı olan CHP, hayatta ve ayakta kalabilmek için değişmek ve dönüşmek zorundadır. Bu değişime, ister "redd–i miras" denilsin, ister "misyon değişikliği" denilsin, ne denilirse denilsin, gidilen yol bir nevi "mecburî istikamet"tir.

Hasılı, Halk Partisi de "yeni bir hâl"e dönüşmek zorunda; aksi durumda "izmihlâl" kaçınılmaz olacak.

06.12.2008

E-Posta: [email protected]




Atike ÖZER

Kurb-an ve bayram



Bayramı bayram yapan, bayramı değerli kılan toplumdur... Yoksa bayram gelmiş kime ne?

Her yörenin bayramı yaşaması farklıdır. Şehirlerde farklı, kırsal kesimde farklı yaşanır bayram. Fakat bayramı en keyfli yaşayanlar ve en eğlenceli yaşayanlar çocuklardır sanırım. Onun için herkesin gönlünde eski bayramlara özlem vardır. Bu hasreti her bayram yaşayanlardan biri olarak şimdiki çocukların gelecekte bu hasretleri yaşamayacaklarını fark ettim. Zira bu zamanın çocukları bayramı bizim yaşadığımız heyecan ve bekleyişle yaşamıyorlar artık... Onların eğlenceleri bizimkilerden çok farklı şimdilerde. İnternet oyunları, televizyon dizileri ve filmleri akıllarını meşgul ettiğinden Kurban ve koyun, bayram ve ziyaret gibi değerleri doyası yaşayamıyorlar. Böyle olunca da bayramların anlamını hissedemiyorlar.

Evet, “Bayram gelmiş neyime, kan damlar yüreğime” diyen şair gibi yüreklerimize damlayan kanlar bize belki çekidüzen verir de fark ederiz, değişen ve aşınan değerlerimizi.

“Bayram çocukları” hiç bitmez içimizde. Daima yaşar… Biz çocuk değiliz artık, ama çocuklarımız var. Bayramın güzelliklerini yaşama sırası artık çocuklarımızın. Dolayısıyla bütün güzellikleri ile bayramları çocuklarımıza yaşatmaya çalışalım.

Arefe Günü ikindi namazından sonra, mezarlık ziyaretinde, geçmiş nesille yeni nesili tanıştırıp buluşturmak iyi bir başlangıçtır bayrama.

Sonrasında bayram namazına gidilirken babayla elele, gün bu anlamlı başlangıçla, hissettirilir çocuklara, ne demek oluyor bu bayram...

Bayram namazından sonra herkes evlerine dağılır, Kurban Bayramı sabahında ayrı bir telâş ve neşe vardır evlerde. Çünkü kurban kesilecektir. Öncesinden kına yakılarak süslenir ki, Rabbinin huzuruna güzelce gitsinler diye… Tekbirlerle kesilir ve fakirin hakkı hemen ayrılır ve acele dağıtılır, onlar da sevinsinler diye…

Evde bayramlaşma olur kahvaltıdan önce, çocuklar büyüklerin ellerini öpmeye pek heveslidir bayram sabahlarında. Bayram harçlıkları avuçlara bırakılır el öpme merasiminde... Sonra çocuklar şeker toplamak için buluşurlar hep beraber ve dolaşırlar bütün mahalleyi. Pahalı çikolata veya hediye veren evlere ayrı bir talep vardır çocuklardan.

Ve başlar bayram ziyaretleri, tebrikleşmeler...

Dargınlar buluşur bir nazlı edayla...

Eller öpülür. Küsler barışır. Böyledir emir çünkü.

Kan damlayan yürekleri teselli edilir gurbette olan hüzünlü dostların.

Ardından, yenilenmiş, tazelenmiş, ömrü bereketlenmiş olarak nice bayramlara duâlarıyla vedalaşılır sevdiklerden, dostlardan...

Bir daha ki bayrama kadar kim öle, kim kala... Hadi bakalım “hakkını helâl et” diye dönüşler başlar baba ocaklarından, ana kucaklarından.

Sıla-ı rahimdeki buluşmalar yavaş yavaş uzaklaşmalara dönüşür..

Böylece bir bayram daha biter. Ama her yıl Kurbanla beraber yeni bir yakınlaşma yaşanır.

Akıtılan kanlar ve kesilen etler değildir artık Allah’a ulaşacak olan. Emre itaat etmek bir adım daha yakınlaştırır Allah’a her kurban sahibini...

Neyse bu yazı uzayıp gidecek her halde, duygularınızı daha fazla deşmeden, hasretlerinizi özlemlerinizi kanatmadan noktayı koymak gerekiyor...

Hatıralarımızdaki bayramları çocuklarımıza yaşatmak için yaşayalım bu bayramda dostlar. Gelecek yıllarda, onlar da hatırlasınlar yaşadıkları güzel bayram günlerini…

Hepimizin Kurban Bayramındaki kurbiyeti hayırlı ve mübarek olsun...

06.12.2008

E-Posta:




Mehmet KARA

Köşk’teki törenin ardından…



2008 yılı Cumhurbaşkanlığı Kültür Ve Sanat Büyük Ödülleri Köşk’te sahiplerine verildi. Ancak sanatçı, yazar ve mimarî alanlarda üç kişiye verilen ödül törenine, ödüllerden çok Türkiye-IMF arasındaki yapılacak anlaşma ve AKP’nin belediye başkan adaylarının kim olduğu damgasını vurdu.

Devlet sanatçıları, Başbakan Erdoğan, bazı bakanlar, belediye başkanları, gazete ve televizyonların genel yayın yönetmenleri ve Ankara temsilcilerinin davetli olduğu ödül törenine Cumhurbaşkanı Gül’ün çok önem verdiği görülüyordu. Gül, bu rahatsızlığını da gizlemedi aslında. Diyarbakır gezisi veya ihale kanununun onaylanıp onaylanmaması gibi sorular karşısında tek kelimelik cevaplar vermesi, dikkatlerin ödüllere çevrilmesi gerektiği yönündeki sözleri de rahatsızlığının işaretleriydi.

***

Ödül töreni aslında renkli görüntülere de sahne oldu. Bu seneki ödüller edebiyat dalında Yaşar Kemal’e, mimari dalında Turgut Cansever’e, müzik dalında ise Alaeddin Yavaşça’ya verildi. Yaşar Kemal’in ilerlemiş yaşının verdiği rahatsızlıklar sebebiyle görevlilerin kolunda salona gelmesi törende göze çarpan enstantanelerdendi.

Verilen ödüllerle ilgili kararın ve gerekçelerin açıklamasından sonra Abdullah Gül’ün yaptığı konuşma dikkati çekti. Yaşar Kemal’i anlatırken Dede Korkut’tan, Kürt destanlarından, Yunus Emre’lerden bahsetti, “evrensel ve anıtsal” eserlerinden bahsetti. “Üç değerli kültür adamı”nın hayatları boyunca anlayışsızlık, ilgisizlik, vefasızlık veya haksızlıktan dolayı üzülmüş olabileceklerini vurguladı. Önümüzdeki yıllarda da farklı alanlarla birlikte bu ödüllerin devam edeceğini söyledi.

Yaşar Kemal’in belindeki rahatsızlık nedeniyle oturarak konuşmasını yapması, konuşmasını yazdığı kâğıtları karıştırmasına rağmen, verdiği “mesajlar” aslında günün önemli tarafı oldu. Konuşmasında dünyadaki eğitim sistemini eleştirirken, Köy Enstitülerini övmesi ve “Hiroşima’ya bomba atılması talimatını veren Amerikan başkanı da, o bombayı atan pilot da bu okullardan yetişti. Bu okullar zulüm okuludur. Köy Enstitüleri gelecekte dünyamızı gerçek insanlığa kavuşturacak bir eğitim düzenidir. Dünyamızı gerçek insanlığa kavuşturacak tek eğitim düzeni Köy Enstitüleridir” demesi onun “gerçek özlemini” ortaya koydu.

Küreselleşmenin farklı dilleri ve kültürleri yıprattığını söylerken, “Tek çiçeğe kalmış, tek renge, tek konuya kalmış bir insanlık ve tek dili kalmış dünya hapı yutmuştur, cehennemden daha beterdir. Eşek gibi dünyanın arkasından gitsinler” sözleri ile “Anadolu da yaşayan her halk kendi dilini kullanacak, kendi ana dilinden eğitim görecek, kitaplar yazacak, filmler çekecek. Biz çok kültürlü toprak olduğumuzun farkına varacağız. Çıkarımızın yasakla değil özgürlükle olduğunun bilincine varacağız” diye konuşması onun düşünce yapısını gösterdi.

***

Konuşmaların ardından Gül ve eşinin misafirlerine verdiği resepsiyona geçildi. Resepsiyondaki manzarayı özetlersek… Bir tarafta Başbakan Erdoğan, başka bir tarafta Abdullah Gül gazetecilerin sorularını cevaplandırırken, sanatçılar birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Başbakan Erdoğan, IMF, belediye başkanı adayları, ekonomik kriz, vatandaşlara dağıtılan kömür gibi pek çok konuda görüşleri açıkladı. Gül’ün ise yukarı da söylediğimiz gibi bu türlü sorulardan hayli rahatsız olduğu gözlendi. Cumhurbaşkanı, davetlilerle tek tek ilgilenirken, bir taraftan da gazetecilerin ısrarlı soruları karşısında bir iki kelime ile cevap vermek zorunda kalıyordu.

Erdoğan’a ödül töreni ile ilgili olarak tek sorulan soru ise, Yaşar Kemal’in hangi kitabını okuduğunun sorulması oldu. Erdoğan, Yaşar’ın sadece İnce Memed romanını imam hatipte okuduğu sıralarda da okuduğunu ve “sular gibi iki günde” bitirdiği söyledi. “İnce Memed’de eşkıya hikâyesi vardır” denmesi üzerine de, “Eee... Biz de eşkıyanın içinden geliyoruz tabiî” diye karşılık vermesi gazetecileri güldürdü. Erdoğan’ın konuşmasında sık sık espri yapması da dikkatlerden kaçmadı.

Gül’ün çok önem verdiği ve bundan sonraki yıllarda da daha çok alanda verilmesi düşünülen ödül töreni, böylelikle siyasete dönük soru ve açıklamalarla adeta gölgelenmiş oldu. “Özel amaçlı” bir toplantıda faklı konuların konuşulmasından rahatsızlık duyan da, başbakan ve cumhurbaşkanını görünce gündemdeki konularla ilgili soru sormak isteyen gazeteciler de haklı aslında. Ancak bunun bir ortasının bulunması gerekir. Törenin ardından bizim aklımızda kalan ise, Gül ve Yaşar Kemal’in açıklamaları ile siyasetçilerin gazeteci görünce konuşma adetlerinden vazgeçememesi oldu.

06.12.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Polemik politikalarıyla oyalama



Yeni dönemde siyaset, tamamen günübirlik manevralarla gözboyama politikalarına saplanmış. Milletin taleplerini yerine getirmeyen siyasî iktidar, “atışma siyaseti”yle seçmeni kendine mecbur etme stratejisi gütmekte. Şu hale bakın; mahallî seçime dört ay kala doludizgin seçim havasına giriliyor. “Teğet” geçeceği denilen krizin ekonominin iliklerine kadar etkilediği ortamda, kamuoyu iktidar ve anamuhalefet partilerinin hangi ilde kimi aday göstereceğiyle meşgul edilmekte. Kanunsuz başörtüsü yasağı devam ediyor. Yüzbinler mağdura binler ekleniyor. Bu hususta “yasadışı yasağı anayasayla değiştirme” yanlışının dışında hiçbir şey yapmayan siyasî iktidar, meselenin politikleşmesinden âdeta memnun...

CHP’nin “çarşaf açılımı” tamamen siyasî mihverde tartışıladursun, AKP’nin özellikle başı açıklara kapıları açmasıyla karşılık vermesi, süregelen içi boş tartışmalarla seçmene “mesaj”ın bir parçası olara istimal edilmekte. Ancak bu tahterevalli siyaseti, yegâne alternatif gibi gösterilen AKP ile CHP’nin karşılıklı siyasî rant dışında fayda sağlamamakta, demokratikleşme ve özgürlüklere katkısı olmamakta…

DEMOKRATİKLEŞME DURUYOR

Güneydoğu üzerinde dehşetli oyunlar oynanıyor. DTP’liler daha önce telâffuzundan çekindikleri tâbirleri bile bile kullanıyorlar. Terör örgütünün sistematik bir biçimde tırmandırdığı eylemlere karşı, Anadolu’yu Barzani üzerinden “federasyon” fitnesine hazırlama plânı işleme konuluyor.

Karşılıklı tahrikler, “binbir birlik ve bütünlük bağları”na mukabil “tefrika”yı kışkırtan, “farklılıkları” öne çıkaran “ecnebî politikası”na sürüklüyor. Temel hak ve hürriyetlerin gelişmesi, insan haklarında ilerleme temennisi, vatanı ve milleti bölme ve parçalama politikasına dönüştürülüyor. Giderek hâriçten üflenen komplolarla ortak inanca, tarihe ve kültüre sahip olan ve bin sene birlikte cihad edip yanyana şehid düşen milleti birbirinden koparma ve kardeş kavgasıyla “ayırma senaryosu”na âlet ediliyor.

Diğer yandan AB’den, Ankara’nın müzâkere tarihi aldığı Aralık 2004’ten itibaren son dört yılda gevşek davrandığı ve özellikle Ekim 2005’te başlayan müzâkerelerde ciddî bir çaba göstermediği şikâyeti geliyor. AB temsilcileri, “vaat değil, icraat istiyoruz” diye resmen hükûmetin bu süreçte AB’yi âdeta unuttuğunu bildiriyorlar.

Ancak buna karşılık ekonomik krizle birlikte ayyuka çıkan yolsuzluklara, ihâleye fesad karıştırma iddialarına kamuoyunu tatmin eden doğru dürüst bir açıklama getirilmemekte; derhal “politik polemik” taktiği sahneye sürülmekte. CHP’li Kılıçdaroğlu’nun iki AKP Genel Başkan yardımcısının ardından bu kez Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’yla atışması, gündemin baş konusu haline getirilmesi; Gökçek’in “patlatılan balon”la son demde devreye girmesi gibi…

Kısacası “karşıt” ya da “yandaş” medyanın da kaşımasıyla, kitleler yine siyasî kutuplaşma ortasındaki “atışmalar”a mahkûm ediliyor. Son bir yılda doğalgaza yapılan ve yüzde sekseni bulan zamlara yenilerinin ilâve edildiği vasatta belli ki polemik politikasıyla kamuoyu bir süre de bununla oyalanacak…

FÜTURSUZ SİYASET

Başbakan istediği kadar inkâr etsin; istediği kadar “statüko bizim lûgatımızda yer almaz” deyip AB sürecinde ezberleri bozduklarını söylesin. Vaziyet ortada. Partinin “kapatma davası” sonrasında her türlü tâvize teşne görünen siyasî iktidarın bu süreçte özellikle millet irâdesinin engellenmesini sindirdiği, altı yıldır hep askıya alınıp bir başka bahara bıraktığı düzenlemeleri, bu kez süresiz ertelediği herkesin mâlumu… Hükûmetin AB’ye uyum yerine, “ciddî ihtar”lı “kapatmama kararı”yla carî sisteme “uyumu” yeğlediği, “değiştireceğiz” dedikleri düzenle “entegre” olup demokrasi dışı odakların “emrine girme” zâfiyetini sergilediği, açıkça görülmekte. Milletin değerlerine bigâne kalıp demokrasi dışı mihrakların “hassasiyetleri”ne odaklandığı, bâriz bir şekilde gözlemlenmekte.

Bundandır ki özellikle inanç ve mânevî değerlere dair meselelerde, din eğitimi ve öğretiminde, demokratik eğitim hakkında ciddî kısıtlamalar ve noksanlıklar bulunmakta.

YÖK yasasından başörtüsü yasağına, imam hatiplerin katsayı mağduriyetinden Kur’ân kurslarındaki “yaş yasağı”na, YAŞ’ta yargısız ihraçların önünün açık bırakılmasından ceza yasasında inanç ve ifâde özgürlüğünü kısıtlayan, düşünceyi “suç” sayan maddelere kadar hâlen bir yığın antidemokratik tortu durmakta…

Yine bundandır ki sözkonusu “yerli hassasiyetler” nazara alınarak eğip bükülerek işe yaramaz hale sokulan “uyum paketleri”ni kararlılıkla düzetmeye bir türlü cesâret edilmemekte.

Başbakan ne derse desin, neticede “kapatmama kararı”, kapatmaktan beter etmekte. Öteden beri millet irâdesinin hakkını ve hukukunu korumada yalpalayan AKP siyasî iktidarı için bir “kırılma noktası” olmakta. AKP siyasî iktidarının, siyasetin sınırlanmasını ve millî irâdenin “vesâyet” altına alınmasını sindirdiğinin milâdı olmakta… “Gerekçeli karar”ın ardından “laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmama” hesabına Meclis’in yasama yetkisinin kısıtlanmasına, antidemokratik dayatmalara “uyumlu” ve “teslimiyetçi” politikalarla katlandığı görülmekte…

Asimetrik tahrikle karşılıklı siyasî beslenmeye dayalı oy devşiren fütursuz politikalar bunun göstergesi…

06.12.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Çatı’ya değil, ‘temel’e yatırım gerek



Şundan emin olunuz ki, yaşadığımız sıkıntıları ancak “Doğru İslâm ve İslâma lâyık doğruluk”la aşabiliriz. Bunun dışındaki bütün teklif ve çare arayışları çıkmaz sokaklarda sona erer. Zaten yakın tarihimiz buna şahittir.

Gerek İslâm dünyasında ve gerekse Türkiye’de, dindar insanların ‘çare’yi ‘temelde’ değil de, ‘çatı’da yapılacak değişikliklerde görmesi en büyük hata. ‘İnsan’ unsurunun doğru olmadığı bir yerde, işlerin doğru ve dürüst devam edebilmesi mümkün mü? Peki, ‘doğru insan’ı nasıl ortaya koyacağız? Elbette ki, ‘doğru İslâm’a uygun şekilde eğiterek, yani ‘temeli’ sağlam atarak.

“Dindar” bilinen siyasetçiler en büyük yanlışı bu noktada yapıyorlar. Türkiye’yi kendilerinin yönetmesinin, işlerin düzelmesine yeteceğini zannediyorlar. Oysa ‘salahat’ ile ‘maharet’in farklı şeyler olduğu ve idarede de ‘maharet’in tercih edilmesi gerektiği unutulmamalı. “Tek parti devri”nden sonraki siyasî hayat buna örnek olabilir. Hele hele 28 Şubat sürecinde ve sonrasında yaşananlar ‘din adına siyaset’in en başta dine ve dindarlara zarar verdiğini ortaya koydu.

Geçen gün, büyük çoğunluğu iktidar partisine oy vermiş/sempati duyan gazetecilerden oluşan bir toplantıdaki konuşmalara şahit olunca, Risâle-i Nur’un siyasette de ortaya koyduğu prensiplerin, ‘hayatın gerçekleriyle örtüştüğü’nü bir defa daha görmüş olduk. Bütün konuşmacılar, ‘para’ ve ‘iktidar’ın ‘dindar siyasetçiler’i bozduğu noktasında ittifak ettiler. Temiz siyaset için yola çıktıklarını ifade eden bir derneğin organize ettiği toplantıda yapılan konuşmalarda, iktidar partisinin ‘insan’ yetiştirme noktasında sınıfta kaldığı ifade edildi.

Bazı konuşmacılar da Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu prensiplere ‘teslim olmak’ gerektiğini ifade ettiler ki, işin en can alıcı noktası buydu. Konuşmalarda, “Eğer başta Risâle-i Nurlar ve diğer ‘cemaat’ yapılanmaları olmasaydı, Türkiye’nin manevî krize sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu” da ifade edildi. Bazı konuşmacılar da mahallî idarelerdeki bozulmalara öyle örnekler verdi ki, ürkmemek ve üzülmemek mümkün değil!

Konuşmalardan ortaya çıkan ortak kanaati şöyle özetlemek mümkün: Her ‘iş’ mutlak surette ‘ehline/maharet sahibine’ verilmelidir. İktidar partisine mensup belediyeler, yolsuzluk konusunda sınıfta kaldı. Dolayısıyla ‘insan’a yatırım yapılmadı. ‘İktidar’ olmakla ‘muktedir’ olmak çok farklı, iktidardaki parti ‘muktedir’ olamadı.

Tekrar etmekte fayda var: Toplantıda konuşanların büyük çoğunluğu iktidar partisine destek vermiş medya mensuplarıydı.

Toplantıdaki bu değerlendirmelerden sonra Yayın Koordinatörümüz Abdullah Eraçıkbaş’la birlikte biz de, Üstad Bediüzzaman’ın dile getirdiği bazı tesbitleri mümkün olduğunca hatırlatmaya çalıştık. Bunlardan biri de, “On Altıncı Lem’a”daki “Üçüncü Meraklı Suâl”e verilen cevaptı. Hatırlanacağı üzere Bediüzzaman orada şöyle diyor: “(...) Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine îman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.”

Toplantının maksadı ‘mahallî idareler’i konuşmaktı, ama mecburen “Türkiye” konuşuldu. Zaten Türkiye’nin genel problemlerinden bağımsız bir şekilde ‘mahallî idareler’i konuşmak mümkün değil ki.

Yaşanan hadiseler Risâle-i Nur’daki tesbitleri doğruladı ve doğrulamaya da devam ediyor. İnşallah bu gerçeklerin görülmesi için daha fazla bedel ödemek durumunda kalmayız.

06.12.2008

E-Posta: [email protected]




Umut YAVUZ

Gazzeliler zulme ‘kurban’ olmasın



Kurban Bayramı’na bir kaç gün kala İslâm âlemi ağız tadıyla bir bayram yaşayabilecek mi diye düşüncelere dalıyoruz. Bayram öncesi yine “İslâm adına, ama gerçekte İslâmı karalamaya matuf” bir terör saldırısıyla sarsıldık. Bunun yanı sıra uzun zamandır kanayan bir yara olan Gazze’den ise acı çığlıklar yükselmeye devam ediyor. Ancak bu sefer Gazzelilerin feryadı, fersah fersah uzaklardan da olsa yürekleri yaralayacak seviyeye ulaşmış durumda. Geçtiğimiz günlerde medya organlarında sıkça Gazze’deki insanî durumun artık tahammül edilemez seviyelere geldiğine dair haberler okuduk. Kurban Bayramı öncesi bu durumda ne yazık ki hali hazırda bir değişiklik söz konusu değil. Her ne kadar İslâm ülkelerinden ve özellikle Türkiye’mizden de bölgeye insanî yardımlar gönderilse de bu yardımlar henüz bölgedeki açığı kapatacak seviyede değil.

İşin daha vahim yönü ise Gazze’deki dramın baş aktörü İsrail devletinin ise eşi görülmemiş bir şekilde ablukaya devam ettiği ve insanî yardımları bile Gazze’ye sokmadığı gerçeğidir. Evet dünyanın gözü önünde Gazzeliler açlığa ve sefalete mahkûm ediliyor ve silâhların gölgesinde aç bi ilâç yaşamak durumunda bırakılıyorlar. Son olarak, Libya’dan demir alan ve Gazze’ye 3 bin tonluk yardım getiren bir geminin, Gazze açıklarında rotasını değiştirerek Mısır’a yönelmek durumunda kaldığını öğrendik. Zira İsrail yönetimi muhasara altına almış olduğu Gazze’nin kıyılarına kendi gemilerinden başka gemiler gelmesine razı olmuyor. Bazı analistler, İsrail’in bu insanlık dışı tutumunu son sıralarda İslâm dünyasında özellikle de Arap dünyasında Gazze’deki drama karşı oluşan hassasiyetten “hoşnutsuzluğuna” bağlıyorlar. Evet, İsrail yönetimi Müslümanların Gazze’ye ilgi göstermesinden ve insanî yardım amacıyla dahi olsa gemilerle buraya yanaşılmasından rahatsızlık duyuyor. Libya gemisi bir Arap ülkesinden Gazze’ye doğru hareket eden ve yardım taşıyan ilk gemi olması bakımından büyük önem taşıyor. Aynı şekilde Katar ve Yemen’den yardım kuruluşları da ilerleyen günlerde Gazze’ye göndermek üzere daha fazla yardım gemisi hazırladıklarını duyurdular.

Yani İsrail’in endişeleri boşuna değil. Müslüman ve Arap ülkelerinde zulme karşı bir uyanış söz konusu... Nitekim 2 Aralık günü Lübnan’ın başşehri Beyrut’ta çok sayıda öğrenci, Gazze Şeridi’nde ablukaya maruz kalan Filistinlilere destek gösterisi düzenledi. 2 bin dolayında öğrenci, Filistinlilere destek için BM merkezine yürüdü. BM merkezinin önünde yarım saat kadar gösteri yapan öğrenciler, İsrail karşıtı şarkılar söyledikten sonra barışçı bir şekilde dağıldı. İşte bu ve bunun gibi hareketlilikler İsrail yönetimini Gazze konusunda saldırgan bir duruşa zorluyor gibi görünüyor.

Bunun yanı sıra İsrail hükümeti Gazze’de son bir, bir buçuk aydır yabancı basına da yasak uyguluyor. Kesinlikle hiçbir yabancı basın mensubunun Gazze Şeridi’ne geçişlerine izin verilmiyor. “İsrail’de Demokrasinin Korunması Merkezi” de İsrail’in yabancı basın mensuplarına Gazze’yi kapatmasına tepki göstermişti. Merkez, Savunma Bakanlığının mevcut uygulamasının güvenlik dışında “başka gerekçeleri” olacağını düşündüklerini dile getirirken, yasakla ilgili mantıklı bir açıklama alamadıklarını belirtti. Merkez, yasağın bir an önce kaldırılmasını da istedi. Aslında İsrail yönetiminin neden böyle bir yasak uyguladığı aşikârdır. Zira burada amaç dünyanın Gazze’deki içler acısı durumu duymaması ve bilmemesidir. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar Gazze’deki durum dünyanın gündeminde ve gözlerinin önündedir. Son olarak Human Rights Watch adlı İnsan Hakları İzleme kuruluşu Gazze’de İsrail’in uyguladığı ablukayı “bir savaş suçu” olarak niteledi. Böylesi bir zulüm uzun süre gizli kalamazdı zaten.

İsrail’in Gazze politikasından son bir örnek daha verelim. Geçtiğimiz gün Knesset’in uçuk milletvekillerinden, Likud üyesi Gilad Erdan, roket saldırılarına karşı, Gazze ile sınıra Filistinli tutukluların yerleştirilmesini önerdi. Likudlu milletvekili, “böyle bir hareketin Filistinli teröristleri, İsrail’in güneyine roket saldırıları düzenlemekten caydıracağını” savundu. Yani Filistinlileri birer canlı kalkan olarak kullanma teklifinde bulundu. İsrail parlamentosunda Hitler’i dahi utandıracak bu türden şeyler konuşulurken İsrail hükümeti, Filistinli 250 tutuklunun Kurban Bayramı öncesi serbest bırakılmasına da onay verdi. İsrail’in elinde binlerce Filistinli tutuklunun bulunduğu biliniyor. İşte Kurban Bayramı evvelinde Filistin’deki durum genel olarak bu şekilde. Neticede Gazze’deki zulme mukabil bir uyanışın emarelerinin görünmesi de umut veriyor. Dileyelim ki Bayram Gazzeliler için de Bayram olsun ve kimsecikler zulme kurban olmasın.

06.12.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kararsızların mesajı



Son Metropoll anketinin ortaya çıkardığı ilginç sonuçlardan biri de, partilerin oy dağılımındaki değişime ilişkin.

Buna göre, yerel seçim anketinde AKP 28.5’e, CHP 12.7’ye, MHP 7.2’ye ve DTP 0.8’e düşmüş. Kararsızların, “Oy tercihim gösterilecek adaya bağlı” veya “Hiçbiri” diyenlerin toplamı ise 46.9.

Genel seçim anketindeki dağılımda da AKP 32.5, CHP 12.5, MHP 7.6 ve DTP 3 gözüküyor. Ve orada da kararsızlar yüzde 40 seviyelerinde.

Bu tablonun gösterdiği sonuçlardan biri, AKP başta olmak üzere 22 Temmuz partilerinin tümünün inişe geçmiş olması. AKP’nin yüzde 47 oyu yüzde 30’lar düzeyine inerken, CHP’nin DSP ile birlikte aldığı yüzde 21 yüzde 12.5’a, MHP’nin yüzde 14’ü de yarı yarıya gerilemiş.

Bundan önceki anketlerde kararsızlar diğer partilere, dağılımdan aldıkları pay oranında dağıtılarak yeni bir tablo oluşturulurdu. Ama bu ankette kararsızların yüzde 40’lara ulaşması, kafadan böyle bir dağıtıma izin vermiyor olmalı.

Çünkü bu orandaki bir kararsızlık, hangi tercihte bulunacağını bilememeyi yansıtan bir tereddüdün değil, önde gözükenler başta olmak üzere, mevcut partilere mesafe koyan “kararlı bir kararsızlığın” tezahürü olarak görünüyor.

Bu tavır, büyük sürprizlere yol açabilir.

3 Kasım 2002’de oluşan Meclis tablosu, siyaseti AKP ile CHP ikisiline hapsetmişti. 22 Temmuz 2007 seçimi, bu ikilinin yanına MHP’yi ve bağımsız seçilip grup kuran DTP’lileri de kattı.

Ancak ne 3 Kasım’ın getirdiği AKP-CHP denkleminin, ne de 22 Temmuz’la oluşan AKP-CHP-MHP-DTP dörtlüsünün, Türkiye siyasetinin gerçek yapısını yansıttığı iddia edilebilir...

Özellikle 22 Temmuz tablosunun, daha bir senesi dolmadan tıkanması açıkça gösteriyor ki, siyaset ve toplum mühendisliği projeleriyle ve manipülasyonlarla üretilen sun’î yapıların uzun ömürlü ve kalıcı olabilmeleri mümkün değil.

“Kararsız”ların bu kadar yüksek çıkmasını, siyaset kurumunun tümüne karşı gelişen bir tepki olarak görüp, bunu partilere dayalı demokratik siyasî hayatın geleceği açısından endişe verici bir gelişme şeklinde yorumlayanlar mevcut.

Bu değerlendirmenin de belli ölçüde haklılık payı olabilir belki, ama özellikle 22 Temmuz partileri ekseninde bakılacak olursa, bu partilere duyulan güvenin azalmasını tüm siyaset kurumundan ümit kesildiğinin işareti olarak görmek ve buradan yeni antidemokratik tezgâhlar için çıkarımlarda bulunmaya kalkışmak yanlış.

Çünkü siyaset, 22 Temmuz partilerine hapsedilemeyecek, AKP-CHP-MHP-DTP dörtlüsüne inhisar ettirilemeyecek bir olgu. Bu partiler gider, başkaları gelir. Nitekim 2002 öncesinde AKP var mıydı? 1999’da CHP, 2002’de MHP baraja takılıp Meclis dışında kalmamışlar mıydı?

Gerçek şu ki, dünyada da, Türkiye’de çok hızlı bir değişim yaşanıyor. Bu değişimin getirdiği yeni taleplere cevap verebilen partiler kazanıyor, veremeyenler ya tamamen tasfiye ediliyor veya seçmen tarafından nadasa bırakılıyor. Tasfiye olanların bir daha dirilmesi zor, ama sağlam bir kökten geldikleri halde kendilerini yenileyemedikleri için nadasa bırakılanlar, düştükleri durumdan doğru dersler çıkarıp toparlanmayı başarabilirlerse yeniden ayağa kalkabilirler.

Bediüzzaman’ın “Hîn-i meşrutiyette tevbe kapısı açıktır” sözüyle dile getirdiği gerçek, demokratik süreçte herkes, her kurum ve her parti için geçerli. Yanlış yapan bedelini öder. Hatasını görüp telâfisine çalışan, kazanır. Seçmen de yanlış yapabilir ve hatasını, sıkıntılı sonuçlarını yaşayıp ceremesini çektikten sonra düzeltebilir.

Burada önemli olan, demokratik sürecin açık veya örtülü müdahale, yönlendirme, yanıltma, saptırma ve manipülasyonlardan âzâde, hür, serbest, eşit, âdil ve dürüst bir şekilde işlemesi.

Sonuç olarak diyeceğimiz o ki, kararsızlar bütün partilere aynı mesajı veriyor: Kararımı senden yana netleştirmem için üzerine düşeni yap.

06.12.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır