"Gerçekten" haber verir 06 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Faruk ÇAKIR

Filistinli olmak nasıl bir şey?



Filistin ve Gazze kan gölüne dönmüşken; biz burada ‘komşu ve kardeş’lerimizden habersiz, ilgisiz, dertsiz olabilir miyiz? Hiç değilse zalime karşı ‘buğz’u devam ettirmeli, beş vakit de Gazzeli kardeşlerimize duâ etmeliyiz.

Hadiseleri değerlendirirken, bizim bildiğimiz ya da bilmediğimiz ‘hikmet’leri olduğunu da unutmamak lâzım. Aynı zamanda fert olarak bizler ‘el’e bakıp, ‘kalp’e bakamayacağımıza göre olayları da gördüğümüz kadarıyla değerlendirebiliriz.

Tabiî ki genelde Ortadoğu, özelde de Filistin meselesi bir günün meselesi değil. Geçmişi yıllara dayanan planların, hesapların neticesinde bu kan deryası meydana geldi. Bütün bunlara rağmen ortada ihtilâfa sebep olmayan bir durum var: İsrail yüzde yüz zulmediyor ve masum Filistinliler haksız yere katlediliyor. İnsanlığın bir an önce bu zulmü sona erdirmesi gerekir.

Konu ile ilgili birbirinden dikkat çekici değerlendirmeler yapılıyor. Bunlardan biri de Ortadoğu bölgesinin siyasetini ve güvenlik konularını yakından izleyen Doç. Dr. Gülden Ayman’a ait. MÜ öğretim üyesi olan Ayman, Neşe Düzel’in soruları üzerine hadiseyi (Taraf, 5 Ocak 2009) etraflıca değerlendirip gerçekleri ortaya koymuş.

“(İsrail) Gazze’den neden çıkmıştı ve şimdi niye girdi?” sorusunu cevaplandıran Doç. Dr. Ayman şöyle demiş: “İsrail 1967’de işgal ettiği Gazze’den 2005’te Filistin baskısıyla çekilmedi. Bu toprakta hiçbir çıkarı olmadığı için çekildi. Şimdi tekrar girdi çünkü orası Hamas’ın üssü ve İsrail Hamas’ın üssünü yıkmak istiyor. Ayrıca Filistin liderliğinin kendi içinde bölünmüş olması da İsrail’e bütün bu yaptıklarını savunabileceği bir söylem imkânı sağlıyor.”

Doç. Dr. Gülden Ayman’ın diğer tesbitleri şöyle özetlenebilir:

*İsrail’in öteden beri stratejisi bire karşı bindir. Eğer Hamas Kassam füzeleriyle saldırarak dört İsrailliyi öldürmüşse, İsrail’in buna cevabı daima yok edicidir. Bu çok ezici Gazze taarruzunun şimdi yapılmasının bir diğer etkenini de İsrail’de yaklaşan seçimler oluşturuyor. Şimdi seçimler öncesinde İsrail’de sertlik yanlıları prim yapıyor.

*İsrail kendisini son dönemde Ortadoğu’da yalnızlaşmış hissediyor. Çünkü yeni başkan Obama’yla birlikte Amerika’nın bölgede İran’la diyalog kurması gündeme geldi. Bu ihtimal İsrail’i rahatsız ediyor.

* (Ateşkes neden bozuldu?) Ateşkesin belli bir tarihi vardı, bu tarih aşıldı. Zaten iki taraf arasındaki güç uçurumu ne zaman biraz daralsa... Yani zayıf olan kuvvetliyi sıkıştırmak için ne zaman bir şans yakalasa zayıf olan hemen bir adım atıyor. İsrail, Hamas’ın geliştirdiği Kassam füzelerine karşı bir yol bulamadı.

*(Hamas kim?) Hamas apayrı bir terörist örgüt değil, intihar bombacılarını iknâ etse de, diğer terör örgütlerinden çok farklı Hamas. Aslında Hamas Gazze’de her evden bir kişi... Hamas halk demek. Şimdi nasıl savaşırsınız bütün bu evlere karşı?

*Arap ülkelerinin kamuoyları tamamen Hamas yanlısı. Onlar da kendi hükümetlerinin Filistin sorunu konusunda çok atıl kaldığını düşünüyorlar. Halklar Filistin sorununa çok duyarlılar. Arap ülkelerinin yönetimleri bu yüzden çok ikircikli bir konumdalar. İsrail’in başarılı olabilmesi için Gazze’de herkesi öldürmesi lâzım. Bu mümkün değil. Hamas dikkate alınmadan Filistin sorununa bir çözüm getirilemez.

*El Fetih, hem yolsuzluğa çok battığı için hem de Hamas gibi toplumuna yardım götüren bir örgüte dönüşemediği için Filistin’de etkisini kaybetmişti. Ayrıca İsrail çok farklı taktikler uygulayarak onu da çok yalnızlaştırmıştı. Şimdi İsrail, El Fetih’i muhatap saydığı için bu örgüt hâlâ etkilli. İsrail’in işine, onları bölerek, güçsüzleştirerek yönetmek geliyor. Göçler İsrail’in can damarı. Filistinliler çocuk doğuruyor, İsrail ise göç alıyor. Son yıllarda bu şiddet sarmalı yüzünden hem İsrail’e göç edenlerin sayısında dramatik bir düşüş var, hem de İsrail’den göç edenlerde bir artış var. Çünkü kimse böyle bir ortamda yaşamak istemiyor.

Ve can alıcı soru: “Filistinli olmak nasıl bir şey?”

İşte cevabı: “Filistinli olmak, cehennemi dünyada yaşamak gibi bir şey. Her an yok olmayı ve yok sayılmayı yaşıyorlar.”

Dünyada insanlık ölmediyse, Filistinliler bu cehennemden kurtarılmalı.

06.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

Küfür devam eder, zulüm devam etmez



Diş ağrısını Cehennem azabına benzetirler. Kızımın dişi ağrıyor. Ailece geceyi ayakta geçiriyoruz; bir an evvel sabahın olmasını diliyorum, evlâdımı bu azaptan kurtarmak ve bir an önce dişçinin kapısını çalmak için dua ediyorum. Çocuklarımız, canpârelerimiz… Yeter ki çocuklarımız ağlamasınlar, acı çekmesinler.

Gece yarısı açtığım televizyonda İsrail’in Gazze’ye girdiği haberiyle sarsılıyorum. Anlaşılan o ki, günlerce insanlık dışı görüntülerin altına imzasını atan İsrail son darbelerinden birini indirmeye hazırlanıyor. Bombalar ard arda patlıyor. Kızımın havaî fişek zannettiği görüntüler salkım bombalarına ait. Birer havaî fişek görüntüsüyle Filistinli çocukların, onlara siper olmaya çalışan anne-babaların üzerine yağan bombalar bunlar. Korkudan tir tir titreyen masum çocuklar, kana bulanmış minnacık bedenler, yürekleri dağlayan acı görüntüler geliyor ekranlara. Alıştığımız görüntüler artık bunlar; ama vicdanım soramadan edemiyor: Ya bu çocuklar kimin? Cevabı bulmak yerine, birkaç kanal daha gezindikten sonra uyumak için televizyonu kapatıyorum.

Sahi, biz Müslüman’ız değil mi? “Müslümanlar bir vücudun azaları gibidir” hadisi nerede, benim bu vahşeti kanıksamış halim nerede? Bir babanın kanlar içindeki minik yavrusunu bağrına basarak dünyayı inlettiği feryatları nerede, benim “yazık yahu”dan öteye gitmeyen isyanım nerede?

Beş milyon altın karşılığında Filistin’de ikamet etme serbestliği isteyen Yahudileri, “Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmıştır. Bu vatan bana ait değil milletime aittir. Bir karış toprağı dahi satmam” diyerek yanından kovan Abdülhamid hassasiyeti nerede, “Olmert bizi de kandırdı, arayacaktım, aramıyorum” savsaklayıcı tavrıyla benim Başbakan’ım nerede? Beş on milyonluk nüfusuyla batılda sebat eden, dünyayı dize getiren Yahudiler nerede, “Bütün Müslümanlar kardeştir” ilkesini ayaklar altına alan bir buçuk milyarlık İslâm âlemi nerede? Edward Said’in bir oryantalist olan louis Mossignon’dan aktardığı, “Onların her şeylerini tahrip ettik, felsefeleri, dinleri mahv oldu, artık hiç bir şeye inanmıyorlar, derin bir boşluğa düştüler. Anarşi ve intihar için olgun bir hale geldiler” diyerek tarif ettiği Müslümanlarız artık. Genetiğiyle oynanmış Müslümanlar. Bizden öncekilerle en büyük farkımız bu olmalı.

Filistinli çocuklar Abdülhamid’in de çocuklarıydı, o yüzden yanaşamadılar. Filistinliler bizim kardeşlerimizdi, o yüzden yan bakamadılar. Biz, Filistinlilerin kardeşleriydik, o yüzden Çanakkale’de takıldılar. Biz kardeştik, hakikaten bir vücut gibiydik, bir uzvumuz rahatsızlandığında bütün vücudumuz aynı acıyla yanardı. O yüzdendi cihana hükmedişimiz. Şimdi umursamazız, adam sendeciyiz. “Zaten Araplar bizi arkamızdan vurmamış mıydı? Hem, onlar kendi içlerinde bile anlaşamıyorlardı. Hep Hamas’la El Fetih’in yüzündenmiş olanlar. Hamas rahat dursaymış böyle olmazmış. Yaptıklarının cezasını çeksinlerdi işte.” Vicdanı kemiren sorulardan kaçış yolları bunlar. Bilmem mahşerde işimize yarar mı?

Nizamü’l Mülk’ün meşhur sözüdür. “Küfr ile dünya durur, zulm ile durmaz.” Zulm elbette ki devam etmeyecek. Bu zulmü durduranlar, durduracak olanlar keşke Müslümanların uhuvveti olsa. Cenab-ı Hakk’ın gazabına uğramadan keşke üzerimize düşeni yapabilsek.

Filistin, ateşle imtihanımızdır artık. Filistin sıradan bir öykü değildir. Müslümanlığımızın; Müslümanlıktan öte insanlığımızın sorgulanışıdır.

06.01.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Zillet ve meskenet



Bediüzzaman, “Aziz Nur kumandanı ve Kur’ân’ın hâdimi (hizmetkârı) kardeşim” diye hitap ettiği, Risale-i Nur’un saff-ı evvel talebelerinden Refet Beyin Filistin meselesinde Yahudilerin neden “zillet ve meskenet tokadı” yemediklerine dair sualine cevap verirken, son derece ilginç bir noktanın altını çiziyor.

Yahudileri Kur’ân’daki tabirle “zillet ve meskenet tokadı”na müstehak kılan sebebin, onların dünya sevgisi ve dünyeperestlik hissi olduğunu ifade ederken, Filistin meselesinde ise durumun farklı olduğunu; orada bu duygularla değil, daha değişik saiklerle hareket ettiklerini vurguluyor.

Buna göre, Yahudileri asırlarca önce yaşadıkları Filistin topraklarına geri döndüren sebepler arasında, burasının Benî İsrail peygamberlerinin mezaristanı ve o eski peygamberlerin de kendi milliyetlerinden olması cihetiyle, bu noktada millî ve dinî bir hassasiyetten yola çıkmalarının çok önemli bir yer tuttuğuna işaret ederek, bu sebeple “çabuk tokat yemediklerini” belirtiyor.

Ve devamında, “Yoksa, koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti” diye ilâve ediyor. (Şuâlar, s. 435)

Yahudilerin asırlar ötesinden gelen bir rüyası olarak, peygamberlerinin indiği ve atalarının yaşadığı topraklara sırf bu hasretlerini dindirme saikiyle dönmek istemeleri gayet insanî bir duygu.

Eğer Filistin’e dönüşleri ve sonrasındaki tavırları bu çerçevede kalsaydı; burada yaşayan Müslüman çoğunluğu ve Hıristiyanları mağdur etme yoluna gitmeselerdi; dahası işi sonu gelmeyen bir gasp, katliâm ve zulüm boyutuna taşımasalardı; zaten Filistin diye bir problem ortaya çıkmazdı.

Ama dönüş sonrası, gasp edilerek alınan topraklarda, işgali daha da genişleterek yerleşme politikalarıyla bir kez daha ağır basan dünya hırsı ve dünyaperestlik hissi, başlangıçtaki millî- dinî hislerin önüne geçti ve dünya hırsının siyasî ideoloji kılığındaki tezahürü olan siyonizmin güdümündeki İsrail, Filistin meselesini buralara getirdi.

Arap dünyasının, gasp, kan, katliâm ve zulüm temelleri üzerinde yükselen İsrail vahşeti karşısındaki çaresizliğinin arkaplanında ise, başlangıç itibarıyla millî ve dinî hislerden yola çıkan Yahudi hareketine, sosyalist Arap milliyetçiliği gibi sakat bir ideolojiyle mukabele etmeye kalkışmaları yatıyor. Mağlûbiyetlerinin en önemli sebebi bu.

Filistinliler başta olmak üzere, bu ideolojiye dayalı rejimlerin diktası altında çile çeken bütün Araplar 60 senedir bu yanlışın bedelini ödüyor.

Ama gelinen noktada, galiba bu devir artık kapanıyor. Diktatör üreten sosyalist Arap ırkçılığının iflâsı her geçen gün daha net bir şekilde gözler önüne serilirken, kitlelerdeki İslâmî şuurlanma giderek güçleniyor. Ve eşzamanlı olarak Yahudilerin dünya hırsıyla peş peşe yaptıkları fâhiş ve vahim yanlışlar da dengeleri tersine çeviriyor.

Buna küresel boyutta insanlığın ortak vicdanındaki uyanış ve hareketlenme de eklenince, zulmün artık daha fazla devam edemeyeceği, dünya hırsıyla Filistin’i kana bulamayı sürdüren İsrail’in bugüne kadar gecikmiş “zillet ve meskenet tokatları”nı birbiri ardı sıra yemeye başlayacağı bir dönemin açılmakta olduğu söylenebilir.

Bugün itibarıyla İsrail, devletler düzeyinde hak ettiği tepkiyi hâlâ görmüyor, tersine ABD yönetiminin açıktan, diğer birçok devletin de gizliden gizliye desteğini almaya devam ediyor olabilir.

Ama Washington başta olmak üzere ABD’nin ve Avrupa’nın birçok başkentinde ve şehrinde vicdanlarının “Zulme ve katliâma hayır” diyen sesini haykırmak için toplanan yüz binlerce ve aynı haykırışa ortak olan yüz milyonlarca insanın ortak duyarlılığı, herkese birşeyler anlatıyor olmalı.

Bush’un altı yıl önce başlattığı Irak işgali, dünyada böyle bir insanî dayanışmayı tetiklemişti.

Şimdi İsrail’in Gazze’ye yaptıkları, vicdan eksenli bu tesanüdü daha da pekiştirip tahkim edecek ve siyonist vahşet akıttığı kanda boğulacak.

Yeter ki, Filistinliler mücadelelerinde halin gerektirdiği hikmet ve basirete uygun davransınlar.

06.01.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Neden?



Vahşete dönüşen Gazze saldırısı, Türkiye’nin gündemini de kapattı. Türkiye birçok meselesini tartışamadı.

Başta “finansal” olarak lanse edilen ekonomik krizin, başdöndüren iç ve dış borç yükü ortasında içten çıkarmalarla pahalılık, yoksullaşma ve işsizlik oranlarının tırmanmasının analizi yapılamadı. Türkiye’de ekonominin, bir anlamda hükümetin baştan beri “Bizi teğet geçer” dediği ve girişiyle geçiştireceğini zannettiği, yıllardır “sıcak para”ya odaklanan yanlışın ceremesini çekmeye sürüklenmesinin değerlendirmesi yapılmadı.

Yeni enflasyon rakamları, düşen ihracat ve ekonomik krizin tırmandığı uçurum doğru dürüst konuşulamadı. Yeni bütçenin ne kadarının yatırıma ayrıldığı hesabı yapılmadı. Hükümetin baştan beri ağırdan ağırdan aldığı, takip ettiği kırılgan politikalarla sonunda dayattığı şartlarını kabul ettiği IMF ile “stand by anlaşması”nın akıbeti ele alınmadı.

Diğer yandan “vakfa” dönüşen, lâkin aynı “işlevi devam edeceği” açıklanan Macar asıllı uluslar arası Amerikalı Yahudi spekülatörü George Soros’un desteklediği Açık Toplum Enstitüsü ile Boğaziçi Üniversitesinin ortaklaşa düzenledikleri, “Türkiye’de farklı olmak” başlıklı “araştırma”nın dindarları karalama kampanyasıyla Türkiye’deki “farklılıkları tahrik” edip etmediği hususu üzerinde yeterince tartışılmadı.

“ORTADOĞU TURU” DIŞINDA

BİR “YAPTIRIM” YOK MU?

Bu arada “Amerikan çıkarlarına yaptığı hizmetten dolayı” Amerika’daki Yahudi lobisinden “ödüller” alan kalemşörlerin yazdığı gazetelerin ve televizyonların, İsrail’in yaptığı vahşeti görmezden gelip Filistin halkının seçtiği HAMAS’a atfen bütün Filistinlilere saygısızlığı dikkat çekici.

İsrail’in yarım asrı aşkındır sürdürdüğü soykırımla binlerce Filistinliyi katletmesi bir yana, en son Gazze’de çoğu çocuk ve kadın 550’yi aşan sivilin öldürülmesi ve önemli bir bölümü ağır olmak üzere ikibin üçyüzden fazla insanın yaralanması trajedisini alaya alan medyanın, “HAMAS lideri dört karısıyla ve çocuklarıyla öldürüldü!” manşetleriyle, hâlâ Siyonist emellere hizmet eden ve katliâmı hafife alıp magazinleştiren yayınları, sırıtan vahşetin içyüzünü deşifre ediyor.

Bütün bunlar, önümüzdeki dönemde şüphesiz ele alınacak. Keza Türkiye’yi yanlış yönlendirmelerle kıskaca alan, iki milyona yakın insanın katledildiği Müslüman komşu Irak’ın işgal ve istilâsına verilen askerî ve lojistik desteğin hesabı elbette sorulacak.

AKP hükümetinin onlarca havaalanını, deniz limanını Amerikan askerlerinin her türlü savaş malzemesi ve mühimmatın nakil ve dağıtımı için çıkardığı “destek hamûlesi”yle, İncirlik Üssü’nden binlerce sorti yapan Amerikan savaş uçaklarının Irak şehir ve köylerine yaptığı saldırıların akıbeti tek tek araştırılacak.

Ancak İsrail’in hiçbir insanî değere ve uluslar arası hukuka sığmayan bir zulüm ve gaddarlıkla havadan, denizden, karadan kuşatma altına alıp füze, top ve tanklarla saldırdığı Gazze’deki vahşeti hafife alan Türkiye’deki “bir kısım medya”nın durumu, gerçekten insanın kanını donduruyor.

Ne var ki İsrail’in Gazze saldırısına karşı da Başbakan’ın “Ortadoğu turu” dışında siyasî iktidar hiçbir tavır koyamadı. Ortalıkta gözüken AKP hükûmeti de hiçbir yaptırımda bulunmuş değil. Başbakan beylik lâflarla “veryansın” ediyor, sadece kınıyor. Dışişleri Bakanı, hâlâ İsrail’le iyi ilişkiler peşinde, “bir parça gayret arttırma”dan öte birşey söylemiyor.

Görünen o ki İsrail’in Gazze’den çıkması, yine İsrail’in insafına bırakılmış. BM daha gündemine alıp almama tartışması yaparken, Arap Birliği toplanma kararı bile almış değil. Başbakan’ın İsrail’le komşu ülkeler turundan da birşey çıkmış değil…

AKP, HÂLÂ İSRAİL’LE

“İYİ İLİŞKİLER” PEŞİNDE Mİ?

Ancak en acıklısı, onca görüşmeden sonra meseleyi BM’ye havale eden Başbakan’ın, cümleleri arasında İsrail’i bir tek “orantısız güç kullanmak”la suçlaması. Hâlâ meseleyi “orantılı güç kullanılması”yla izâh etmesi.

Şu hale bakın; evlerinde aç - susuz bombaların geçmesini bekleyen, “toplama kampı”na dönüştüren sivil Gazze halkıyla “orantılı güç” mukayesesi yapılıyor. Sahi mâsum çocukların, kadınların, hangi gücü var ki “orantılı güç”ten bahsediliyor?

Gazze’ye giren İsrail tankları, caddelerden, camilerden, ilkokullardan sonra hastaneleri, ambulansları ve evleri hedef alıyor. Son günde 10’a yakın aile tümüyle tank ateşiyle öldürüldü…

Peki AKP siyasî iktidarının bütün yapacağı bundan mı ibaret? Milletvekillerinin “İsrail Dostluk Grubu”ndan istifaları neyi halledecek; İsrail’in vahşetini durdurabilecek mi?

Başbakan ikide bir “kınayacağı”na hiçbir işe yaramayan “yakınmalar”la, neticesiz “diplomasi”yle geçiştireceğine, neden ciddî bir yaptırım uygulamıyor?

Ankara, “silâh ve istihbarat sistemleri alımı” ihâlesi dahil, neden askerî anlaşmaları, savunma sanayii işbirliklerini evvelemirde iptal etmiyor? Niçin âcilen Konya ovası üzerindeki İsrail savaş uçaklarının eğitim uçuşuna son vermiyor? Niçin ekonomik mutâbakatları askıya almıyor?

Neden Telaviv’deki İsrail Büyükelçisini derhal geri çekmiyor; “Saldırıdan önce Türkiye’ye bilgi vermek mecburiyetinde değiliz” diyen İsrail Büyükelçisi ve konsoloslarını geri göndermiyor?

AKP hükûmeti, hâlâ son Gazze saldırısında olduğu gibi tam gaz destek verdiği İsrail’in hâmisi “stratejik müttefiki” ABD hatırına İsrail’le “iyi ilişkiler” peşinde mi? Neden İsrail’e bir yaptırımı göze almıyor?

Neden?..

06.01.2009

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Bu asrın bir özelliği



ormal şartlarda, normal bir insan kendisine menfaati olan işleri tercih eder. Kolay dururken zora, fayda dururken zarara yönelmez. Doğru dururken yanlışı tercih etmez. Az bir menfaat için bile, çok zahmetlere katlanır, onu elde etmeye çalışır. Göz göre göre kendisini zarara sokmaz. Kısacası, insan menfaatini sever.

İnsan fıtratında bu temâyül olduğu halde, bu zamanda bakıyoruz, bir çok insan, bilerek ve düşünerek, kendi hür iradesi ile zararlı yolu tercih ediyor. Bu durum, “teammüden adam öldürmek” gibi bir suçu hatırlatıyor. Akılsız hayvanlar bile, kendisine yasaklanan bir bölgeye girdiğinde, çobanın bir taş atmasıyla oradan çıkar ve daha fazla canının yanmasını istemez. İnsan ise, gelecekte çok canı yanacağını bildiği halde, yasakları ihlâl eder, görevini ihmal eder, zararsız yol dururken zararlı yolda bile bile gider. Sanki basireti bağlanmıştır. Bu durum, akılları hayrette bırakacak bir insan davranışıdır.

Müsbet ilimle meşgul olanlar, insan psikolojisi üzerine çalışmalar yapanlar, insandaki bu yanlış tercihin sebeplerini ortaya çıkarıp, çare üretmekten âciz kalmışlardır. Tabipler kendileri aynı derde düçâr olduklarından, hastaların derdine derman olmaları mümkün olmamaktadır. En basit bir örnek olarak, sigara alışkanlığını verecek olursak, sigaranın zararları üzerine konferanslar verip halkı bundan korumaya çalışan bir doktor, kürsüden iner inmez kendisi bir sigara yakar. Paketler üzerine yazılan “Sigara öldürür” yazıları da, tiryakiler için bir anlam ifade etmez.

Sigara tiryakisi gibi bir de günah tiryakileri var ki, yaptıklarının yanlış ve günah olduğunu bile bile yanlış yapmaya devam ederler. Meşrû daire keyfe kâfi olduğu halde, gayrımeşrû dairelerde keyif ararlar. Önlerinde bâkî elmas gibi hakikatler dururken, âdi cam parçaları olan fâni ve faydasız mallara el uzatırlar. Çok defa da bu yanlış tercihi, akıl ve iradelerini kullanarak yaparlar.

Pervaneler, ateşin etrafında dolaşırken cezbeye gelip kendilerini ateşe atarlar. Işığın cazibesi, ateşin yakıcılığını unutturmuştur. Harareti fark ettikleri zaman da iş işten geçmiştir. İnsan da günah işleyip azabı ve gazabı hak ederken, kendi kendisini ateşe atmaktadır. Pervane kendisini ateşe atar ama, neticede o bir böcektir. Akıl ve muhakeme gibi duygulardan mahrumdur. Ama akıl, fikir ve idrak gibi nimetlere sahip olan insanın, kendi iradesi ile ateşi tercih etmesi, hayret verici bir davranıştır.

Bediüzzaman Hazretleri de insanların bu yanlış ve zararlı tercihlerine hayret ederken, bunun sebep ve sonuçları kendisine ihtar yoluyla bildirilir. O da kendisine bildirilen bu ibretli dersi bizlere ders vermek üzere kaleme alır.

Bediüzzaman, bu asrın hassasını ve hastalığını teşhis ederken şöyle der: “Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını bâkî elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.” (Kastamonu Lâhikası)

Dünya hayatı ne kadar parlak ve cazibeli olsa da, neticesi fenadır, zevaldir. Bir gün sona erecek, parlak ve güzel görünen hayat aynası kırılacak, basit bir cam parçası haline gelecektir. Ahiret hayatı ise, hem bâkî, hem nimetleri sonsuz, mahiyeti mükemmel, hem güzellikleri muhteşemdir. Basit bir cam parçası olan dünya hayatının yanında, bâki bir elmas gibi parlamaktadır. İşte insan, çok defa bu bâki elmas yerine, âdi cam parçalarını tercih ederek onları eline alır, bağrına basar. Bu durum, bu zamanın büyük bir hastalığı olarak insan hayatını zehirlemektedir.

İnsanın kırılacak bir cam parçasını bâkî elmaslara tercih etmesinin sebeplerini Bediüzzaman Hazretleri şöyle izah ediyor: “Nasıl bir uzv-u insânî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede derc edilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbapla yaralanmış, sair letâifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya çalışıyor.” (Kastamonu Lâhikası)

Demek ki bu zamanın cazibedar fitneleri, çok dehşetli bir hâl almış. İctimâî hayat çok süslü fakat sinsi, pek meraklı fakat sonu elem olan cazibesi, insan fıtratındaki insanî ve vicdanî duyguları yaralamış, onlar da hakikî vazifelerini yapamaz hale gelmişler. Onun için insan, nefsinin peşine takılıp bir pervane gibi kendisini fitne ateşine atabiliyor.

Cenâb-ı Hak, her derdin devasını, her hastalığın çaresini yaratmıştır. Bu asrın insan fıtratını yaralayan müthiş hastalığı için de, müşfik bir reçete göndermiştir. Nasıl ki insan basit bir hastalığı için hemen doktora ve hastaneye koşuyor, derdine çare arıyorsa, fıtratı yaralandığında, kalbî bir hastalığa yakalandığında da bir tabibe koşmalı, derdine derman aramalıdır.

Bu asrın müthiş hastalığına karşı, müşfik bir reçete olan Risâle-i Nur karşı koyabilir. Bazı hastalıklara karşı vücudumuzun direncini arttırmak için aşı yaptırdığımız gibi, asrın hastalığına karşı da kalbimize iman aşısı yaptırmak sûretiyle kendimizi bu müthiş marazdan koruyabiliriz. İman aşısı ise, Kur’ân’ın bu asra bakan âyetlerinin i’câz’ından terkip edilip hazırlanmış olan Risâle-i Nur eczalarında mevcuttur.

“Öyleyse, her şeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddî ihlâs ve tam itimadla ona yapışmak lâzım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun.”(Kastamonu Lâhikası)

06.01.2009

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Gerçeklere uzanmak zamanıdır



Gerçekleri görmemize engel olan gaflet perdelerini yırtmamız gerekir. Şu rüya gibi akıp giden dünya hayatının anlarını kalıcı kılmamız gerekmektedir. Her şey elimizden uçup gidiyor. Geçen günlerin lezzetlerini artık yakalayamayız. Eğer doğru bir hayat yaşamamışsak elemleri hayatımızı zehir edecektir. Hazır zamanın geçici lezzetleriyle sarhoş olmak hâleti bizi menzil-i maksuda vardıramaz. Gerçeklere uzanmamız gerekmektedir. Fani hayaller bizleri peşine takmamalı, boşluklarda gezdirmemeli...

Ömrümüzün geçen yıllarına baktığımız zaman, yaşadığımız yılların bizim için bir rüya gibi olduğunu anlarız. Çünkü o yaşadıklarımızı adeta bir rüyayı hatırlar gibi hatırlamaktayız. Tekrar o günlere dönmek, o yaşadıklarımızı tekrar yaşayabilmek elbette mümkün olmamaktadır. Birlikte yaşadıklarımız, çok sevip saydıklarımızın bir kısmı şimdi dünyamızda değiller. Biliyoruz ki bizler de bir gün bu rüyadan ölüm gerçeğiyle uyanacağız.

Bu geçici hayatta kendimizi ebedî bir âlemdeymişiz gibi hissetmeyelim. Bu hayatımızın pek yakında son bulacağını düşünmemiz, ölümsüz bir hayatta yaşamadığımızı bilmemiz gerekmektedir. Şu geçici hayatımıza biçtiğimiz ebediyet düşüncesiyle kendimizi gülünç duruma düşürmeye hakkımız bulunmamaktadır. Bu dünya hayatının kimseye yâr olmadığını yeri gelince söylüyor, dünyanın fani olduğunu dilimizden düşürmüyoruz. Ama çoğu zaman duygularımızla baş edemiyoruz. Onlar hep bizi dünyanın geçici güzelliklerine çekmek istemekte, gerçekleri düşünmememiz için gaflet perdelerini kullanmaktadırlar.

“Üç-beş günlük dünya hayatı için değer mi?” sorusunu sık sık dile getiriyor, bununla etrafımızdakileri teskin etmeye çalışıyoruz. Kendimizin herkesten çok teselliye muhtaç olduğumuzu unuttuğumuz zamanlar çok oluyor. Duygularımız bazen fani âlemlerde kendini kaybediyor. Hırsımızla dünyaya dört elle sarılırsak kazanmamız mümkün olmayacaktır. Beş para değerinde olan fanî metalar için, ebedî hayatların kazanılabileceği zamanları berhava etmememiz gerekir. Gerçekleri görmeye başladığımızda karartıların hedefimizi şaşırtmasına izin vermeyelim.

Sevgimizi ve alâkamızı fanilere hasredersek dünyaya yaranamayacağımız gibi ahirete de elimiz boş gideceğiz. Gerçeklere kanat açmayı öğrenemezsek fani dünyaya kazıklar çakma gayreti içinde olanlardan oluruz. Rabb-i Rahîmin rızası dairesinden uzaklara düşmek büyük kayıptır. O zaman bize acımayan şeytanlara yaklaşırız ki onlar da bizleri ebedî saadetlerden uzaklaştıracaklardır. Fanî değerlerle bizi avutanlara prim vermeyelim. İnsanî duygularımızı hayvanlaştırmak isteyenlere fırsat vererek insanlığımızdan uzaklaşmayalım. Biz insanız, gerçek insan olmak için çalışmak zorundayız.

Dünya nimetlerini görünce mânevî âlemlere giden yolları unutmayalım. Makamlarla tanışınca da kalbimizdeki güzelliklere yabancılaşmayalım. Dünyaya yapışınca, arzuladığımız güzellikler çok uzaklarda kalacaktır. Fani değerlerde huzuru ararsak sıkıntılar dünyamızın dört bir yanını saracaktır. Böyle olunca da artık dünyanın hiçbir ihtişam ve debdebesi bize zevk vermeyecek, kendi elimizle dünyalarımızı karartmış olacağız.

Dünyayı kazanmak için dünyaya değer verilmemesi gerektiğini öğrenmemiz gerekir. Dünyaya koştukça onun bizden kaçacağını, ondan kaçtıkça onun bize koşacağını bilmemiz gerekir. Koşulması gereken aydınlıklara değil de, ters istikametlere gidip, kendimizi felâketlerin kucağına atmayalım.

Dünyayı dünya için kazanmaya çalışanlar huzuru kaybediyor. Dünyanın fenasını kaybetmeyi göze alanlar ise güzelliklere kavuşuyor. Gerçekleri biliyor ama nefislere kabul ettirmemiz zor oluyor ne yazık ki. Şeytanların avanelerinden kendimizi kurtarmak için büyük çaba göstermek, bizi dünyanın fani değerlerine bağlayan rüyadan uyanmak zorundayız. Gerçeklere kavuşmak, karanlıklardan kurtulmak için çok şeyler yapmamız elzemdir.

Ölüm meleği kapımızı çalınca açmamazlık edemeyiz. Onu buyur etmek, emaneti teslim etmek zorundayız. Dünyanın sultanı da olsak beş para kadar bile faydası olmayacaktır. O zaman ölüm meleği bizi uyandırmadan uyanalım. O şanlı misafire hazır olalım. Rabb-i Rahîm adına gelen o meleği güler yüzle karşılayalım. Gaflet uykusundan uyanmaktan, samimiyetle Rıza-ı İlâhîyi talep etmekten başka çare yoktur dostlar...

06.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Bana ihsan edeceğin her hayra muhtacım”



Hz. Musa’nın Firavunun zulmünden kurtulup Medyen bölgesine gittiğinde yaptığı bir duâydı başlıktaki duâ. Yiyecek birşeyleri bulunmadığı için ağaç yapraklarını yiyerek günlerce yol yürümüş, aç ve bitkin düşmüştü. Bir lokma yiyeceğe bile şiddetle muhtaçtı. Buna rağmen ne yolda rastladığı çobanlardan, ne de kadınlardan birşey istiyor, derdini sadece Allah’a açıyor, ellerini kaldırıp, “Bana ihsan edeceğin her hayra muhtacım”1 diye yalvarıyordu.

Her şeyin sahibi Allah’tı. Her türlü nimet, rızık O’nun Elindeydi. Sonsuz hazinelerin sahibiydi Allah. Her şeyin dizgini O'nun elindeydi. O hem Hakim’di, hem de Rahim’di; rahmeti, ihsanı sonsuzdu. O'na yönelmek, O'ndan istemekten başka ne yapabilirdi?

Bu duâ ona nice hayır kapılarını açacaktı. Hiçbir şeyi yokken Hz. Şuayb gibi bir peygamberin yanında çalışma fırsatı bulacak, onun kızlarından biriyle evlenecek, Mısır’a eşiyle dönerken de Tur Dağında yanmakta olan bir ışık görecek, ateş almak için gittiğinde de Cenâb-ı Hakkın hitabıyla karşılaşacak ve kendisine bir kısım mû’cizelerle birlikte peygamberlik verilecekti. Demek O'nun ihsan edeceği hayırlar içerisinde bunlar da vardı. Duâsı büyük ve önemliydi. Sonsuz kudret sahibi Allah’tan istiyordu. Hem de muztar kaldığı bir anda istiyordu. Cenâb-ı Hak da bu hasbî ve halis kuluna ihtiyaç duyduklarını bol bol ihsan ediyordu.

Yoktan yaratan, nihayetsiz hazineler sahibi Allah neye kadir değildi ki!

Rabbinden, Mescid-i Aksa’ya hizmet etmesi için bir erkek çocuğu isteyen İmran’a da Hz. İsa’ya (as) anne olacak Hz. Meryem gibi bir kız çocuğu vermişti. Bu Allah’ın sevgili kulu, Cennetlik kadın Hz. Zekeriya’nın yanında Mescid-i Aksa’da hizmet veriyor, Cenâb-ı Hak gayb hazinesinden nice ihsanlarda bulunuyordu. Kur’ân bir âyetinde bunu şöyle anlatır: “Rabbi, onun adağını güzel bir sûrette kabul etti, Meryem’i güzel bir çiçek gibi yetiştirdi ve Zekeriya’nın himayesine verdi. Zekeriya ne zaman Meryem’in bulunduğu mihraba girse, onun yanında yiyecek ve içecek bulurdu. O, ‘Meryem, bunlar sana nereden geldi?’ diye sorar, Meryem ‘O Allah katındandır’ derdi. Muhakkak ki Allah dilediğini hesapsız şekilde rızıklandırır.” 2

Evet, Allah dilediğini hesapsız şekilde rızıklandırır ve ummadığı şekilde rızıklandırır: Ölçü yine Kur’ân’dan: “Kim Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınırsa Allah ona bir çıkış yolu gösterir. Ve onu ummadığı bir şekilde rızıklandırır. Allah’a tevekkül edene Allah kâfîdir.” 3

Dipnotlar: 1- Kasas Sûresi: 24., 2- Âl-i İmran Sûresi: 37., 3- Talak Sûresi: 2-3.

06.01.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Mahkeme-i Kübrâ’da akıl ve kul hakkı



Cemil Bey: “‘Boynuzsuz hayvanın kısası kıyâmette boynuzludan alınır’ hadisinin yorumunu yapan Bediüzzaman, ‘Gerçi cesetleri fenâ bulur; fakat ervahları bâkî kalan hayvanat mâbeyninde dahî, onlara münâsip bir tarzda dâr-ı bekâda mücâzât ve mükâfâtları vardır’ diyor. Bu durumda: 1) Hayvanların da insanlar gibi hesapları görülecektir; amellerine göre muâmele göreceklerdir denilebilir mi? 2) İnsanın akıl sahibi olmayanı hesaptan muâf değil mi? Öyleyse, akıl sahibi olmayan hayvanın hesaba çekilmesini nasıl izah edebiliriz? 3) Hesaba çekilmekte akıl mı, cüz’-i ihtiyârî mi ölçüdür?”

Mahkeme-i Kübrâ duruşmasının en çetin hesabının kul hakkı ve hukûku ile ilgili olacağında şüphe yoktur. Boynuzsuz koyunun hakkının boynuzlu koyundan alınacağı çetin bir gün olan büyük duruşma günü, kul hakkının affının, ilgili kulun elinde olacağı; bunun için iyiliklerinden bir kısmının, hakkını yediği kula verileceği, iyilikleri bittiği halde hâlâ üzerinde kul hakkı varsa da, bu defa üzerinde hakkı bulunan kimsenin kötülüklerinin alınıp bunun üzerine yükleneceği ve böylece adâletin eksiksiz sağlanacağı hadislerde bildirilmiştir. Hattâ Peygamber Efendimiz (asm), bu durumdaki kişilerin orada gerçekten iflâs ettiğini haber vermiştir.1

Nitekim Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, “Şüphesiz Kıyâmet Günü haklar sahiplerine verilecektir. Hattâ boynuzsuz koyun için, boynuzlu koyuna kısas yapılacaktır” 2 hadisi–hayvanlardan en yumuşak huyu ile tanınan koyunun seçilmesi—ve bu hadisle ilgili Bedîüzzaman Hazretlerinin, sizin de bahsettiğiniz yorumları 3, bize, kul hakkı sorgusundan hayvan da olsa, mecnun da olsa, deli de olsa, bunak da olsa, çocuk da olsa, şehit de olsa hiçbir canlının ve hiçbir kimsenin hariç kalmayacağını haber veriyor.

Meselâ şehidin kul hakkından mesul olacağı şöyle bildiriliyor:

Ebu Katâde radıyallahu anh anlatıyor: “Bir adam: ‘Ey Allah’ın Resûlü, Allah yolunda öldürüldüğüm zaman bütün günahlarım bağışlanır mı?’ diye sordu.

Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm:

‘Evet, sen sabreder, mükâfat bekler, geri kaçmadan ileri atılır vaziyette olduğun halde öldürülürsen bağışlanır!’ buyurdu.

Peygamberimiz (asm) az sonra adama tekrar: ‘Nasıl sormuştun?’ buyurdu.

Adam sorusunu aynen tekrarladı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz aleyhissalâtu vesselâm: ‘Evet, kul borcu hariç, bütün günahların affedilir. Cebrâil bunu bana şimdi bildirdi!’ buyurdu.” 4

Kul borcu hakkında bir diğer hadislerinde Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyuruyor: “Allah Teâlâ nazarında, bir kulun Allah tarafından yasaklanan büyük günahlardan sonra, beraberinde getirebileceği en büyük günahlardan biri, kişinin ödenecek karşılık bırakmadan üzerinde kul borcu olduğu halde ölmesidir.” 5

Hayvanların, “haklar” konusunun dışında hesaba çekilecekleri bir konu olduğu bildirilmemiştir. Hayvanların amellerine göre muâmele görecekleri muhakkaktır. Fakat şüphesiz onlar üzerinde de, umûmî hakların dışında Cenâb-ı Hakk’ın ikrâm ve iltifâtının bulunacağı, rahmetinin şenindendir. Yani onlar için de mükâfat olacaktır.

İnsanlardan akıl sahibi olmayanlara da üzerlerinde bulunan kul hakkının hesabının sorulacağı ve bunun tazmin ettirileceği anlaşılmaktadır. Fakat bu husus, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle muâmele etmeyeceği şeklinde anlaşılmamalıdır. Yani, çocuk, deli, mecnun, bunak ve bunlar gibi aklî ehliyeti olmayan kimselerin, bilmeden ve kasıtsız olarak yedikleri haklar konusunda Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla muâmele buyurması, hakkı yenen kişiye fazlından sevap lütfetmesi veya Cennetini genişletmesi, böylece aklî ehliyeti olmayan kimsenin hesabını kolaylaştırması elbette Allah’ın sonsuz rahmetinden umulur. Nitekim Cenâb-ı Hak: “Ben kulumun hüsn-ü zannı üzereyim” 6 buyurmuştur. Cenâb-ı Hak hakkındaki hüsn-ü zannımız budur. Takdir Allah’ındır.

Akıl ve cüz’î irâde (cüz’-î ihtiyârî) birlikte kullanılan ve birbirini tamamlayan rûhun birer aktif unsurudur. Akılsız cüz’î irâde bütün canlılarda vardır. Fakat hesaba çekilmekte şüphesiz akıl ölçüdür. Akıl olmadığında cüz’î irâde, “kul hakkı” dışında tasarruflarından sorumlu değildir. Kul hakkının da–böyle aklî ehliyetten yoksun olanlar için—Cenâb-ı Hakk’ın husûsî şefkatiyle ve merhametiyle bertaraf edileceği, hak sahibine fazl-i İlâhî ile feyiz ve sevap lütfedileceği umulur. Nitekim Allah’ın rahmetinden umudumuzu kesmemekle emrolunduk. 7

Dipnotlar: 1- Bakınız: Riyâzu’s-Sâlihîn, 218; 2- Riyâzu’s-Sâlihîn, 204; 3- Lem’alar, Y. A. Neşr., 2003, s. 339; 4- Müslim, İmâret 117, (1885); Muvatta, Cihad 31 (2, 461); Nesâî, Cihâd 32, (2, 33); 5- Ebû Dâvud, Büyû 9, (3342); 6- Buhârî, Tevhîd, 15; Tirmizî Tevbe, 1; 7- Zümer Sûresi: 53

06.01.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

HAMAS



Halen Filistin Parlamentosunda ağırlığı bulunan ve özellikle Gazze bölgesinde hakimiyetini sürdüren HAMAS, bir siyasî parti hareketi olduğu kadar, aynı zamanda paramiliter (askerî kanadı olan) bir örgütün kısaltılmış adıdır.

"Harekât–ı Mukaveme–i İslâmiye" mânasına gelen HAMAS, her ne kadar fikrî ve mânevî kuruluşunu 1930'lu yıllara dayandırsa da, bu hareket esas itibariyle 2004 senesinde İsrail tarafından katledilen Şeyh Ahmed Yasin'in mânevî liderliğinde 1987'de kuruldu. Kuruluş maksadı ise, 1948'den önceki Filistin toprakları üzerinde bir İslâm devletini kurmaktır. Örgüt, bu maksadın hâsıl olması için, gerekli her türlü teşebbüste bulunmaya çalışır.

HAMAS'ın pek fazla bilinmeyen bir yönü ise, özellikle Mısır'da yıllar önce siyasete oynayan ve Mısır dahil diğer bütün Arap ülkelerinde siyasî başarısızlığa düşen İhvan–ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) hareketiyle olan irtibatıdır. Kendilerini bu hareketin "Filistin kolu" olarak görmektedirler.

HAMAS'ın bir diğer yönü ise, Müslüman ülkeleri arasında sadece İran'la olan samimiyet ve münasebetidir. Bu noktada Filistinlilerin değil, ancak İran'ın samimiyeti şüpheli ve tartışmalıdır.

Zira, İran Lübnan'daki Şiî Hizbullah'a yardım ettiği ölçüde, Filistin'deki Sünnî HAMAS'a yardım etmiyor. Yani, onları destekliyor gibi görünen İran, bu konuda fiiliyatta farklı davranıyor. Esas itibariyle, tarihinin hiçbir devresinde Sünnî kesime ciddiyetle yardım ettiği vâki olmayan İran, Filistinliler için de aynı kaypak politikayı izliyor.

Buna göre, birçok dünya ülkesi tarafından (AB, ABD, Kanada, Japonya, Avustralya...) terörist örgüt listesine dahil edilen HAMAS'ın İslâm dünyası tarafından da yalnız ve desteksiz kaldığı anlaşılıyor.

Burada, Türkiye'nin yaklaşımı bir istisnaî durum teşkil ediyor. Ancak, özellikle Arap devletlerinin en büyük korkusu ve çekincesi, Filistin'de yeniden tırmanışa geçen "İhvan–ı Müslimin siyaseti"nin—başarıya ulaşması halinde—günün birinde onların iktidarını da sarsacağı noktasından kaynaklanıyor.

Esasen, demokrasiye geçemedikleri için bu tür korkuları taşıyan Arap devletlerinin, hemen yanı başlarındaki bu kanlı vahşete seyirci kalmaları başlı başına bir handikap ve bir paradoks teşkil ediyor: Zira, hepsi de İsrail'in politikalarından rahatsız ve öldürülen Filistinli mâsumlara acımakla birlikte, olup bitenlere seyirci kalmanın şiddetli azabını yaşıyorlar.

Bu durum, elbette ki böyle sürüp gitmez, gidemez. HAMAS örgütü bir yana, binlerce Filistinli mâsumun zâlimane kurşunlarla, bombalarla katledilmesine ilânihaye seyirci kalınamaz. Seyirci kalmaya devam edenin, bir gün kendisinin de yanacağı unutulmasın.

Neticede, HAMAS'ın günahı–sevabı, eğrisi–doğrusu ne olursa olsun, Filistin halkı mâsumdur, mazlûmdur ve temel insanî hak olan yaşama hakkına–hukukuna sahiptir. Hiç kimsenin bu temel hakkın muhafazasına çalışmamak gibi bir lüksü yoktur. Bu hususta eliyle, diliyle, yahut kalbiyle olsun, şüphesiz herkese düşen bir vazife vardır.

Padişahların şarabı

Medyatik yönü ağır basan bazı tarihçilerin, özellikle son zamanlarda dillerine dolamaya başladıkları bir konu var. Meselâ diyorlar ki: "Osmanlı padişahlarının çoğu şarap içerdi."

Bazı padişahların şarap içtikleri ve daha başka şahsî zaafları sebebiyle günaha girdikleri doğrudur.

Ancak, hemen bütün padişahları töhmet altında bırakırcasına ileri sürülen bu iddianın içine Sultan Fatih, Yavuz Sultan Selim ve Sultan II. Abdülhamid gibi takvânın zirvesindeki padişahların da dahil edilmek istenmesi, işin zıvanadan çıktığının bâriz bir göstergesidir.

İddia sahiplerinin elinde iki çürük delil var: 1) Beyitlerde, mısralarda, v.s. "şarap" tâbiri geçiyor ve 2) Muhasebe kayıtlarında "şarap" maddesi yer alıyor.

Bu iddialara bakıp da "El insaf yahu!" dememek elde değil.

Evvelâ, Osmanlı edebiyatında şarap tâbirinin ille de haram olan ve sarhoşluk veren bir içecek anlamında kullanılmadığı gün gibi âşikâr. Zira, şarap "şurb/içmek" kökünden geldiği gibi, ayrıca çoğu şâir, âşık ve ozan da şiirlerinde "aşk şarabı"ndan bahsediyor ki, bunun tamamıyla bir mecâzî anlam taşıdığı zaten biliniyor.

İkincisi, Saray'ın muhasebe defterlerinde "şarap" maddesinin görünmesi de, o sultanların şarap içtiği anlamına gelmiyor. Zira, illâ padişahın içmesi için değil, bir başka maksat için de bu müskiratın alınmış olması muhtemel.

Meselâ, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün şarap gibi haram maddeler ihtiva eden hiçbir müskiratı bilerek içmediğine kaniyiz. Ne var ki, gerek hariçten gelen ve gerekse içerden dâvet edilen misafirlerine içki/şarap ikram ettiğini de biliyoruz.

Hatta, bazı gazeteciler, Cumhurbaşkanı Gül'ün, yahut Başbakan Erdoğan'ın misafiri olduklarında, özellikle şarap istiyor ve içiyorlar. Ama, "muhasebe kayıtlarına geçen" bu durum, asla Gül ve Erdoğan'ın müskirat kullandıkları anlamına gelmiyor.

Tarihin yorumu

5/6 Ocak 1972

"Aras"atta bir diplomat

Türkiye'de en uzun süreli Dışişleri Bakanlığı yapan Tevfik Rüştü Aras, İstanbul'da öldü.

M. Kemal ile arkadaşlığı tâ gizli İttihat–Terakki yıllarına kadar dayanan Aras, 1920'de milletvekili, 1925'te ise Dışişleri Bakanı oldu.

Aras'ın Dışişleri Bakanlığı, M. Kemal'in ölüm tarihi olan 10 Kasım 1938'e kadar aralıksız şekilde devam etti.

Hemen hemen aynı yıllarda yine kesintisiz şekilde Başbakanlık yapan İsmet Paşa, bu şahıstan pek hoşlanmadığı halde, M. Kemal'in bu yakın arkadaşını kurduğu her kabinede bakan yapmak zorunda kaldı. İnönü, M. Kemal'in ölümünün hemen ertesi gününde onun bu makamdaki görevine son verdi.

İnönü ile arası açılan Aras, sırf bu husumet yüzünden 1946'da kurulan Demokrat Partiye zımnen destek verdi. Ancak, kendisi bir türlü Demokrat olamadı.

Aras'ın siyasete meyil arzusu, 1961'de yeniden depreşti. Bu tarihte kurulan Yeni Türkiye Partisine girdi. Ancak, bu parti, o dönemde AP'yi bölmenin dışında siyasî hayatta pek başarılı olamadı.

M. Kemal ile yakın arkadaşlığı sebebiyle İsmet Paşaya yaranamayan Aras, tek parti zihniyetinin en uzun süreli Hariciye Bakanı olduğu için de Demokratlarla uyuşamadı. Hayatının sonunda girdiği YTP ise milletin teveccühüne mazhar olamadı.

Böylelikle, hiçbir tarafa yaranamayan Aras, siyasî hayatını kötü bir final ile noktalamış oldu.

06.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

“Ben bir hayvanım, beni idam edin”



“Ukrayna’da 25 yıl boyunca yaklaşık 40 genç kız ve kadının ölümü ve tecavüzüyle suçlanan Ukraynalı Serhiy Tkach, ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Ukrayna’nın Dnipropetrovsk Şehri’ndeki dâvâda söz alan Tkach, ‘100 kişinin ölümünden sorumluyum. Ben idam edilmesi gereken bir hayvanım’ dedi. Eski bir polis memuru olan Tkach’ın yüzünden 10 suçsuz kişi aynı suçlamalarla hapse atılmıştı.” (25 Aralık 2008)

Bu itiraf fıtrî ve vicdânî adaletin tezahürüdür: Suç, vicdan, kalp ve ceza arasındaki denge sağlanamazsa ve adâlet yerini bulmazsa, beşere rahat ve huzur yoktur.

Eğer kısas olmazsa, idam olmazsa, vicdanları teskin etmek mümkün olmadığı, hak yerini bulmadığı gibi, gelecek cinâyetleri de önlemek mümkün değildir.

“Eğer beşer çabuk aklını başına alıp, adâlet-i İlâhiye nâmına hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, ‘maddî ve mânevî kıyametler başlarına kopacak; anarşilere, ye’cüc ve me’cüclere teslim-i silâh edecekler’ diye kalbe ihtar edildi.” (Hutbe-i Şâmiye, s. 83)

Şâyet kısas yerini bulmazsa, cinâyetler, hapisler, mahkemeler, vicdanların tatminsizliği, suç işleme nisbetleri de katlanarak devam edip gidecektir.

Bu dünya imtihan ve tecrübe meydanıdır. Herkese, hareketlerinde fırsat eşitliği verilmektedir. Görüyoruz ki, iyiler, iyiliklerinin karşılığını, kötüler ise kötülüklerinin cezasını tam görmeden gidiyor. Gerçi, burada da kısmî bir adâletin tezahür ettiğini müşahede ediyoruz.

Kâinatta cereyan eden her hâdisenin altında bir adâlet ışığının parlaması, yüce Allah’ın Adil-i Mutlak olduğunu gösterir. İlânihaye adaletten mahrumiyet, bu adâletin aslına zıttır. Öyle ise, adâletin tam tecellî edeceği başka bir diyar var. Öyle ise, hesabın, mizanın kurulacağı adâlet divanı, haşir meydanı ve âhiret diyarı gelecektir.

Dünyada, her ihtiyaç sahibinin ihtiyâcı olan rızık, yiyecek ve giyecekleri, vakti vaktine ve ölçülü bir şekilde verilmektedir. Bitkilerden hayvanlara, hayvanlardan insanlara kadar... Öte yandan, mazlûmların en büyük arzusu ve isteği, haklarının iâde edilmesi ve zâlimlerin cezalandırılmasıdır. En basit fıtrî meyil ve istidatlara dahi cevap veren Mucîb-i Mutlak olan Allah, elbette mazlûmların hakkını zalimlerden almak üzere âhireti, mizanı ve Cehennemi kurarak adâletini ve vaadini yerine getirecektir.

Bu itiraf bir şey daha göstermektedir: Had ve ceza İlâhî emir ve Rabbânî adâlet namına icrâ edildiği vakit hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki lâtifeleri müteessir ve alâkadar olurlar... (Hutbe-i Şâmiye, s. 82) Yâni, Allah’ın emir-nehiy ve adaleti adına verilmeyen cezalar caydırıcılıktan uzak ve tesirsizdir. Çünkü, beşer kanunu ile cezâ alan der: “O da benim gibi bir beşerdir. Yaptığı kanunlarla beni veya yakınımı cezalandıramaz!” Ama, Allah’ın kitabı ve elçisinin mübarek ağzından çıkan cezâlara “Şeriatın kestiği parmak acımaz” kaidesince teslim olur.

Evet, İslâm milletinin ferd, toplum ve dünya hayatının saadeti de yalnız İslâm ve şeriat hakikatleriyle olabilir. Aksi halde, adâlet mahv; emniyet yerle bir olur. Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder, iş yalancıların dalkavukların elinde kalır. (Hutbe-i Şâmiye, s. 79.)

06.01.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır