"Gerçekten" haber verir 16 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Umut YAVUZ

Ellerin dert görmesin!



20 Mart 2003’te Bağdat’ın bombalanması ile başlayan ABD’nin Irak’ı işgâl harekâtının ilk safhası 9 Nisan günü öğleden sonra ABD tanklarının aynen resmigeçit yapar gibi hiçbir direnişle karşılaşmadan Bağdat’ın merkezine gelmesi ile bitti. O andan itibaren Irak’ta 24 yıldır Devlet Başkanlığı görevini üstlenen Saddam ve Baas Yönetimi yok oldu.

Hemen ardından ise Iraklılar sevinç gösterileri yaparak meydanlara koştular. Saddam’ın heykeli şaşaalı bir törenle yerlebir edildi. Saddam’ın suretini içeren her şey ayaklar altına alındı, terliklerle dövüldü.

Arap geleneğinde terlik veya ayakkabı ile vurmak büyük hakaret içeren bir yöntem olduğundan, Iraklılar 24 senelik Saddam zulmünün intikamını bu şekilde almak istemişti.

Sonrasında ise ABD Başkanı George W. Bush’un önderliğindeki işgal kuvvetleri Irak’ta egemenliği eline geçirmişti. İşte son beş buçuk yılda Irak’ta yaşananların bütün sorumluluğu Bush ve yandaşlarının oldu.

Gün geldi devran döndü. Nihayet takvimler 2008’in Aralık ayını gösteriyordu. Devrik lider Saddam’ın yerini alan ve artık kendisi de bir devrik lider olan George W. Bush, Irak’a ve Iraklılara son beş küsur yılda yaşattıklarını unutup bir veda ziyareti gerçekleştirmek istedi. Bush, Bağdat’a muzaffer bir komutan gibi gelmiyordu. Esasında bütün yöneticiliği döneminde bir dizi başarısızlık ve fiyaskonun başkahramanıydı Bush. Dünyanın en antipatik adamı olmak gibi bir payeyi de elde etmişti böylece. İşte böyle bir edayla geldiği Bağdat’ta ise bence Irak’ın en kahraman adamlarından biri olan El Bağdadî televizyonunun muhabiri Muntasar El Zeydi tarafından Saddam’la aynı akıbete uğratıldı. Evet beş yıl önce Saddam’ın terliklerin altında ezildiği şehirde, Bağdat’ta, bu sefer Bush aynı terliklerin altında ezildi.

Böylece George W. Bush da Irak’ta muzaffer olamadığını kesin bir şekilde öğrenmiş oldu. Her ne kadar güle oynaya karşılansalar da sonunda terliklerle uğurlanacaklarını anladılar.

Muntasar El Zeydi’nin bu davranışı belki bir gazeteci olması açısından tasvip edilemeyebilir ancak ben ona bir gazeteci gibi değil de bir Iraklı olarak bakıyorum. Zira o bir Iraklı olarak, kendini, kendi memleketinde bir parya olarak hissediyorsa ve son beş altı yıldır milyonlarca yurttaşı kan kusuyor ve gözyaşı içiyorsa bunun baş müsebbibi o sırada karşısında sırıtarak duran George W. Bush’tur. İşte böyle bir duygu ile, belki de aklının bir kenarından anaların çığlıkları, çocukların gözyaşları ve kan gölleri geçtiği bir sırada ayağındaki ayakkabısını çıkarıp Bush’un suratına fırlatmıştır.

Mikrofonunu yahut kalemini falan fırlatmamıştır belki mesleğine bir gölge düşmesin diye. Öyle yapmamıştır da tam bir Iraklı gibi davranıp, olması gerektiği gibi yapıp Bush’un suratına ayakkabısını fırlatmıştır. 44 numara ayakkabıya muhatap olan Bush da belki boyunun ölçüsünü almıştır. Zira ayakkabı Bush’un suratında patlamasa da, içerdiği mânâ ve mesajlar bir bomba gibi patlamıştır. Bundan hiç şüpheniz olmasın.

Bu vak'ayı ben 1989 yılında Çin Komünist Partisi’nin zulümlerinden bıkarak Pekin’in Tiananmen Meydanı’nda tankların önünde duran isimsiz kahramanın sembolik duruşuna benzetiyorum. O, savunmasız bir şekilde koskoca tank sürüsünün önünde klâsik bir Çinli gibi zayıf ve çelimsiz olmasına rağmen kahramanca durmuştu. Tankın gücü karşısında özgürlük ve direniş ruhunun gücünü yansıtıyordu abidevi bir şekilde… İşte Bush’un suratına doğru fırlatılan o ayakkabı da aynı şekilde Irak’taki direniş ve özgürlüğün sembolü olmaya lâyıktır.

Bravo sana El Zeydi… Bütün bir halkının ve belki koca dünyanın içinden geçeni yaptın.

Ellerin dert görmesin!

16.12.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Kerkük operasyonu (2)



Kerkük’ün Bağdat’tan koparılıp âdeta rehin alınarak zorakî güç ve demografik değişim sonucu Bölgesel Kürt Yönetimine bağlanması operasyonu, Irak’ın kalbine saplanan etnik ayırım hançeriyle parçalanması projesinin bir parçası.

Geçtiğimiz ay Avrupa Parlamentosu’nda “Kerkük sorunu ve alternatifleri tanımlamak” konulu panelde konuşan Irak Raportörü Ana Mari Gomez’in Kerkük’te planlanan referandumun, “sorunu çözmek yerine büyüteceği” uyarısı, bunun en bâriz ifâdesi.

Doğrusu Neçirvan Barzani’nin “Kürtler Kerkük’te iktidar paylaşımına hazır” sözü, bulanık pragmatist politikalarla oynanan oyundaki tehlikeyi ele veriyor.

Keza Irak Cumhurbaşkanı Talabani’nin Türkmen Danışmanı Muzaffer Arslan’ın, işgalle birlikte peşmergelerin yıldırma taktiklerinden ve diğer grupların haklarını gasbettiğinden yakınıp AB’den yardım çağrısı, işgalcilerin baş müttefiki ve işbirlikçisi peşmerge baskısı ve zulmünün resmen itirafı.

Arslan’ın, “Bölgede, eşit ortaklık olmalı ve kendini yönetme hakkı yalnızca Kürtlere değil, Türkmenlere ve Araplara da tanınmalı” önerisi, pratik çözümü ortaya koyuyor…

EN ÇOK TÜRKİYE ZARAR GÖRMEKTE…

Hâdise ortada; işgalle birlikte kurulan kumpas safha safha devreye sokuluyor. Ne var ki işgal altındaki merkezî Irak hükûmetinin işgale, Türkmenlerin Kerkük’ten tasfiyesine, sistemli soykırıma gösterdiği tepkiyi, işgalle Irak’ın bölünüp parçalanmasından en çok zarar gören ve görecek olan Türkiye vermiyor. Amerikan işgal güçleri güdümündeki Bağdat’ın ve istilânın bütün ağırlığıyla sürdüğü Kerkük’teki Türkmenlerin sergilediği direnci ne yazık ki Ankara göstermiyor, açık bir itirazda bulunmuyor.

Kerkük’ten getirilen yaralıları ziyaret eden Başbakan Yardımcısı Çemil Çiçek’in, “terör örgütünü koruyanları ve gerekli tedbirleri almayanları” sorumlu tutup, asıl Irak’ı kargaşa ve kaosa iten işgal ve işgalcilerden tek kelime bahsetmemesi enteresan.

Oysa Irak’taki Amerikan güçlerinin “El Kaide” bahanesiyle komşu Suriye’nin bir sınır kasabasına füze saldırısı düzenleyerek aralarında çocukların, yaşlıların ve kadınların bulunduğu dokuz sivili öldürmesine ilk tepkiyi Irak hükûmeti göstermişti. “Hangi gerekçeyle olursa olsun Irak topraklarından bir komşu ülkeye bu tür saldırıların kabul edilmeyeceğini” açıklamıştı. Ancak Ankara’dan en ufak bir uyarı verilmemişti.

Halbuki dörtyüz sene Osmanlı’nın vilâyeti kalan, halkı Osmanlı vatandaşlarının torunları olan Irak’ın işgalle istikrarsıza itilmesinden en fazla zararı Türkiye görüyor. Zira Kuzey Irak’ta kukla bir devlet oluşumu ve Türkiye’ye yönelik bölücü terör örgütünün yuvalanıp silâh, sağlık, eğitim ve malî destekle palazlandırılması, ABD’nin Türkiye’deki üslerinde konuşlandırdığı “Çekiç Güç” ve “Keşif Güç”le sağlandı…

İşgal ve savaşla oluşturulan otorite boşluğu içinde karmaşa ve anarşiye itilen bölgede PKK-PEJAK terör örgütü konuşlandırılarak her türlü lojistik destekle azdırıldı. Terör belâsıyla Irak’tan sonra en fazla kaybı Türkiye verdi. Son onbeş yılda otuz binden fazla insanı katledildi. Terörle mücadeleye üçyüz milyar dolar harcadı.

Bunlar yetmiyormuş gibi, Kuzey Irak’lı “dostları”yla terör kamplarını ziyaret eden Amerikalı yetkililer ve İsrailli subaylar, terörist elebaşlarına cür’et verdiler. Ankara’nın teslimini Washington’dan istediği terörist başları, başta Kuzey Irak olmak üzere, Irak kent ve kasabalarında serbestçe dolaştılar, himâye gördüler ve hâlen de görüyorlar…

“KERKÜK’E ÖZEL STATÜ”

Kerkük operasyonu doludizgin devam ediyor. Amerikan Savunma Bakanından sonra Bush da Irak’a ani bir ziyaret yapıyor. Kendisine hakaret ve aşağılama anlamına gelen ayakkabı fırlatılıyor; lâkin yine, “Amerikan güvenliği, Iraklıların hayalleri ve dünya barışı için Irak’ın işgalinin gerekli bir görev olduğu” saçmalıklarını tekrarlıyor.

Cumhurbaşkanı Gül’ün meslektaşı Talabani’ye, bu menfur saldırıları şiddetle kınaması mesajı, bir işe yaramıyor. Bir teselli ve temenniden ibaret kalıyor.

Gül, “Türkiye Irak’ın yanında” diyor ama AKP hükûmeti, Irak halkının yanında değil, Irak işgalcilerinin yanında yer alıyor. Zira Kerkük’teki intihar saldırısındaki ağır yaralıları Türkiye’ye getirtip tedavi ettiren Ankara, diğer yandan Irak işgalcilerine havaalanlarını, limanlarını açarak işgal ve zulme her türlü lojistik destekte bulunuyor.

Kara gözlü Irak’lı çocuklarının, mâsum Irak halkının üzerine bomba atan Amerikan savaş uçakları, İncirlik’ten, Müslüman komşu Türkiye’deki üslerden havalanıyor. Bu bakımdan Ankara’nın Irak halkının yanında olduğunu bildirmesi, bir şey ifâde etmiyor.

Ankara biran önce bu ikilemden kurtulmalı; oldubittilere karşı kuru demeç ve kınamalarla kalmamalı. Aynı inancı, tarihi, kültürü paylaştığı Müslüman komşu ve mazlum Irak’ı, sözde “stratejik müttefiki”nin küresel hegemonyası ve çıkarlarına fedâ etmemeli. Kerkük’ün demografik düzenbazlıklarla saptırılan emr-i vaki referandumla ABD’nin eyâleti kukla Kuzeydekilerin “insafına” bırakmamalı. Kerkük’ün, Telâfer’in ve diğer Türkmen kentlerinin, Irak’ın toprak bütünlüğünde Bağdat’a bağlanmasına çalışmalı, ağırlığını koymalı. Devlet dairelerinin levhalarının Arapça ve Kürtçenin yanısıra Türkçe yazılması gibi göstermelik düzeltmelerle yetinmemeli; Müslüman komşu Irak’ın birlik ve beraberliği içinde yönetimin ve bütün zenginliklerinin âdil ve eşit paylaşımını sağlayacak sistemle Kerkük’e “özel statü” verilmesi adına her türlü çabayı harcamalı.

Aksi halde millet ve tarih önünde vebâlden kurtulmayacaktır…

16.12.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ahiret ve Atatürk



Genelkurmay Başkanının M. Kemal’e ölümsüzlük izafe eden sözlerini eleştirdiğimiz yazımız (15.11.2008), bazılarını sinirlendirmiş. Tepkisini yerel gazetelerdeki köşelerine yansıtanlar olmuş. Bunlardan biri, M. Kemal’in “Müslümanlıkla ilgili övücü sözleri”ni aktararak bizi “yalancılık”la suçlayan bir yazı yazmış.

Kendi kullandığı ifadelerle bu “çirkin” yazının sahibini muhatap alma gibi bir niyetimiz yok.

Ancak yazısı, bize, M. Kemal’in ahiret inancının bulunup bulunmadığı konusunu biraz daha detaylı bir şekilde aydınlatma fırsatını veriyor.

Hem de M. Kemal’in bizzat kendi sözleriyle.

İşte onlardan biri, 1937’de, ölümünden bir yıl önce Romanya Dışişleri Bakanı Antonesse ile yaptığı sohbette geçen düşündürücü beyanlar:

“Kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı herşeyi kara görüyordu. ‘Madem ki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki muvakkat ömür esnasında neşe ve saadete yer bulunamaz’ diyorlardı.

“Başka kitaplar okudum. Bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki: ‘Madem ki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şatır olalım...’

“Ben, kendi karakterim itibarıyla ikinci hayat telâkkîsini tercih ediyorum.” (Afetinan, Medenî Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazıları, s. 16)

Hayat felsefesini tamamen filozofların yorumlarına göre şekillendiren ve onlardan aldığı tesirle hayatın sonunu “sıfır” olarak gören bir kişinin bu sözleri herşeyi açıkça anlatmıyor mu?

Bu “felsefe”yi tamamlayan diğer bir örnek:

M. Kemal’in Çanakkale hutbelerinde de her zaman tekrarlanan meşhur sözleri var ya. Hani, askerlerin nasıl bir aşk ve şevkle şehit olmaya koştuklarını tasvir eden sözler... O tasvirlerin arkaplanında ne kadar farklı bir düşünce yapısının bulunduğunu, M. Kemal, Avrupa günlerinde gönül ilişkisine girdiği Madam Corinne’e yazdığı mektuplardan birinde açığa vuruyor.

İşte 6.5.1916 tarihli mektuptan satırlar:

“Askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidirler. Bundan başka, hususî inançları, çok defa ölüme sevk eden emirlerimi yerine getirmelerini çok kolaylaştırıyor. Filhakika, onlara göre iki semavî netice mümkün. Ya gazi veya şehit olmak. Bu sonuncusu nedir, bilir misiniz? Dos doğru Cennete gitmek. Orada Allah’ın en güzel kadınları, hurileri onları karşılayacak ve ebediyen onların arzularına tâbi olacaklar.”

Askerlerinin şehitlik arzusunu “bir an önce hurilere kavuşma arzusu” ile açıklayan M. Kemal, kendi tercihini ise şöyle ifade ediyor:

“Ölümden sonraki hayalî rahata kavuşmak için Allah’ımızın Cennetine gitmeye kolay kolay razı olacak değilim...” (Sabah, 26.3.2002)

Ahirete inanan bir insan, hayatın sonunu sıfır ve hiçlik olarak görür; “Madem sonu sıfırla bitecek, öyleyse bu hayatı olabildiğince şen ve şatır yaşayalım” diye düşünür; şehit olma iştiyakıyla ölüme koşan gencecik askerlerin bu psikolojisini bir an önce hurilerle buluşma arzusuyla açıklayıp alay eder ve ölümden sonraki Cennet hayatı için “hayalî rahat” ifadesini kullanır mı?

Yine M. Kemal’in, “Biz ilhamımızı gökten indiği sanılan kitaplardan değil, hayatın gerçeklerinden alıyoruz” sözü, bu portreyi tamamlıyor.

Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerim başta olmak üzere semavî kitaplar hakkındaki düşüncesini “gökten indiği sanılan” ifadesiyle açığa vuran bir kişinin, ölüm sonrasına ilişkin kanaatinin de böyle olmasında şaşılacak birşey var mı?

Bu konulardaki gerçek düşüncelerini milletin önünde açıkça dile getirmekten kaçınması, hattâ birçok beyanında tam tersi yönde fikirler ifade etmesi normal. Çünkü o bir siyaset adamı.

Yönlendirmek ve yeniden şekillendirmek istediği toplumla kendisini karşı karşıya getirecek çıkışlar yapmak, akılcı bir siyasetle bağdaşmaz.

Ama icraatlarının, gizli tutmaya çalıştığı gerçek fikirleri istikametinde olduğu da bir vâkıa.

16.12.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Adliye Sarayları suçu önlemiyor



Son yıllarda devasa “Adliye Sarayları” yapmakla övünüyoruz, ama bu övünmenin temelsiz olduğunu gelişen hadiseler ortaya koyuyor.

Elbette ‘adalet mülkün temeli’ olduğuna göre, adaletin dağıtıldığı mekânlar da günün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde olmalıdır. Bu bakımdan, adliye binalarının ‘saray’ gibi olmasına itiraz edilmez. Fakat bu binaların saray gibi olmasından daha önemli olan, adaletin adil ve hızlı bir şekilde tecelli etmesini temin edebilmektir.

Türkiye’de adaletin hızlı tecellî edebildiğini söylemek ne yazık ki mümkün değildir. Hemen her gün, adaletin geciktiğiyle ilgili haberler medyada yer alıyor.

Bu konuda önemle üzerinde durulması gereken başka bir konu da, mevcut cezaların caydırıcı olup olmadığıdır. ‘Suçlu’ sayısındaki artış, maalesef ürkütücü boyutlara gelmiş. Tutuklu ya da hükümlülerin toplamı 100 bini aşmış ki bu sayının Türkiye’yi idare edenleri cidden ürkütmesi lâzım. Cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin sayısının 4 yıl önce 57 bin olduğu hatırlanırsa, rakamın ne kadar ürkütücü ve bir o kadar da düşündürücü olduğu her halde anlaşılır.

Geçmiş yıllarda çıkartılan bazı ‘af kanunları’nın ‘Cezaevlerinde yer kalmadı’ gerekçesine dayandırıldığı hatırlanırsa, benzer tartışmaların önümüzdeki günlerde de gündeme gelmesi beklenebilir. Ortada bir ‘suç patlaması’ var ise, bunu önlemenin yolu her halde yeni cezaevleri inşâ etmek değildir. Birinci adım, insanların suç işlememesini temin etmek olmalıdır. İkinci adım da es kaza cezaevlerine girenleri ‘ıslâh’ edebilmektir. Maalesef, uygulanan yöntemlerle bunların hiçbiri yapılamıyor. Sağlıkta olduğu gibi, sosyal hayatta da ‘önleyici tedbir’ler alınabilmeli. Yoksa insanlar suç işledikten sonra onları hapse atmak çare olmuyor. Hele günümüzde, pireye kızıp yorgan yakan ve bu sebeple cezaevlerine düşenler; orada ıslâh olmak yerine daha bilenmiş, belki de daha önce işlemediği suçları işlemeye aday kişi olarak tahliye ediliyor. Cezaevinden çıktıktan sonra da kısa sürede benzer suçları işleyip yeniden cezaevinin yolunu tutuyor.

Cemiyetteki suç patlamasıyla ilgili olarak ‘uzman’lar şöyle görüş bildirmiş:

Doç. Dr. Ümit Kocasakal: 5271 sayılı yeni Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu’nun tutuklama ile ilgili 100. maddesi, bazı katalog suçlar öngördü. “Bunun dışındakiler için tutuklama yapılamayacak” denildi. Ancak bu tam tersi sonuç verdi. 100. maddenin 3. fıkrasındaki suçlardan biri varsa otomatik tutuklama verilir hale geldi.

Ergin Cinmen (Avukat): Yeni suç icat edilmiş değil. Yani yeni ceza kanunu ile ortaya atılmış yeni bir suç türü yok. Öyleyse bu artışın iki nedeni olabilir. Bunlardan biri ekonomik kriz. İkincisi ise dâvâların uzun sürmesi. Bu durumun hükümlü miktarında büyük bir değişikliğe etkisi yok ama tutuklu miktarında bir artış oluyor.

Prof. Dr. Nilüfer Narlı: Bu durum suçun arttığını gösteriyor. Cinsel suçlarda da 2006’dan bu yana artış var. (...) Yeterli istihdam yaratılamaması ortaya işsiz, öfkeli ve yetersiz kaynaklara sahip bir kitle çıkartıyor. (Sabah, 15 Aralık 2008)

Aslında çarenin ‘kalplere yasakçı koymak’ olduğunu Türkiye’yi idare denler de biliyor; ama bunu itiraf etmekten uzak duruyorlar. Her halde, başka çarelerinin kalmadığını anlamak için biraz daha zaman gerekli...

16.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

Kapitalizm sonrası



Son birkaç yüzyıldır yoksulluğun pençesinde kıvranan, geri kalmışlığın verdiği eziklikle bariz hatalar yapan, yüz kızartıcı tavırlar sergileyen İslâm toplumları, yeniden şekillenen dünyada yerini nasıl belirleyecektir? İslâm dünyası küresel ekonomik krizle sarsılan Batı dünyasına yol gösterici olabilecek olgunluğa ve donanıma sahip midir? Bu sorunun cevabı hiç şüphesiz Müslümanların Müslümanca tavırlarını yaygınlaştırmasıyla, hayat biçimlerini sosyal hayata aktarmasıyla yakından ilgilidir.

Kanaat etmeyen, elindekiyle yetinmesini bilmeyen, hırs ile hep daha fazlasını isteyen insan her zaman yoksuldur. İnsana özgü bu özellik kurumsal bir nitelik kazandığında içinde bulunduğu toplumu da yoksullaştırır ve o toplumun her alanda yozlaşmasına yol açar. Yaşadığımız sosyo-ekonomik sıkıntıların ve daralmaların özünde insanın hırsı ve kanaatsizliği ile birlikte çeşitli yollarla bunu kurumsallaştırması yatmaktadır. Ne yazık ki günümüz İslâm toplumları da bu durumdan uzak değillerdir.

Bu durumda sorulması gereken bazı temel sorular vardır. Günümüz Müslümanları, sergiledikleri hayat tarzıyla, sosyal olaylara yaklaşım biçimleriyle, hayatı algılama şekilleriyle nerede durmaktadırlar? İslâm’ın ortaya koyduğu prensiplere sıkı sıkıya bağlı Müslümanca bir tavır mı sergilemektedirler; yoksa farklı bir algılama biçimiyle konjonktürel mi hareket etmektedirler?

Özü itibariyle İslâm bir hayat tarzı değil midir? Müslüman aldatmayan ve aldanmayandır. Kanaatkârdır, tutumludur, israftan uzak durur ve yardım severdir. Yakınlarını gözettiği kadar darda kalan uzak kimselere de el uzatır. Bu el coğrafyaları aşan, din-dil-ırk ayrımı gözetmeyen şefkatli bir eldir. Ferdî ve ictimaî hayatın birçok noktasında ortaya koyduğumuz yanlışlıklar silsilesi bu algıyı küresel anlamda değiştirmeye yetmiştir ne yazık ki. Bu sebeple Marks’ın kapitalizmin çöküşünü öngören fikirlerinden sonra, kapitalizme alternatif olarak haykırdığımız “Tek kurtuluş yolu İslâm’dır” sözü havada kalmaktadır. Şöyle ki:

Mimsiz medeniyetin heva ve heveslere yönelik cazibedar hizmeti karşısından esir olan insan tipinin, modernleşme-çağdaşlaşma kandırmacasıyla insanın ve toplumun mesh-i manevisine sebep olan bireysel ve toplumsal ahlâkî dejenerasyonun önüne geçebildik mi?

Bugünkü krizin temel sebebi sayılabilecek tüketim kültürünü, zarurî olmayan ihtiyaçların zarurî ihtiyaçlar haline dönüşmesine sebep olan taklitçilik, görenek ve özenti belâsını def edebildik mi?

Temel olarak bizi insan ve insanlık adına dönüştürecek ve bizi zaaflarımızdan kurtaracak temel ibadetlerden namaz, oruç ve zekâtı yaygınlaştırabildik mi? “Sen çalış, ben yiyeyim” anlamına gelen, beşerî bozulmaların temel sebebi olan faiz belâsını bünyemizden def edebildik mi? Kur'ân ve Sünnet-i Seniyye gibi sağlam hakikatler elimizde olduğu halde bunları başarabildik mi?

Dünya ile birlikte bizi de sarsan ekonomik krizden çıkış yolu elbette ki İslâmdan, İslâmın ter ü taze iman hakikatlerinden geçmektedir. Ancak bu teorik İslâm değil, bizzat hayata aktarılan, yaşanan ve böylece örnek olarak gösterilen İslâmdır. Geri kalmışlığımızın sebepleri ile ilgili ipuçları bu teorilerden ziyade bizim hayat tarzımızda saklıdır. Yapılması gereken İslâmiyete lâyık doğrulara sahip çıkmak ve doğru İslâmı yaşayarak göstermektir. O zaman Marks ve Hegel’in bütün dünyayı kasıp savuran gayr-i fıtrî görüşleri karşısında “İslâm” konuşmaya başlayacaktır. İnsanlık düşe kalka, yana yakıla, yanıla yanıla bu İslâm’ın açtığı mecraya doğru ilerlemektedir. Hem de Bediüzzaman’ın bir rüya-yı sadıkada “Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem” tarafından kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplara muhtaç bir halde…

16.12.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Şerh gülleri



Maden-i ilm-i imanla mücehhez tefsir-i Kur’ân Risâle-i Nur’u, ilk şerh ve izah eden, onun birinci talebesi Said Nursî. Hayatı Risâle-i Nur, Risâle-i Nur onun hayatı, karşılıklı birbirine bakan ve birbirini naks etmeyen iki âyine…

Kitaplar içinde de Nur’u ilk şerh ve izah eden lâhikalar; talebeleriyle karşılıklı mükâlemeyle hakikatlerin hayata aksetmesi… Saff-ı evvel talebelerin bulundukları muhitte saf ve sade Nursî yaşantıları da, ilm-i imanîyi hayata akıtan şerh ve izahlar…

Halka genişledi, daire büyüdü, zaman başkalaştıkça; bugün Risâle-i Nur’u esas alarak onlarca yayınevinin bastığı yüzlerce kitap, bir nev’î Nur’ların şerh ve izahı… Bütünlüğü olmayan, birbirinden habersiz, kuşatıcılıktan uzak bu şerhler gelecek adına ümit veriyor olsa da, bugüne yeterince cevap vermiyor; bu ülkenin entelektüel gündemine nurculuk hâlâ oturmuş değil, geniş halk kitlelerine Risâle-i Nur yeterince yayılmamış…

Seksenli yıllarda başlayan dünyevîleşme rüzgârının, şimdiki zamanda dindarların eliyle fırtınaya dönüşmüş olması bu geciktirmede etken olmuş olabilir veya bu zaman diliminde Risâle-i Nur’a muhatap olanlar bu fırtınayı engellemekte yetersiz kalmış, hatta kısmen tesirinde kalmış olabilir; zamanın ruhuna dokunan Risâleleri, zamana okutamamışız…

Bugün bu meyanda yapılan küçük çalışmaları takdir, tebrik, teşvikle destek vermekle beraber kuşatıcı, kapsayıcı, zamana cevap veren asıl şerh ve izahların yapılmadığı da aşikâr bir gerçek…

Risâle- i Nur’un üç vazifesini—iman, hayat, şeriat—kendi hayatlarına bihakkın taşıyan müntesiplerinden oluşan geniş cemaatin içinden çıkan bir meclis bu işi hakkıyla yerine getirebilir… Bediüzzaman, talebelerine der: “Sizin vazifeniz hizmet değildir, sizin vazifeniz muhabbet, uhuvvet, tesanüttür”

Bu üçlü saç ayağı geniş dairede oturtulmadıkça yapılan çalışmalar eksik, yetersiz ve cılız kalacaktır… Risâle-i Nur nasıl bir sadelik, saflık, ihlâs ve ihtiyaç içinde yazılmışsa ona yakışacak şerh ve izahlar da aynı hissiyât ve düşünce içinde olmakla olacaktır…

Hissiz, soğuk, resmî açıklamalar kuru bir demeçten öteye geçmeyecektir… Risâle-i Nur’da çekirdekler mesabesindeki hakikatlerin, zamanı gelmiş gonca gül gibi açması için, bahçıvana düşen görev; muhabbet toprağını uhuvvetle karıştırmak, ihlâs suyu ile sulamak, tesanüt rüzgârıyla havalandırmaktır; gülü gülün sahibi açar…

Bize düşen açıklarımızı kapatmak, noksanlarımızı tamamlamak, kusurlarımızın affı için Rahman’a yalvarmak, istihdam nimeti için şükretmek, Nur’a muhatap olmanın şükrü ona daha çok çalışmak olduğunu bilmektir…

16.12.2008

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Bayram sonrası mahmurluğu



Sayılı gün her zaman çabuk geçiyor. Daha geçen hafta yola çıkmanın, bayramı karşılamanın heyecanı içerisindeyken; bu hafta da yollara düşmenin, bayramı uğurlamanın hüznünü yaşıyorum.

Bayramı uğurlamanın hüznünü hepimiz yaşıyoruz. Bir bayram gidiyor, diğeri geliyor. Araya hayatlar sığıyor, umutlar, sevinçler, hüzünler sığıyor. Ve bizler yine bir ümitle, diğer bayramı beklemeye başlıyoruz.

Bu bayram, bayram namazına gitmeye niyetliydim aslında. Mısır’da Cuma ve bayram namazları bayanlara da açık. Cuma namazına daha önce gittim, ama bayram namazına gitmek bir türlü nasip olmadı. Bu bayram aksatmayacağım diyordum, ama yine Türkiye’ye geldim ve bayram namazına gidemedim. İnsan çok merak ediyor. Mısır’daki çoğu arkadaşım, arkadaşlarıyla namazda bayramlaşıyorlar, namaz sonrası da hep beraber toplanıp meyve sucuya gidiyorlar. (Bilenler bilir: Mısır’da neredeyse her köşe başında bir taze meyve sucu vardır. Bunlar envaî çeşit meyve suyu satarlar, bu meyve sularının hepsi tazedir ve mangodan ananasa, keju fıstığından ay çekirdeğine dek onlarca kuru ve yaş meyvenin taze sıkılmış yahut yapılmış suyunu içebilirsiniz bu mekânlarda). Aslında bayram namazına gitmek onları bir araya getiren bir unsur olduğundan dolayı, bu arkadaşlar eski bayramlarını ve eski bayram geleneklerini de her daim yaşatıyorlar. Bu her bayram eski bayramları özleyen ve bir sonraki bayramda da geçmiş bayramları özlemeye hazırlanan bizlerin daha bir iç çekmesine sebep oluyor.

Ben yine de bayramların eski tadının kalmadığını düşünenlerin bayramda evlerine misafir gelen yahut da kapılarını çalıp şeker isteyen bir çocuğun yüzüne, gözlerindeki ışıltıya bakmalarını tavsiye ederim. İşte bayram coşkusu o gözlerde kendisini tam anlamıyla gösterip hissettirmektedir. Ne olursa olsun, çocuğa bayramdır. Biz bu yaşımızda apartmanda komşularımızı kapı kapı dolaşıp şeker toplayamadığımızdan, eski bayramların tadını yitirdiğini düşünüyoruz belki de. Ama bayramın her anını sabırsızlıkla bekleyen ve yaşayan bu çocuklar, bir nev'î eski bayramların ya da içimizde ölmeye ve üç-beş günlük tatil paketleriyle değiştirilmeye yüz tutmuş bayram coşkusunun yaşayan örnekleri.

Ben de bayram ziyaretleri çerçevesinde amcamın ziyaretine gittiğim zaman, o eski bayramlara döndüm. Amcam mendil içerisinde şeker değil, ama geçen haftaki yazıma cevaben bana en sevdiğim çaydan bir paket hediye etti. Bu da beni çok mutlu etti. İçimdeki çocuk, yeni bir bayramın ilk gününe uyanırcasına uyandı. Hem bayramı kutladım, hem almaya geldiğim çayı aldım, yine yollar göründü. Murathan Mungan’ın dediği gibi “Neresi sıla bize, neresi gurbet, yollar bize memleket…”

16.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî



Bugün Afganistan sınırları içinde kalan Belh’te 1207 yılında doğdu. Ülkemizde Mevlânâ, İran’da Rûmî ve Batı âleminde ise ‘Jalaluddin’ adıyla tanınır. Mevlânâ, efendimiz demektir. Rûmî ise Anadolu’lu anlamına gelir. Babası Sultanu’l- Ulema ‘Bahaeddin Veled’ Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’ın dâveti üzerine Anadolu’ya gelir. Babasından ve gittikleri yerlerdeki en yüksek bilginlerden dersleri alan Mevlânâ, 1244 de Konya’ya gelen Şems-i Tebriz’den manevî lezzetleri tadar. Mesnevî-i Manevî, Divan-ı Kebir, Fihi- Mafih, Mektubat isimli eserleri kaleme aldı. 17 Aralık 1273 yılında Konya da vefat etti. Onun ‘Düğün Gecem’ dediği Şeb-i Arus’ta yani vefat günü olan 17 Aralık’ta dünyanın dört bir yanından sevenleri Konya’ya gelir. 735. vefat yıl dönümünde rahmet niyaz ediyoruz.

Rûmî Mevlevî Âyini ve Semâ

Mevlevî‘ler Semâ adını verdikleri bir nev'î ibadet kimliği taşıyan, şekil ve anlam bütünlüğü içinde bir tören icra ederler. Âyin ismi verilen bu besteler Selâm denilen dört kısımdan oluşur. Güfte(şiir) genellikle Mevlânâ’dan seçilir. Şiirleri Farsça olduğu için ayin güfteleri de Farsça’dır. En bilinen Mevlevî Ayini Şerif’leri Dede Efendi’nin bestelediği Hüzzam ve Neva Ayini Şerif’leridir. Ayin sırasında dönen yani sema eden dervişlere Semazen, çalan ve okuyan kişilerin oturduğu yere mutrıb, mutrıbdaki müzisyenlere Mutrıb Heyeti, ney çalanlara neyzen, kudüm çalanlara kudümzen, ayin okuyanlara ayinhan, naat okuyanlara naa’t-han denilir. Mutrıb heyetinin başı Kudümzen başı’dır. Neyzenlerin başı ise Neyzenbaşı’dır. Sema törenine başlarken, önce na’t okunur. Na’t Hz. Peygamberi ve Cenâb-ı Hakk’ı yücelten kasidelerdir. Girişte yapılan ney taksiminin ardından-ki her şeye can veren Nefes’i, Nafha-yı İlâhi’yi temsil eder- yine aynı makamda (hüzzam, nevâ gibi) peşrev çalınır. Peşrev, icra edilecek olan sözlü eserlere geçmeden önce çalınan saz eserleridir. Peşrev çalınırken semazenler birbirlerine selâm vererek üç kez dairesel olarak yürüyüş yaparlar. Ardından Sema Ayininin selâm denilen bölümlerine başlanır. Toplam dört selâm vardır. Selâm denilen bölümler her biri farklı usullerde olup mânâ olarak da anlamlar taşırlar. Birinci Selâm, insanın bilgiye hakikata doğarak Allah’ı ve kendi kulluğunu idrak etmesidir. İkinci Selâm, insanın yaratılıştaki azameti müşahade ederek Allah’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymasıdır. Üçüncü Selâm insanın hayranlık duygularının aşka dönüşmesiyle aklın aşka kurban oluşudur. Tam teslimiyet ve vuslattır. Dördüncü Selâm semazenin manevî yolculuğunu Mi'racını tamamlayıp kaderine razı olarak yaratılıştaki vazifesine kulluğuna dönüşüdür. Dördüncü selâm da okunduktan sonra son peşrev çalınır ve girişte olduğu gibi taksim yapılır. Kur’ân-ı Kerim’in okunmasının ardından post duâsı ile sema töreni sona erer. Semazen hırkasını çıkarmakla manen ebedî âleme hakikate doğar. Başındaki sikkesi nefsinin mezar taşı, üstündeki tennuresi nefsinin kefenidir. Kollarını çapraz bağlayarak görünüşte bir rakamını temsil ederek Allah'ın birliğini tasdik ederler. Semazenin kolları sema ederken açık, sağ eli duâ edercesine göklere sol eli yere dönüktür. Haktan aldığı ihsanı halka saçar. Sağdan sola kalbin etrafında dönerek bütün yaratılmışları kalbindeki sevgi ve aşkla kucaklar.

Gönülden Dile

“Her gün bir yerden göçmek

ne iyi. Her gün bir yere konmak ne güzel. Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş. Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım. ”

Hz. Mevlânâ

Hz. Mevlâna’dan

dersler

Gerçek sarhoş kim?

HZ. Mevlânâ sema ederken bir sarhoş gelir yanına. O da sema ederken bir yandan da Mevlânâ ya çarpıyormuş. Bazıları onu dövüp tartaklayıp dışarı atmak isterler. Bunun üzerine Mevlânâ “O içmiş ama siz sarhoşluk ediyorsunuz. O kavga etmiyor sema etmek istiyor. Siz semadasınız ama kavga etmek istiyorsunuz” der.

Hz. Mevlânâ ve papaz

BİZANS’TAN bir papaz gelir. Yolda Mevlânâ ile karşılaşınca, onun heybetinden, nurundan önünde secdeye kapanır. Mevlânâ Hazretleride ona secde eder. Papaz kalkıp Hz. Mevlânâ’nın da secdeye kapandığını görünce bir daha secdeye kapanır. Tabiî Mevlânâ da. Papaz Mevlânâ’ya hayran kalır ve Müslüman olur. Bu olayı anlatırken Hz. Mevlânâ “Bir Hıristiyan papaz tevazuun şerefini bizden almak istedi, altta kalır mıyız? Zira tevazu mü’minlere Hz. Peygamberden miras kalmıştır.”

Hakikî değer

BİR vaizin “Hamdolsun Allah’a ki bizi kâfir yaratmamış” sözünü duyunca “Kendisini onlarla tartıyor da bir dirhem fazla geldim diye övünüyor. Er ise gelsin de peygamberlerin, erenlerin terazisiyle tartılsın. O zaman hakikî değeri belli olur” der.

16.12.2008

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Şaban DÖĞEN

Cebrail (as) ile Mikâil’in (as) yardımı



“İnsanlar arasına bozgunculuk ve kötülük sokmaktan sakının! Çünkü böyle hareket dini yok eder.” 1

Böyle buyuruyor Peygamberimiz (asm). Ara bozmak, bozgunculuk yapmak ne kadar kötüyse ara bulmak, düzeltmek de o kadar önemli. Dini tamir etmek demek. Kur’ân açıkça, “Mü’minler kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete erişesiniz” 2 buyurur. Allah Resûlü de (asm) barıştırmanın, ara bulmanın önemiyle ilgili birçok öğütlerde bulunur. Sahabe de bunun için can atar.

Hz. Ali (ra) bir gün çocuklara yiyecek birşeyler almak için yollara düşer. Yolda kavga etmekte olan iki kişi görür. “Niçin kavga ediyorsunuz? Şu fani dünyada neyinizi paylaşamıyorsunuz? Allah’ı düşüneceğiniz yerde niçin birbirinizle mücadele ediyorsunuz?” der. İçlerinden biri, diğerinden altı dirhem alacağı olduğunu, vermediğini söyler. Tevafuka bakın ki Hz. Ali’nin (ra) cebinde de tam altı dirhem para vardır. “Yeter ki kavga bitsin, barışsınlar” diye alacaklıya cebindeki parayı uzatır, aralarını düzeltir, kavgayı sona erdirir.

Eve döndüğünde Hz. Ali’nin (ra) eli bomboştur. Çocuklar açtırlar. Eve varır varmaz Fatıma Validemiz, “Ya Ali, hiç mi bir şey almadın?” diye sorunca, “Birşey alamadım, ama ara düzelttim ya Fâtıma” der Hz. Ali (ra).

Günümüz kadınları böyle bir durumla karşılaşsalardı nasıl karşılar, neler yaparlardı? Hz. Ali (ra) gözünü kırpmadan cebindeki altı dirhemi verdiği gibi Hz. Fatıma da “İyi ki böyle bir hayra vesile olmuşsun!” dercesine bunu sevinçle karşılar. Yüzündeki gülümsemeden anlaşılmaktadır bu. İki mü’min kardeşin arasını bulmak az şey midir? Allah Kerîm’dir. Açlıktan ağlamakta olan Hz. Hasan’la (ra) Hüseyin’in de(ra) rızkını verecektir şüphesiz.

Hz. Ali (ra) tekrar evden çıkar. Mutlaka çocuklara yedirebileceği birşeyler bulacaktır. Şu tevafuka bakın ki yolda bir adama rastlar. Elinde besili bir deve bulunmaktadır. “Ya Ali!” der. “Bu deveyi sana satmak isterim, hem de ucuza satacağım, ne dersin?” der. “Param yok” diye cevap verir Hz. Ali (ra). “Olsun” der adam. “Bu deveyi sana vermeyi çok istiyorum. 150 dirhem bu deve. Al sonra ödersin.”

Alır Hz. Ali (ra) 150 dirheme deveyi. Yolda giderken başka bir adama rastlar. “Ya Ali” der, “Ne güzel bir deve bu! 300 dirheme alsam satar mısın?” Son derece dürüsttür Hz. Ali (ra). “Ama ben bunu 150 dirheme aldım” demekten çekinmez. “Olsun!” der adam. “Ben çok beğendim bu deveyi. O fiyat eder” der ve 300 dirheme satın alır deveyi Hz. Ali’den (ra). Evine, çoluk çocuğuna dolu dolu yiyeceklerle gider. Ev bolluğa kavuşur.

Sonra da Allah Resûlünün (asm) huzuruna çıkar Hz. Ali (ra). Kâinatın Efendisi (asm) onu tebessümle karşılar. “Şu deve hikâyesini anlatsana ey Ali!” der. O da başından geçenleri bir bir anlatır. Kâinatın Efendisi (asm) buyururlar ki: “Sen ki ey Ali ara düzelttin. Allah Cebrail’i ile sana o deveyi sattı. Mikail’i ile de satın aldı. Her kim ki ara bulur, ayrılık gayrılıkları düzeltir, insanları ikilikten kurtarırsa o bendendir ey Ali.”

İşte Allah Resûlünün (asm) yolunda olmak budur.

Dipnotlar: 1- Ebû Davud, Edeb: 50; Tirmizî, Kıyame: 56., 2- Hucurat Sûresi : 10.

16.12.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kabir, mahşer ve ötesi



Harun Bey: “Kabirde makamlar gösterilirse ruh mahşere makamını bilerek mi çıkıyor? Bu durumda mahkemenin bir değeri kalır mı? Mahşerden beraat alarak geçen bir kişi bir de Sırat üzerinde Cehenneme düşmeme korkusu yaşar mı?”

1- Âhirette hiçbir şey bu dünyadaki gibi cereyan etmez. Dünya teklif yurdu, âhiret ücret yurdudur. Dünya hikmet yurdu, âhiret kudret yurdudur. Orada zaman farklıdır. Orası ezeliyet, ebediyet ve sonsuzluk ülkesidir. Sonsuzluk, Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle, maziyi, hâli ve istikbali iç içe ve birden tutar.1 Orası kesret dâiresi değil, çokluklar ülkesi değil, vahdet dâiresidir. 2 Orada hakîkatlere bakışımız farklıdır. Burada îmân konusu olan âhiretle ilgili hemen her haber, orada müşahedemiz altında olacaktır. Kabir suâli, kabir azabı, mahşer, sırat, Cennet, Cehennem... vs. uhrevî hâdiseler buradaki gibi haberden ve îmân konusu olmaktan çıkacak, birer yaşanılan gerçek olarak bizi saracaktır. İmtihan yoktur artık. İmtihan dünyada kalmıştır. Her şey dünyada attığımız tohumların meyvesi ve fidanı olarak karşımıza çıkacaktır.

2- Hâkimin şefkati ve merhameti ayrı... Mağfireti, affı ve bağışlaması ayrı... Kahrı, gazabı, celâli ve gâlibiyeti ayrı... Hikmeti, hükmü, kararı ve adâleti ayrıdır. Hâkim, suçluyu îdamla yargılar, fakat sonra döner şefkatinden ve merhametinden kalemini kırar. Suçlusunun bazı davranışlarını affa konu yapar, cezâsını hafifletir.

Binâenaleyh, Hâkim-i Ezelî olan Cenâb-ı Hakk’ın, ölümle yüksek huzuruna aldığı kuluna, kulluk vasfını kaybetmemiş kuluna, dünyada Kendi Zât-ı Ulûhiyetine sığınmayı ihmal etmemiş kuluna, her ne kadar günahkâr da olsa, her ne kadar hesabı görülecek işleri de olsa, Cennetinden ve rahmetinden bir esinti hissettirerek istirahatını temin etmesi şefkatinden ve merhametindendir. Hesap ve yargılama ayrı, şefkat ve merhamet ayrı tecellîlerdir. Zâten Peygamber Efendimizin (asm) haber verdiği gibi Cennet de, Cehennem de bize uzak yerlerde değildir; bize ayakkabımızın bağından daha yakındır.3

3- Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Müslüman, kabrinde Rabb’inden ve Peygamberinden sorulduğunda Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve Muhammed’in (asm) Allah’ın elçisi olduğuna şahâdet eder. Bu şahâdet, Allah’ın, ‘Allah îmân edenlere dünya hayatında da, âhiret hayatında da sabit sözlerinde dâimâ sebat ihsan eder’ 4 meâlindeki yüksek âyetinin gerçekleşmesidir.” 5

Bu hadiste dünyada îmân üzere sebat eden bir kulun kabir suâli sırasında da îmân üzere bulunacağı müjdelenmiştir. Cenâb-ı Hak dilerse bu kuluna Cennetini gösterir.

4- Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) bildiriyor ki: “Kul kabre konulduğunda, dostları dönüp gittiği ve onların ayak sesleri henüz işitildiği sırada iki melek gelir. Onu oturturlar ve Hazret-i Muhammed’i (asm) kast ederek, ‘Bu zât hakkında ne düşünüyorsun?’ diye sorarlar. O kişi mü’min ise şöyle der:

“‘O’nun Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim.’

Bunun üzerine kendisine:

“‘Cehennemdeki yerine bak! Allah orayı Cennet ile değiştirdi’ denir.

“O kişi her iki yerini de görür. Kabri yetmiş arşın genişletilir. Kıyâmet Günü insanlar diriltilinceye kadar kabri hoş kokularla doldurulur.” 6

Burada bir hesap görme ve yargılama yoktur. Burada vazifeli melekler kulun îmânda sebat üzere olduğunu tesbit ediyorlar ve kendilerine verilen yetki çerçevesinde kulu îmândaki sebatı nedeniyle Cennet ile müjdeliyorlar. Bu kul mahşer yargılamasından, yani Mahkeme-i Kübrâdan, yani büyük duruşmadan kurtulmuş değildir. Nitekim “Cehennemdeki yerin”den maksat bu duruşmanın sonucu olsa gerektir. Fakat bu kulun affedilmeye ve bağışlanmaya liyâkâti vardır. Cenâb-ı Allah’ın bu liyâkât üzerine kulunu bağışlaması umulmaktadır. Muhtemelen mahşerde o da olacaktır. Çünkü O, kulu ile kulunun zannı çerçevesinde muâmele yapıyor.7 Yani bağışlandığını düşünen ve bunu Allah’tan uman kulunu bağışlıyor. Bunu melekler biliyorlar.

5- Esas olan Allah’ın haksızlık yapmayacağını ve zulmetmeyeceğini bilmek ve buna îmân etmektir. Dünyada verilen haberlerle yetinmek, âhireti müşâhede etmeyi âhirete bırakmaktır. Dünyada gayba îmânı en yüksek kemâl saymak; gaybın ayrıntısını görmeyi âhirete bırakmaktır.

6- Nihâyet berzah âlemi de, mahşer ve sırat da âlem-i gaybtan olduğundan; berzahta gideceğin yerin gösterilmesi mahşerdeki büyük muhakeme ile çelişmez.

7- Mahşerde beraatını alan bir kul artık Sırat üzerinden korkusuzca Cennete gider. Cehenneme düşme korkusu çekmez. Çünkü beraatını almıştır.

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 430., 2- Mektûbât, s. 223., 3- Riyâzu’s-Sâlihîn, 444., 4- İbrâhîm Sûresi: 27., 5- Riyâzu’s-Sâlihîn, 426., 6- Câmiü’s-Sağîr, 1/558., 7- Buhârî, Tevhid, 15; Tirmizî, Tevbe, 1; Bu hadisin yorumu için bakınız: Sözler, s. 39

16.12.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Çetecilik, profesyonel işi



Devletin birimleri içinde vaktiyle yuvalanmış "Susurluk Çetesi" çökertildikten sonra, "Hizbullahçılar" diye bilinen vahşî örgüt de çöküş sürecini yaşamaya başladı.

Bu her iki illegal örgütün parlama ve sönme süreci arasında muazzam bir paralellik var.

Taraflar arasındaki münasebetlerin perde altında ve gayet profesyonelce yürütüldüğünde ise şüphe yok.

Ancak, ne zaman ki meşhûr "Susurluk kazası" (3 Kasım 1996) ile bu perde yırtıldı, kirli ve karanlık ilişkiler ağının da—hiç olmasa bir kısmı—ortalığa saçılıverdi.

Bundan anlaşıldı ki, iki taraf arasında taktik ve stratejik boyuta bir işbirliği söz konusudur.

Yargılanmalar, yargısız infazlar, peşpeşe patlayan skandallar ve özellikle medya kanallarıyla zihinleri bulandırma çabaları birbirini takip etti.

Bu hadiselerin asıl failleri ve organizatörleri bir türlü anlaşılamadı, gitti. Zira, işin tepe noktasındaki kilit şahsiyetler hakkında ciddî bir yargı süreci işletilemedi, dolayısıyla mesele aydınlatılamadı. Hizbullahçı lider kadrosunun "yargısız infaz operasyonu" ile bertaraf edilmiş olması, resmî çetecilerin üzerindeki perdeyi daha da kalınlaştırmış oldu.

Neticede, çetecilik işini profesyonelce yapanlar kendilerini bir cihette kurtarmış oldular. Taşeronluk yapan adamlarla tetikçilik yapan zavallı ahmaklar ise, bu ağır okkanın altında kaldı. Onlardan tesbit edilenlerin çoğu "taammüden katil" damgasını yedikleri için ömür boyu hapis cezasına çarptırıldılar.

Zıtlaşma numarası

Susurlukçuların taşeron olarak eski (sâbıkalı) bazı ülkücüler ile Hizbullahçıları tetikçi ve taşeron olarak kullanmalarına mukabil, yargılanmalarına halen devam edilen Ergenekoncuların ise, tetikçi ve taşeron olarak daha ziyade PKK'cıları kullandığı anlaşılıyor.

Zahiren, bu iki odak arasında bir zıtlaşma varmış gibi anlaşılıyor. Ne var ki, işin aldatma noktası da işte bu "zıtlaşma numarası"nda yatıyor.

Ergenekoncular "ulusalcı" yahut "Türk milliyetçisi" rolünde görünürken, PKK'cılar ise en ateşli "Kürt milliyetçisi" diye lanse ediliyor.

Ancak, bu görüntü tamamıyla bir "zıtlaşma numarası"ndan ibarettir. Aralarında, insanı hayretler içinde bırakan bir "stratejik işbirliği" var. İkisi de birbirinin "velinimeti" gibidir. Biribirisiz yaşayamaz olmuşlar.

Gariptir ki, Ergenekoncuların kirli ilişkiler ağı medyanın gündemine geldikçe ve bu örgütün elemanları mahkemelerde yargılandıkça, PKK'cılar da kudurma, çıldırma noktasına geliyor.

Halbuki, bunların bu gidişattan memnun olmaları gerekmez miydi? Ama yok. Ergenekoncular sıkıştıkça, PKK'cılar da oraya buraya bomba atarak, karakollar basarak, katliâmlar yaparak ortalığı iyice bulandırmaya çalışıyorlar.

Demek ki, bunlar birbirinin koruyucusu ve kollayıcısı durumundalar. Zıtlaşma numarasını da, sırf kendilerini kamufle etmek ve tabandan taraftar kazanmak maksadıyla yapıyorlar.

Yani, profesyonelce çalışıyorlar...

Ne var ki, işledikleri cinayetler, yaptıkları zalimlikler öylesine çoğaldı ve menfaatlerin bölüşmesinde öylesine çok eller uzandı ki, artık işi kapalıdevre metoduyla yürütmenin imkânı kalmadı. Kurdukları sistem, orasından burasından sökülüp patlamaya başladı. Bir yandan da mazlûmların âhı arşa dayandığı için, işler tersine döndü ve yanma sırası bu kez zalimlere geldi.

Zira, küfür devam etse bile, zulüm devam etmezdi.

Ergenekoncuların zulüm ve cinayet çetelesine, son günlerde Uğur Mumcu, Necip Hablemitoğlu, Üzeyir Garih cinayeti ile 1993'te Bingöl karayolunda 33 erin katledilmesi hadisesi de eklenmiş oldu.

Umarız, karanlıkta kalan bu ve benzeri cinayetler de aydınlatılarak, Türkiye'deki âdil mahkemelerin, örgüt ve çetecilerden çok daha kararlı, dirayetli ve profesyonelce işlediği gerçeği, bütün dünya âleme ispat edilir. İlk matbaanın ilk meyvesi Osmanlı Devletinin matbaacılık tekniğine işlerlik kazandırması, ancak 1727 yılında mümkün olabilmiştir. İbrahim Müteferrika yönetiminde 16 Aralık'ta çalışmaya başlayan matbaada, ilk olarak "Vankulu Lûgatı" basıldı. Bu lûgat, daha önce var olan Sihâh isimli Arapça sözlüğün bir nevî tercümesi veyahut Türkçe versiyonu idi. Osmanlı'da matbaanın kurulması ve çalıştırılması, hiç de kolay olmadı. Şeyhülislâmlıktan fetvâ alınmasına rağmen, bu sisteme muhalefet edenler oldu. Bilhassa, geçimini hattatlıktan sağlayan kimseler, matbaanın varlığına dahi tahammül edemiyorlardı. Ne var ki, bu teknolojik imkândan yararlanmak, artık kaçınılmaz olmuştu. Avrupa, matbaacılık tekniğine çoktan başlamış ve yaklaşık iki asırlık bir zamandır önde gidiyordu. Geri kalmak hataydı, bir eksiklikti. Nihayet, geç de olsa bu eksiklik giderilmeye çalışıldı.

16.12.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır