"Gerçekten" haber verir 15 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Nimetullah AKAY

İnsan, nasıl insan olur?



Var olan her şey insan için yaratılmıştır bu âlemde. Kâinatın Yaratıcısı insanı yaratılanların en güzeli ve en mükemmeli olarak yaratmış ve kendine yeryüzü halifesi olarak tayin etmiştir. İnsan olmasaydı bu kâinatın, bu dünyanın yaratılması bir şey ifade edebilir miydi? Var olan her şey, insanla değer kazandırılmış, insan da imanla değerli kılınmıştır.

Kâinatın Rabbinin en güzel san'atını görmek istiyorsak öncelikle insana bakmamız gerekir. İnsanın da gerçek mahiyetini öğrenmemiz için önce kendimizden başlamamız gerekir. Kendimizi tanımaya başladığımız zaman yaratılışın insanlığa kazandırdığı değeri anlamaya başlarız.

“Ben neden insan olarak yaratılıp bu dünyaya gönderildim? Neden bütün mahlûkata en üstün bir varlık olarak yaratıldım? Neden bir süre yaşadıktan sonra ölümle bu dünyadan ayrılacağım?” gibi sorularla kendimizi tanımaya çalışırsak yavaş yavaş gerçeklerle yüzleşmeye başlarız şüphesiz.

Hayatımız yaratılışımız ile ilgili sorularla ve bulunan cevaplarla mânâ kazanmaya başlayacaktır. Kâinatı tanımaya başlayan bir insan, kâinatın yaratıcısı olan Allah’a yönelmeye başlamış demektir. İnsan, insanî duygularını yerli yerinde kullandıkça hayatın anlamlı ışıkları kendisine görünmeye başlayacaktır.

Hak ve hakikatı arayan insan mutlaka hedefine varacak ve insan olmanın gereğini yapmaya başlayacaktır. İnsan olmanın en önemli gereği, var olan her şeyin Yaratıcısını, Rabbini tanımaktır. Rabbini tanıyan bir insan, elbette Rabbinin rızası dairesindeki bir yaşayışın da arayışı içine girecektir.

Samimî duygularla yapılan arayışlar mutlaka insanı güzelliklere kavuşturacak, onu aradığı huzura kavuşturacaktır. Rabb-i Rahîm’e giden yolu arayan bir akıl sahibinin insanlığın medar-ı iftiharı olan Risâlet güneşini görmemesi mümkün değildir. Baştanbaşa mû'cize olan elindeki kitapla şuur sahibi canlılara hitap eden Allah’ın Habibi Muhammed’i (asm) her hakikat arayıcısı mutlaka bulabilecektir bu imtihan dünyasında.

Elindeki Kur’ân-ı Azimüşşânı göstererek, “İşte kurtuluşunuz bununladır” diyen, “Kurtuluşa ermek istiyorsanız bu kitaptaki hakikatleri hayatınıza geçirmek ve Rabbim tarafından en güzel bir şekilde terbiye edilen benim hayatımı kendinize örnek seçmelisiniz” diye bütün şuur sahiplerine hitap eden o Zat-ı Muallâ’yı tanımamak ve görememek, bütün dünyayı aydınlatan güneşi görememek gibi bir şeydir şüphesiz. Tanımak ve yönelmekle insan kendini bulur. İnsanın maddî yapısını maneviyâtla değerlendirmenin yolu budur işte.

Kendisine büyük emanet verilen insan, verdiği emanetin gereğini yerine getirmezse insanlığını koruyamaz. O emanet insanlıktır. O emanet insanlığı Kâinat yaratıcısının yolunda değerlendirmektir. Rabbini tanımayan insan varlıkların en acizi, en fakiri, en bahtsızıdır. Rabb-i Rahimin Habibinin âlemleri aydınlatan dâvetine kulak vermeyen, insanlık imtihanında sınıfta kalacaktır.

Allah’tan başkasına yönelenler, âciz kullardan ödü kopanlar, İlâhî adalet yerine insanî korkularla hareket edenler, insanlığın değerini maddede arayanlar, dünyayı sadece hevâ ve hevesin tatmin edildiği bir mekân olarak bilenler büyük kayıp içindedir. Düşünceleri dumura uğratmakla, gerçeklere gözleri kapamakla, gözler önündeki hakikatleri görmemekle sarhoşluğa yönelmekle insanlık bir yere varamaz.

Büyük Yaratıcının koyduğu kural ve kaideler dışında kalanların, insanların dar düşünceleriyle ortaya koyduğu kanunlarla âleme nizam vermeye çalışanların başarılı olması elbette mümkün olmayacaktır. Hayatlarını şeytanların rehberliğinde geçirmiş olanların dermanları dert verir, zehir verir, en sonunda hem maddeten, hem de mânen öldürtür.

Tarih boyunca sadece İlâhî mesajları insanlara ileten peygamberler ve o güneşlerin yörüngesinden ayrılmayan mâneviyât kutupları ancak huzur rehberi olabilmişlerdir. İnsanlık âleminin manevî liderlerini görmeyen şaşkınlar insanlıklarını da bulamayacaklardır elbette.

15.12.2008

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

HAC, KOKULAR VE ŞEFFAFİYET



Hacılık makamına yükselmiş dostlarımız, kardeşlerimiz yavaş yavaş memleketlerine dönmeye başladılar. Bu iki aylık dönem hacca gitmemişler açısından çok önemli bir dönem. Mukaddes mekânların ve mübarek toprakların kokusu üzerine sinmiş dostlar henüz bu kokular üzerlerindeyken ziyaret edildiklerinde muhakkak o manevî atmosferin ruhu karşı tarafa da sinecek bir insibak ve insiyak hali yaşanacak ve o beldelerden dönen dostlar oksijen yüklenmiş eritrositler (alyuvarlar) gibi gittikleri bölgelerin manevî teneffüsüne vesile olacaklardır.

Ayrıca o mukaddes vazifeyi yerine getirmenin ruhta oluşturduğu şeffafiyet hali dünyevî hadiselerle bulanmadan bir an evvel halleri ile hallenmeye getirdikleri manevî atmosferi teneffüs etmeye çalışmak lâzım. Varlık âleminde işleyen temel sırlardan biri şeffafiyettir. Bu sırra mazhar olanlar, cismen ve şeklen kendilerini ön plana çıkarmazlar. Eşya içerisindeki işleyişleri, daha derinden ve nüfuz etme şeklindedir. Bu yüzden şekilleri, sınırladıkları belirli bir alan, katı bir yapıları yoktur. Her şeye, her şekle uyum sağlayabilecek derecede esnektirler, ancak her şeyin içine nüfuz ederek hayatî fonksiyonlar icra ederler. Bunun zıddı ise, Risâle-i Nur terminolojisinde teşahhusat şeklinde yer almaktadır. Teşahhusat sırrına mazhar olanlar ise daha katı, şekilleri belirgin olan ve belirli bir alanı sınırlamış varlıklardır. Nüfuz edebilmeleri, hatta aynı alanda bir başka varlıkla bir arada bulunabilmeleri bile çok zordur. Çoğu zaman mümkün değildir. Haliyle, sınırladığı alanda mutlak hakim olduğu hissini uyandırır. Varlık âleminde şeffafiyetin en güzel örnekleri nur (ışık, elektromanyetik dalgalar), hava ve sudur. Bu maddeler her yerde her şeyin içinde bulunup çok önemli görevler icra etmelerine rağmen o nesnelere şekillerini vermeye çalışmazlar. Havasız ve susuz hayat olmaz ancak bu hayatî fonksiyonlarını varlıklarından bile haberdar olunmayacak şekilde icra ederler. İnsan bedeninin ve dünyanın yaklaşık dörtte üçünün su olduğu bilinmektedir, ancak bunlara dışarıdan bakıldığında suyun var olduğu bile belli değildir. Diğer taraftan kayalar, taşlar ve bütün katı nesneler belirli bir alanı sınırladıkları ve oraya hakim olduklarını hissettiren, geçit vermez ve esnemez bir hali temsil etmektedirler. Sevgiyle insanları kuşatarak onları belirli bir şekle sokma gayreti şeffafiyeti, siyaset ve otorite yoluyla baskıyla aynı fiil teşahhusatı ifade etmektedir.

Fıtratın kanunlarından biri de aczin, fakrın ve şeffafiyetin gerçek ve nüfuz eden gücü arttırıyor olmasıdır. Bu sırra Risâle-i Nur da mazhar olmuştur. Kanada’da bulunan ve Amerika’nın emperyalist uygulamaları dolayısıyla Kanadalı olarak anılmayı tercih eden ve yakın zamanda İslâmla şereflenen Fred A. Reed bu durumu Anadolu Kavşağı isimli kitabının önsözünde şöyle dile getirmektedir: “Fakat, bütün bunların ötesinde, Bediüzzaman’ı incelemeye beni iten başka bir etken vardı. O da, onun üç hükümet ve siyasî rejimin değişmesine sahne olan siyasî ve askerî mücadele döneminde aktif bir katılımcı olarak uğradığı yenilgiydi. Çok-uluslu, görünürde İslâmî olan Osmanlı devleti karşısında, İttihad ve Terakki Fırkasının despotik idaresi karşısında ve sekülerist Cumhuriyet’in doktrinlerine karşı fikirleriyle yaptığı savaşta hep yenilmişti.

Ancak, bu yenilgi, rasyonalist bir analizin kaçırdığı ilginç bir metodla, zafere dönüşür. Bu zafer, sufî bakış açısıyla ifade edersek; tevazuun kibire, hikmetin kuvvete, ihlâsın dalkavukluğa, imanın küfre ve aczin kudrete karşı bir zaferiydi. Bediüzzaman’ın karakteri, hayatı ve yaptıklarıyla tanıştıkça, onun emsalsiz vasıflarına duyduğum takdir ziyadeleşti. Onu, yaşadığı dönemle sınırlı kalmayıp zamanımıza da uzanan mesajlar veren biri olarak gördüm.”

Son zamanlarda ortaya çıkan çok ilginç bir sonuç kokunun hayatımızda sandığımızdan çok daha önemli bir yerinin olabileceği. Çünkü, genetik yapı üzerinde koku ile ilgili bilgilerin kodlandığı bölüm genomun yüzde birini veya üçünü işgal edecek kadar geniş bir alanda yer alabiliyormuş. Görme fiili üç farklı tip reseptörle gerçekleşirken, koku alma iki bin reseptörle tanımlanıyor.

Bu durumda kokunun şekilden uzak daha şeffaf yapısı ile ulvî mânâları daha net ortaya koyabileceği akla geliyor. Kesretin katılığından uzak ve son derece lâtif varlıklar içinde en şeffaf olan yapılardan biri olan koku belki de sandığımızın ve önemsediğimizin ötesinde hayatımızda çok farklı roller üstleniyor. Bu sektöre dünya genelinde verilen önem ile genlerimizde kodlanması için ayrılan alan kokunun öneminin maddî göstergeleri olmalı. Ulvî nağmeler, estetik görüntüler gibi kokular da, bazı mânâları kelimelerin kısır ve aciz kaldığı noktalarda daha rahat ve şekilsiz anlatmamıza ya da hissettirmemize yardımcı olabilir. Uzakdoğu geleneğinde ayrı bir yeri olan koku aromaterapi adı altında tedavide ve farklı mesajların beyne iletilmesinde kullanılıyor. Geleceğin iletişim dilinde kokuların, önemli bir yeri olacağa benzer. Bu yüzden kokuları, ustalıkla kullanan ve onlarla adeta bir beste yapar tarzda mesaj verir hale getirenler kendilerini karşı tarafa çok daha etkili ve şeffaf bir yapı içinde ifade edebilecekler.

Arafat’ın, Müzdelife’nin, Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi’nin kokusu üzerlerine sinmiş dostların halleri ile hallenmek için güzel bir dönem içindeyiz. Değerli bir dostum şöyle demişti: “Hac dönüşü ilk bir ay aynı melekler gibi olursun. Kendini bu dünyaya ait değil de uhrevî âlemlere aitmiş gibi hissedersin. Zamanla dünya hali ile hallenme süreci başlar ve tedricî olarak yaklaşık üç ay içinde eski haline doğru gerilersin.” Âlemlerin Rabbi bizi O’na ait güzelliklerden ve uhrevî âlemlere ait kokulardan ayırmasın. Haccın mânâsını ruhlarda oluşturduğu şeffafiyet ve acziyet, bütün ruhlara ve dünyaya yansısın.

15.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İslâma koşan dünya



Amerika’nın yakın geçmişine bakın! Siyah renkliler ikinci sınıf insan kabul edilir, hor ve hakir görülürlerdi. Hatta onların lokantaları bile ayrı idi. Ama ilim ve medeniyetin hükmetmesiyle siyahlar da normal vatandaş kabul edilmeye başlandı ve bugün siyahî bir insan ABD’nin başkanı oldu. Elli sene önce böyle bir şeyden söz edilseydi kimse inanmazdı, hatta rüyada görülse bile inanılmazdı. Bugün hiç yadırganmıyor artık ve normal olaylar olarak kabul ediliyor.

Demek akıl, ilim ve fennin hükmettiği istikbalde—ki artık günümüzde—İslâm hükmediyor.

Âhirzamanda geleceği müjdelenen Hz. Mehdi’nin dört görevinden biri de saltanat değil miydi? Yani onun hükümranlığı dünyayı içine alacak. Bu demektir ki onun savunageldiği İslâmın esas ve prensipleri akıl, ilim ve fennin hükmettiği günlerde hükmünü icra edecek.

Demek şu veya bu şekilde İslâmın hükümleri insanlığa mal oluyor; ırk, renk, soy sop farkı gözetilmeksizin yeteneklere bakılıyor.

Demek İslâm hükmediyor.

Cahiliye döneminde de renkler, ırklar, nesepler hükümrandı. İslâm geldi, hangi renk, ırk ve soydan olursa olsun bütün inananları kardeş hâline getirdi. Üstünlüğün ancak faziletle olacağı hükmünü getirdi. Allah Resûlü (asm) İslâmın bir nev'î özetini sunduğu Veda Hutbesinde, “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır” buyuruyor, herkesin eşit olduğuna dikkat çekiyor; Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Araba; beyazın siyaha, siyahın da beyaza, Allah’ın emir ve yasaklarına bağlılıktan başka bir üstünlüğü olmadığını bildiriyordu.1

Bu hükümler söylenmekle kalmıyor, hemen de tatbikatını buluyordu. Birgün Hz. Bilâl’le Ebû Zer (ra) sohbet ediyorlardı. Her nasılsa, “Ey siyah kadının oğlu!” deyiverdi Ebû Zer (ra) Bilâl’e (ra). Maksadı hakaret değildi şüphesiz. Belli ki şakaydı. Ama şaka da olsa siyah renkliliğiyle ayıplanması üzmüştü Hz. Bilâl’i (ra). Durumdan haberdar olan Allah Resûlü (asm) oldukça öfkelenmişti. “Ey Ebû Zer!” dedi, “Demek sen anasından dolayı onu ayıpladın öyle mi? Demek sen içinde hâlâ Cahiliyye âdeti taşıyan birisisin öyle mi?” diye çıkıştı.

Keşke yer yarılsaydı da Ebû Zer bu sözleri duymasaydı. Bin pişman olmuştu. Hemen yanağını yere koydu ve “Bilâl ayağıyla yanağıma basmadıkça ayağımı yerden kaldırmayacağım” dedi.2

Hz. Bilâl onu yerden kaldırmış, “Bu yanaklar çiğnenmeye değil, öpülmeye lâyıktır” deyip kucaklaşmışlardı.

İşte İslâm böylesine bir eşitlik ve kardeşlik anlayışı getirmişti. Her halde ahirzamanda insanlığın İslâma dönüşü de böyle olacak.

Demek ruh, kalp ve akılları celbeden İslâm hükmediyor.

Dipnotlar:

1- Müsned, 5:411. 2- Buharî, İman: 22.

15.12.2008

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Peygamberimizin (asm) iman dâvâsı



Peygamberimiz (asm) insanlığa bir dâvâ ile geldi. Bu dâvâ, iman dâvâsıdır. Yüce Allah bizleri Peygamberimizin (asm) dâvâsına destek olmaya çağırmaktadır. “Ey iman edenler! Sizler Allah’a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 47:7) Peygamberlerin en önemli özellikleri ve vazifeleri, Allah’ın dinine hizmet etmeleridir. Allah’ın dini ise, “Tevhid” hakikatini insanlara duyurmaktır. Nitekim peygamberler birçok inananlar ile beraber Allah yolunda mücadele etmişler ve bu konuda gevşeklik ve zaaf göstermemişlerdir. Kendilerine isabet eden sıkıntılara sabır göstermişler ve Allah’ın sevgisini kazanmışlardır. (Âl-i İmran, 3:146)

Bu konuda en fazla sıkıntı çeken, Peygamberimiz (asm) olmuştur. Kendisine pek çok vaatlerde bulunan ve korkutmaya çalışan Mekke müşriklerine “Allah’a yemin ederim ki, Tevhit dâvâsı uğruna, Allah’ın bana verdiği vazifeyi yerine getirmek için onlarla savaşırım, ya Allah beni galip getirir veya bu uğurda başımı veririm” buyurarak büyük bir kararlılık göstermiştir.

Yüce Allah “iman dâvâsı için mücadele eden ve bu uğurda öldürülen mü’minlerin canlarını cennet mukabilinde satın aldığını” (Tövbe, 9:111) müjdelemiştir. Fani dünyanın insana kazandırdığı en büyük menfaat, ebedî hayatı ve cenneti kazanmaktır ki, bunun yolu da iman dâvâsına gönül vermekten geçmektedir.

Peygamberimiz (asm) bir savaştan dönmüştü. Âdeti üzere önce Mescid-i Nebevî’ye giderek iki rekât namaz kıldı. Sonra önce Hz. Fâtıma’ya uğradı. Hz. Fatıma (ra), Peygamberimizi (asm) görünce boynuna sarıldı ve ağlamaya başladı. Peygamberimiz (asm) neden ağladığını sordu. Hz. Fatıma da “Görüyorum ki benzin solmuş ve elbiselerin yırtılmış, büyük bir sıkıntı ve zahmet çekmişsin” buyurdu. Bunun üzerine Peygamberimiz (asm) “Ey Fâtıma! Ağlama, zira Cenâb-ı Hak senin babanı öyle bir dâvâ için görevlendirmiştir ki, yeryüzünde ne kadar ev varsa o dâvâ yüzünden ya aziz olacaktır veya zelil olacaktır. O dâvâ her eve girecektir” buyurdu.

Peygamberimiz (asm), iman dâvâsı için Mekke’de o derece sıkıntı çekmekteydi ki, bu sıkıntı gündüzün üzerine yağmış olsaydı gece olurdu. Bu hususu Peygamberimiz (asm) “Bu yolda gördüğüm eza ve cefa hiç kimsenin başına gelmemiştir. Bazen olurdu ki üzerinden otuz gün geçerdi de Bilâl’in koltuğunda bir parça yiyecekten başka ne bende, ne de Bilâl’de bir şey bulunmuyordu” hadisi ile belirtmiştir.

Peygamberimiz (asm) Kâbe’de namaz kılarken, Ukbe b. Ebu Muat gelip boynuna eteğini sardı ve bütün gücü ile boğazını sıktı. Ebû Bekir (ra) geldi de Ukbe’nin kolundan tutarak onu Peygamberimizin (asm) üzerinden kaldırdı. Sonra ona “Siz bir adamı ‘Rabbim Allah’tır’ dediği için mi öldürmek istiyorsunuz? Oysa o size Rabbinizden apaçık mû'cizelerle gelmiştir” dedi.

Peygamberimizin (asm) Allah yolunda ve dâvâsı uğrunda çektiği sıkıntıları saymakla bitiremeyiz. Peygamberimizin (asm) sahabelerinin de bu uğurda çektikleri saymakla bitmez; açlığa, susuzluğa, zulüm ve eziyetlere katlanarak bu dâvâyı bizlere kadar ulaştırmışlardır. Allah’ın yardımı onlar ile beraberdi ve önlerinde mû'cizelere mazhar peygamber vardı. Ama Allah'ın yardımı, çalışmaları ve gayret etmeleri, yılmamaları sayesinde kendilerine ulaşıyordu. Peygamberimiz (asm) “Allah bu ümmete zayıf olmaları, ihlâsları ve namaz kılmaları sayesinde yardım eder” buyurmuştu. Sahabeler bu hususa çok dikkat ediyorlardı. Yüce Allah da “Gevşemeyin, üzülmeyin, şayet gerçekten inanıyorsanız üstün olan sizler olacaksınız” (Âl-i İmran, 3: 139) buyurarak dâvâlarında gevşeklik göstermedikleri ve inançlarını güçlendirdikleri ölçüde kendilerine yardım edeceğini belirtmişti.

Yüce Allah, mü’minlerin ihlâs ve samimiyetle Allah’ın dini ve iman dâvâsına destek olmalarını, birbirlerine kenetlenerek Allah yolunda mücadele etmelerini istemektedir. “Allah, kendi yolunda birbirlerine kenetlenerek saf halinde savaşanları sever” (Saf: 61:4) buyurur. Bunu yaptıkları zaman “Allah’ın yardımının ve yakın bir fethin” (Saf, 61:10) kendilerine verileceğini müjdeler.

15.12.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Kıbrıs'ta diplomatik zafer



Kıbrıs adasını bütünüyle ilhak (ENOSİS) etmek isteyen Yunanistan'ın bu bencilce tezi, BM Genel Kurulu tarafından reddedildi. (15 Aralık 1957) Bu red kararının arka plânında ise, DP iktidarının diplomasi kulvarında sürdürmüş olduğu olağanüstü çabanın damgası görünüyor.

İktidara geldiği 1950 yılından beri Kıbrıs meselesini yakından takip eden DP hükümetleri, tâ 1959 yılı sonlarına kadar aynı performansı sergiledi ve bunda da çok büyük başarılara imza attı.

Türkiye'nin bu son derece mühim stratejik meselesini tökezleten sebepler zinciri ise, 1960 darbesiyle birlikte başladı ve günümüze kadar gelip dayandı. Öyle ki, 1964 ve 1974'teki başarılı harekâta rağmen, uluslar arası hukuk platformunda ciddiye alınacak hiçbir başarı sağlanabilmiş değil.

Birlik antlaşmaları

Türkiye ile Yunanistan'ın NATO'ya üye sıfatıyla dahil olması, aynı döneme (1952) rastlıyor.

İki ülkenin de dahil olduğu Balkan Paktı (Dostluk ve İşbirliği Ant.) ise, bir sene sonra imzalandı.

Balkan ülkeleriyle diplomatik müzakere ve münasebeti tesis eden Demokrat Parti hükümeti, ardından Ortadoğu ülkeleriyle yapılacak birlik çabalarını hızlandırdı. 1955'te Türkiye, Irak, İran ve Pakistan'ın da kurucu üyesi olduğu Bağdat Paktı kuruldu.

Diplomasideki bu gelişmeler, Türkiye'nin manevra imkânını geliştirdi, elini daha da güçlendirdi.

İşte, bugün de üzerinde en çok durulan ve birçok dünya ülkesini yakından ilgilendiren "Kıbrıs meselesi" bu dönemde büyüyerek yeni bir boyut kazandı.

İngiltere adadan çekiliyor

93 Harbi (1878) esnasında Kıbrıs'ta inisiyatifi ele geçiren İngiltere, 1950'li yılların ortalarında adadan çekilme sinyalleri verdi. Bu ise, Türkiye ile Yunanistan'ı haliyle karşı karşıya getirdi.

Yunanistan, adanın tamamına göz diktiği için, Kıbrıs'ı ilhak (ENOSİS) etmek istiyor. Rumların nüfus ağırlığını da gerekçe gösteren Yunanistan, konuyu BM'nin önce Siyasî Komisyonuna, ardından da Genel Kuruluna taşıdı.

Türkiye'nin takip ettiği yol ise farklıydı. DP hükümeti, meseleye ciddiyetle eğildi ve Kıbrıs'ta yaşanan ihtilâfların öncelikle ilgili ülkeler (Türkiye, Yunanistan, İngiltere) nezdinde yapılacak diplomatik görüşmeler yoluyla bir esasa bağlanmasını istiyordu. Ancak, BM'deki gelişmeler de dikkatle ve hassasiyetle takip ediliyordu.

1954'te bir netice alamayan Yunanistan, aynı meseleyi 1957'de tekrar BM'ye götürdü. BM Genel Kurulunda yapılan görüşmeler neticesinde, Yunanistan'ın tezi kesin bir ifadeyle reddedildi.

Böylelikle, Türkiye'nin eli daha da güçlenmiş oldu. Mesele dönüp dolaştı ve neticede NATO'nun da gündemine gelmiş oldu.

BM'den sonra NATO devrede

NATO, üyesi olan her iki ülkeye de arabuluculuk teklifinde bulundu. Tabiî, yine BM'nin bilgisi ve kontrolü dahilinde olmak üzere...

Neticede, Türkiye ve Yunanistan'ın dışişleri bakanları 18 Aralık 1958'de Paris'te yapılan bir NATO toplantısı vesilesiyle biraraya gelerek, yeni bir müzakere sürecini başlatmış oldular.

Bunu takip eden devrede ise, ileriye doğru bir adım daha atıldı ve iki ülkenin başbakanları biraraya geldi.

Şubat 1959’da Zürih’te buluşarak Kıbrıs’ın devletler arası hukukî statüsünü belirleyen Türkiye ve Yunanistan'ın hükümet başkanları, hemen ardından bu durumu pekiştirmek ve sağlama almak maksadıyla Londra'da yeni bir toplantı yapma kararına vardılar.

Başbakan Menderes'in bindiği uçağın yere çakıldığı bu seferki görüşme masasına İngiltere temsilcisi ile Kıbrıs'taki Türk ve Rum cemaatlerinin liderleri de dâvet edildi.

İşte, en büyük diplomatik zafer de, bu toplantı esnasında elde edildi. Türkiye için garantörlük, ittifak, yardım, adada asker bulundurma ve gerektiğinde müdahale etme hakkı tanıyan bu antlaşma, halen uluslar arası hukukî geçerliliği olan yegâne dayanaktır.

Yunanistan'ın ENOSİS emellerini de suya düşüren bu antlaşmanın üzerine, yaklaşık elli yıldır henüz ne bir ilâve yapılabilmiş, ne de bu anlaşmayı geçersiz kılacak bir adım atılabilmiş. Halen Türkiye'nin başını ağrıtan Kıbrıs meselesi, hukukî statü itibariyle elli sene önceki yerinde aynen duruyor. Ki, ondan önceki durum çok daha kötüydü. 1960'tan önceki o kötü durum bir derece iyileştirildi, ancak daha sonraki gelişmelerde, diplomatik anlamda herhangi bir başarı sağlanamadı. Bugün övünülebilecek en büyük başarı, dönemin DP hükümeti sayesinde kazanıldı.

15.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tenkit ayrı, hakkın hatırını âlî tutmak ayrıdır



Tenkit ayrı, mihenge vurmak ayrı, hakkın hatırını yüksek tutup sahip çıkmak, metanetle müdafaa etmek ayrıdır. Asr-ı Saadet’teki örnek ise gayet çarpıcıdır. Peygamberimizin (asm) vefatından sonra üç görüş ortaya çıkar: Sahabilerden bir grup, seçilecek halifenin, Muhacirler’den; diğer bir grup Ensar’dan, üçüncü bir grup ise “Bir Muhacirlerden, bir de Ensardan seçilmeli” görüşünü savunuyor ve tartışıyorlardı. Şiddetli tartışmaların ardından, o zamanın şartlarına göre “biat” seçimiyle, “Muhacir”den, Kureyş’ten Hz. Ebûbekir (ra) seçildi ve muhalif düşüncede olanlar omuz omuza vererek hizmetlerine devam etti.

“Tek doğruyu, tek güzeli” değil, “daha doğruyu ve en güzeli!” aradığımıza göre de elbette teferruâtta farklı yaklaşımlar, değişik bakış açıları ve üslûp olacaktır. Ki, bu, meşveret, fikir hürriyeti, demokrasinin gereğidir. Hatta, Ehl-i Sünnet mezhepleri içinde inanç konularında (Eş’âri ve Matüridî); ibadetlerde ve muamelâtta (Hanbelî, Malikî, Şafiî, Hanefî) farklı bakış açıları, kimi zaman zıt görüşlerin bulunduğunu biliyor, yaşıyoruz. Bu farklılıklar, coğrafyanın/iklimin, şartların, imkânların, mekânların tabiî bir sonucudur. Ve bu farklılıklar güzelliktir, zenginliktir. Dolayısıyla siyasî görüş ve üslûpta da tek bakış açısı, tek kalıp beklenmemeli. Hepimiz, herkesten, her şeyden olumlu, olumsuz, az veya çok etkileniriz. Beşeriz, bazen veya birçok kere şaşarız. Öte yandan, benim bakış açım, düşüncelerim falancanınkiyle; sizinki filancanınkiyle örtüşebilir veya ters düşebilir. Burada insaf ve şu ölçü devreye girmeli. Tenkit ayrı, mihenge vurmak ayrıdır.

Her ne olursa olsun, hangi düşünceyi taşırsak taşıyalım; gayemiz, gayretimiz Kur’ân ve Sünnet ölçülerini veren Risâle-i Nur’u özümseyerek etkisinde kalmak, ona azamî sadakat ve sebatla bağlanmak değil mi? Falanın veya filanın hatırı için hakkın ve ehl-i hizmetin hatırını kırmamalıyız.

Bediüzzaman Said Nursî, bizzat kendisini misâl verip hedef göstererek, İslâmın eleştiri konusundaki muhteşem ölçüsünü şöyle yansıtır:

“Hiçbir müfsid, ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.

“Suâl: Neden hüsn-ü zannımıza su-i zan edersin? Eski padişahlar ve eski hükûmetler seni haktan çeviremedi. Jön Türkler sizi kendilerine râm ve müdaheneci (yağcı, tabasbuscu, dalkavuk) edemediler. Zira seni hapis ettiler, asacaklardı; sen tezellül etmedin. Merdane çıktın. Hem sana büyük maaş vereceklerdi, kabul etmedin. Demek sen onların taraftarlığı için demiyorsun. Demek hak taraftarısın.

“Cevap: Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkıbete bakınız.

“Sual: Nasıl anlayacağız? Biz câhiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz.

“Cevap: Gerçi cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil... İşte, müştebih ağaçları gösteren semereleridir. Öyleyse, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız.”1

Meseleyi daha da müşahhaslaştırır:

“Suâl: Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

“Cevap: Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün gereği tevazu ve mahviyettir; tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.2

Eğer eleştiri görevini; bu perspektiften ele alıp hakkıyla ifâ edebilirsek, ilimde, fikirde, hattâ teknikte çok daha büyük merhaleler kat’ edecek, daha çok ve büyük kabiliyetlerin inkişâfına zemin hazırlayacağız.

Dipnotlar:

1-Münâzârât, s. 48-50; 2-Age, s. 59-60

15.12.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Cevher İLHAN

Kerkük operasyonu (1)



Kerkük’te patlayan bomba, Amerika’nın Ortadoğu’nun kalbi Irak’ı işgalle sürüklendiği karışıklık ve fitnenin sonucu olduğu kadar, topyekûn bölgenin itildiği kargaşa ve kaosun da sinyali.

Dünya petrol rezervinin yüzde dördünün bulunduğu ve Irak’ın çıkardığı petrolün yüzde 50’sinin bulunduğu Kerkük, bu yönüyle de küresel işgalcilerin iştah ve ilgisini çekmekte.

Ülkedeki petrol kuyularını ve rafinelerini, çoğu Yahudi sermayesinin elinde olan Bush’un yardımcısı Cheneey ve Dışişleri Bakanı Rice gibi Neoconların ortağı oldukları uluslararası Amerikan ve İngiliz şirketlerine otuz yıllığına ihâle eden işgal idaresi, şimdi de sömürüyü sinsî metotlarla sürdürme peşinde.

Belli ki ABD, iki milyon insanı katlettiği, milyonlarca insanı göçe zorlayıp perişan ettiği ülkeden, 2011’de görünürde “çekildikten” sonra, “Kuzey bölgesi”ne konuşlanıp işgalini devam ettirmek plânını yürütmekte. Kerkük’ün, “Kürtleştirilip” Kuzeydeki bölgesel Kürt yönetimine bağlanması, bu plânın bir aşaması…

REFERANDUM”LA KERKÜK’Ü IRAK’TAN

KOPARMAK…

Bundandır ki işgal kuvvetlerinin dayatmasıyla çeşitli hîle ve baskılarla önce “Irak geçici anayasası”yla işgalin ardından tapu ve nüfus daireleri talân edilen Kerkük’e “Kürt göçü”nün önü açıldı. Onbinlerce Türkmen çeşitli tâciz ve zorlamalarla şehirden çıkarıldı. Buna mukabil, conilerin açık desteğiyle son üç yılda yüzbinlerce Kürt göçmen, mahallelerinin ortasına ve çevresine kurulan binlerce çadırlara yerleştirildi. Şehir âdeta kuşatıldı…

“Kerkük’ü Kürtleştirme” ve Amerikan işgalini sürekli kılma operasyonu, “normalleştirme” perdesi altında adım adım uygulandı. Bu süreçte BM ve Uluslararası Kriz Grubu’nun açıklamasına göre, Amerikan askerlerinin himâyesinde aralıksız sürdürülen Kürt göçüyle, “Kürtleştirme politikası”yla kuzeyden ve komşu ülkelerden getirilen 600 bini aşkın Kürt, Kerkük’ün nüfusuna kaydedildi.

Başta Irak Yüksek Seçim Kurulu olmak üzere BM ve diğer bağımsız araştırmaların tespitiyle, daha önce üçte ikisi Türkmen olan Kerkük’ün nüfusu 860 binden bir milyon 600 bine, 580 bin olan seçmen kaydı, 712 bine yükseltildi.

ABD işgal güçleri bununla da yetinmedi; Kerkük’ü ve ilçelerini “Bölgesel Kürt Yönetimi” haritasının içinde gösterdi. Önceki Yahudi kökenli Amerikan Büyükelçisi Zalmay Halilzad’ın tâlimatıyla, Kerkük ve çevresinin yönetimi ve emniyeti peşmergelere teslim edildi. Kentin kontrolü resmen peşmergelerden oluşan “Irak 4. Tümeni”ne verildi.

Ara amaç, “Kerkük Kürdistan’ın kalbidir” diyen Barzani’nin ütopyasını yerine getirmek; işgalcilerin dayatmasıyla kabul ettirilen anayasaya göre yapılacak referandumla bir Irak şehri olan Kerkük’ü Bağdat’tan kopartıp işgalcilerin en sâdık müttefikleri ve işbirlikçileri olan bölgesel Kürt yönetiminin uhdesine vermek…

Muvazaa “referandum”da bindirilmiş kıt’a seçmenlerle Kerkük’ü zâhirde Kürtlere, temelde Amerikan egemenliğine katmak…

Kısacası ciğeri kediye emânet etmek. Zaten Amerikan işgal yönetiminin yapmak istediği de bu. Türkmenlere ve Araplara korku salmakla sindirmek ve başta Kerkük olmak üzere Musul çevresindeki bazı ilçeleri Amerikan işgal idaresi güdümünde Kuzeye bağlanması plânını sindirmelerine zemin hazırlamak.

ASIL AMAÇ, İŞGALİ DEVAM ETTİRMEK…

Lâkin İngiliz The Guardian’ın ifşasıyla asıl amaç, “işgal sonrası” da Amerikan hegemonyası ve çıkarlarını devam ettirmek. Pratikte, Kürt peşmergeler ve CIA ile yakın ilişkileri olan Kürt istihbarat servisi “Asaiş” tarafından yönetilmesi kalıcı kılmak. Ülkenin zenginliklerinin âdilce paylaşılmasını engellemek, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını ve petrolünü emmek…

Bununla Şîi - Sünnî ihtilafının yanısıra etnik tahrikle ayrılıklar alevlendirilecek, ülke tamamen iç çatışma ve içsavaşa teşne hale getirilecek. En vâhimi de Türkiye, İran ve Suriye’yi bu etnik ve mezhebî kamplaşma ve çatışma arenasına çekmek; Irak’ın bölünüp parçalanması sürecini hızlandırmak…

Böylece Irak toprakları üzerinde başlayan ve dalga dalga bütün Ortadoğu’ya yayılan istikrarsızlığı, çözümsüzlüğü, etnik ve mezhebî kutuplaşma ve kışkırtmayı azdırmak. Geçen yüzyılın başlarında İngilizlerin cetvellerle taksim edip ihtilâfla kızışan bölgede kardeş kavgasını körüklemek…

Barzani’nin, “Kerkük’ten vazgeçin, PKK’dan vazgeçelim” şantajının, “Kerkük’e karşı Diyarbakır” misillemesinin maksadı da buydu.

Plân adım adım işliyor. Saldırılar bunun için yapılıyor; Irak kent ve köylerine, mahallelerine, bombalar bu “menhus amaç” için atılıyor. Pazaryerleri, evler bunun için taranıyor. Araplar, Türkmenler, Sünniler-Şîiler, Müslüman komşu Irak halkı bunun için zulüm görüyor…

Ama bu dehşetli plâna rağmen beş yıldır AKP siyasî iktidarı, ne garip ki Irak’ın kalbi Kerkük’ün göz göre göre gözden çıkarılmasına bigâne kalıyor. Bundadır ki tıpkı Telâfer kuşatması ve katliamında oluğu gibi Ankara’dan Irak’a “destek demeçleri” hep havada kalıyor…

Peki neden?..

15.12.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Risale-i Nur ve Yeni Asya



Bu hafta da Bolu’dan yazan kadîm ve vefakâr Yeni Asya gönüllülerinden Selâhaddin Konyalıoğlu’nun mektubunu okuyalım:

Risale-i Nur’la Kur’ân’a hizmeti dâvâ edinen Yeni Asya misyonu, gazete, dergi ve kitap neşriyatı, Bediüzzaman’ı anma programları, paneller, okuma programları... ile Üstad Bediüzzaman’ın çağa ışık tutan fikirlerini, şeriat, cumhuriyet, demokrasi, hürriyet, temel haklar, din ve vicdan hürriyeti konularındaki yaklaşımlarını, istikbale dair tesbit ve müjdelerini 40 yıldır geniş kitlelere duyurmaya çalışıyor.

Geride kalan hizmetlerine baktığımızda, Yeni Asya’nın Risale-i Nur ölçüleri çerçevesindeki kararlı ve isabetli hizmetleri bizi şevke getirmeli.

Şahs-ı manevîye dayalı iman Kur’ân dâvâsını şiar edinmiş Yeni Asya ekolü, bugüne kadar çok büyük hizmetler ifa etti, sinsi ve dessas planları bozdu, İslâmî ölçülerin topluma yerleşip mal olmasına çok büyük katkılarda bulundu.

Risale-i Nur’u okuyan ve Yeni Asya’nın bu dâvâya yaptığı hizmeti bilen herkesin, bu tesbitlerimizi tasdik edeceğine inanıyoruz.

Onun için, iman Kur’ân dâvâmızın ölçü ve prensipleri istikametinde dünyadaki ve ülkemizdeki hadiselere isabetli teşhisler koyup müsbet çözümler getiren, menfî plan ve tuzakları deşifre edip bozarak akamete uğratan, zihinlerdeki sorulara doğru ve ikna edici cevaplar veren Yeni Asya bayrağının kıyamete kadar dalgalanması ve desteklenmesi, bu mânâların farkında olan herkes için bir vecibedir.

Geçmişte şu veya bu sebeple birtakım kırgınlıklar yaşanmış olabilir. Ama artık onlara takılma zamanında değiliz. Tam tersine, onları aşıp, enaniyetlerimizi şahs-ı manevî havuzunda eriterek ortak ideal için kabiliyet ve güçlerimizi birleştirmek mecburiyetindeyiz.

İlâhî bir tavzifle omuzlarımıza yüklenen bu yüce ve kudsî dâvânın gereğini yapmazsak, ahirette Üstadımızın yüzüne nasıl bakarız?

Ve Kur’ân dâvâsının asıl sahibi olan Rabbimize, Kâinatın Efendisine (a.s.m.) ne cevap veririz?

Peygamber Efendimiz “Senin vasıtanla bir kişinin imana gelmesi sahralar dolusu kırmızı koyundan hayırlıdır” buyuruyor.

Muazzez Üstadımız da “Hâlis bir Kur’ân hâdimi olarak ihlâsla on adama ders vermeyi, büyük kutbiyetle binler adamı irşaddan daha ehemmiyetli görüyorum İmanın bir hakikatini binlerce siyasete tercih ederim” diyor.

Bu ders ve mesajların muhatabı olan, Risale-i Nur’u tanıma bahtiyarlığına ermiş, iman ve Kur’ân dâvâsının bayraktarı Yeni Asya misyonuna ve idealine gönül vermiş bizler, iman fedaisi olma hedefiyle, “Mevcuda iktifa dûnhimmetliktir” düsturunun verdiği ikazı hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalı ve bu cehdle hizmetimize devam etmeliyiz.

Bu düşüncelerle, Bediüzzaman’ın dâvâsına ve Risale-i Nur hizmetine gönül verip ömrünü vakfedenlere sesleniyoruz:

Bu can bu tende duruyorken, lütfen acele edelim. Dâvânın özüne ve ruhuna sadakat ve metanetle, istikamet, ve itidal üzere, ihlâsla hareket edelim. Sayılı nefeslerimiz hitama ermeden, şahs-ı manevîmizin sesi olan Yeni Asya’nın daha gür çıkması için seferber olalım. Biz şimdi ne kadar çok çalışırsak, istikbaldeki aydınlık ve bahtiyar günlerdeki hissemiz o kadar fazla olur.

Unutmayalım ki, bu zaman şahıs değil, şahs-ı manevî zamanıdır. Hadiselerin dağlarvari dalgalarına ancak şahs-ı manevînin gücüyle dayanabiliriz. Nifak ehli sinsi planlarla şahısları çürütebilir. Onun için zaman, şahs-ı manevî kal’a-yı metîninde İslâm fedaisi olma zamanıdır. Bunun dünyevî karşılığını görmeyebiliriz, ama uhrevî mükâfatı hiçbir dünyevî ölçüye sığmaz.

Gençliğimizden başlayıp bütün hayatımızı imana, mesaimizi ve istirahatimizi Risale-i Nur’a verelim. İhlâsla gayret, fedakârlıkla hizmet şiarımız olsun. Neticeyi ise Allah’ın takdirine bırakıp tevekkül edelim. “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder” hakikati ve “hizmetkârlığı makamata tercih” düsturunun şuuruyla bizleri şahs-ı manevîde istihdam etmesini Rabbimizden niyaz edelim.

15.12.2008

E-Posta: [email protected]




Umut YAVUZ

Anarşizm uyanıyor mu?



Batı komşumuz Yunanistan son bir haftadır yangın yeri gibi. Geçtiğimiz yıllarda Paris’in banliyölerinde yaşanan kaos ve gerilim bu sefer Atina’yı sarmış durumda. Gençlik hareketleri ve anarşist ayaklanmalar tarih boyunca, özellikle de son 200 yılda dünyanın zaman zaman karşı karşıya kaldığı açık bir tehlike. Gençlerin çeşitli vesilelerle kışkırtılmaya müsait duyguları bu şekilde patlak vererek toplumsal kaos ve karmaşaya yol açabiliyor.

Enteresan bir tevafuk ki, “Anarşi” ve “anarşizm” kelimeleri Yunanca “an” (“-sız”, olumsuzluk eki) ve archos’un (“yönetici”) bir araya gelmesiyle oluşan “anarchos” kelimesinden türemiştir. Yani “yöneticisiz” demektir. Nitekim Yunan basını da Atina hükümetini bu olayların önüne geçememekten dolayı oldukça eleştirmiştir.

Anarşizm kendi ontolojisi itibariyle toplumsal otoritenin, tahakkümün, erkin ve hiyerarşinin bütün biçimlerini bertaraf etmeyi savunan çeşitli politik felsefeleri ve toplumsal hareketleri tanımlayan bir kavramdır. Sokaklarda ise bunun karşılığı ateş, taş ve kandır. Anarşizm yangını bir toplumu sardığı anda onarılmaz ve geri dönülmez hasarlara yol açabilir. Zira tahrip her zaman kolaydır.

Her şartta, her türlü otoriteyi reddeden anarşistler, bu sefer Yunanistan’da zavallı bir gencin hayatının kör bir polis kurşunu ile yok edilmesini kendine bahane ederek, sokakları yangın yerine çevirdi. Polisin bu genci haksız yere öldürmüş olması ne kadar yanlış idiyse, son bir haftadır Atina’da yaşanan olaylar da o kadar yanlış ve tahrip edici boyuta ulaştı. Demokrasi gereği protesto ve eylem özgürlüğü olan yurttaşlar bu haklarını anarşizm boyutuna ulaştırınca artık orada demokratik hakların ve demokrasinin esamesi okunmaz hâle gelir ki; son dönemlerde dünyayı diken üstünde tutan bu tehlikenin aşırı boyutlara tırmanma eğiliminde olduğunu üzülerek belirtmemiz gerekir. Küresel malî krizin, işsizliğin ve hayat şartlarının patlama noktasına getirdiği genç yürekler önlerine gelen her şeyi yakıp yıkarak deşarj olmayı ve deşarj olurken de geride milyarlarca dolarlık yaralar bırakmayı marifet biliyorlar.

Şimdi ise korkulan şey bu olayların bütün Avrupa’ya yayılması. Fransa’da yayımlanan Liberation gazetesi, siyaset dünyasının, önümüzdeki günlerde öğrenci ve işçi eylemlerinin artmasından korktuğunu yazdı. Yunanistan’daki gösterilere atıfta bulunan gazete, ‘’Fransa’daki öğrenci ve işçilerin de sokaklara dökülmek için fırsat beklediği’’ yorumunu yaptı. Fransa’nın bazı bölgelerinde lise öğrencilerinin son üç günde başlattığı eylemler ve boykotlardan örnek veren gazete, ‘’küresel malî kriz ile birlikte işten çıkartmaların artmasıyla toplumun sosyal bir patlamanın eşiğine gelmesinden korkulduğu” uyarısında bulundu. 2005 yılında banliyö ve 2006 yılında üniversitelerde çıkan olaylara değinen gazete, bir Fransız sosyoloğun “adeta cephanenin üzerinde oturuyoruz’’ şeklindeki açıklamasına yer verdi. Gazetenin baş yazısında da yine aynı konuya yer verilerek, Yunanistan’daki eylemlerin, malî kriz ile bunalan bütün AB toplumlarını etkileyip sokağa dökebileceği uyarısında bulunuldu.

Anarşinin temelinde sefalet, adaletsizlik, eşitsizlik, ekonomik dengesizlikler aranabilir. Bunlar elbette ki anarşiye ve kaosa zemin hazırlayan etkenlerdir ve müsebbibler arasındadır. Ama anarşiye asıl sebep mânevî yoksulluktur. Bediüzzaman’a göre anarşinin temelinde mânevî boşluk vardır. Maneviyatı ve ahlâkı terk edip kendilerini başıboşluğa bırakan, kanun nizam tanımayan lâkayd ve lâubalî insanlar anarşistliğe aday kimselerdir. Bediüzzaman böyle kimseleri uyarır. “Lâubaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez” der. (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 68.)

Bunlar en azından bu maddî ve manevî taunun bizim topraklarımıza sıçramaması için kulaklarımıza küpe etmemiz gereken altın tesbitlerdir. İşçi çıkartanlara, gelir adaletsizliğine ve hortumculuğa teşne olanlara ve gençlerin inançsızlık bataklığına sürüklenmesine göz yumanlara özellikle duyurulur: Dikkat edin zira anarşi uyanıyor! Anarşi uyandığında ise ilk telef olacak olan sizin mallarınız ve şehirlerinizdir...

15.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Ekmek ile hürriyet arasında...



İkisini beraber vermiyorlar. Garip bir tercihle karşı karşıya kalıyorsunuz: Ekmek mi, hürriyet mi? İşin içine ihtilâller, ıztırap ve imtihanlar girmeseydi, belki de ekserimiz hürriyet diyecektik. Fakat nerede? Hürriyete talip olanlara henüz yolun başında gözdağı verilmeye başlanıyor. Bedeller sıra sıra... Sonra dizi dizi faturalar. Tercih damını kuranlar, milletin ekmekten yana tavır almasını bekliyorlar. Yakın tarihin en büyük hürriyet âşığı Bediüzzaman Hazretleri, “Ekmeksiz yaşarım, fakat hürriyetsiz yaşayamam” diyor. Bu cümleyi yalnızca şehamet, cesaret ve celâdet çerçevesinde değerlendirmeyelim. Osmanlı ve onun devamı olan Türkiye’de ekmek ile hürriyet arasındaki tercihte midesini düşünenlerin, zamanla ekmekten de mahrum kaldıklarını milletçe yaşadığımız hadiseler ispat ediyor.

Türkiye’de milleti fakr u zarurete mahkûm eden güçlerin, millet iradesine karşı hazırladıkları ihtilâllerin sonrasında efkâr-ı ammeyi iğfal için rüşvet dağıttıklarını bilmeyenler, izaha çalıştığımız çerçeveyi anlayamazlar. Anlaşılması için mânâyı müşahhaslaştırmak gerekiyor. Yaşadığımız son iki ihtilâl sonrasındaki gelişmelerden birkaç manzara arz edeceğiz.

Bizim neslimiz, 12 Eylül ihtilâlini dolu dolu yaşadı. İhtilâl sonrasında, cuntacıların ve onların sivil temsilcilerinin en çok gündemde tuttukları mesele ekonomi idi. Senaryo gereği ekonomist Turgut Özal evvelâ Bülent Ulusu’ya yardımcı olarak getirilmiş ve sonra da Amerika’da özel kurslara tâbi tutulmuştu. İhtilâl ürünü ANAP hükümetlerinin milleti iğfal eden tarafı ekonomi idi. Hürriyet karşıtı global ve lokal güçler Özal’a methiyelerde bulunuyor, maddî ve manevî desteklerle bu ekibin millete rüşvet dağıtmasını sağlıyorlardı. Haram-helâl demeden yiyen kadrolar, ara ara zekâtlarının zekâtını da millete rüşvet olarak dağıtıyorlardı. Bu hürriyet ve demokrasi karşıtı hava, maalesef referandumlarla meydanlara da yansımıştı. Demokrasi gelmesin, siyasî partilere izin verilmesin diye, ekonomi ile parlatılan kadrolar yüzde elliye yakın rey bile almışlardı. Fakat devam etmedi. 12 Eylül cuntasıyla milletin elinden alınan haklar geri verilmedi, ANAP erime sürecine girdi. Zillet ve rezaletle dolu günlerden sonra parlak ekonomi balonu kısa sürede söndü. Hürriyetleri müteakiben ekmek de kaybolmuştu. Milletin zihnindeki ANAP hükümetlerinin resimleri, o günlerin mahsulüdür. Ekmeği hürriyete tercih edenler her ikisinden de mahrum kalmışlardı.

28 Şubat sonrasında, Ecevit gibi meyyit-i müteharrik bir hükümetin ardından gelen AKP hükümetlerinin format olarak ANAP’tan çok farklı olduğunu zannedenler, zamanla yanıldıklarını anlıyorlar. “Dindarlık” dozajı arttırılmış kadrolarla oluşturulmak istenen dört eğilimin tutmadığını herkes biliyor. Dinî ve millî referansların radikalce kullanıldığı bu dönemin de yükselen değeri ekonomi idi. 12 Eylül’den arta kalan hürriyetleri zabt u rabt altına alan 28 Şubat ihtilâlinin mûnis müritlerinin seslendirdiği ekonominin Özal ekonomisinden daha kötü noktalarda olduğunu, belki de Mehmet Şimşek bizzat kendisi açıklayacak. Milletin maddî-manevî değerlerinin de yoluna istismar edildiği ekonomiyi acıklı akıbetten kurtarmak için beklenen global yardım da azalınca, belki de işler JETPA’cı Fadıl’ın sonunu tedai ettirecek. Bu bir felâket tellâllığı değil, ekmeği hürriyete tercih etmenin neticesini haber vermektir.

Elimizde AB reformları gibi hürriyet yolunda bize kuvvet verecek imkânları bilerek kullanmayanları, kader zaman içinde cezalandıracaktır. Halbuki hürriyetle hükümetin eli kuvvetlenecekti. Milletler arası para dilenciliğinden bizi kurtaracak reformlara ulaşacaktık. Her AB ülkesi gibi bağımsızlığımıza topluluk içinde kavuşacaktık. Ulusalcılık oyununu hakikî hürriyetlerimizle bozacaktık. Ne dindarlığımız, ne millî servetimiz ve ne de bağımsızlığımız zarar görmeden birinci lige çıkacaktık.

Bazılarımızın zehabınca ekmeğin zamanla hürriyet ve adaleti de temin edeceği düşüncesinin, şu dünyada henüz pratiği görülmedi. Yani ekonomik refah seviyemiz yükseldikçe hürriyetlerimiz gelişecek, bağımsızlığa kavuşup adaleti icra edeceğiz diyenlerin düşüncesi bilinçsiz materyalizme dayanıyor. Emek, eşitlik, fakirlikle savaş, işçi-köylü hakları ve sömürüye hayır diyenlerin; dünyayı evvelâ hürriyete ve sonra da ekmeğe muhtaç bıraktıklarını neslimiz pek iyi hatırlar. Dünyadaki hareketleri statik, önümüzdeki engelleri yok ve ahir zaman şartlarından âzâde düşündüğümüzde ekmeğin belki de hürriyete yardımcı olabileceğini zannedebiliriz. Gel gör ki; maddî-manevî varlığımıza göz dikmiş global ve lokal çete ve cereyanlarla, her an bir kerr ü ferr harbi yaşıyoruz. Kıt'alar ve sınıflar arasında meydana gelen dehşetli çatışmalarda hürriyet karşıtlarının elleri armut toplamıyor. Teknolojinin son harikalarını kullanarak insanlığa ve bilhassa Müslümanlara hücum ediyorlar. Müslümanların temsilcisi Türkiye’deki hükümetlerin ihtilâl sonralarındaki “ekmek” tercihleri, yalnız Türk milletine zarar vermemiştir. Bin seneden beri İslâmın bayraktarlığını yapan kahraman bir milletin çocuklarının gözlerinin içine bakan yüzlerce milyon mazlûm insana da zararı dokunmuştur. Ekmek peşinde koşmanın önce zilleti ve daha sonra da rezilliği netice verdiğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır.

15.12.2008

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Aralık



Hepimizin geçtiği bir aralık vardır, hayatımızda. O aralıktan geçince hayatımız değişir.

Kimimiz için bir insan, kimimiz için bir imza, kimimiz için işittiğimiz ya da okuduğumuz bir sözdür bu.

Öyle kolay kolay değişmez bir insan. Ama bir insanın hayatı çok kolay değişir. Bir kapının aralığından geçerek değişir. Bir kapının aralığından bakarak değişir. Bir kapı açarak, bir kapı kapatarak değişir. “Allah” deriz hep, “bir kapı kapatır, bir kapı açar”. Kapanan her kapı da, açılan her kapı da bir hayatı değiştirir. Doğrusu belki de, “Allah hayatımızı değiştirir” olmalıdır, hayatı ilk O verdiği gibi…

Hayat ne kadar değişirse değişsin insan aynı insandır.

Her Aralık sonu yeni bir yıla girse de…

Her Aralık sonu biraz daha yaşlansa da…

Önce çocukluktan, sonra gençlikten, sonra orta yaşlılıktan uzaklaşsa da…

Bin nasihat de dinlese, bir mûsibetle karşılaşsa da, öyle kolay değildir, “ben artık o eski ben” sözünün hakkını vermek.

Her Pazartesi değişmek ister insan. Her ayın birinde ve her yeni yılda.

Bazen gramajından, bazen huylarından, bazen alışkanlıklarından memnuniyetsizlik duyar.

Ama bu değişme arzusunun, her Salı, her ayın 2’si ve yılın ilerleyen günleri hüsranla bitmesi de muhtemeldir.

Dünyayı değiştirmek isteriz. Ama değiştiremediğimiz koca koca bir “ben” vardır. Koca “ben”i geçtik, koca bir beden vardır. O koca beden ve “ben”den sonra bir aile, bir mahalle bir şehir…

Her Aralık sonu bundan mı söyleriz o güzel ve iyi dilekleri, barış mesajlarını ve saireyi.

“Hele bir dünya değişsin, ben de değişirim elbet” midir, bunun altında yatan?

Bir kapı açılacak ve onun aralığından geçip her şey değişecek midir?

Bu Aralık, o aralık mıdır?

15.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ruhan ASYA

Kadim dostumuz Güney Kore



Kore ile tarihî bir dostluğumuz varmış. Melbourne’a gelince öğrendim bunu. Gittiğimiz okulda sayıları epey fazla olan Koreli öğrenciler memleketimizin Türkiye olduğunu duyunca gözlerinin içi gülüyor ve bizimle çok alâkadar oluyorlar. “Siz bizim kardeş ülkemizsiniz, dedelerimiz birlikte savaştı” deyip, bize Kore Savaşından bahsediyorlar. Memleketlerinde okudukları okullarda çok iyi bir İngilizce eğitimi almış oldukları belli. Daha 4-5 gündür gelmiş oldukları Melbourne’da kendilerini gayet kolay İngilizce ifade ediyorlar. Onları görünce Türkiye’de okullarda verilen İngilizcenin çok yetersiz olduğunu daha iyi anladım. Her sene aynı şeyleri tekrar etmişiz. ”What time is it? How old are you? Where are you from? What is your name?”

Çok sıcakkanlı ve hümanist olmakla birlikte, eğlenceye çok düşkün olan Korelilerin en büyük hobisi parti ve soju (Kore’de meşhur bir alkollü içki türü.) Üzülerek söylüyorum, tanıdığımız Koreliler alkol müptelâsı. En sevdikleri içecek maalesef alkol. Ve bütün hayalleri içmek üzerine. Bayanlar bile bira muhabbeti yapıyor derste hocalarla. Bazen bizi de okul çıkışı bira içmeye dâvet ediyorIar. İçimizden tövbe estağfirullah çekerek, dinimizin bize içkiyi haram kıldığını anlayacakları tarzda anlatmaya çalışıyoruz.

Bize başımızı neden örttüğümüzü soruyorlar. Müslümanlığın bir gereği olduğunu anlatıyoruz onlara. Son derece hoşgörüyle karşılıyorlar ve saygı duyuyorlar. Hatta başörtülerimizi çok beğeniyorlar. Güney Kore’nin başşehri Seul’de 10.000 Müslümanın yaşadığını söylüyorlar. Güney Kore’ye savaşmak için giden askerlerimizin orada tanıttıkları İslâmiyet, her geçen gün ilerlemiş ve bugün Güney Kore’de pek çok insan Müslüman olmuş.

Türklere karşı duymuş oldukları bu muhabbet, kardeşlik ve vefa beni Güney Kore hakkında bir araştırma yapmaya sevk etti. Edindiğim bilgilere göre daha çok Rusya ve Çin’in emrinde olan Kuzey Kore 1950‘de Güney Kore’ye saldırıyor. Bunun üzerine Birleşmiş Milletler harekete geçiyor ve çeşitli milletlerin askerlerinden meydana gelen bir birlik oluşturuyor. Bu birlik Güney Kore’nin yanında Kuzey Kore’ye karşı savaşıyor.

Türkiye de General Tahsin Yazıcı komutasında 5090 kişilik bir tugay gönderiyor Güney Kore’ye. Türk askeri büyük başarılar kazanıyor ve dünyanın takdirini topluyor. 900’den fazla şehit vermiş Türk birliği. 2000 kişi de yaralanmış. Şehitlerimizin defnedildiği önemli bir şehitlik var Güney Kore’de.

Güney Kore’nin bağımsızlığı için verdiğimiz bu mücadele bizi onlara kardeş ve dost kılmış. Türkiye’yi ziyaret eden Güney Kore Başbakanı Han Seung–Soo, ülkesinde demokrasinin kurulması için Türk askerinin gösterdiği fedakârlığı ve kahramanlığı hiç unutmadığını söylüyor.

İnternette araştırma yaparken rastladığım, 2005 yılında yayınlanan bir gazetede şunlar yazılıydı:

“Türküm dediğinizde kendi ülkenizden daha çok itibar göreceğiniz başka bir memleket olabilir mi? Eğer turist, iş adamı veya öğrenciyseniz Güney Kore’de Türkiye dahil dünyanın hiçbir ülkesinde göremeyeceğiniz saygınlıkla karşılanabilirsiniz. Konsolosluk kapılarında, vize ve gümrükte ikinci sınıf ülke vatandaşı kuyruğuna girmez, otel, lokanta ve alış veriş merkezlerinden ayrıcalıklı hizmet alabilir, yaşlılardan Kore savaşında dedelerimizin kahramanlıklarını ve gençlerden Dünya Kupasındaki Türk Millî Takımı hatıralarını ‘Ooo Hasan Şaş’ şeklinde dinleyebilirsiniz.”

Evet, iki aydır aynı sınıfı paylaştığımız Koreli arkadaşlarımızla yaşadıklarımız bunları teyid eder mahiyette.

Sadede gelelim. Üç yıl süren bir savaşta dedelerimizin gösterdiği fedakârlık ve kahramanlık karşısında Koreli hâlâ minnettar bize. Bizi kardeş biliyor, muhabbet besliyor ve bizimle son derece alâkadar.

Ya dedelerimizin kanıyla, canıyla fethettiği kendi topraklarımızda durum ne? Koreli bile bizi dost bilip kardeş bellerken, ülkemizdeki didişmelerin mânâsı ne? Elin memleketinde sahip olduğumuz kişisel hak ve hürriyetlerimizden, kendi öz vatanımızda mahrum edilmişliğimiz ne zaman son bulacak. Türkiye’ye dönüş vaktimiz yaklaşıyor. Özgürlüğün tadına vardığımız bu ülkeden hiç ayrılasımız yok açıkçası.

Türkiye deyince bir kaosun içinde buluyorum kendimi. 2000 yılında başörtüsü gerekçesiyle okuldan atıldığım ülkemde sekiz yıldır değişen birşey yok maalesef. Tayyip Erdoğan’ı tek çözüm olarak görenlerin yanıldığı gibi, Deniz Baykal'a da bel bağlayanlar yanıldı. Bu durum gösteriyor ki, çözüm siyaset âleminde değil. İstikbalde bir nur var, bir nur görüyoruz. Bu nur Risâle-i Nur’la parlayacak İnşaallah.

15.12.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır