"Gerçekten" haber verir 03 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Faruk ÇAKIR

İnsafsız yaklaşım



Sadece bugün değil, dün de Filistin’de yaşananları ‘kontrol altındaki medya’nın bize ulaştırdığı kadarıyla bilebiliyoruz. Meselâ son günlerde gündemde olan Gazze katliâmında nelerin yaşandığını tam anlamıyla bilebiliyor muyuz? Uluslar arası sermayenin kontrolünde olan ‘büyük medya’ yaşananların sadece bir kısmını dünyaya duyuruyor.

Filistin’de yaşananları anlamak için belki de 50 yıl öncesinden bu güne yaşananları tahlil etmek lâzım. Bir günü tahlil ederek neticeye varmak insanı yanlışa götürebilir. Ama ortada tartışılması dahi mümkün olmayan bir hakikat var: İsrail, Filistinlilerin topraklarını işgal etmiş durumdadır.

İsrail’in katliâm mekânı olarak seçtiği Gazze’de ise zaten aylardan beri “aç bırakılarak ölüme mahkûm edilmiş” 1.5 milyon Filistinli yaşıyor. Tamamen abluka altında olan ve en zarurî ihtiyaçlarını dahi karşılamaktan mahrum edilen bir halk... Sınır kapıları kapalı, giriş-çıkışların olmadığı bir yer.

Gazzeliler, aylardan beri sınıra yakın yerlerden Mısır tarafına doğru ‘tünel’ kazarak ‘komşu devlet’ tarafına geçiyor ve ihtiyaçlarını oradan karşılıyordu. Düşünün, iptidaî şartlarda kazılan ‘tünel’lerden neler getirilebilir? Her halde, oturma grubu, yatak odası, yeni mobilyalar, 4x4 arabalar getirilemez! Bu ‘bilgi’ katliâm öncesi Gazze’de yaşananları anlamak için yeterli olmalıydı. Ama olmadı, olamadı. Fiilî katliâm başlayana kadar Gazze’de yaşanan dram karşısında sessiz kaldık.

Bir kısım medya, Gazze’de yaşanan katliâm sebebiyle asıl suçlu olan İsrail’i görmemek eğiliminde. Utanmasalar, İsrail’e ‘eline sağlık’ diyecekler; ama o kadarı da ayıp olur diye ucundan bucağından başka bahaneler bularak Filistinlileri töhmet altında bırakmak istiyorlar. Meselâ, İsrail’in bir Hamas yetkilisini katletmesiyle ilgili haberi şu başlıkla vermişler: “Hamas lideri 4 karısı, 2 çocuğu ile bombalandı.” (Hürriyet, 2 Ocak 2009)

Aynı gruba ait başka bir gazetede ise haber biraz daha farklıydı: “İsrail’in Gazze’yi hedef alan saldırıları dün altıncı gününe girerken, ölen Filistinli sayısının 417’ye ulaştığı ve ölenler arasında Hamas’ın en kıdemli 10 liderinden biri olan Dr. Nezar Reyyan’ın da bulunduğu bildirildi. İsrail F-16 savaş uçaklarının Reyyan’ın Cebaliye’deki 4 katlı evini 1 tonluk bombayla vurduğu, binanın yerle bir olduğu belirtildi. Saldırı sonucu halk arasında ‘Filistin Aslanı’ olarak bilinen Reyyan’ın yanı sıra binada bulunan 4 karısından 2’si, 12 çocuğundan 4’ü ve binaları isabet alan 5 komşusunun da yaşamını yitirdiği açıklandı.” (Milliyet, 2 Ocak 2009)

“Ne var bunda?” diyenler olabilir. Şu var: Asıl haber olması gereken bir Hamas yöneticisinin ‘bir ton bomba’ ile ailesiyle birlikte katledilmesi mi yoksa onun ‘4 karısı’ olduğu bilgisi mi? Gazze’de devam eden katliâm büyük ölçüde ‘büyük medya’nın gündeminden düşmüş görünüyor. Her gün bombalanan Gazze’de ölenlerin sayısı artarken, ‘büyük medya’ ‘ilgisiz ayrıntı’larla akıl karıştırmanın peşinde. Okuyucuya, “Onlar zaten çok eşli. Dolayısı ile bize uymaz. Boşver, ölürlerse ölsünler’ mesajı mı verilmek istenmiş?

Oysa bakın aynı habere göre İsrail’deki bir Mossad yetkilisi, ülkesinin Gazze katliâmıyla ilgili olarak; “İşe yaramaz bir kolektif cezalandırma yöntemi” değerlendirmesinde bulunmuş.

Yerli ve ‘yabancı’ medya Gazze katliâmı karşısında insafsız yaklaşımını bir yana bırakıp, insanî yaklaşım sergilemeli.

03.01.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İlginç paralellik



Filistin’de yine tırmanışa geçen İsrail vahşetini mazur gösterip hafifletmek isteyen demagojinin, aynı zamanda bizdeki laikçi saplantıyla paralellik arz etmesi çok ilginç.

İsrail, zorla gasp ettiği topraklarda katliâm, vahşet, fitne ve desiselerle sürdürmeye çalıştığı varlığını sürekli tehlike içinde görmenin paranoyasıyla hareket ediyor. Kendisini düşmanlarla çepe çevre kuşatılmış gören bir yapı olarak hep diken üstünde ve tedirgin. Psikolojisi böyle.

Bizdeki laikçi zihniyetin durumu farklı mı?

“Türkün Türkten başka dostu yok, dünyanın en yalnız ülkesi Türkiye” söylemlerini dilinden düşürmeyen; yıllardır yaptığı ve hâlâ vazgeçmediği iç tehdit değerlendirmelerinde kendi halkını dahi tehlike olarak gördüğünü defaatle ortaya koyan zihniyet ve psikolojiden söz ediyoruz.

Burada, hakka dayanmadığı için başkalarının haklarını fütursuzca çiğnemekte beis görmeyen ve azınlık konumunda olmanın getirdiği tecrit duygusunu kendisi dışındakilere zulmederek açığa vuran çok anormal bir ruh hali söz konusu.

Bu zihniyet Türkiye’de tek parti diktası olarak iktidar tekelini elinde bulundurduğu dönemde, milletin büyük çoğunluğuna kan kusturdu. En temel hak ve hürriyetleri ayaklar altına aldı.

Tepeden inme usullerle uygulamaya konulan icraata tepki göstermeye kalkışanların çoğu, soluğu, darağaçlarına adam gönderme mekanizmaları gibi çalışan istiklâl mahkemelerinde aldı.

Şark isyanlarını bastırma adına, yıllarca dağlar taşlar bombalandı. Bir isyancının sığındığı gerekçesiyle koca bir köyün haritadan silindiği son derece dehşet verici hadiseler dahi yaşandı.

Türkiye’nin çok partili demokrasiye geçmesinden sonra nisbeten azalır gibi olan bu tür olaylar, demokrasinin canına okuyan ihtilâl dönemlerinde yine tırmanışa geçti. Bilhassa “terörle mücadele” adı altında büyük zulümler yapıldı.

21. yüzyıl Türkiye’sinde terörün hâlâ bitirilemeyişinde, halka da terörist nazarıyla bakan zihniyetin kaynaklık ettiği bu zulümlerin, 12 Eylül’den sonra Diyarbakır cezaevi başta olmak üzere bazı yerlerde yapılan gaddarca ve hunharca uygulamaların payı gözardı edilebilir mi?

Gerçek şu ki, Türkiye gerek tek parti devriyle, gerekse ihtilâllerle hâlâ hesaplaşabilmiş değil.

Bizim gibi dikta rejimlerinden ve darbelerden çok çekmiş olan Arjantin ve İspanya’da, hattâ Doğu Bloku ülkelerinde yıllar öncesinin karanlık dosyaları yeniden açılıp demokratik hesaplaşma açısından tarihî adımlar atılırken, bizde öyle bir gelişmenin işareti henüz belirmiş değil.

Böyle olunca, tek parti dönemindeki baskıcı uygulamalardan bahis açıldığında, “Hayır efendim, cumhuriyet döneminde kime ne baskı yapılmış ki?” çarpıtma ve demagojisi sergilenip, milletin gözünün içine baka baka yeni yalanlar söylenebiliyor. İhtilâllere alkış tutup, seçilmiş başbakanların idamının toplumda coşkuyla karşılandığını iddia eden “hukukçular” çıkabiliyor.

İşte Türkiye, kendisine yıllarca amansız bir azınlık diktasının dayatmalarını reva gören, zaman içinde gücü ve etkinliği azalan, ama fırsat bulduğunda aynı baskıları hortlatmaya her an hazır olan bu müstebit zihniyetin, şimdilerde “mahalle baskısı”ndan yakındığı günlere geldi.

Soros’un vakfa dönüşen Açık Toplum Enstitüsü desteğiyle yapılan “Türkiye’de farklı olmak” başlıklı “araştırma” bu şikâyetleri içeriyor.

Mâlûm medya tarafından dönem dönem ısıtılıp gündeme taşınan “irtica” haberlerinin farklı kılıkta yeni bir sunumu niteliğindeki bu “araştırma”da, artık Atatürkçü olduğunu açıklamanın ve Atatürk posteri asmanın cesaret meselesi haline geldiği bir Türkiye tablosu çizilmekte.

Atatürk’ün hâlâ kanunla korunduğu, “zinde kuvvetler”in Atatürkçülük vurgularını daha güçlü tonlamalarla tekrarladıkları bir ortamda böyle bir tablonun çizilmesi ne anlama geliyor?

Yeni bir demagoji ve provokasyon mu, yoksa toplumun dayatmayla şekillendirilemeyeceği mi?

03.01.2009

E-Posta: [email protected]




Umut YAVUZ

Barış hayalleri



Bütün dünya Gazze’de İsrail eliyle yürütülen insanlık ayıbına şahit oldu. Milyonlarca yürekten Gazze’deki insanlara duâ ve gözyaşı sağanağı boşaldı. Dileriz bir nebze rahmet olur ve acıları hafifler.

İsrail Başbakanı Ehud Olmert, 2009 yılının ilk gününde yani Gazze Şeridi’ndeki hava taarruzlarının 6. gününde, “Gazze Şeridi’ne uzun süreli bir operasyon düşünmediklerini” söyledi. Filistin’den atılan Grad füzelerine maruz kalan Gazze’ye 40 km uzaklıktaki Ber Şeva’dan yapıyordu bu açıklamayı Olmert ve şunu ekliyordu: “Bu şartlar altında yaşamanın imkânsız olduğu açıktır, yüz binlerce insanın korku, endişe ve sıkıntı içinde uyuyup kalktığı gerçeği içimize sinmedi. Güneydeki yerleşimlerin huzura kavuşması için harekete geçeceğiz.”

İşte Gazze’de kadın çocuk demeden yapılan kıyımın gerekçesi Olmert’in ağzından soğukkanlılıkla bu şekilde dökülüyordu. Daha sonra ise asıl hedeflerinin Filistin halkı değil de Hamas yönetimi olduğunu da söylemeden geçmiyordu Olmert. Öte yandan İsrail yönetimi son bir haftada toplam 9 bin 200 yeni askerin silâh altına alınmasına karar verdi. Bu da ilerleyen günlerde çatışmaların şiddetlenebileceğinin habercisiydi.

İsrail yönetimi sanki aylardır Gazze’yi gayriinsanî şartlara sürükleyen ablukayı uygulayan kendileri değilmiş gibi “insanî hayat şartlarından” bahsetmektedir. Halbuki Gazze’deki yüzbinleri yokluğa ve yok oluşa sürüklemişlerdi.

Bu şartlar altında bölgede kalıcı bir barışın sağlanması imkânsız gibi görünmektedir. Kısır bir döngü söz konusu. Zira fiilî İsrail devleti halihazırda bölgedeki Filistinliler ve Arap dünyası tarafından sindirilebilmiş değildir. Bunun yanı sıra İsrail devletinin zalimce ve gaddarca uyguladığı adeta soykırıma yönelik politikalar da aradaki gerginliğe tuz biber ekmektedir. Bir yandan da Filistin cephesindeki bölünme, çatlak ve ihtilâflar da sorunun çözümsüzlüğe sürüklenmesinde baş aktörlerden biridir. Zira barış masasına oturulacak olsa bir yanda zalim ve gaddar bir İsrail yönetimi, diğer tarafta ise halkları açlık, sefalet ve kana boğulmuş, ihtilâfa düşmüş, mücadelenin yöntemi üzerinde görüş birliğine varamamış çaresiz bir Filistin yönetimi yer alacaktır. Bu durumda tarafların barış gibi olağanüstü çaba ve taviz gerektiren konuları soğukkanlılıkla konuşmaları mümkün değildir.

Bir kere barış olabilmesi için İsrail’in Kudüs üzerindeki tahakküm iddiasından ve Gazze ablukasından vazgeçmesi ve taviz verebilmeyi kabul etmesi gerekir. Öte yandan Filistin tarafının da ateşkes anlaşmalarına uyabilecek iradeyi ve uyumu yakalayabilmesi lâzım. İki tarafın da bu şartları yerine getirebilmesi ise şu an için pek muhtemel değildir.

İki tarafa arabuluculuk iddiasında bulunan uluslar arası kuruluşlar ise, sözgelimi BM, insan kıyımını kınamayı bile beceremeyecek acziyettedir. Nitekim son günlerde Gazze’de yaşanan insanlık dışı saldırıların kınanması ve durdurulması için Arap Birliği ülkeleri adına Libya tarafından sunulan metin, BM Güvenlik Konseyi’nde yılbaşı gecesi görüşüldü ancak ABD metni ‘dengesiz’ ve ‘tek taraflı’ olduğu gerekçesiyle veto etti. ABD’nin metne veto vermesi zihinlerde “acaba Obama döneminde de ABD politikalarında bir değişiklik olmayacak mı” şüphelerine yol açabilir. Ancak bunun için konuşmanın daha erken olduğunu söylemek gerekir. Zira henüz Obama görevi devralmamış ve politikada söz sahibi olacak konuma gelmemiştir.

Her ne olursa olsun netice şudur ki; masum çocuk ve kadınların öldürüldüğü bir saldırıyı kınamak bile mümkün olamamıştır. Gerçi kınansa da ne değişecektir? Bu da işin bir başka trajik yönü olsa gerek. Velhasıl, Gazze’deki kıyımın bilânçosu bir hafta sonunda 417 ölü ve 2 bin dolayında yaralıdır.

Bütün bunlar olurken ülkemizdeki yerel seçim havasını arkasına alan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan ve Mısır’ı kapsayan bir Orta Doğu turuna başladı. Bunu “barış turu” olarak isimlendirenler de oldu. Ancak Başbakan her ne kadar her fırsatta “çok verimli geçti” dese de yukarıda saydığımız gerekçelerle, şu şartlar altında bölgede barışı temin etmek ve pembe tablolar sunmak muhaldir, hayaldir. Olsa olsa yerel seçim rüzgârına bir katkı olur... Erdoğan’ın da dönüşte elinde getireceği bundan başkası olmayacaktır.

03.01.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

İçimiz yanıyor



Yüreğim yanıyor, içim daralıyor. Yazı yazmaya kolum kalkmıyor. Parmaklarım tuşlara basmıyor. Gazeteleri okuyamıyor, televizyonları seyredemiyorum.

Mailden gelen yanmış insanları, yıkılmış evleri, yerde ambulans bekleyen insanları gördükçe öfkeleniyorum…

Yanında onlarca polis öğrencisi şehit varken, imtihan dünyasında son dakikalarını yaşayan polisin işaret parmağını kaldırarak Kelime-i Şehâdet getiren görüntüsünü görünce “bu nasıl insanlık” diye düşünüyorum. Düşündükçe hiddetleniyorum...

Sonra “öfkelenmek ve hiddetlenmek Müslüman’a yakışmaz” diyorum kendi kendime. Ne yazayım diye düşünüyorum. Türkiye’nin 2008 yılından bu seneye sarkan sorunlarını, siyasî gelişmeleri yazmayı düşünüyorum.

Ancak gözümün önüne Gazze’de öldürülen minicik bebekler, yaşlılar, anneler geliyor. Ne yapacağını şaşırmış insanlar, bir taraftan 18 aydır uygulanan ambargo sebebiyle açlık ve hastalıklarla boğuşurken diğer yandan başlarına tonlarca bomba yağarken, sığınacakları, kaçacakları, saklanacakları bir yerler bulamayan, kendilerini savunacakları taştan başka bir şey olmayan bu insanların tepesine ölüm yağan görüntüleri geliyor. Bombalanan camiler, okullar, üniversiteler geliyor.

Taşlar, İsrail’in ölüm kusan tankları ve silâhlar karşısında bir işe yaramıyor belki… Ama yıllardır kan kusan silâhları olmasına rağmen bu taşlardan korkan, taş atan çocuğa yüzlerce mermi atan, insanlıktan nasibini almayanlara atın diyorum… Atın ki hiç değilse, taş bağlayan yürekleri, olmayan vicdanları yaralansın…

* * *

Duâdan başka ne yapabilirim diye düşünüyorum. İnsanlığın öldüğünü yazmak istiyorum. İnsanların hayat haklarının ihlâl edildiğini yazmak istiyorum. Ne fayda, “zaten insanlıktan nasibini almış olsalar bunları yapmazlar” diyorum.

Cenâb-ı Hak, “Bana duâ edin, size cevap vereyim” (Mü’min: 60) buyuruyor. Peygamberimiz (a.s.m) Rabbimizin kendisine açılan elleri, yönelen kalpleri, yalvaran dilleri boş çevirmeyeceğini müjdeliyor.

Bediüzzaman bazı şartlar çerçevesinde yapılan duâların makbul olacağını belirtirken, bunlardan birini şöyle anlatıyor: “Mü’min kardeşine gıyaben, yani ardından da duâ etmek. Mü’minin mü’mine duâ etmesinde büyük sevap ve hayır vardır. Mü’minin mü’mine yaptığı duâ kabule karîn duâlardandır.” (Büyük Duâ Kitabı, Yeni Asya Neşriyat, s. 38) Duâ ediyoruz Allah’ım…

Hazreti Ali’nin (r.a) “Duâ, mü’minin silâhıdır ve dinin direği, göklerin ve yerin nurudur” rivayetini hatırlıyorum.

Ve Cenâb-ı Hak’ka duâ ediyorum. “Allah’ım Filistinli kardeşlerimize yardım et. Vefat edenleri rahmet et, ailelerine sabır ver... İsrailli katilleri mağlûp et…“

Sen demiyor musun ki, “Ey Rabbimiz, Şüphesiz ki Sen kimi ateşe koyarsan bu sebeple gerçekten onu rezil etmişsindir. O zâlimlerin hiçbir yardımcısı da yoktur.” (Âl-i İmran: 192) Sana sığınıyoruz Allah’ım, onları rezil et. (Amin…)

* * *

Böyle bir halet-i ruhiyede ne yazabilirim ki, ekonomik krizi mi, işten atılanları mı, kapanan işyerlerini, hacizleri mi? Üç ay sonra yapılacak mahallî seçimleri, yargıda yaşanan krizleri mi? Başörtüsü yasağını mı, Avrupa Birliği’ni mi, rafa kaldırılan anayasa değişikliğini mi?

Yazamıyorum, hatta düşünemiyorum bile…

İçim yanıyor, yüreğim sıkışıyor. Çocuklarımı, eşimi, anamı, babamı, yakınlarımı, komşularımı düşünüyorum. Biz burada sıcacık evimizde yaşarken, sıcak yemeklerimizi yerken, ölen çocukları, kadınları, yaşlıları düşünüyorum. Düşündükçe ağlıyorum, ağlıyorum…

Yazmak içimden gelmiyor işte… Parmaklarım harflere uzanmıyor…

Ve son söz olarak diyorum ki, “Zalimler için yaşasın cehennem…”

03.01.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Zulmedenlere en ednâ bir meyil…” (1)



İsrail saldırısının yeni yılda da devam etmesi, dünyanın ve Türkiye’nin gündemini bombaladı. Ekonomik kriz, mahallî seçim ve “mahalle baskısı” tartışmaları gündemin gerisinde kaldı.

İsrail füzeleriyle ölenlerin sayısı dörtyüzü aştı. İkiyüz ellisi çok ağır olmak üzere ikibinden fazla yaralı var. Buna rağmen BM ve Batı’nın bir “kınama”yı dahi çok görmesi ibret verici.

Camilerin yanı sıra ilkokullar da açıkça hedef alınıp vuruluyor. Kuşatma altındaki Gazze’nin nefes alacağı tek kapısı olan Mısır’a açılan Refah kapısı hâlâ kapalı. Elektrik ve temiz suyun bulunmadığı ilâç ve gıda ambargosundaki bölgede iki milyon insan karanlığa, açlığa ve susuzluğa mahkûm, yaralılar ölüme terk edilmiş…

Esasen daha başta güç kullanarak Filistinlilerin toprağını işgal eden İsrail’in altmış yıldır onbinlerce insanı katletmesine, Filistin mülteci kamplarını bombalamasına ve sistemli soykırımına karşı, hâlâ abluka altındaki Gazze’den atıldığı söylenen birkaç isâbetsiz füzenin bahane edilip “gerekçe” gösterilmesi, düşündürücü.

İsrail jetlerine karşı imkânsızlıklar içinde üretilen ve menzilleri 10 kilometreden 40 kilometreyi aşmayan Filistin roketleriyle 41 yılda 21 İsraillinin ve son dört yılda beş Filistinlinin öldürülmesi, bu çarpık iddianın ne denli çürük olduğunu deşifre ediyor…

“SECİYELERİNDE MÜNDEMİÇ

MÜTHİŞ DESÂTİR…”

İsrail’in Gazze’ye saldırısı yeni yılda da devam etti. Bu gidişle salt “kuru kınamalar”la vahşet ve katliâmdan vazgeçeceği görülmüyor. Zira şiddet illeti, dünyanın dört bir yanından “büyük İsrail” ütopyasıyla İsraile gelen Yahudilerin dem ve damarlarına işlemiş.

Belli ki “Onların (İsrailoğullarının) çoğunun günâha, zulme ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün; ne kötü birşeydir onların yaptıkları!” (Mâide Sûresi, 62) âyeti ile “Onlar yeryüzünde hep bozgunculuğa koşarlar; Allah ise bozguncuları sevmez” (Mâide Sûresi, 64) ve İsrailoğullarına, “Bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin” (Bakara Sûresi 60, A’raf Sûresi, 7) âyetlerinin tefsirleri tecellî ediyor.

“Onların (İsrailoğullarının) üzerine bir zillet ve meskenet damgası vuruldu” (Bakara Sûresi, 61) âyetinin işâretiyle Kur’ân’ın haber verdiği zulüm ve vahşet karakteri, “şu milletin (Yahudilerin) seciyelerinde ve mukedderâtında münderîc (yerleşmiş) olan şöyle müthiş desâtir (karakter yapısındaki esaslar) içindir ki, Kur’ân onlara karşı pek şiddetli davranıyor; dehşetli sille-i te’dib (terbiye etme tokadını) vuruyor.” (Sözler, 367)

Bu yüzden İsrail’de şiddet ve soykırım politikaları prim yapıyor; 10 Şubat’taki seçimlere doğru vahşet ve dehşette açıkça yarışıyor.

Kendilerine “Tanrı tarafından İsrail’in hizmetçiliği görevi verildiğine” inan Evanjelist – Neocon Amerikan yönetiminin, saldırıdan bir gün önce ölen Yahudi Samuel Huntington’un dönüştürdüğü “kaos teorisi”yle ve “medeniyetler çatışması” teziyle Nil’den Fırat’a uzanan “arz-ı mev’ud (vaadedilen topraklar)” idealiyle İsrail’in çatışma ve savaşlarla fitne ve fesatla terör ve kargaşa tahriki, aslında Kur’ân’da haber verilen umumî mânâsıyla “Yahudi milletinin ifsad tîneti”ni ele veriyor.

Saldırıdan iki gün önce Başbakan Erdoğan’ın “saygısızlık” olarak niteleyip gösterdiği “tepki” tarzıyla, İsrail Başbakanı Olmert’in Ankara’da Erdoğan’ı, Dışişleri Bakanı Livni’nin Kahire’de Mısır Cumhurbaşkanı Mübârek’i “bilgilendirip” “Saldırmayacağız” garantisi vermesine rağmen İsrail ordusunun işgal tarihinin en büyük saldırısını yapması, doğrusu zulmün iğrenç ikiyüzlülüğünü ortaya koyuyor.

Mübârek’in “güvence” vermesiyle Gazzelilerin normal hayatlarına devam etmeleri, okulların açık tutulması ve polis okulu mezuniyet merâsimine yapılan sadırı sonucu katliâmın bilânçosunun artıp vahşete dönüşmesi arasındaki ilinti, doğrusu insanın kanını donduruyor.

Keza Erdoğan’ın tıpkı BM ve Washington’daki tuzu kuru diplomatlar gibi, “orantısız güç”ten dem vurup, “bari orantılı güç kullanın” anlamına gelen sözleri dikkat çekici. Sahi ambargo altındaki aç ve susuz mazlûm sivillerin hangi “oran”da gücü var ki o “güç”le orantılı bir güç” kullanılması uygun olsun?

“STRATEJİK ZULME” ORTAK

“STRATEJİK ZÂLİM”…

MOSSAD (eski) ajanı Livni’nin, saldırıdan hemen önce el ele sırıtan pozlar verdiği Mısır Dişişleri Bakanı Abu El Rayt’tan “destek aldık” deyip “bu bize bu operasyonu devam ettirebilmemiz için önemli bir kredidir” demesi, zâlime ve zulme arka çıkılmasının açık bir misâli. Saldırıdan üç gün önce Olmertle görüşen Başbakan, her ne kadar “Bu konudaki spekülasyonları hazmetmemiz mümkün değil” dese de, Dışişleri Bakanı Babacan’ın da görüştüğü Mısırlı Bakanın evine İsrail Savunma Bakanı Barak ve Livni’yi dâvet edip Filistin halkının meşrû hükûmeti “HAMAS bahanesi”yle operasyon kararı aldırdığı; Olmert ile Barak’ın buna dayanarak İsrailli politikacıların yanı sıra bölgedeki Arap liderlerinin de “onayını aldığı” haberi, ecnebî zâlimlere kredi sağlayan “yerli” işbirlikçilere bâriz bir örnek oluyor. Zâlime ve zulme meyletme politikalarının kırılganlığını ortaya çıkarıyor.

Gerçek şu ki İsrail açıkça Birleşmiş Milletler kararlarını çiğniyor. Ve bugün bir kınama kararını dahi alamayan BM Genel Güvenlik Konseyi, Genel Kurul’da Filistin konusunda alınan 69 kararın hiçbirini İsrail’e uygulatmadı, uygulatamıyor.

Meseleyi yalan ve yanlışlarla tersyüz etmeye gerek yok. Türkiye, Ankara’nın da “stratejik ortak” edindiği Amerika’daki “dostları”nın oyununa gelmemeli. “Zulme en ednâ (ufak) bir meyil” göstermemeli; zâlimlerin şaşırtma ve tuzaklarına düşmemeli…

Aksi halde “zulüm projeleri”nin taşeronu olmakla “zâlimlerin satranç oyunları”nda “piyon” duruma düşülür. “Reelpolitik” perdesinde “taraftarlıkla (zâlimlerin) zulmüne rızâ gösterilerek cinâyetlere mânen şerik edilir.” (Kastamonu Lâhikası, 88)

“Beşerin zâlim kısmının cinâyetinin neticesi olan gelen felâketler”e sebebiyet veren zâlimlerin zulmüne ortak olmakla plânlanmış stratejik zulümde “stratejik zâlim” olunur…

03.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Üstadın tasarrufu devam ediyor



“Merhum Ali Uçar, Van Çoravanis’te on, on beş öğrenciyle okuma programı yapıyordu. Yanına uğrayıp bir iki gün kalayım dedim. Beni görünce çok sevindi. Ancak onu üzüntülü gördüm. Sebebini sordum, o da anlattı:

“Hafız Ağabey, iki gün önce hafızalardan silinemeyecek müthiş bir olay yaşadık. Olayın şokunu hâlâ üzerimizden atabilmiş değiliz. Dün değil evvelki gece kurşun sesleriyle uyandık. Sanki imha edilmek üzere cephede basılmış şehit adayları gibiydik. İnanın İsmail Ağabey, ‘gibisi’ bile fazla. Eğer kaderde yağlı kurşunlarla şehit olmak varsa, o, bu geceden başka zaman olamazdı her halde. Ölüm, kapıda değil, odanın içinde kol geziyordu. “Duvarlara çarpan kurşunlar, yavaş yavaş yanımıza düşüyordu. Feleğimiz şaşmıştı, ne olduğunu bilememiştik. PKK’lılar, bizi yok etmek için yapmışlar bu saldırıyı.

“Bir ara kurşun sesleri kesilince onlar duyacak şekilde bağırdım: ‘Buraya kitap okumak için geldik, elimizde silâh yok. Yakına gelmeniz, yüz yüze görüşmemiz daha uygun olacak.’

“Silâhlı üç kişi, elleri tetikte, namlular bize dönük olarak yavaş yavaş yanımıza geldiler. Her an tetikler çekilebilir, namlular patlayabilirdi. Ben onlara Nur talebesi olduğumuzu, buraya kitap okumak için geldiğimizi, Bediüzzaman’ın da onların hemşehrisi olduğunu, dinden imandan kimseye zarar gelmeyeceğini, başkasına zarar vermeyeceğimizi anlattım.

“Bediüzzaman’ın da yaz aylarında gelip burada kitap okuduğunu, bunun için burayı tercih ettiğimizi söyledim. Biz anlatırken biraz uzakta pusuda olan arkadaşları, yanımızdakileri iki de bir çağırıyorlardı. Ben bir an etrafıma baktım, bir de ne göreyim, Üstad sağımda ayakta duruyor. Tekrar tekrar baktım, evet Üstad sağımda ayakta duruyordu. Aldığım maddî ve mânevî kuvvetle konuşmalarıma devam ettim.

“Silâhlı üç kişi, çağıran arkadaşlarının yanına gitmedikleri gibi, üstelik mevzideki arkadaşları çıkıp çıkıp bizim yanımıza geliyorlardı. Bu ara mumları yakarak çay suyu koyduk. Yaklaşık iki saat kadar konuştum. Onların hepsi de karşıma geçmiş dinliyorlardı. Ben konuşmalarımda, bütün insanlığın, Türkiye’nin ve Doğu’nun nasıl kurtulması gerektiğini, İslâmın bizi kardeş yaptığını, imanın ne derece büyük bir kuvvet olduğunu anlattım. Çay içerken bile anlatıyordum. Onlar kalkıp gittiğinde vakit sabaha yakındı.”

Bu hatırayı 27.6.1986 tarihinde, Doğu hizmetlerinde çok zaman Ali Uçar’la beraber olan Hafız İsmail Kalper, değerli dostumuz Fuat Yapalak’a anlatmış.

03.01.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Şeyh Galib'in "Harnâme"si



Divân edebiyatının ve tasavvuf geleneğinin en şöhretli isimlerinden biri olan Şeyh Galib, 3 Ocak 1799'da İstanbul'da vefât etti.

Aynı zamanda bir Mevlevî şeyhi ve postnişini olan Şeyh Galib'in edebiyat dünyasında kazandırdığı çok güzel ve mânidar eserleri var: "Hüsn ü Aşk" ve "Harnâme" bunların en akılda kalanları.

* * *

Çok erken yaşlarda vefat eden Şeyh Galib, 1757 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Mustafa Reşid Efendi, kuvvetli bir tasavvuf eğitimi içinde yetiştiğinden Mevleviliğe ve Melamiliğe dair tesirli şiirler yazmış bir kişidir. Sadece babası değil, dedesi de Mevlevî tarikatına mansup münevver bir şahsiyet idi.

İşte, edebî ve tasavvufî yönü bu derece yüksek bir aile ortamında yetişen Şeyh Galib de, aynı minval üzere giderek vargücüyle kendini yetiştirmeye çalıştı. Kısa süre içinde Farsça ve Arapça'yı öğrendi. Henüz 24 yaşındayken, Mesnevî dalının en çarpıcı örneklerinden biri olan "Hüsn ü Aşk" isimli eserini tamamladı.

Bir yıl sonra Konya'daki Mevlânâ Dergâhında çileye çekilen Şeyh Galib, hasretine dayanamayan babasının isteği üzerine, çile müddetini tamamlayamadan tekrar İstanbul'a döndü.

Şeyh Galib Efendi, İstanbul'daki Yenikapı Mevlevihânesinde çileye girdi ve gerekli süreyi burada tamamladı. Ardından, Sütlüce'deki evine çekilerek burada ilimle uğraşmaya ve eserler yazmaya koyuldu. 1791'de ise, Galata Mevlevihanesi Şeyhliğine getirildi.

Mevlevî Şeyhliği esnasında, Sultan III. Selim'le olan yakınlığı ve samimiyeti ziyadeleşti. Bu sebeple, harabeye dönen Kasımpaşa Mevlevihanesini padişaha tamir ettirdi.

3 Ocak 1799'da vefat eden Şeyh Galib'in mezarı Galata Mevlevihanesinin avlusundaki türbenin içindedir.

Boynuz isterken, kulaktan oldu

Şeyh Galib'in "Harnâme" isimli şiirinin kahramanı, çektiği ağır yük derdinden oldukça zayıf ve çelimsiz hale gelmiş bir eşektir. İyice tâkattan düşen bu eşeğe acıyan sahibi, rahat etsin diye bir gün onu serbest bırakır ve çayıra salar.

Çayıra doğru giden bu "zaif ü nizar" eşek, yolda tecrübeli ve cinsinin duâyeni olarak tanıdığı bir başka eşeğe bazı sorular sorarak ona akıl danışır: "Biz neden yük çekmeye, ömür boyu odun ve su taşımaya mahkûmüz? Neden hiç yük çekmeyen öküzler baştâcı ediliyor da, biz sürekli olarak itilip kakılıyoruz; üstelik horlanıyor ve hakaret görüyoruz? Niçin öküzlerin hem kulakları, hem de boynuzları var da, bizim boynuzumuz yok?.."

Buna benzer sorular soran "mağdur eşek", büyüğünden iyi bir nasihat aldıktan sonra çayıra doğru gider. Orada, ekilmiş ve iyice yeşermiş boş bir mıntıka görür. Büyük bir iştahla oraya doğru koşar adım gider ve henüz yeşermiş buğday çimleriyle karnını bir güzel doyurur. Doyduktan sonra da, hemen oracıkta yere uzanır ve keyfinden bir o yana, bir bu yana yayılarak yaşadığı bu mutlu anın tadını çıkarmaya çalışır.

Derken, tarlanın sahibi uzaktan belirir ve bağıra çağıra eşeğe doğru koşaradım gelip bakar ki, ne görsün... Meğerse, bu çelimsiz eşek, buğday çimlerinin en güzel kısmını yiyerek orayı kara toprağa bir güzel çevirmiş olmasın mı?

Bağırıp çağırmakla, hatta eşeği dövmekle de hızını alamayan tarla sahibi, onun iki kulağıyla kuyruğunu kesip atarak ancak rahatlar.

Derdine dert katan eşek, canı çok acıdığı için oradan kaçarak uzaklaşırken, yolda daha evvel akıl danıştığı ihtiyar eşeğe rastlar. İhtiyar eşek, "Ne bu halin böyle?" diye sorunca da, her tarafı kan–revân içinde olan zavallı eşek o inleyen sesiyle şu cevabı verir:

Bâtıl isteyüp haktan ayrıldım

Boynuz umdum, kulaktan ayrıldım

* * *

İşte, Şeyh Galib Efendinin okuyan ve dinleyeni güldürürken aynı zamanda düşündüren "Harnâme" isimli uzun şiirinden birkaç beyit:

Bir eşek var idi zaif ü nizar

Yük elinden katı şikeste vü zar

Gâh odunda vü gâh suda idi

Dün ü gün kahr ile kısuda idi

Arkasından alınsa palanı

Sanki it artığıydı kalanı

Dün ü gün arpa–buğday işlerler

Anı otlayıp, anı dişlerler

Gezerek gördü bir göğermiş ekin

Sanki tutardı ol ekin ile kin

Yiyerek doydu karnı çağnadı

Yuvarlandı vü biraz ağnadı

(Ekinin sahibi geliyor)

Ağaç elinde azm–i râh etdi

Tarlasını göricek âh etdi

Yüreği soğumadı söğmek ile

Olmadı eşeği döğmek ile

Bıçağını çekdi kodu ayruğunu

Kesdi kulağını vü kuyruğunu

Uğrayu geldi pir eşek nâgâh

Sordı halini kıldı derd ile âh:

"Bâtıl isteyüp Hakdan ayrıldım

"Boynuz umdum kulakdan ayrıldım."

...................................................

LUGÂTÇE

nizâr: Zayıf, halsiz

şikeste: Kırık, kırılmış

zâr: Ağlayan,inleyen

gâh: Bazen, kâh

kısu: Üzüntü

palan: Semer, eğer

çağnadı: Zırladı, şarkı söyledi

ağnadı: Uzandı yattı

azm–ı râh etmek: Yola çıkmak

nâgâh: Ansızın

03.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tevekkülün kazandırdığı güç



Müslümanların zenginliklerini yitirmesi, geri kalması, fakirleşmesinin sebeplerinden birisi de tevekkülü yanlış anlamasıdır. Tevekkül, bir iş için lüzumlu şartları hazırladıktan, gerekli çalışmayı yaptıktan, sebeplere uyduktan sonra, neticeyi Allah’tan beklemektir, O’na güvenmektir.

Tevekkül, sebepleri bütün bütün reddetmek olmadığı gibi, neticeyi sebeplerden bilmek de değildir. Onların sadece bir perde, tesir sahibinin Allah olduğunu, ama onlara da müracaat etmek gerektiğinin idrakinde olmaktır.

Tevekkül, vehimleri, şüpheleri, vesveseleri yok eden iksirli bir ilâçtır.

Eğer insan Allah’a tevekkül etmezse, vicdânı devamlı sıkıntılar içinde kalır. Çünkü, o zaman tesadüflerin, tabiat hâdiselerinin oyuncağı olmaktan kurtulamaz.

Gerçek huzur ancak tevekkülle mümkündür. Çünkü, tevhîd teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül ise iki cihan saadetini gerektirir. (23. Söz)

Allah’a tevekkül etmeyenin ise ömrü sıkıntılarla doludur. Allah’a tevekkül etmeyen, insanlara güvenecek veya onlardan yardım bekleyecektir. İnsanlar âciz, zayıf oldukları gibi sözlerinde durmayabilirler veya imkân bulamayabilirler. O halde tevekkülsüzün ümidi kırılır, hayalleri söner, endişe ve vesveselere kapılır. Bu durum, gerçekten bir azaptır.

Sebeplere sarılmadan tevekküle kalkmak, tevekkül değil, tembelliktir. Kâinattaki düzen, sebeplere riâyet etmeyi gerektirir.

Kur’ân’da birçok yerde tevekkül emredilir. Bu âyet-i kerîmelerden bir kısmı şöyledir:

“Kudreti her şeye gâlip olan ve rahmeti her şeyi kuşatan Allah’a tevekkül et” (Şuarâ, 217.) “Allah’a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter.” (Ahzâb, 3.)

Son derece aciz, miskin, zayıf ve ihtiyaçları kâinatın her tarafına dağılmış insanın ilim ve kudret gibi isim ve sıfatları sonsuz olan Kadîr-i Mutlak’a dayanması, güvenmesi, tevekkül etmesi, öylesine bir güç kaynağıdır ki, saymakla tükenmez.

Allah’a ve Kadere imanın fayda ve güzellikleri, tevekkül için de geçerlidir. Burada, tevekkülün insana kazandırdığı sayısız fayda ve güzelliklerden bazılarını şöyle özetleyebiliriz:

- Tevekkül eden; istikbal endişelerinden, korkularından kurtulur.

- Sıkıntı ve musîbetlere karşı dayanma gücü kazanır.

- Başkalarına dalkavukluk ve dilencilik edip zillet ve minnet altına girmez.

- Gayr-i meşrû yollara tevessül etmez: Tevekküle yapışılmazsa vicdân sıkıntı içinde kalır; tesadüflerin, tabiat hâdiselerinin oyuncağı olur.

- Rabbine itimadı artar ve “Beni benden ziyade terbiye eden bir Hafîzim vardır” der, tevekkülünü arttırır.

- Tevekkül, başımıza gelen hadiselerin (problem, sıkıntı, hastalık, âfet ve musibetlerin...) perde arkasını, gerçek mahiyetlerini; güzel ve faydalı yönlerini açıklayarak korku ve endişelerimizi yok eder. Psiko-sosyal dengemizin bozulmasına mâni olur. Daima ümitvâr olma, olaylara olumlu yaklaşma, olumsuzluklara direnebilme gücü aşılar. Korkunç olaylara pozitif bakış açısı getirir, korkularımızı yok eder.

- Tevekkül, hakikî zevke, ciddî teselliye, kedersiz lezzete, vahşetsiz kaynaşmaya sebep ve vasıta olan teslim rütbesini, rıza derecesini kazandırır.

Bir hadiste, “Siz Allah’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı: Sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz”1 diye buyurulur.

Dipnot:

1- Tirmizî, Zühd 33, (2345).

03.01.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Peygamberlerin ismet sıfatı



Ali Bey: “Peygamberlerin ismet sıfatının sınırı nereye kadardır? Bilmeyerek, kastî olmayan hatâlarına günah denilir mi?”

Peygamberler Allah’ın kelâmını, vahyini, mesajlarını, emirlerini ve yasaklarını insanlara eksiksiz ulaştırmış olan ve tebliğ vazîfelerini hakkıyla yapmış olan Allah elçileridirler. Bizim şartlarımızda yaşarlar; yerler, içerler, konuşurlar, uyurlar, yorulurlar, dinlenirler, yaralanırlar, aç kalırlar, susuzluk çekerler, soğuktan ve sıcaktan müteessir olurlar...

Ancak onlar Allah tarafından seçilmiş ve seçkin kılınmış olmaları itibâri ile sâir insanlara göre üstün sıfatlara sahiptirler. Bu üstün sıfatların en belirgin olanları şunlardır:

1- Emânet: Peygamberler emîn ve güvenilir kimselerdir. Peygamberlerin güvenilir oldukları, kendi kavimlerinin inansın-inanmasın bütün fertlerince de tasdik edilmiştir.

2- Fetânet: Peygamberler akıllı ve yüksek zekâ sahibi kimselerdir.

3- Sıdk: Peygamberler doğrulukta istikamet üzeredirler, aslâ yalan söylemezler.

4- İsmet: Peygamberler günah işlemekten mâsumdurlar, küçük-büyük günah, küfür ve çirkin hallerden uzaktırlar.1

5- Tebliğ: Peygamberler Allah’ın vahyine mazhar olmuşlar ve bu İlâhî vahyi insanlara eksiksiz tebliğ etmişlerdir. Vazifeleri esnasında ihtiyaç hâsıl oldukça, kavimlerinin anlayışlarına, kültür yapılarına ve seviyelerine uygun olarak mû’cize göstermişlerdir. Zor günlerde vazifelerinde sebatkâr olacaklarına dâir Cenâb-ı Hakka söz vermişlerdir.2

Allah’a kulluk makâmı nasıl insanlığın hem en şerefli makâmı, hem en önemli hedefi ise; peygamberlerin de öyledir. Peygamberlerin bu şerefli makamda ve bu davranışlar içerisinde “örnek ve model kul olma” gibi bir sorumlulukları da vardır. Görevlerinin zorluğu buradan kaynaklanıyor. İmtihana tâbîdirler. Her an hatâ yapabilme riskini onlar da taşırlar. Fakat örnek kişiliklerini zedeleyecek şekilde günah işlemekten ve tebliğe dönük hatâ yapmaktan korunmuşlardır.

Hal böyle olunca; onların insan olduklarından ve davranışları davranışlarımıza benzediğinden hareketle, onları sıradan birer insan saymak ve saygıda kusur etmek hiçbir şekilde câiz olmadığı gibi; vahye ve İlâhî teveccüh ve muhafazaya mazhar olduklarından hareketle onların her hareketlerini beşer üstü görmek de câiz değildir. Üstad Bedîüzzaman’ın (ra) beyanıyla hem beşerdirler; beşeriyet îtibariyle beşer gibi muâmele ederler; hem resûldürler, risâlet îtibariyle Cenâb-ı Hakk’ın tercümânıdırlar, elçisidirler, vahye mazhardırlar, risâletleri vahye dayanır.3

Açık ve gizli günah işlemekten mâsûm olan peygamberlerin, insanlık gereği “sürçme, sehiv ve zelle” tâbir edilen küçük hatâlarının vâki olduğunu Kur’ân’dan öğreniyoruz. Hazret-i Âdem (as) şeytan tarafından yanıltıldı ve Cennet’te yasak ağaçtan yedi;4 Hazret-i Yûnus (as), kavmine kızarak çekip gitti;5 Hazret-i Mûsâ (as) Mısır’da yanlışlıkla bir Kıptî’nin ölümüne sebep oldu, sonra “Bu şeytan amelidir” dedi, pişman oldu ve Allah’tan mağfiret istedi.6 Kur’ân Peygamber Efendimiz (asm) hakkında da; “Allah, böylece senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar”7 buyurarak, Hazret-i Peygamber’in (asm) farkında olmayarak yaptığı sehivlerden dolayı bağışlanmış olduğunu beyan eder. Peygamberler bilmeyerek ellerinden çıkan sehiv ve küçük hatâlardan dolayı da, Cenâb-ı Hak tarafından ânında uyarılmışlar ve hatâları düzeltilmiştir.

Ancak peygamberlerin küçük sehivlerinin, tamamıyla kendileri ile Rab’leri arasında vâki olduğu; tebliğ ettikleri dîn, İlâhî vahiy ve mesajlarla ilgili ne haberlerinde, ne sözlerinde, ne fiillerinde ve ne de hallerinde küçük de olsa hiçbir hatânın ve sehvin aslâ vâki olmadığı, aslâ unutulmamalıdır.

Bize düşen, peygamberleri hatâsız görmektir ve kusursuz kabul etmektir. Çünkü bizi ilgilendiren tarafta en küçük bir sehvin izine bile rastlanmaz. Onların her tavırları ve davranışları bizim yaşadığımız dînin önemli bir kaynağını teşkil eder. Meselâ Peygamber Efendimizin (asm) sevinçli haldeki sözleri de, öfkeli haldeki sözleri de, üzüntülü haldeki sözleri de bizim için dînin vazgeçilmez bir kaynağıdır ve bütün bu haller vahyin kuşattığı alandan aslâ ayrı değildir! Bunu Kur’ân şöyle bildirir: “O hevâsından konuşmaz; o ancak kendisine vahyedilen vahiyle konuşur.”8

Peygamberlerin küçük sehivlerini, “mutlak rehber” olmalarına bağlamak daha doğru olur. Bizler ibâdeti, itaati, duâyı, namazı, niyâzı peygamber eliyle öğrendiğimiz gibi; günah işlediğimizde tevbe etmemiz gerektiğini de, hatâ yaptığımızda hatâmızı itiraf edip dönmenin erdem ve fazîlet olduğunu da, tevbe etmenin âdâbını da peygamberlerden öğrenmeye muhtâç ve mecbûruz. Önümüzde canlı örnekler olmalı ki, kendimize tam rehber alabilelim. Yoksa Cenâb-ı Hak, hiç günahsız ve sıfır hatâsız melek de gönderebilirdi.

Netîce olarak; Hazret-i Âdem’in (as) tevbesi ve affı, Hazret-i Yûnus’un (as) balığın karnındaki tevbe ve duâsının makbûliyeti ve Hazret-i Mûsâ’nın (as) bağışlanma talebine mağfiretle cevap verilmiş olması9, bize, tevbe kapısının ne denli açık bulunduğunu ve bir kul olarak hatâlarımızı itiraf edip Allah’ın dergâhına sığınmamızın ne ölçüde ehemmiyetli olduğunu anlatmaya yetecek mesajlar taşır.

Dipnot: 1- Ebû Hanîfe, Fıkhu’l-Ekber, s. 68; 2- Âl-i İmrân, 3/81; 3- Mektûbât, s. 94; 4- A’râf Sûresi, 7/20,21,22; 5- Enbiyâ Sûresi, 21/87;6- Kasas Sûresi, 28/15; 7- Fetih Sûresi, 48/2; 8- Necm Sûresi, 53/3,4; 9- Kasas Sûresi, 28/16.

03.01.2009

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Zaman, fiile vesiledir



ZAMANA DÜŞMANLIK, PİŞMANLIKTIR

Hiçbir şey yapmaksızın, zaman; ne iyidir ne de kötüdür. Onda yapılan fiil, anlamlıdır. İyi/kötü işler, zamana düşülen notlardır. Onun için insanın ne kadar yaşadığı değil, ne yaşadığı önemlidir. Zamana düşmanlık; pişmanlıktır.

Aylar, yıllar sadece faaliyete vesiledir. Faaliyet yoksa, anlam yoktur.

TARİHİN TEKERRÜRÜ ‘İNSAN’DAN KAYNAKLANIYOR

Gençlerle olan sohbetimizde önce, gündem konularının hayatımız üzerindeki izlerini konuşuyoruz. Filistin gündemde. Gençlerden birisi, ‘İçler acısı…’ diyor. ‘Bu acı durum için, bu gün ne yaptın?’ dediğimde; ‘Üzüldüm, ben ne yapabilirim ki!..’ diyor. Sonrası; sonrası yok. Peki bunun anlamı nedir?

Hikmeti okunmayan ders, tekrara muhtaçtır.

Bir başka genç, “Haberi ben de izledim. ‘Böyle bir vahşet nasıl olur?’ diye düşünürken; göz yaşlarıma hakim olamadım. Sonra da, kendi kendime, “Ağlamak acizliktir; Yahudi, anladığı Yahudiliğin gereğini yaparken; ben Müslüman olmanın gereği olan ne yapıyorum? diye sordum. Ve çalışkan; örnek bir Müslüman olacağıma söz verdim. İşe sabah namazıyla başladım. Sonra uyumayıp, iki saat kitap okudum. Şimdilik elimden gelen bu...”

Alkışlar! Bravo, Bravooo sesleri yükseliyor salondan… İşte fiil, buydu!

Yeni bir yıl demek; başaramadıklarımıza, değiştiremediklerimize, mazeret üretmeyip, çözümler bulmak için bir fırsat demektir.

ZALİME MUHTAÇ OLMAK, MAZLÛMU

DÜŞÜNDÜRECEK BİR GÜNDEMDİR

Ben de, sabah namazı öncesi abdest alıp; yeni yılın kendime, aileme, çocuklarıma, komşularıma, bütün Müslüman kardeşlerime, insanlık ailesine hayırlar, güzellikler, saadetler getirmesi duâsıyla; Yasin-i Şerifle birlikte pek çok kısa sûreleri duâma dokundurup, Cenâb-ı Hakka ulaştırdım.

İsrail’de, Müslüman kanı dökmeyi kutsayan bir vahşi anlayışa karşı yapılabilecek en güzel şey; insanın yaşama hakkını, adaleti, sevgiyi kutsayan İslâm dininin, hayatımıza çok ciddî şekilde katılmasıdır. Yaratıcıyı razı edecek davranışlar kazanmaktır. O razı olursa, kan döken döktüğü kanda boğulacaktır.

Aksi halde sadece konuşmak ‘tekerrüre’ engel olamayacaktır. Baksanıza, dünya, Müslüman kardeşlerimize reva görülen bu görüntüleri izlerken; Türkiye, İsrail’le antlaşmalara devam diyor. Bu düşündürücü değil mi? Neden onlara muhtacız dersiniz? Yoksa kadere biz mi fetva verdiriyoruz? İlimde, teknolojide, sanatta neden geriyiz? En büyük düşmanımız olan zaruret, ihtilâf ve cehaletle; neden; san'at, ittifak ve ilimle mücadele etmiyoruz? Küçücük bir adım da olsa..

Çözüm bizdedir. Bireydeki değişiklik dünyada çok şeyler değiştirecektir.

YILLARI, GÜNLER BİTİRİYOR

Bizim için yeni bir yılın ilk startı, semt mescidindeki, birkaç kişi ile eda ettiğimiz sabah namazında veriliyordu.

Yıl da, bir günle başlıyor ve gün gün tükeniyordu.

Semt mescidinde, sabah namazından bakınca her şey güzelleşiveriyordu. Gündemlerin şekli değişiyor, Filistin’deki katledilen çocuklar, Cennete uçan kuşlar olarak, şehadet geçişleri, şahlanışa geçmek olarak görülüyordu.

Ve duâmız bir kez daha dile geliyor. Acizliğimizi anlayıp, bizi aşan işleri her şeye gücü Yeten’e bir kez daha havale ediyoruz. Ama bize düşeni yaparak…

KOPARDIĞIMIZ YAPRAKLARIN İÇİNDEYİZ

Yıllar, bir şeyler yapmaya sadece vesiledir. Hiçbir şey yapmadan hiçbir şey olmuyor. Birey, aileyi; aile, toplumu; toplum, milleti meydana getiriyor.

Bireydeki bozulma/düzelme dalgalanarak aileye, toplum(lar)a yansıyor.

Tıpkı yıllar gibi, bir günde olup bitenler, dalga dalga 365 günü etkiliyor. Dünyanın bozulması/düzelmesi; bireyin bozulması/düzelmesiyle başlıyor.

Yıl da bir günle başlayıp, bir günle bitiyor. Tıpkı, ömür gibi.

Hepimiz kopardığımız yaprakların içindeyiz.

Aziz yapraklar olmak duâsıyla…

03.01.2009

E-Posta: [email protected]




Selim GÜNDÜZALP

Ah Hüseyin, ah Kerbelâ...



“Hüseyin attan düştü sahra-yı Kerbelâ’ya,

Cibril kurban, haber ver, Sultan-ı Enbiya’ya.”

ylardan yine Muharrem...

Şehadetinin üzerinden 1329 yıl geçmiş. Ay, yıl ne ki. Bazen uzun, bazen kısa. Bazen arkada, bazen önde. Bazen geriden gelen devir, yüzbin devir ileride.

Ah Hüseyin, vah Hüseyin...

Yetişemedik, ulaşamadık sana ama, hayatını inceden inceye okuduk, öğrendik. Dâvânı, dâvâmız bildik, çok şükür.

Ah Hüseyin, vah Hüseyin...

Tarihler 10 Ocak 626’yı gösterdiği gün, Medine’de doğduğun gündü. Sevgili dedeciğin Hz. Peygamberimiz (asm) ağabeyin Hasan’a yaptığı gibi, o güne kadar Araplarca pek bilinmeyen adını, kulağına ezan okuyarak bizzat kendisi koymuştu. Göğsünden aşağı tarafını dedeciğine benzetirlerdi. Ne de olsa o nurdan bir parçaydın. Hz. Fatıma’nın, Hz. Ali’nin (ra) küçük evlâdıydın.

Ah Hüseyin, vah Hüseyin...

Aylardan yine Muharrem... Dem bu dem... Kerbelâ’da, kavurucu sıcaklar altında bir yudum suya hasret gittiğin dem...

Soğuk bir günde, kor ateş gibi düştün yine içime. En evvel ismini sevdim senin Hüseyin, Hüseyin. Ah Hüseyin, vah Hüseyin... Dedemin adıydı adın. Dedemi ise hiç görmedim, tanımadım. Gencecik bir yaşta vefat etmiş.

Seni dedem bildim. Dedem gibi sevdim. Hayatına ilgim daha çocuk denecek yaşta başladı. Sonra Fuzulî’nin, “Hadikatü’s-suada”sı, Asım Köksal Hocanın “Kerbelâ Faciası” bu yolun ilk temel taşları oldu. Efsaneye gerek yok; sen benim için kahramandın. Ve en son ise, Bediüzzaman’la bilecektim gerçek yerini ve değerini. Kur’ân ve iman hizmetindeki önemini.

“Risâle-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyin’in (ra) ve Gavs-ı Âzam’ın (ks)—ihbarât-ı gaybiyeleriyle—şakirdlerinin bu zamanda bir dairesidir...” “Zaten üveysî bir sûrette, doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Âzam’dan (ks) ve Zeynelâbidin (ra) ve Hasan Hüseyin (ra) vasıtasıyla İmam-ı Ali’den (ra) almışım. Onun için hizmet ettiğimiz daire, onların dairesidir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 67-68)

Ah Hüseyin, vah Hüseyin...

Aylardan yine Muharrem.

Hz. Hatice’nin torunu, gözbebeği... Resûlûllah’ın (asm) reyhanı, çiçeği... Fatıma’nın ve Ali’nin biriciği...

Nasıl kıydı sana ol kanlı zalim? Yanındaki yetmiş kişiye nasıl kıydı? Nasıl kıydı ol kanlı zalim!?

Görebilseydi o günden geleceğini, meyvesini seven koparmazdı çiçeğini.

Ah Hüseyin, vah Hüseyin...

Senin çiçeğin hiç solmadı ki, öyle bir koku saldın ki rüzgâra, dolaştı sahraları, aştı çağları bana da ulaştı.

Kerbelâ’ya yakın “Beyza” denilen yerde öğle ve ikindi zamanlarında, dilinde hitap çiçekleri açtı. İnsanlar kadar, kumlar da şaşırdı. Sözlerin yürek yaktı, düşmanını da çarptı. İnci gibi dizdin kelimeleri, son nefes öncesi Rabbinin huzurunda. Sonra buharlaştı o sözler, semaya ulaştı. Göğe yağan yağmur oldu. Gözyaşından nasipsizlere, rahmetten uzak düşmüşlere kezzap oldu.

Emanetti bütün çağlara, bütün insanlara o sözler.

Ah Hüseyin, vah Hüseyin...

Çölde tek başına bir insanın, sadece Allah ile olanın ne kadar güçlü olduğunu kör gözlere de gösterdin. Şimdi kalbimiz ve kulağımız sana misafir, dinliyoruz:

“Ey insanlar! Hz. Peygamber buyuruyor ki: ‘Kim ki, zulmeden ve İlâhî hududu aşan, Allah’a verdiği ahitten dönen ve peygamberin sünnetini hiçe sayıp, insanlar üzerinde zorla hükmünü yürüten bir yöneticiye rastlar da, söz ve işleriyle ona karşı çıkmazsa, Allah, ahirette ona iyi bir hayat nasip etmeyecektir.’

Bakın onlar şeytanın peşinden gidip, Allah’ın hükümlerine karşı çıkıyorlar. Bozulma başgösterdi. Allah’ın koyduğu hududu çiğniyorlar. Gayrımeşrû yollarla servet ediniyorlar. Meşrû, gayrımeşrû oldu; gayrımeşrû olana da meşrû kılıfı giydirildi. Ben onları sapıklıktan alıkoyup, doğruya ve adalete götürecek insanım. Sayısız mektuplarınız ve gönderdiğiniz elçilerle bana biat edeceğinizi söylediniz. Bana ihanet etmeyeceğinize ve düşmanlarıma beni teslim etmeyeceğinize dair ant içtiniz. Eğer ahdinizde sadıksanız, doğru yoldasınız demektir. Ama sözünüzden dönerseniz, bu da sizden beklenmez değil...

Gözünüzü açın! Daha önce zaten kendi kendinize zarar vermiştiniz. Şimdi de aynı şekilde davranıyorsunuz. Payınızı yitirdiniz ve servetinizi helâk ettiniz. Kim sözünden dönerse, kendi zararına döner. Allah beni yakında elinizden kurtarır.

Olup bitenleri görüyorsunuz. Dünyanın rengi değişti. Tamamıyla faziletten yoksun hâle geldi. Yalnızca her iyiliğin tortusu kaldı. Dikkat! Görmüyor musunuz, hak ve doğru yerin altına gönderildi. Bilerek, bâtıl işler peşindeler. Kötü gidişi önleyebilecek kimse kalmadı. Zaman, her mü’minin Allah uğruna hakkı savunacağı zamandır. Şehid olmak istiyorum. Zalimlerle bir arada yaşamak zulmün ta kendisidir.

Ey insanlar! Soyuma şöyle bir bakın. Durun da, bir an için ben kimim, düşünün. Kafanızı kurcalayın, bilgilerinizi tazeleyin. Beni öldürmek ve bana duyulan saygıyı hiçe saymak sizin için hak mıdır? Ben, sizin peygamberinizin kızının ve yeğeninin oğlu değil miyim? Şehitlerin Efendisi Hamza, babamın amcası değil miydi? Cafer-i Tayyar benim amcam değil midir? Peygamberin, benim ve kardeşim için, ‘Cennet gençlerinin efendisi’ diye buyuran ünlü hadisini hatırlamıyor musunuz? Eğer dediklerim doğruysa—ki, kuşkusuz doğrudur; çünkü kendimi bildim bileli hiç yalan söylediğimi hatırlamıyorum—bana karşı, kınından çekilmiş kılıçlarla durmayı mı reva görüyorsunuz?

Bu gerçeğin, sizi, kanımı dökmekten alıkoyması gerekmez mi? Allah’a yemin ederim ki, şu anda yeryüzünde benden başka peygamber torunu yoktur. Ben peygamberinizin doğrudan doğruya sülbünden gelen bir torunuyum. Birinizin canına kıydım da mı beni öldürmek istiyorsunuz? İçinizden birinin kanını mı akıttım? Bir kimsenin malını mı gaspettim? Evet, ne yaptım söyleyin, suçum nedir benim?” (İbni Cerir et-Taberî ve İbni Esir)

Ah Hüseyin, vah Hüseyin...

Sen soruları üstüste sordun amma cevap veren olmadı. Bir yiğit çıkmadı, Hür’den başka. Çünkü hepsinin kalbi intikam fırçasıyla boyanmıştı.

Hz. Hüseyin, adalet, hak, fazilet ve güzelliğin yolunu seçti... Şehadeti seçti. Dünyada ebediyen kalacağını zanneden zavallılara da; hayatın ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, ille de yaşamak anlamına gelmediği dersini verdi. Hayatın dört yol ağzında en doğru olanını seçti. Kader konuşunca beşer susacaktı. Biz de sustuk...

Cafer bin Muhammed bin Ali, o gün Hz. Hüseyin’in, 33 küçük, 34 de büyük olmak üzere toplam 67 kılıç ve mızrak yarası aldığını nakleder. Şehadeti “10 Muharrem - 10 Ekim 680”.

Bu dünyada herşey gelip geçicidir. Fakat bir şehit, hele de Hz. Hüseyin (ra) gibi bir şehit, hafızalarda canlı bir ilham örneği olarak kalır. Her hayırlı ve iyi işlerde rahmetle ve duâyla anılır. Sonunda kazanan yine onlar olur. Dünya imtihanını, kanlarıyla, canlarıyla, ama başarıyla verirler. Geriye dönüp baktığımızda, o mübarek başın, zafer tâcıyla süslendiğini görürüz...

Hakkı savunanın hakkı budur. Payına düşen, ebedî cennet ve İnşaallah ebedî huzurdur.

...

Saadet Asrından birkaç hatıra ile yazımızı bitirelim:

“Bir gün Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm), bir dizine torunu Hüseyin’i, diğerine de oğlu İbrahim’i almış severken Cebrail (as) gelerek, ‘Yâ Resulallah’ dedi, ‘Cenâb-ı Hak bu ikisinden birini alacaktır. Seçimi sizin yapmanız gerekiyor.’ Allah Resûlü büyük bir teslimiyetle boyun bükerken, ‘Eğer Hüseyin vefat ederse, benim canım yandığı gibi, hem damadım hem de yeğenim Ali’nin ve kızım Fatıma’nın da canı yanar,’ buyurdu. ‘Ama oğlum İbrahim giderse, sadece annesiyle ben üzülürüm. Üzüntümü onlarınkine tercih ederim,’ dedi. Ve üç gün sonra Hz. Peygamberimizin oğlu İbrahim vefat etti. Fahr-i Kâinat, Hz. Hüseyin’i her görüşünde öper, sever ve; ‘Selâmet o kimseye ki, oğlumu onun yoluna feda ettim,’ buyururlardı.”

“Yine bir gün Melek Cebrail, Rabbimizden izin alarak Peygamber Aleyhisselâm’ın yanına gelmişti.

Peygamber Aleyhisselâm Ümmü Seleme’ye:

‘Ey Ümmü Seleme! Kapıyı üzerimize kapa, yanımıza kimseyi bırakma!’ buyurdu.

O sırada Hz. Hüseyin koşarak kapıya geldi.

Ümmü Seleme, onu içeriye bırakmadı.

Fakat, Hz. Hüseyin kapıyı zorlayıp içeri daldı, kendisini Peygamber Aleyhisselâm’ın kucağına attı.

Peygamber Aleyhisselâm onu boynuna ve omuzuna aldı. Öptü ve sevdi.

Melek, Peygamber Aleyhisselâm’a:

‘Onu çok mu seviyorsun?’ diye sordu.

Peygamber Aleyhisselâm:

‘Evet!’ buyurdu.

Melek:

‘İyi ama, ümmetin onu öldürecektir!’ dedi.

Peygamber Aleyhisselâm:

‘Demek, onu öldürecek olan mü’minler öyle mi?’ buyurdu.

Melek:

‘Evet! İstersen, onun öldürüleceği yeri de sana göstereyim!’ dedi.

Peygamber Aleyhisselâm:

‘Evet! Göster!’ buyurunca, Melek orayı Allah’ın Resûlü’ne (asm) gösterdi.

Oradan getirdiği bir avuç toprağı da, Peygamber Aleyhisselâm’a verdi.

Peygamber Aleyhisselâm, Ümmü Seleme’ye:

‘Bu toprak, senin yanında emânettir! O, kana dönüştüğü zaman, bil ki, Hüseyin öldürülmüştür!’ buyurdu.

Ümmü Seleme, onu bir çanağın içine koydu. Hep ona bakar dururdu.

Selmâ Hâtun der ki:

‘Bir gün Ümmü Seleme’nin yanına girmiştim, ağlıyordu. Kendisine:

‘Ne için ağlıyorsun?’ diye sordum.

‘Resûlûllah Aleyhisselâm’ı rüyâda gördüm. Başında ve sakalında toz toprak vardı’ dedi.

Kendisine:

‘Ne oldu sana yâ Resûlallah?’ diye sordum.

‘Az önce, Hüseyin’in öldürülüşüne şâhit oldum,’ buyurdu.

Ümmü Seleme, o gün çanakta sakladığı Kerbelâ toprağının da kana dönüştüğünü görmüştü.

‘Vah Hüseyin’im! Vah Resulûllah’ın oğlu!’ diyerek feryat ediyordu.

‘Allah ona bunu yapanların evlerine ve kabirlerine ateş doldursun!’ diyerek bayıldı.”

(S. Gündüzalp, Saadet Asrından Öyküler, Zafer Yay.)

Hz. Hüseyin’i (ra) katledenlerin ve Kerbelâ’ya katılanların sonu normal yoldan bir ölümle gerçekleşmemiş, sonları çok feci olmuştur. Şimdi, görgü şahidi Yakup bin Süfyan’ın ağzından aynen anlatacağımız bir hatıra vardır. Bu tarihî olay güvenilir kaynaklarda da kayıtlıdır:

“Çiftliğimdeydim. Cemaatle yatsı namazını kıldıktan sonra oradakilerle oturup muhabbete başladık. Hz. Hüseyin’den açıldı söz. Orada bulunan adamlardan biri dedi ki:

‘Ben ısrarla takip ettim. Hüseyin’in üzerine yürüyüp de onunla savaşanların hemen tamamının sonu çok fecî oldu.’

Bizimle bulunan çok yaşlı bir adam:

‘Ben onlara karşı savaşanlardandım. Fakat şu âna kadar başıma hoşlanmadığım hiçbir şey gelmedi,’ dedi. Yanmakta olan kandil o sırada sönmeye yüz tuttu. İhtiyar, kandili yakmak için kalktı. Kandilin fitiliyle oynarken, ateş birden harlayıp ihtiyarın elbisesini tutuşturdu. İhtiyar canını kurtarmak için, çiftliğimizin hemen önünden akan suya (Fırat’a) koştu fakat ne yanmaktan kurtulabildi, ne de boğulmaktan.”

Resulûllah’a dil uzatanın dili kurur. Soyuna dil uzatanın, soyu kurur, ebter olur, ebter…

Yine Eba Müslimi Horasanî’nin bu topraklara girdiğinde, Kerbelâ’daki katliâma katılanları tesbit ettirip, bunların defnedildikleri yerden kemiklerini çıkarttırıp kırdırdığı ve tekrar kabirlerine koydurduğu da rivayet edilir. İnsanlar zulmeder, kader adalet eder. Ümmü Seleme annemizin bedduâsı da bir şekilde gerçekleşmiş olur.

Bu hep böyledir... “Zulüm kısmak istediği sesi nara yapar.” Bazen ölülerin sesi, şehitlerin nefesi öyle bir ah ile çıkar ki, mazlûmun âhı bir haneyi değil, âlemi bile viran edebilir. Şehitlerin sesi dirilerden daha gür çıkar.

Duâmız;

Âb-ı rûy-ı Habib-i Ekrem için,

Kerbelâ’da revan olan dem için,

Şeb-i firkatte ağlayan göz için,

Rah-ı aşkında sürünen yüz için,

Risâle-i Nur’a, Üstad’a ve İslâm’a zafer ver yâ Rab!.. Âmin!..

Not: Bu konuyla ilgili daha geniş izahlar için Bediüzzaman Hazretlerinin Mektûbât isimli eserinin 15. Mektub’una bakılmasını tavsiye ederim. Okuyucularımızın Hicrî ve Milâdî yeni yıllarını tebrik eder, hayırlara vesile olmasını niyaz ederim. Duâlarla,

duâlarınızı bekleyerek...

03.01.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İlginç paralellik



Filistin’de yine tırmanışa geçen İsrail vahşetini mazur gösterip hafifletmek isteyen demagojinin, aynı zamanda bizdeki laikçi saplantıyla paralellik arz etmesi çok ilginç. İsrail, zorla gasp ettiği topraklarda katliâm, vahşet, fitne ve desiselerle sürdürmeye çalıştığı varlığını sürekli tehlike içinde görmenin paranoyasıyla hareket ediyor. Kendisini düşmanlarla çepe çevre kuşatılmış gören bir yapı olarak hep diken üstünde ve tedirgin. Psikolojisi böyle. Bizdeki laikçi zihniyetin durumu farklı mı? “Türkün Türkten başka dostu yok, dünyanın en yalnız ülkesi Türkiye” söylemlerini dilinden düşürmeyen; yıllardır yaptığı ve hâlâ vazgeçmediği iç tehdit değerlendirmelerinde kendi halkını dahi tehlike olarak gördüğünü defaatle ortaya koyan zihniyet ve psikolojiden söz ediyoruz. Burada, hakka dayanmadığı için başkalarının haklarını fütursuzca çiğnemekte beis görmeyen ve azınlık konumunda olmanın getirdiği tecrit duygusunu kendisi dışındakilere zulmederek açığa vuran çok anormal bir ruh hali söz konusu. Bu zihniyet Türkiye’de tek parti diktası olarak iktidar tekelini elinde bulundurduğu dönemde, milletin büyük çoğunluğuna kan kusturdu. En temel hak ve hürriyetleri ayaklar altına aldı. Tepeden inme usullerle uygulamaya konulan icraata tepki göstermeye kalkışanların çoğu, soluğu, darağaçlarına adam gönderme mekanizmaları gibi çalışan istiklâl mahkemelerinde aldı. Şark isyanlarını bastırma adına, yıllarca dağlar taşlar bombalandı. Bir isyancının sığındığı gerekçesiyle koca bir köyün haritadan silindiği son derece dehşet verici hadiseler dahi yaşandı. Türkiye’nin çok partili demokrasiye geçmesinden sonra nisbeten azalır gibi olan bu tür olaylar, demokrasinin canına okuyan ihtilâl dönemlerinde yine tırmanışa geçti. Bilhassa “terörle mücadele” adı altında büyük zulümler yapıldı. 21. yüzyıl Türkiye’sinde terörün hâlâ bitirilemeyişinde, halka da terörist nazarıyla bakan zihniyetin kaynaklık ettiği bu zulümlerin, 12 Eylül’den sonra Diyarbakır cezaevi başta olmak üzere bazı yerlerde yapılan gaddarca ve hunharca uygulamaların payı gözardı edilebilir mi? Gerçek şu ki, Türkiye gerek tek parti devriyle, gerekse ihtilâllerle hâlâ hesaplaşabilmiş değil. Bizim gibi dikta rejimlerinden ve darbelerden çok çekmiş olan Arjantin ve İspanya’da, hattâ Doğu Bloku ülkelerinde yıllar öncesinin karanlık dosyaları yeniden açılıp demokratik hesaplaşma açısından tarihî adımlar atılırken, bizde öyle bir gelişmenin işareti henüz belirmiş değil. Böyle olunca, tek parti dönemindeki baskıcı uygulamalardan bahis açıldığında, “Hayır efendim, cumhuriyet döneminde kime ne baskı yapılmış ki?” çarpıtma ve demagojisi sergilenip, milletin gözünün içine baka baka yeni yalanlar söylenebiliyor. İhtilâllere alkış tutup, seçilmiş başbakanların idamının toplumda coşkuyla karşılandığını iddia eden “hukukçular” çıkabiliyor. İşte Türkiye, kendisine yıllarca amansız bir azınlık diktasının dayatmalarını reva gören, zaman içinde gücü ve etkinliği azalan, ama fırsat bulduğunda aynı baskıları hortlatmaya her an hazır olan bu müstebit zihniyetin, şimdilerde “mahalle baskısı”ndan yakındığı günlere geldi. Soros’un vakfa dönüşen Açık Toplum Enstitüsü desteğiyle yapılan “Türkiye’de farklı olmak” başlıklı “araştırma” bu şikâyetleri içeriyor. Mâlûm medya tarafından dönem dönem ısıtılıp gündeme taşınan “irtica” haberlerinin farklı kılıkta yeni bir sunumu niteliğindeki bu “araştırma”da, artık Atatürkçü olduğunu açıklamanın ve Atatürk posteri asmanın cesaret meselesi haline geldiği bir Türkiye tablosu çizilmekte. Atatürk’ün hâlâ kanunla korunduğu, “zinde kuvvetler”in Atatürkçülük vurgularını daha güçlü tonlamalarla tekrarladıkları bir ortamda böyle bir tablonun çizilmesi ne anlama geliyor? Yeni bir demagoji ve provokasyon mu, yoksa toplumun dayatmayla şekillendirilemeyeceği mi?

03.01.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır