"Gerçekten" haber verir 03 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


İsmail TEZER

‘Mühim bir âlim’



(Vefatının 7. yılı vesilesiyle) Risâle-i Nur’da bizzat Bediüzzaman Hazretleri tarafından “Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlim” sıfatıyla tavsif edilmiş olan Ali Ulvi Kurucu, kaderin lâtif bir cilvesidir ki, vefatından sonra da cismi Medine’de kalmakla, hâlâ Üstadının kendisi hakkındaki tavsifini doğrulamaya devam ediyor.

Cennetü’l-Bâkî’deki kabriyle, Medine Gülşeni’nin solmayan güllerinden biri olarak, Güller Gülü’nün gölgesinde berzah hayatı sürüyor. Ve şimdi belki de tek arzusu, Mahşer’de üstadı Bediüzzaman’la birlikte, o hayatı boyunca görmeyi çok arzuladığı, âhir ömründe hasretiyle kavrulduğu Resûlullah’ın (asm) Livâü’l-Hamd’indeki yerini almak ve bu sûretle Zıllûllah’a girmek...

Ali Ulvi Kurucu kimdir?

1922 yılında Konya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini memleketinde tamamladı. Arapça öğrendi, hâfız oldu. Dinî eğitimini daha iyi şartlarda tamamlayabilmek gayesiyle 1939 yılında ailesiyle birlikte Medine’ye yerleşti. Mısır’daki El-Ezher Üniversitesi’nde yüksek tahsil gören Kurucu, Medine’de Sultan Mahmud ve Şeyhülislam Arif Hikmet Kütüphanelerinin Müdürlüğü vazifesini 1985 yılında emekli olana kadar sürdürdü. Aynı zamanda şâir olan Kurucu’nun, şiirleri başta olmak üzere bir çok eseri kitaplaştırıldı. Şiirlerinde Mehmet Akif Ersoy’un üslubunu devam ettiren nâdir şahsiyetlerden biri olan Kurucu, Akif-i Sânî ünvanıyla da anıldı. Şiirleri, “Gümüş Tül ve Alevler” ismi altında basıldı. Kurucu 3 Şubat 2002’de Medine’de Hakk’ın rahmetine kavuştu. Bediüzzaman’ın ifadesiyle ‘mühim bir âlim’ olan Ali Ulvi Kurucu, Risâle-i Nur Külliyatı’ndan Tarihçe-i Hayat’ın Önsöz’ünün de yazarıdır.

Tarihçe-i Hayat’ın Önsöz’ü nasıl yazıldı?

Ali Ulvi Kurucu, Tarihçe-i Hayat’ın önsözünü yazması için, Bediüzzaman Hazretlerinin talebesi Atıf Ural’dan takdirkâr bir mektup alır. Sonrasını kendi ağzından dinleyelim:

“Sanki bir lav gibi gönlümü yakan bu mektubu okuduktan sonra, Risâle-i Nur Külliyatı’nı mütâlaaya koyuldum. Kalbim yanarken, iç âlemimin İslâm’ın nuru ile aydınlanıp, Kur’ân-ı Kerim’in feyziyle dolup taştığını müşahede ettim. O günlerde bir gece rüyada Üstad Bediüzzaman Hazretlerini gördüm. Rü’yânın safahatı şöyleydi:

“Üstad Hazretleri bir yerde sohbet yapacaklarmış. O sohbeti dinlemek için gittim. Oraya varınca şöyle bir sahneyle karşılaştım: Sultanahmet Camii’ni andıran çok muhteşem ve aynı zamanda son derece ruhanî bir mekân idi. Merhum Üstad, oturdukları yerde konuşuyorlardı. Sanki vaaz veriyorlar ve ders okutuyorlar gibi, bir fikrin telkinine çalışıyorlar gibi tavır ve hareketlerle sohbetlerine devam ediyorlardı. Fakir, salona girince ayağa kalktılar, beni yanlarına çağırdılar. Sağ taraflarına beyaz bir çarşaf serdikten sonra fakiri kucaklayıp şu şekilde hitap ettiler: ‘Sen bugünden itibaren en aziz kardeşlerimden oldun. Bundan böyle duâlarımın başındasın. Bu beyaz çarşafı senin için hazırlamıştım. Sen buraya oturacaksın.’

“Uyandığımda, varlığımın her zerresinin nura garkolduğunu hissettim. Günlerce o mânevî, İlâhî tesirin altında kaldım. O günlerde Atıf Ural’dan bir telgraf aldım. Şöyle diyordu: ‘Muhterem ağabeyimiz! Tarihçe-i Hayat, matbaada dizildi. Önsözü bekliyoruz.’ Bunun üzerine eve kapanıp bir müddet kütüphaneye gitmemeye karar verdim. ‘Bismillahirrahmanirrahim vebihî nesteîn’ diyerek önsözü yazmaya başladım. Öyle müstesna bir fütuhata mazhar oldum ki, uzun sayılabilecek önsözü 24 saat zarfında yazdım ve hemen postayla gönderdim.” (Kurucu, Ali Ulvi. Gecelerin Gündüzü. Neş. Haz.: M. E. Düzdağ, Marifet Yay., s. 291)

Yazdığı Önsöz sayesinde Üstadı değişik vecheleriyle anlamamıza vesile olan Ali Ulvi Kurucu’yu bir kez daha rahmet ve mağfiretle anıyoruz.

03.02.2009

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Değişen dünyanın değişmeyen gerçekleri



Dünya hızla değişiyor, ilim ve teknoloji gelişiyor, her gün yeni bir icad ve buluşla karşılaşıyoruz. Öte yandan iklim değişiyor, bitki örtüsü değişiyor, ekolojik dengeler değişiyor. Dünyada bu değişiklikler olurken, bireysel ve sosyal hayatta da hızlı değişimler yaşanıyor. İnsanların bilgisi, algısı, anlayışı, örf ve âdeti, kılık ve kıyafeti değişiyor. Bu değişimlerin müsbet yönde olanları medeniyet seviyesini yüksek derecelere taşıdığı gibi, menfî yönde olanları da alçak derekelere düşürüyor. Değişime ayak uyduranlar, kendini yenileyenler, yeni hâle intibak edenler gelişiyor, ilerliyor. Yeni hâli kabullenemeyenler ise, izmihlâle uğruyor.

Dünyada ve hayatta değişen pek çok şey olmasına rağmen, değişmeyen ve kıyamete kadar da değişmeyecek olan bazı gerçekler de vardır. Değişimin her zaman her alanda geçerli olduğunu öne sürenler, değişmeyen bazı gerçeklerin olduğunu kabul etmek istemezler. Bu görüşlerini kabul ettirmek için de, MÖ IV. Yüzyılda yaşamış olan Yunanlı felsefeci Herakleitos’un “Değişmeyen tek şey değişimdir” sözüne sıkı sıkıya sarılırlar. Diyalektik materyalizmin klâsik söylemlerinden olan bu söz, her şeyin değiştiğini, buna göre İlâhî emirlerin de zaman içinde değişmesi gerektiğini ileri sürerler. Dinî hükümlerin zamanın şartlarına göre şekil almasının normal olduğunu söyleyerek, dini kendi nefis ve hevesleri hesabına değiştirmek isterler. Kur’ân haricindeki diğer Semavî Kitaplar da bu şekilde değiştirilmiş ve Hak dinler tahrif edilmişti.

Halbuki kâinatta âhengin korunması ve hayatın devam etmesi için bazı gerçeklerin değişmemesi, istikrarını koruması gerekmektedir. Güneş hergün doğudan doğar, batıdan batar. “Her şey değişiyor, ben de artık batıdan doğuyum da bir değişiklik olsun” demez. Zaten böyle dediği gün, kâinatın âhengi bozulacak, kıyamet kopacaktır.

Hayatta sevgi, saygı, vefa, vicdan, merhamet, hak ve adalet gibi insânî duygulara her zaman ihtiyaç vardır. “Artık zaman değişti, hiçbir şeyi sevmeye saymaya, hak ve adaleti gözetmeye gerek yok” demek mümkün değildir. Kâinatta sevgiyi kaldırsanız, hak ve adaleti yok etseniz, zerreler ve küreler arasındaki câzibe kuvveti ortadan kalkacak, atomlardan yıldızlara kadar her şey yörüngesinden çıkıp savrulacak ve kıyametin kopmasına sebep olacaktır.

Zamanın ve dünyanın değişmesiyle değişmeyen en büyük gerçeklerden birisi de, ölüm gerçeğidir. Zaten insanlar da en fazla bu noktada aldanmakta ve vartaya düşmektedir. Zamanın câzibedar fitnesine kapılarak başını gaflet bataklığına daldıranların ölümü düşünmeden yaşamaya çalışması, ölüm gerçeğini değiştirmiyor. İklimin değişmesi, ilmin değişmesi, teknolojinin ve tıbbın gelişmesi, ölüm gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Yine canlılar doğuyor, büyüyor ve ölüyorlar. Bazı denizanalarının ölümsüz olduğunu ileri sürüp, ölümsüzlüğe çare bulunabileceğini ümit edenler, boşuna hayal kuruyorlar. “Her nefis ölümü tadıcıdır, sonunda bize döndürüleceksiniz” (Ankebut, 57) İlâhî fermanı, değişmeyen en büyük gerçektir. Bu gerçeğin değişebileceğini ümit edenler, züğürt tesellisi ile avunan zavallılardır.

İnsanlar, ölüme çare aramak sûretiyle fâni hayatını kurtarmaya çalışmak yerine, ölümün değişmez gerçeğine teslim olarak imanlarını kurtarmaya çalışsalar, daha kazançlı çıkacaklardır.

03.02.2009

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Ölüm hayatın ikizi



lümsüz gerçek ölüm, hayatı solumaya devam ediyor; an be an, gün be gün ömür, ölümün kucağına akıyor… Değişmez değişim dünya döndükçe değişmeyecek; doğmak kadar ölmek, varlığın diğer yarısı olarak var olmayı sürdürecek… Nice nesiller, nice hükümranlıklar bu hükmün dışına çıkamadı, çıkamayacak; dünya iki kapısı açık bir han, gelmek kadar gitmek, her an olan, sıradan ve olağan bir hâl…

Yanılgıların, yanlışların en büyüğü burayı sahici sanmak, sanki buralıymış gibi yaşamak, ölümü öteleyerek nefeslenmek… Tutkuların esaretinden kurtulmak, zevklerin kör kuyusundan çıkmak, ölümü önceleyerek bakmak; hayata, hadiselere, kederlere, sevinçlere… Hepsi bir “an”a dökülüyor veya bir “an”da her şey var… Ömür, zamandan düşen bir damla; ölüm, damlayı ölümsüzlük nehrine akıtan bir nefes…

Her nefes, başlangıç ve bitişin buluşup ayrıştığı siyah ve beyaz nokta; günün siyah ve beyazda nefes alıp vermesi gibi ölümlülükten ölümsüzlüğe akıyor… Akan zamana hayıflanmak, gelen ölümden endişe etmek; hayatın iki berzah arasında sıkışmışlığı… Sıkıntıların en büyüğü “an”lık zevklerde beka arayarak koşuşturmak, sonuçta yorgun, yılgın, yitik bir şekilde yıkılmak; ne acınası bir hayat, ne kederli bir ömür, ne büyük kaybediş…

Ölümü hayatın ikizi bilip, onsuz anlamların anlamsız, bakışların basit, düşüncelerin düşüncesiz olduğunu idrak etmek; ömür ağacını meyvelerle doldurmanın hikmet kökleri… Böyle bir köksüzlük ve meyvedarsızlık varsa o ağaç kütükten ibarettir ve sonu yanmaktır, en yanılası hâl bu hâldir… Sıkıntıları şükür, hadiseleri ibret, kelâmları zikir, nazarları tefekkürle süsleyen insan, zevkleri acılaştıran ölümü hatırdan çıkarmayandır…

Yoksa nasıl dizginlenir azgın nefis atı, onu kışkırtan şeytan nasıl uzaklaştırılır? Toprak kadar canlı, güneş kadar gerçek ölüm; kalbi kirlerden temizleyen en tesirli bir iksir, o iksirsiz ne düşünceler disipline edilir, ne de duygular dizginlenir…

Ondan büyük nâsih var mı? Onu anmak ve hatırlamak için, zamana ve zemine ihtiyaç yok. Her an o düşünülebilir, bitmeyen hayat dersi alınabilir... Ömür oldukça bu ders bitmez, dünyanın da dershane olduğu…

Sonsuzluk, ölümün siyah kapısının ardında, bir eliyle o kulptan tutmak ve bırakmamak; hayatı heder olmaktan kurtaracak sağlam bir sığınma…

Hayat aktıkça, ömür oldukça, ölüm konuşulmaya, yazılmaya, düşünülmeye, hissedilmeye, araştırılmaya devam edilecek, çünkü hayatın anlam anahtarı ölümün avuçları içinde, sonsuzluk suâlinin cevabı onun iki dudakları arasında… Ara sıra değil, sık sık ona sığınmak hem dünyayı daha yaşanılır kılacak, hem ömür eteklerini bâkî meyvelerle dolduracak…

Sözü uzatmaya ne hâcet, öz sözle sonlandıralım: “Nasihat istersen ölüm yeter.”

Not: Arkadaşım, dostum, bu dâvâda yoldaşım Hüseyin Hiçdurmaz’ın muhterem babası Abdullah Hiçdurmaz’ın vefatı üzdü. Üzüyor olmayan yanı, bizim de gidecek olduğumuz yere bizden önce gitmiş olması ve geride bize ibret dersler bırakması… Ölümlülüğü hatırlatması onda sonsuz sevaplar olarak yansıması duâsıyla, kabri Nur, makamı Nur olsun İnşallah.

03.02.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Davos'un ardından



Erdoğan’ın Davos resti bütün dünyada büyük yankılar uyandırdı. Filistin başta olmak üzere Arap, hattâ İran sokaklarında Erdoğan’a teşekkür gösterileri yapılıyor.

Batıdaki yorumlarda ise bir ayrışma var.

Bir kesim, bu çıkışı İsrail mezalimine karşı ortaya konulan insanî bir tepkinin ifadesi olarak görürken, siyonist mihraklar konuyu “antisemitizm” gibi, öteden beri kullanıla kullanıla artık kendileri açısından da “işe yarar” olmaktan çıkmış bir söylem ekseninde karalamaya çalışıyorlar.

Ama bir taraftan da bu restin dünya kamuoyunda bulduğu güçlü destekten ürkerek, hadisenin üstünü örtmeye, alttan alır gibi yapan tavırlarla geçiştirmeye ve “Türkiye-İsrail ilişkileri bundan etkilenmez” havası basarak, olayın kalıcı etki oluşturmasını engellemeye çalışıyorlar.

Aslında bu anlık ve insiyakî tepkiyi, İsrail’le ilişkileri kökten değiştirip, meselâ askerî anlaşmalarla ortak tatbikatların iptalini netice verecek bir stratejinin takibi zaten beklenmiyordu.

Nitekim Davos’taki kriz gecesinin hemen ertesi gün Genelkurmay, İsrail’le ilişkilerde millî menfaatlerin esas olduğunu ifade ederek anlaşmaların aynen devam edeceği mesajını vermek suretiyle, rest coşkusuna ilk freni koymuş oldu.

İsraillilerin “Evvelce de buna benzer dalgalanmalar oldu. 2006’daki Gazze ve Lübnan operasyonlarımızda da benzer tepkiler verildi. Ama ilişkilerimiz daha da güçlenerek devam etti” derken sergiledikleri rahatlığın en önemli dayanaklarından biri, bu tür kurumsal tavırlar olmalı.

Onun için, bu durum değiştirilemediği müddetçe, anlık çıkışlar kitlelerde ne kadar mâkes ve destek bulursa bulsun, sonucu değiştirmiyor.

Dolayısıyla, iş dönüp dolaşıyor, burada da yine aynı noktaya geliyor: AB sürecinin gerekleri bir an önce yapılıp, özellikle asker-sivil ilişkileri demokratik kriterlere uydurulmalı ki, yaşanan derin çelişkilere son verilsin ve zulme karşı çekilen restler, arkası getirilerek tamamlanabilsin.

Haddizatında Erdoğan’ın Davos resti, Bediüzzaman’ın “Öyle şerait tahtında olur ki, küçük bir hareket insanı âlâ-yı illiyyîne çıkarır” (Mektubat, s. 801; Hakikat Çekirdekleri: 48) sözüyle dile getirdiği gerçeğin yeni bir örneği olabilirdi.

O çıkışın Türkiye başta olmak üzere bütün İslâm ülkelerinde, asırlardır devam eden ezilmişliğin, çaresizliğin ve boyun eğmişliğin son bulduğunu simgeleyen bir meydan okuma ve başkaldırı olarak algılanması bunu düşündürdü.

Küstah İsrail’e ve ona kayıtsız şartsız arka çıkan Batıya kafa tutma ve rest çekme görüntüsü, mazlûm ve mağdur kitleleri heyecana getirdi.

Bu kitle desteği ve coşku iyi değerlendirilebilse, reel siyasetin soğuk, katı, sevimsiz, hattâ vicdansız ve adaletsiz gerçeklerini değiştirmeyi amaçlayan bir gayretin güçlü dayanağı olabilirdi.

Ama bunun için iyi bir stratejiye ihtiyaç var.

Böyle bir strateji oluşturup başarıyla uygulamak için ise, AB kriterlerinde ifadesini bulan defosuz ve güçlü bir demokrasi en önemli şart.

Ve maalesef Türkiye’nin zayıf noktası da bu.

Özellikle savunma ve dış politika bürokrasisine tam olarak söz geçiremeyip yargı tarafından da sık sık tökezlenen bir başbakanın kalıcı stratejiler oluşturabilmesi için, bugün itibarıyla coşturduğu kitlelerin sevgi gösterileri yeterli olmaz.

Dahası, ertesi gün coşkulu kalabalıklara seslenirken ilgisiz Atatürk referansları yapması ve hele M. Kemal'in—gerçek niyet ve anlamını evvelce birkaç defa yazdığımız—Çanakkale söylemlerine atıfta bulunması, havayı bulandırdı.

AKP’lilerin, Davos çıkışını hiç vakit kaybetmeden abartılı propagandalarla iç siyaset malzemesi yapmaya koyulmaları ve Meclis Başkan Vekili Nevzat Pakdil’in 29 Mart seçimini “Davos’taki onurlu duruşa onay verme seçimi” olarak nitelemesi de, zihinlerde oluşan “istismar kuşkusu”nu kuvvetlendirerek, AKP açısından durumu tersine çevirecek bir süreci başlatabilir.

Çünkü bu konular istismara gelmez.

03.02.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Davos’tan kalma Ankara – İsrail soruları…



Türkiye garip bir tartışmanın içinde. Davos “çıkışı”nın ardından Başbakan Erdoğan’la İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres arasında karşılıklı “yanlış anlaşılma”nın ifâde edildiği telefondan Ankara ve Telaviv arasındaki çetrefilli “tepkiler” ve Amerika’daki Yahudi lobisiyle diyaloglar, bir yığın soruyu gündeme getirmekte.

Bu yüzden Erdoğan’ın “çıkışı”na, “İsrail’e ve ABD’ye başkaldırı” ve “bölgenin yeniden şekillenmesi” gibi anlamlar yükleyenler, Erdoğan’ın her fırsatta “antisemitizm insanlık suçudur” deyip “İsrail’le ilişkilerin devam ettiği”ni vurgulaması sath-ı meylindeki yaman çelişkilerde bocalamaktalar.

Gerçekten, daha krizin ilk saatinde Peres’in gazetecilere “Türkiye ile ilişkilerini etkilemeyeceğini” söyleyip telefonda aradığı Erdoğan’a, “Bunu kişisel veya ulusal bir sorun olarak görmüyorum; ilişkiler olduğu gibi kalmalı ve ona saygım değişmedi” demesinin anlamı nedir? Veya “Türkiye, İran’a bir cevap olmalı” ifâdesi ne anlama geliyor?

Dahası Peres’in ilk andan itibaren büyük bir özenle Erdoğan’ı hedef almayıp panelde diğer konuşmacıların “çirkin bir İsrail portresi çizmesi üzerine sert bir dille konuşmak zorunda kaldığını” kaydetmesi, ne mânâya geliyor.

İsrail Cumhurbaşkanı sözcüsü Frish’in, “Peres’in Erdoğan’dan özür dilediği” haberini yalanlamasına, “sâdece çok üzüldüğünü, dostlar olarak aralarında tartıştıkları”nı bildirmesine karşı, galeyandaki kamuoyuna “Osmanlının torunları” olarak Türkiye’nin onururu koruduğunu dile getiren Erdoğan’ın, telefonda “tavrının Peres’e karşı olmadığı, ancak oturumun moderatörüne karşı olduğunu” açıklamasının maksadı nedir? Neden kriz ısrarla “moderatör”e yüklendi?

Niçin sözkonusu kriz sürecinde İsrail’in bindörtyüz insanı katleden ve beşbin sivili yaralayan son Gazze katliâmına göz göre göre büyük bir pişkinlikle karşı çıkmasından sarf-ı nazar edilmekte; ve bütün mesele “moderatörün çileden çıkaran tutumu”na indirgenmekte?

İSRAİL’E KARŞI

TEZATLI KIRILGANLIK…

Diğer yandan, Başbakan’ın bir taraftan halka “Kimsenin ülkemin saygınlığını ve onurunu zedelemeye müsaade edemem” derken, diğer taraftan sık sık İsrail’le ilişkilerin devam ettiğini vurgulaması tezadından ne çıkıyor? Sahi Washington Post ve Newsweek muhabiri Lally Weymouth’a verdiği röportajda Erdoğan’ın, “İsrail’le ilişkiniz sona erdi mi?” sorusunu “Ciddî bir ilişkimiz var” cümlesiyle cevaplamasının; ve “Tepkim İsrail hükûmetine; İsrail ayrı, hükûmeti ayrı” ayırımının maksadı nedir? İsrail hükûmetini kıyasıya kınayıp İsrail’le iliştileri sürdümenin taktiği mi?

Her fırsatta tekrarladığı gibi, İsrail’in Gazze’ye saldırılarına karşı gösterdiği tutumun antisemitik veya Yahudi halkına karşı olduğunu iddia etmeye çalışanlara, “anti-semitizmin karşısında duran biri Başbakan olarak her zaman İsrail ve Yahudi düşmanlığını kınadığını” söylemesinin amacı nedir?

Bir tenâkuzlu garâbet daha Başbakan’la Dışişleri arasında yaşanıyor. “Biz kategorik olarak İsrail’i, İsraillileri, Yahudileri suçlamıyoruz. Eleştrilerimiz fosforlu bombalara, kitle imha silâhlarına, uçaklarla bombardıman eden o operasyonadır” şeklinde konuşan Başbakan, “Bizim dışişleri anlayışımız bizim ne söyleyeceğiz üzerine kurulu” diyor; lâkin şu saate kadar Dışişleri Bakanlığı’ndan Başbakan’ı destekleyen en ufak bir açıklama yapmış değil.

Keza Erdoğan, “Bazı monşerler bunu anlamakta zorlanabilirler” cümlesini sarfediyor” ama İsrail hükûmetinden gelen bir dizi resmî açıklamaya mukabil, Ankara’dan hiçbir diplomatik tepki gösterilmiyor; neden?

Sadece Ankara’dan değil, İsrail hükûmeti de tezatlı tutum içinde. Türkiye ile ilişkilerin devam ettiğine ve edeceğine vurgu yapan İsrail Dışişleri Bakanı Livni, Ankara’yı uyarırken, İsrail Başbakanı Olmert, kabine toplantısında bakanlarını “Türkiye’ye karşı tartışmanın dozunu yükseltmemeleri” hususunda uyarıyor. “Türkiye ile ilişkilerimiz önemli; İsrail için çok büyük bir müttefik olan Türkiye’nin mahallî seçim öncesinde bazı zorlanmalarla karşı karşıya olduğunu” belirtiyor. Bir nevi Erdoğan’ın, “İsrail hükûmetinin bu krizi seçimde kullanacağı endişesi”ni nazarlara verip ilişkilerin ve işbirliğinin aynen devam edeceğine dikkat çekmesi gibi…

İSRAİL’LE İLİŞKİLER

“VAZGEÇİLMEZ” Mİ?

Bu arada Erdoğan’ın Peres’le Davos’taki söz düellosuna, “Saygısızlığı sineye çekecek değil, gerekli cevabı verdi” diye destek çıkan Cumhurbaşkanı Gül’ün, Peres’in Erdoğan’ı övüp “Türkiye ile her türlü ilişki ve işbirliğinin devam edeceği” demecine destek vermesi de enteresan.

“Türkiye, bu bölgede dostluk, güven, huzur ve istikrar taşımak için uğraşan herkesle tabiî ki işbirliği yapar; Peres’in bu açıklamalarından memnuniyet duyduk” biçiminde konuşan Gül’ün, Peres’in açıklamalarına mukabil, “Biz de çok farklı düşünmüyoruz” demesi dikkate değer…

Sahi İsrail ne zaman “dostluk, güven, huzur ve istikrar taşıyan” politikalar izledi? İsrail hükûmetinin, Davos’tan sonra Türkiye’nin ve hatta arabulucu olan Mısır, BM ve diğer ülkelerin rica ve taleplerinin aksine ve inadına, “İsrail katiyetle HAMAS’la hiçbir anlaşma imzalamayacaktır; herhangi bir anlaşma HAMAS’a meşruiyet kazandıracaktır” kararıyla. “bölgede barış ve istikrar”ın hangi ilgisi var?

Başbakan açık açık HAMAS’ın Filistin halkı tarafından seçilmiş meşru bir yönetimi ve siyasî partisi olduğunu açıklamadı mı?

Sonra İsrail hangi meselede Türkiye’nin tezlerini önemsedi ki her fırsatta İsrail’le işbirliğinin devam ettiği vurgulanıyor?

Doğrusu şu ki Başbakan peşin peşin “İsrail’le ciddî ilişkilerimiz var; devam edecek” diye hiçbir uluslar arası hukuk, siyasî ahlâk ve insanî değer tanımayan ve bile bile soykırım yapan pervâsız İsrail’i daha da cür’etlendiriyor? Neden?

İsrail’le ilişkiler Türkiye için bu kadar “hayati” ve “vazgeçilmez” mi ki Başbakan ve AKP siyasî iktidarı, İsrail’e seçim meydanlarında “veryansın” eden tavrıyla ters düşüyor? İsrail’le yapılan bütün stratejik savunma sanayii ve askerî antlaşmaları, ihâleleri devam ettirtmek peşinde; bunlardan bir veya birkaçının “iptali” bir yana, “askıya alınması”nı bile gündeme getirmiyor? Niçin?

Bütün bu sorular Ankara – Telaviv hattındaki derin fay kırılmasının açığa çıkan lâkin bir türlü anlaşılmayan istifhamları…

03.02.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bütün ihtilâllerin başı



Sigara alışkanlığı için “bütün kötülüklerin başı” denildiğini hatırlarsınız. Çünkü sigara ‘zararsız’ görülür, ama hem insan sağlığını hem de cebini yakıp ‘kül’ eder, içeni eritir ve bitirir. “Kötülüklerin başı” olması biraz da başlangıçta ‘zararsız’ görülmesinden kaynaklanır. “Bu kadar ‘küçük’ bir zarardan ne çıkar?” diyen insanlar sigara tiryakisi olduktan sonra bu kötü alışkanlıktan kurtulamaz ve bazıları da maalesef alkollü içkilere kadar işi ileri götürür.

Sosyal hayatı zehirleyen ‘alışkanlık’ların başında da ihtilâlci anlayış gelir. Bu anlayışa göre, demokrasiyi hazmedemeyenler her fırsatta yönetime el koymayı kendileri için ‘doğuştan hak’ olarak görürler. Bunun için de siyasetçiyi ve siyaseti kötülerler, tam ülke ‘uçurumdan yuvarlanmak üzereyken’ ihtilâl yaparlar ve ülkeyi ‘uçurum’a düşmekten kurtarırlar! 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 ihtilâllerinde olduğu gibi.

Tabiî ki ihtilâllerin zararlarını saymaya gerek görmüyoruz. Bunca ‘başarılı’ ihtilâl ve ihtilâl denemelerinden sonra hâlâ “Bizi ancak ihtilâller, darbeler, askerî yönetimler kurtarır” diyen ‘insan’lar varsa, onları tarihe ve ‘vicdan’lara havale ederiz.

Devam eden Ergenekon soruşturması çerçevesinde ihtilâller yeniden gündeme taşındı. Buna mecburuz, çünkü Ergenekon yapılanmalarını ihtilâlci anlayıştan ayrı düşünmek mümkün değil. Acaba Ergenekon konusunda kamuoyuyla paylaşılan bilgiler, gerçeklerin ne kadarlık bir kısmını oluşturuyor? Hemen her gün ortaya çıkan yeni bilgi ve belgelerle anlaşılıyor ki millet aleyhine büyük bir tuzak kurulmuş. Keşke bu tuzağa, tuzağı kuranlar düşse...

DP Genel Başkanı Süleyman Soylu, konu ile ilgili olarak verdiği bir röportajda, çok önemli bir noktaya dikkat çekmiş. “Ergenekon(un) mağduru her zaman demokrat düşüncedir” diyen Soylu, iddiasını şöyle delillendirmiş: “(27 Mayıs) 1960, 12 Eylül ve 28 Şubat tipik bir Ergenekon’dur. 28 Şubat sürecinde milletvekili transferleri, tehditler, provokasyonlar, kurulan havuzlar, kimlerin para aktardığı, kimin bu paralar vasıtasıyla siyasî sistemin gücünü elde etmeye çalıştığı Ergenekon kapsamında aydınlatılmalı.” (Yeni Şafak, 2 Şubat 2009)

Buna karşın çarenin siyaset kurumunu güçlendirmek olduğuna da dikkat çeken Soylu, “Genelkurmay Başkanlığını Millî Savunma Bakanlığına bağlarsınız, bu iş çözülür, siyaset kurumu Türkiye’nin en güçlü kurumu hâline gelir” demiş.

Doğrusu, Ergenekon soruşturmasıyla ortaya çıkan ‘bilgi’ler karşısında şaşırmamak lâzım. Sadece bu hadiselerin 5-10 yılla alâkalı işler olmadığını, aksine Soylu’nun da işaret ettiği gibi bu yapılanmanın eski yıllara uzandığını görmek gerekir. Geçmiş yıllardaki yapılanmaların adı farklı olabilir ya da adı konulmamış da olabilir. Ama bütün ihtilâlci anlayışların temelinde aynı anlayış vardır.

20 ya da 30 yıl önce işlenen bazı fail-i meçhul cinayetlerin de Ergenekon yapılanmasıyla irtibatlı olduğu noktasında iddialar var. Belki de çok daha gerileri, belki de 50, hatta 100 yıl önceki karanlık ilişkileri de araştırmak gerekir. Unutmayalım; bütün ihtilâllerin, bütün provokasyonların temelinde ‘Ergenekoncu anlayış’ vardır.

03.02.2009

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Davos’un Kahire yankıları



Mısır’a taşındığımdan beri, başta taksilerde olmak üzere, bankalarda, halkla iç içe olduğumuz çeşitli mekânlarda, Türk olduğumuz anlaşılır anlaşılmaz farklı ilgi yahut tepkiler alıyorduk. Uzun zamandır taksi şoförlerinin Türk hükümetini, Başbakanını v.s. eleştiren ve bize konuşma fırsatı tanımayan tavırları bizleri rahatsız etmekteydi. Tabiî ki savunulacak çok nokta vardı, fakat yabancı olduğumuz bir ülkede, bazı şeylere “he” deyip geçmek zorunda kalıyorduk.

Perşembe akşamı Türk arkadaşlarla gittiğimiz yemekten eve dönerken karşılaştığımız bazı Mısırlı tanıdıklar, “Başbakanınıza selâmlar olsun, sevgilerimizi iletin lütfen" dediklerinde durumu anlamamış ve sadece “Tabiî, aleyküm selâm” demekle yetinmiştik. Televizyonları açmayıp, internetten de uzak kalınca, dünya gündeminin dışında kalmıştık. Bir yandan tatil, öte yandan birikmiş olan işlere daldığımdan dolayı, gündeme dair bütün detaylardan haberim olmamıştı. Tâ ki, o akşam eve geldikten sonra yine gurbette olan bir Türk arkadaşımın, “Olanlardan haberin var mı?” diye mesaj göndermesine kadar… Bu sayede o olaya dair videoyu izledim. Videoyu izleyince, bütün olan bitenin kaynağını anladım. Başbakan Erdoğan, “bir Ortadoğu kahramanı”na Davos’ta dönüşüvermişti, bir daha gitmeyeceği Davos’ta.

Bu sert çıkış, hiç şüphesiz İslâm dünyasının gururunu okşamakla kalmadı, aynı zamanda, Türklerin Arap dünyasında, meselâ Mısır’da Türk hırsızlık çetesi mensuplarının 41’er yıl hapis cezası almış olması gibi sebeplerden dolayı gereksiz yere zedelenmiş olan imajını da daha sağlam ve tartışılmaz bir konuma taşıdı. O gece yanımıza gelip Erdoğan’a selâm ileten Mısırlı tanıdık gibi, bir sürü arkadaştan, “Erdoğan sen çok yaşa,” “Cesurluk abidesi Erdoğan,” “Kimsenin yapamadığını yapan insan” gibi tepkiler alıyorum.

Tabiî ki, şu an tartışılan meselelerden birisi, Erdoğan’a yapılan çifte standart. Büyük ihtimalle, bu gibi taraflı bir moderasyona maruz kalan her kim olursa olsun, tepkisini öyle ya da böyle dile getirecekti. Ve eminim ki, konu başka olsaydı ve orada oturan liderler, başka devletlerin başkanı olsaydılar, “Başbakan ateşle oynuyor” gibi bir başlık atmayı hiçbir yabancı basın kuruluşu düşünmezdi.

Böyle düşünürken mail kutuma tam vaktinde düşen bir fıkra, sanki bu düşüncelerimi doğruladı. Fıkraya bir bakalım:

Adamın biri New York’taki Central Park’ta yürüyüş yaparken, aniden kuduz bir köpeğin küçük bir kıza saldırdığını görür. Koşar ve köpekle boğuşmaya başlar. Hayli uzun bir uğraştan sonra üzeri yara bere içinde kaldığı halde köpeği öldürür. Ama küçük kızın da hayatını kurtarmıştır. Son anda bu sahneyi gören polis nefes nefese olay yerine koşar ve adamın yanına gelir. Sarılıp teşekkür ettikten sonra:

‘Sen’, der ‘bir kahramansın, yarın bütün gazeteler seni yazacaklar. Ve göreceksin başlık da şöyle olacak; “Cesur New York’lu küçük kızın hayatını kurtardı.”

Adam: ‘Ama ben New York’lu değilim! ‘ der.

Polis: ‘Fark etmez, bu durumda gazeteler şunu yazacaklar; Cesur Amerikalı küçük kızın hayatını kurtardı’ cevabını verir.

‘Ama ben Amerikalı da değilim’ der adam artık şaşırarak. Polis ‘Ya, o halde nerelisin?' diye sorunca adam cevap verir; ‘Ben Iraklıyım! '

Polis adama başka birşey söylemez. Ama adam ertesi gün gazeteleri aldığında şöyle bir başlıkla karşılaşır; ‘Radikal İslâmcı, masum Amerikan köpeğini öldürdü.’!

Herkes bu fıkrayı kendine göre yorumlayabilir tabiî. Ama önyargı, olaylara bakış açısı ve tarafsızlığın kaybolması gibi durumlarda, insanların olaylara ve kişilere yaklaşımlarının ne kadar farklı olabileceğine dair güzel bir hikâyecik olduğu düşüncesindeyim ben.

Başbakan Davos’a bir daha gider ya da gitmez onu bilemeyiz. İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilerin hangi seyirde devam edeceğini bilmediğimiz gibi. Ama Erdoğan’ın Davos çıkışı, hiç şüphesiz, duygusal açıdan milyonlarca insanı mutlu edip öyle ya da böyle yankısını bulduktan sonra, ülkemize bir nev'î hareket özgürlüğü sağladı. Şimdi, akılcı ve gerçekçi adımlarla yürüyerek, dengeleri oturtma zamanı gibi gözüküyor. Ve asıl zor olan da bu. Bakalım, başarılabilecek mi?

03.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Selahattin Pınar



6 Şubat, 20 yüzyılın en önemli bestekârlarından biri olan Selahattin Pınar’ın vefat yıl dönümüdür. Bu vesileyle san'atçımızın hayat hikâyesine bir göz atalım: Selahattin Pınar, 22 Ocak 1902’de doğmuştur. Denizli mebusu Sadık Bey ile İsmet Hanım’ın oğludur. 12 yaşında iken ud, daha sonra da tanbur dersleri almaya başladı. Bestenigâr Ziya Bey, Enderuni Celal Bey, Kazım Uz, Ali Rıfat Çağatay gibi müzisyenlerden ders aldı. İstanbul’un gözde gazinoları ile saz salonlarının aranılan san'atçısıydı. Sadettin Kaynak ve Yesari Asım Arsoy’la birlikte dönemin en sevilen bestekârlarından biriydi. En çok Mustafa Nafiz Irmak’ın şiirlerini bestelemiştir. Eserlerinde daha çok kürdîlihicazkâr makamını kullanmıştır. Çok zarif, efendi, çelebi çok güzel giyinen, yemek pişiren bir özelliği olduğu söylenir. 4 saz eseri dışında ki besteleri şarkı türündedir. “Mülkün ne yaman şule-i ikbali karardı” mısralı şarkısı 18 yaşında iken bestelediği ilk şarkıdır. “Kalbim yine üzgün, Sormadın da halimi hiç, Anladım sevmeyeceksin beni sen nazlı çiçek, Hayal deryasına, Bakışı çağırır beni uzaktan, Ben yürürüm yane yane…” gibi onlarca eseri mevcuttur. 6 Şubat 1960 akşamı Todori’nin Gazinosunda geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etmiştir. Kabri Zincirlikuyu’dadır.

03.02.2009

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Ali OKTAY

Selahattin Pınar



6 Şubat, 20 yüzyılın en önemli bestekârlarından biri olan Selahattin Pınar’ın vefat yıl dönümüdür. Bu vesileyle san'atçımızın hayat hikâyesine bir göz atalım: Selahattin Pınar, 22 Ocak 1902’de doğmuştur. Denizli mebusu Sadık Bey ile İsmet Hanım’ın oğludur. 12 yaşında iken ud, daha sonra da tanbur dersleri almaya başladı. Bestenigâr Ziya Bey, Enderuni Celal Bey, Kazım Uz, Ali Rıfat Çağatay gibi müzisyenlerden ders aldı. İstanbul’un gözde gazinoları ile saz salonlarının aranılan san'atçısıydı. Sadettin Kaynak ve Yesari Asım Arsoy’la birlikte dönemin en sevilen bestekârlarından biriydi. En çok Mustafa Nafiz Irmak’ın şiirlerini bestelemiştir. Eserlerinde daha çok kürdîlihicazkâr makamını kullanmıştır. Çok zarif, efendi, çelebi çok güzel giyinen, yemek pişiren bir özelliği olduğu söylenir. 4 saz eseri dışında ki besteleri şarkı türündedir. “Mülkün ne yaman şule-i ikbali karardı” mısralı şarkısı 18 yaşında iken bestelediği ilk şarkıdır. “Kalbim yine üzgün, Sormadın da halimi hiç, Anladım sevmeyeceksin beni sen nazlı çiçek, Hayal deryasına, Bakışı çağırır beni uzaktan, Ben yürürüm yane yane…” gibi onlarca eseri mevcuttur. 6 Şubat 1960 akşamı Todori’nin Gazinosunda geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etmiştir. Kabri Zincirlikuyu’dadır.

Geçmiş zaman olur ki...

Selahattin Pınar’ın, babası Sadık Bey, Osmanlı Meclisi Mebusan’ındadır. Milletvekili ve İstanbul Üniversitesinde hocadır. Bir gün ona sormuşlar.

Oğlunuz Selahattin Bey (Pınar) nasıl?

‘’Selahattin çalgıcı oldu’ cevabını vermiş. Bunu duyan Selahattin Pınar tepki göstermiş.

‘‘Rica ederim beybabacığım. Ben çalgıcı değil sanatçıyım. ”

Babasının cevabı: “Hadi oradan.”

Selahattin Pınar: “Beybabacığım birgün siz benim adımla anılmaya başlayacaksınız. Herkes sizi Selahattin Pınar’ın babası olarak hatırlayacak.”

Ve kopuş o kopuş. Hiç konuşmamışlar bir daha. Dargın öldüler. Seneler sonra bir akşam Selahattin Pınar’la kardeşi beraberlerken kapı çalınır.

Gelen kişi: —Beybabanız…

Sözün gerisini getiremez, gözleri yaşarır. İki kardeş babalarının öldüğünü anlar. Selahattin Pınar kardeşine, ’’Hüsamettin sen kal. Böyle bir gecede yanımda sadece seni istiyorum’’. Sabaha kadar karşılıklı ağlaşırlar. Ve gün ağarırken güftesini Mustafa Nafiz Irmak’ın yazdığı aşağıdaki sevilen hüzzam şarkı doğar:

Gecenin matemini aşkıma örtüp sarayım

Gittin artık seni ben nerde bulup yalvarayım

Şimdi ben tıpkı şifasız kanayan bir yarayım.

Gittin artık seni ben nerde bulup yalvarayım..

Efendim Trabzon’dan yazan kıymetli bir dostumuz var. Süleyman İskender. Kendisi bir müzik tarihi araştırmacısı. Çabasını araştırmalarını özellikle Trabzon da yetişen veya Trabzonlu olan müzik adamlarına ait bilgileri bulmaya adamış değerli bir isimdir. Yazdığı elektronik postalar oldukça kapsamlı ve doludur. O yazılarından birini içerdiği bilgileri de nazara alarak paylaşalım:

Sizden gelenler...

‘’Kıymetli Ali Bey, Merhaba,

 

Malûmunuz, tarihçi ve güfte yazarı rahmetli “Ahmet Refik Altınay” vardır... Ne kadar da güzel güfteleri vardır bu rahmetlinin... Ya tarih kitapları... Bu adamcağız da İttihatçılara karşı ve Muhalif biri idi... Bu sebeple, ordudan ihraç edilmişti... Ben bu rahmetlinin kökenini çok araştırdım... Zira, rahmetli bir büyüğümüz vardı Trabzon’da: “Ahmet Selim Teymur” adında. Bizlere söylerdi ki, Ahmet Refik Bey aslen köken itibarıyla, Trabzonludur ! Ayrıca meselâ yine eski güfte yazarlarından “Bâdi Nedim Ofdağ”ın da Trabzonlu olduğunu söylerdi, ki bunu kanıtladım, halen yaşayan torununu buldum ve onunla görüştük, kanıtladık konuyu. Ama aynı araştırmayı Ahmet Refik Bey için yapamadım, zira şeceresine ve kütük bilgilerine ulaşamadım.

Bir diğer araştırma konum da, yine merhum Ahmet Selim Hocamızın işaret ettiği, merhum “Kaptanzade Ali Rıza Bey” konusudur! Bu konu için yıllardır araştırmalar yaptım ama net bir sonuca ulaşamadım. Merhum Ali Rıza Beyin babası, Osmanlı dönemi Mecidiye kruvazörünün süvarisi olan “Yüzbaşı Mehmet Bey” isimli birisiymiş. Bulabildiğim bazı sınırlı kaynaklarda, o dönem gemilerinde subayların (hatta erlerin) genellikle Trabzonlu oluşları yazılıyor ama resmî belge yok tabiî. Konuyu, Türk Deniz Kuvvetlerine defalarca ilettim ve arşivlerden, “Yüzbaşı Mehmet Bey”in evrakının bulunmasını istedim. Ancak, benden, Mehmet Beyin baba adı ve doğum tarihi istendi, o bilgileri temin edemedim...

Bu konuyla ilgili olarak, “wikipedia” isimli internet sitesinde, Kaptanzade’nin “Sinop” doğumlu olduğu ifade ediliyor, wikipedia sitesine defalarca mail gönderdim ve kaynak istedim ama bir kere dahi cevap alamadım... !

Bütün müzik kitaplarında ise, Kaptanzade’nin İstanbul doğumlu olduğu yazılıyor... Bu bilgi uydurma! Ona bakarsanız, Sadettin Kaynak’ın da İstanbullu olduğu yazılıdır bütün kitaplarda... Ama hayır, Rizelidir Kaynak! Akrabaları var Rize’de... Bir torunu da İstanbul’da, onu da geldim gördüm, Fenerbahçe’nin oralarda çanak, çömlek satan bir dükkânı var ve “benim büyük amcamdır” diyor... Bunların hepsi Rizelidir.

Efendim son olarak ta, yine merhum “Ahmet Rasim Bey” var malûmunuz. Bu konuyu da halen araştırıyorum. Şimdi… , Ahmet Rasim Beyin babası Kıbrıslı! Menteşoğlu’lardan bir adam! 1800'lü yıllardan itibaren, Trabzon’daki Maçka ilçesinden “Menteşzade” fertleri, peyderpey Kıbrıs’a göç etmiştir, bu iyi biliniyor. Trabzon’un Maçka ilçesinde, halen Menteşoğlu ailesinden çok sayıda insan var ve onlarla konuştum bu konuları... Çok sayıda aile üyeleri Kıbrıs’ta onların...

Menteşoğlu ailesinden bir bey, görevli olarak Kıbrıs’tan kalkıp İstanbul’a geliyor, Osmanlı dönemidir zaman... O zamanlar, biliyorsunuz “çok evlilik” son derece yaygındı... Bu adam da, Kıbrıs’ta evli iken, kalkıp bir bayanla daha evleniyor İstanbul’da. Kadın hamile kalıyor ama Kıbrıs’tan gelen adam, zavallı kadını bırakıp, başka bir görevle Edirne’ye gidiyor... Kadıncağız öylece tek başına kalıyor ortada... Daha sonra çocuk doğuyor, 6 - 7 yaşlarına kadar ona güç belâ baktıktan sonra daha yapamıyor ve bu çocuğu Darüşşafaka’ya getiriyor ve bırakıyor...

Orada büyüyen çocuğa, devrin önemli mûsikişinaslarından Zekâi Dede mûsıkî bilgileri veriyor ve çocuk böylece büyüyor... İşte bu çocuk, Ahmet Rasim Bey’dir !!! Daha sonra, Ahmet Rasim Bey de evleniyor ve bir kızı oluyor, kızı evleniyor ve bir oğlu oluyor... Bu erkek çocuğun ismini “Osman Nihat” takıyorlar... !!! Meşhur Osman Nihat Akın’dır... !!!

 Allah hepsine gani gani rahmet eylesin... İşte Ali Bey, bu bilgilerden yola çıkarak bir şeylere ulaşmaya o kadar uğraştım ki anlatamam... Merhum Ahmet Selim Teymur Hocamız, bu konuya her değindiği zaman, onların “köken” itibarıyla Trabzonlu olduklarını anlatır dururdu... Kanıtlamak için çok uğraştım, yıllar geçti ve önemli sayılabilecek şeylere ulaşamadım kıymetli dost... Bu konu içimde her zaman büyük bir yara olarak kaldı... Sadece, Bâdi Nedim Ofdağ’ın torununa ulaşabildim, o kadar... O da, İstanbul’da ara vapurlarında kaptan zaten. Aslen Oflu (Trabzon’un Of ilçesi) söyledi ve bana bazı evraklar yolladı.

 Merhum Osman Nihat Akın ile Ahmet Refik Altınay’ın çok eski ve samimî arkadaş olduklarını söylerdi, Ahmet Selim Teymur Hocamız ve derdi ki, işte bu büyük samimiyet neticesindedir ki, Ahmet Refik Altınay vefat edince, Osman Nihat çok büyük yaralar alır ve dünyası kararır... Çok yakın dost ve aynı zamanda “hemşeri” idiler... Onun üzerine, Osman Nihat Akın, o meşhur bestesini yapmıştır:

“Yine bu yıl ada sensiz içime hiç sinmedi...

 Dil’de yalnız dolaştım gözyaşlarım sinmedi... ”

Malûm, Osman Nihat ve Ahmet Refik, Heybeli’de otururlarmış.... Dil İskelesi konusu oradan... Birlikte binlerce kere beraber yürüdükleri Dil’de, yalnız kalışın öyküsünü dile getirmiş Osman Nihat Bey...

Bu konularda acaba sizlerin bilebileceği bir ipucu veya bir iz olabilir mi ? Yorumlarınız neler olabilir ? Sizlere sıkıntı vermezsem, bu konularda bir araştırma içinde olabilirseniz çok büyük bir memnuniyet duyarım...

Bu vesile ile tekrar selâm ve saygılar sunuyorum... En derin hürmetlerimle,

Süleyman İskender

03.02.2009

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Şaban DÖĞEN

Hizmet aşk ve şevki olunca



“Hayat bir faaliyettir. Şevk ise matiyyesidir,” yani bineğidir der Bediüzzaman Said Nursî. Kendisini öylesine mukaddes bir hizmete adamıştır ki, bunu, “Biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve Cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir”1 sözleriyle anlatır. Onun için de “Vazife cümleden âlâ / Nefis cümleden ednâ”dır.

Vazife böylesine yüce, kudsî ve her şeyden üstün olunca, bu muazzam hizmet için hayatın mübareze meydanına aşk ve şevkle atılmaktan başka yol kalmaz.

Bu aşk ve şevk o ölçüde tesanüd ve kaynaşmayı da gerektirir. Bu, halk için de bir moral kaynağı olur. Üstadın ifadesiyle, “Belki tahkiki iman dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat’î buldukları bir hakikate dayanmaya pek çok muhtaç bulunan avam ehl-i iman için dalâlet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir mercî, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle, sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki, ‘Bir hakikat var, hiçbir şeye fedâ edilmez; ehl-i dalâlete başını eğmez,’ diye kuvve-i mâneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünya ve sefahete iltihaktan kurtulur.”2

Bediüzzaman Hazretleri bu tahkikî imanı taşıyan halis ve sadık insanların, hizmet kahramanlarının iman hizmeti itibariyle bulundukları köy, kasaba ve şehirlerde âdetâ gizli birer kutup gibi mü’minlerin birer mânevî dayanak noktası olduklarına da dikkat çeker. Onlar her ne kadar bilinmeseler, görünmeseler ve görüşülmeseler de ehl-i imanın kuvve-i mâneviye-i itikatları için cesur birer zabit gibi kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalplerine nakşeder, onlara mukavemet ve cesaret kazandırırlar.3

Geminin kaptan ve tayfaları gibidir onlar. Görevini tam yapan kaptan ve tayfalar, yolcular için en büyük güven kaynağıdır.

Onlar cephede çarpışan erlere benzer. Cesaretle dayanmasa, vuruşmasalar arkadakilar rahat edemezler.

Demek iman ve Kur’ân’a hizmet büyük fedâkârlıkları, bir kısım sorumlulukları da omuzlamayı gerektiriyor.

Geçtiğimiz Cuma, Cumartesi, Pazar günleri Balıkesirli dostlarla beraberdik. Balıkesir, Bandırma, Bigadiç’te kaynaştık, dertleştik, sohbetler yaptık. Hizmette aşk, şevk, gayret, tesanüd ve meşveretin ne kadar önemli olduğunu bir kere daha gördük. İntibalarımız üzerinde de İnşallah bir sonraki makalemizde duralım.

Dipnotlar: 1- Şuâlar, s. 277.

2- Ag.e., s. 284. 3- A.g.e., s. 645.

03.02.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Davos, seçimlere tahvil edilmesin



Davos Zirvesinde coşan duygular, patlama noktasına gelen hisler bir derece yatıştıysa eğer, olup bitenleri de îtidal ve akl–ı selim ölçüleri içinde artık değerlendirmeye başlayabiliriz demektir.

Siyasî ve sosyal meselelerde, sebepten sonuca değil, tersine sonuçtan sebebe doğru gidilerek sağlıklı tahliller, analizler yapılabilir.

Başbakan Erdoğan'ın ısrarla ve kerratla "Benim tepkim ve kızgınlığım Sayın Peres'e değil, moderatöre yöneliktir" demesine rağmen, insanlarımızın çoğu onun bu sert çıkışını saldırgan İsrail devletine ve bu devletin Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e karşı sergilemiş olduğu kahramanca bir tavır şeklinde algıladı, ya da öyle algılamak istedi.

Sergilenen bu tablo ve algılama biçimi, acaba ne derece doğru ve sağlıklı?

Mevut hay–huydan kurtulup, bunu da mutlaka düşünmek, tahlik etmek lâzım diye düşünüyoruz.

Evet, harice karşı, her halükârda merdane çıkışını takdir ettiğimiz Başbakan Erdoğan'ın bu tavrını, iç siyasî gelişmelere tahvil edilmesi sebebiyle, yine de bir sorgulamadan geçirmek gerekir diye düşünüyoruz.

Bir: Başbakan Erdoğan, Şimon Peres'e cevabının ve moderatöre tepkisinin hemen ardından yaptığı basın toplantısından şu ana kadar çizmiş olduğu tablonun içini özellikle şu argümanlarla doldurmaya çalıştı, durdu:

a) Benim kızgınlığım İsrail Cumhurbaşkanı Peres'e yönelik değildir.

b) Anti semitizmi (Yahudi karşıtlığını) bir insanlık suçu olarak addederim.

c) Yahudi düşmanlığını yapan kimse, karşısında ilk önce beni bulur.

d) Türkiye–İsrail ilişkilerinde herhangi bir değişiklik söz konusu değil.

İki: Başbakan Erdoğan, İsrail'in saldırganlığını, Gazze'de yaptığı insanlık dışı katliâmı, Peres'in yüzüne karşı keskin ifadelerle dile getirdi. İyi de yaptı.

Ne var ki, o keskin sözler, sadece söylenmekten ibaret kaldı. O sözlerin fiiliyat sahasında henüz hiçbir ağırlığı görünmüyor. En ufak bir yaptırım gücü dahi olmayan bu sözlerin, İsrail'e nasıl bir ders etkisi yapacağı da kat'iyyen bilinmiyor.

Ancak, bazılarının hiç aklına gelmese dahi, yine de şu İsrail'e çıkışmanın ne anlama geldiğini çok önemli bir mukayese ile nazara vermek durumundayız.

Bakınız, İsrail'in Türkiye hükümetini adeta hiçe sayarak yapmış olduğu son Gazze saldırısında, binden fazla mâsum insanı vahşice katletti. Haliyle, Türkiye Başbakanı da ânî bir atraksiyonla üç–dört Ortadoğu ülkesini ziyaret etti, bazı görüşmelerde bulundu ve fakat bunun katliâmı durdurmada hemen hiçbir etkisi olmadı. Zalim İsrail, yine yaptı yapacağını.

Başbakan, İsrail'in yapmış olduğu bu densizliğin rövanşını Davos'ta almaya çalıştı. Bu yaptığıyla dış dünyada değil, fakat iç politikada çok önemli bir başarı sağlamış oldu. İşte görüyoruz; ortalık toz dumana büründü.

İşte, tam bu noktada şu soruyu sormaya kendimizi mecbur biliyor ve mes'ul hissediyoruz: Başbakan Erdoğan, binden fazla mâsumun canına mal olan Gazze saldırısı karşısında göstermiş olduğu haklı tepkinin bir benzerini, altı senedir neden koca Irak'ın işgali ve oradaki (buna Afganistan'ı da dahil edebilirsiniz) bin misli daha büyük zulüm ve katilâmlar karşısında göstermedi?

Sonradan geri adım atmak sûteriyle muammalı bir reaksiyona dönüşen şu "Felluce'de katliâm yapıldı" sözünün dışında, acaba başka herhangi bir tepkisine şahit olundu mu?

Evet, Erdoğan'ın son altı yıllık başbakanlığı döneminde, ne yazık ki Irak'ta bir milyondan fazla insan katledildi? Kezâ, buradaki mal kaybı da yine Gazze'dekinin en az bin katı kadardır.

Peki, Gazze'dekiler insan da, Irak'takiler insan değil mi? Filistin'dekiler mazlûm da, Irak'takiler mazlum değil mi? Bu ülkeleri işgal edip katliâm üstüne katliâm yapanlar da zalim değil mi? Keza, her iki ülkenin insanları da bizim din kardeşlerimiz ve üstelik eski eyâlet mensuplarımız değil mi?

O halde, neden birisi için hamasi ve öfkeli bir sahibiyet tavrı da, diğeri için tam bir sükût ve suskunluk hali?

Üstelik, yüz binlerce mâsumun katli karşısında tam altı senedir süren sükût orucu yetmezmiş gibi, üstüne üstlük bir de Meclis'ten işgalciler için tezkere kolaylığı sağlanmaya çalışıldı.

Ne garip, ne tuhaf bir durum değil mi?

Bu vesileyle, şunu da belirtmek durumundayız ki: Türkiye, gerçekte İsrail–ABD patentli radikal Hamas'la kendini özdeşleştirmekten şiddetle kaçınmalı. Zira, Hamas'ın örgütünün yöntemlerine göre, silâh ve siyaset atbaşı gider. Üstelik, bu silâhlar, sadece İsrail'e karşı değil, dahildeki El–Fetih gibi Filistinlilere karşı da kullanılabiliyor.

Ne yazık ki, "Mitralyöze karşı mavzer" gibi duran bu silâhlar, İsrail'e karşı bir çeşit dâvetiye vazifesi görmekte. Her an için zaten saldırıya hazır ve hevesli olan İsrail'i dürtmeye yaramakta. Dolayısıyla Hamas'ın şiddet içeren bu metodu, İsrail için bir velinimet halini almakta.

Hâsılı, mevcut hükümetin iç politik manevraları gibi, dış dünyaya yönelik diplomatik tavırları da değişkenliğe açık olmakla birlikte, içinde bir dizi soru işaretlerini barındıran muammalı bir mahiyete bürünmüş görünüyor. Haydi hayırlısı bakalım.

NOT: Ahrar–Demokrat Çizginin 144 Yıllık Serüveni dizisi, aralıklı şekilde devam edecek. M.L.S.

03.02.2009

E-Posta: [email protected]




Atike ÖZER

Sen özelsin!



Kâinatın sahibi, insan neslinin devamı için erkek ve dişinin beraberliğine dayalı bir kanun koymuş.

Erkekteki 120 milyon sperm hücresi döllemek için hep hazır hâldedir. Ama bir tane hücre dölleyebiliyor.

İşte annemizle babamızın beraberliğinde döllenmiş olan hücre (zigot) biziz. 120 milyon ihtimalden sonra tercih edilen, seçilen ve kasten döllenmesine izin verilen hücreden yaratılan varlık biziz.

Bizim haberimiz olmuyor. İlâhî irade istemişse, “ol” demişse, 120 milyon ihtimâlin içerisinden bizi tercih edip yokluktan varlığa çıkartıyor.

Yok iken var olmak mühim bir olay…

O halde bu ayrıcalığın farkında olup, hayatımızı anlamlı hâle getirebilmeliyiz.

Bize verilen bu fırsatı iyi değerlendirmeliyiz.

Bunun yanı sıra, ilişki içinde olduğumuz her bir canlı, her bir eşya, her bir şey, ayrıcalıklı olma bakımından bizimle aynı durumdalar.

Bütün canlı ve cansız varlıklar kasten yaratılmış. Aslında her şey çok özel, her şey çok anlamlı. İnsanın varlık âlemini bu mânâda düşünüp değerlendirebilmesi, hayatı coşku ile algılayıp aşkla yaşamasını netice verecektir.

İşte, sen bunun için özelsin!

120 milyondan seçilerek dünyaya geldiğin için özelsin!

Öyleyse; neden başının ağrısı, çocuğunun yaramazlığı, eşinin eziyetleri, komşunun yanlışları, nişanlının kıskançlıkları, öğretmeninin tokadı, annenin kısıtlaması, babanın anlayışsızlığı, yol arkadaşının eziyet ve tenkitleri, müdürün yaptığı haksızlıklar, ekonomik kriz gibi geçici engellere teslim olup sonsuzluğa giden yolda tıkanıp kalıyorsun?

Yaşadığın her olay da senin gibi çok özel ve itina ile kasten yaratılıyor. Ayağına batan diken bile sebepsiz değilse, ağaçtan düşen yaprak bile Allah’ın kontrolünde ise, senin yaşadığın olaylar mı gereksiz ve anlamsız? Senin meyline ve tercihine göre olaylar şekillenip hayat buluyor. O halde yaşadığın her mutluluk da, elem de senin meyline göre renk alıp şekilleniyor. Yani her hâlimizden sorumlu biziz.

O halde kızmak, küsmek, yüz çevirmek niye?

Kime kızıyoruz?

Kızmak insanın beceriksizliğini göstermez mi?

Kızacağımıza, gördüğümüz olumsuzluğu düzeltme yoluna gitmeliyiz. İşte, kızgınlığımız, içinde bulunduğumuz yanlışları yeterince düzeltme gayretinde bulunmadığımızdandır. Veya yanlışları yanlış taktiklerle düzeltmeye çalışmamızdandır. Gayretimizin neticesi olarak olumsuzluklar hâlen değişmemişse ve bu sebeple kızgınlığımız hâlen artarak devam ediyorsa, bu hâlimizle Yaratıcının işine karışmış olmuyor muyuz? İnsan vazifesini aşmamalı. Vazifesini yaptıktan sonra, elinden gelen her türlü çabayı gösterdikten sonra, meydana gelen olayın olumlu veya olumsuz olması Allah’ın dilemesidir. Neticeden memnun olmamak, Allah’a isyan sayılmaz mı?

Eğer inanıyorsak, yanlışlara elimizle, elimizle yapamıyorsak dilimizle, öyle de olmuyorsa kalben dileyerek tepki vermemizi buyurmuyor mu Efendimiz (asm)?

Öyleyse başkasına kızmaya hakkımız yok. Biz önce kendimize kızmalıyız. Kızalım ki yanlışlarımızı en aza indirebilelim… Az yanlışla, kaliteli iş yapabilelim. İşimiz ne olursa olsun orada bizim ahlâkımız okunur. Değerimiz görünür. İşimiz bizi anlatır. Bizi ele verir. Yani lâfa bakılmaz, aynası iştir kişinin.

03.02.2009

E-Posta:




Süleyman KÖSMENE

Tövbe ve rızık



Emir Bey: “Ben dinimi bilmediğimden birkaç defa dinden döndüm, yeniden dine girdim. En son bir misyonerin etkisi ile Hıristiyan oldum. Şimdi tekrar Müslüman olmak istiyorum. Ancak bazı kaynaklarda Nisa 137 delil gösterilerek tövbem kabul edilmez deniliyor. Bu doğru mu? Allah dinden irtidadı tekrarlayanların son tövbelerini kabul etmiyor mu? Lütfen bana yardımcı olun.”

Bahsettiğiniz âyette Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor: “İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak, ne de onları doğru yola iletecektir.”1 Aynı sûrenin ilerleyen âyetlerinde ise yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ancak tövbe edip hallerini düzeltenler, Allah’a sımsıkı sarılıp dinlerini (ibadetlerini) yalnız onun için yapanlar başkadır. İşte bunlar (gerçekte) mü’minlerle beraberdirler ve Allah mü’minlere yakında büyük mükâfat verecektir. Eğer siz iman eder ve şükrederseniz, Allah size neden azap etsin? Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.”2

Yukarıdaki ilk âyetin baş tarafında kalmamak, devam eden âyetlere de dikkat etmek lâzımdır. Siz son durumunuz itibariyle Müslüman olmak istiyorsunuz. Samîmî olmanız şartıyla, Müslümanlığın kapısı size elbette açıktır. Allah mübarek kılsın. Âyete göre, Allah iman edip tövbe eden ve hâlini düzeltip şükredenlere azap etmez.

Din-i Mübin-i İslâm şekle bakmaz, kalbe bakar. Allah sizin kalbinize bakar. Eğer gerçekten yeniden Allah’ın dinine gelmek istiyorsanız, Allah’ın dini size küsmez, size kapısını kapamaz. Yalnız, unutmayacağımız tek husus: Allah’ın dinini doğru ve tahkikî biçimde öğrenmek. Bunun için size Risâle-i Nur eserlerini devamlı okumanızı tavsiye ederiz. Bu durumda böyle vartalardan ve tehlikelerden İnşallah kurtulmuş olursunuz. Zira Risâle-i Nurlar, iman ilmi olup, okundukça insanın imanını kuvvetlendiren, tahkikî hâle getiren ve bu sayede şüpheler ordusu hücum etse bir halt edemeyecek hâle getiren Kur’ân’ın manevî bir mû’cizesidir.

***

Ayşe Hanım: “Hırsızların rızkını Allah mı veriyor? Bu durumda hırsızlıkla elde edilen şey rızık mı oluyor? Hırsız, hırsızlıkla eğer kendine yazılmış rızkını yiyor ve burada bir suçlu aranıyorsa eğer; suçlu alın yazısı ya da malını korumayan mal sahibi olamaz mı? Hırsız neden suçlanıyor?”

Kaderi veya mal sahibini neden suçlayalım ki? Nasreddin Hocanın dediği gibi, hırsızın hiç mi suçu yok?

Hırsızın rızkını da, kâfirin rızkını da veren şüphesiz Cenâb-ı Allah’tır. Cenâb-ı Allah, “Yeryüzünde yürüyen ve kendi rızkını yüklenemeyen nice canlının ve sizin rızkınızı Allah verir”3 buyuruyor. Fakat Allah’ın rızk vermesi, kişiye hırsızlık yapma izni vermez. O kişi hırsızlık yapmasaydı rızkı yine verilecekti. Fakat helâl yoldan verilecekti ve o kişi karnını helâl yoldan doyuracaktı.

Ne var ki o kişi yaptığı haram fiille helâl yoldan gelecek rızkını haram yoldan teslim aldı. Burada kişi yaptığı haram fiilinden dolayı sorumludur. Diğer yandan, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle rızk ikidir:

1- Hakikî rızk. 2- Mecâzî rızk.

Hakikî rızk, kişinin, yaşaması için ona bağlı olduğu rızktır. Olmazsa yaşayamayacak. Hava gibi, güneş gibi, su gibi, yiyecek gibi. Bu rızk, Allah’ın taahhüdü altındadır. Bu rızk kesilmez. Mecâzî rızk ise görenek belâsıyla insanın tiryakisi olup terk edemediği, olmadan hayatın olmayacağını zannettiği, aslında lüks ve fanteziden ibaret olduğu için, olmadan da pekâlâ yaşadığı rızktır. Ki, Allah’ın taahhüdü altında değildir.4

Hırsız eğer ölümcül açlığını bastırma ölçüsünce çalmışsa, sadece bu durumda Allah katında muâf sayılabilir ve burada hırsızdan başka sorumlular da vardır. Meselâ komşular, akrabalar, insanlar derece derece bu hırsızlıktan sorumludurlar. “Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o, yetimi itip kakar; yoksulu doyurmaya teşvik etmez”5 buyuran Cenâb-ı Allah ve “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” buyuran Peygamber Efendimiz (asm), aç insanın ve aç komşunun doyurulma yükümlülüğünü tok insanlara ve tok komşuya veriyor. Hakikî rızka aracı olduğu için de komşular ve derece derece insanlar Allah’ın rızasını kazanacaklar, yüksek sevap ve feyiz elde edeceklerdir. Keza, bu hırsızın hakkını yiyen zalimlerden tutun, hırsıza doğru eğitim vermeyen toplum fertlerine kadar hırsızın hırsızlığında suç ortakları vardır.

Fakat eğer hırsızlık mecazi rızk için yapılmış ve hırsız bunu meslek haline getirmişse burada başka suçlu aramaya gerek yoktur. Burada hırsız elbette suçludur.

Dipnotlar:

1- Nisa Sûresi: 137

2- Nisa Sûresi: 146, 147

3- Ankebut Sûresi: 60

4- 12. Lem’a; 19. lem’a

5- Maun Sûresi: 1-3

03.02.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır