"Gerçekten" haber verir 16 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hakan YALMAN

Ölüme cesurca bakabilmek



eçtiğimiz hafta sonu İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Aile Terapileri (Post-yapısalcılık ve sonrası) isimli bir kongreye katıldık. Dolu bir muhtevası olan bu kongrenin önemli oturumlarından biri Irvin Yalom’un, Güneşe Bakmak: Ölüm Terörü’nün Üstesinden Gelmek adlı konuşma ile ve telekonferans yolu ile katıldığıydı. Bu konuşmada Yalom ölümün üstesinden gelmekten çok varoluşçu bir yaklaşım ile ölümden çok hayata yönelmek gerektiği vurgusunu yaptı. Getirdiği tez ise ölümden sonra varolunmayacağına göre acı da yaşanmayacaktı. O halde ölüme dair anlam ve çözümler yerine hayata yönelmeyi ve kalan ömrü en iyi şekilde geçirmeye odaklanmayı tavsiye ediyordu. Oysa bu teklif darağacına giden bir insana ‘Ora ile ilgilenmeyi bırak, oraya gidene kadar vaktini en iyi şekilde geçirmeye bak’ şeklindeki bir tekliften farklı değildi. Toplumun genel yapısına bakıldığında ölüm gerçeğine bir tanım getirmeden ve kabullenilebilir bir açıklama yapmadan ölüme karşı sükûnet halinde bir yaklaşımın mümkün olamayacağı açık bir şekilde gözükmektedir.

Hayatın her anında karşılaştığımız ve zaman zaman vurucu ifadelerle ortaya konan bir hakikat olan ölüm hep yakınımızda. Depremler, tsunamiler, seller, salgın hastalıklar, trafik kazaları ve uçak düşmeleri aslında her an hayatın içinde var olan ancak çok net görülmediği için unutulan bir hakikati daha vurgulu şekilde önümüze koyuyor. Bu tip olaylar karşısında toplum genelinde ölüm vurgusu daha belirgin hale geliyor ve herkes şuur altında kendi ölümü ile ilgili irtibatlar kuruyor. Maddî alanın ve olayların acımasız olabileceği düşünülüyor. Varlık çarkları karşısında ezildiğini düşünen insan olaylarla bir irtibat noktası arıyor. Olay yakınları ya da olaya maruz kalıp uhrevî âlemlere göç edenler kadar herkesi ve her insanın hayatını ilgilendirir hale geliyor. İnsanlar bu telâş ile olaylarla sağlam bir irtibat noktası kurmaya çalışıyorlar. Hava yolları şirketini, olayla ilgili ihmali olanları suçluyorlar ve bu olayın tekrarlamaması arayışı içinde ölümsüz bir hayat arayışı var. Herkes dünyanın daha güvenli bir mekân olmasını ve kazaların en az olmasını arzu ediyor. Bunun için geliştirilen teknik imkânlar ve sıfır hata arayışı varlıkla insanın yatay bağlantıları açısından ve yeryüzünde fıtrî şeriat kurallarına uymak arayışı açısından çok güzel.

Ancak bütün bunları yürütürken bu kuralları yürüttüğümüz ve uçakları üzerinde uçurduğumuz dünyanın sonsuz bir uzay boşluğunda sür'atle hareket eden küçücük bir nokta olduğunu ve bu küçücük noktanın dahi çok az bir noktasına hükmedebildiğimizi unutmamamız gerekiyor. Bu durumda acziyetimizi kabul etmekten, hem dünyaya hem sonsuz uzay boşluğuna hem de daha görmediğimiz gayb âlemlerine hükmü geçen Sonsuz Kudret Sahibi bir Zat’a dayanmaktan ve esas emniyeti O’nun ile hissetmekten ve alınan tedbirleri O’ndan talep etmenin fiillerle ortaya konan şekli yani fiilî duâ olarak kabul etmekten başka çare yok.

Ölüm aslında hayatın çok net bir hakikati. Her gün vefat eden yüzbinlerce insan bu hakikatin güneşin doğması kadar net bir şekilde içinde olduğunu vazgeçilmez olduğunu ortaya koyuyor. Teknoloji, tıp ve bilimler ne kadar gelişirse gelişsin ölümün tamamen ortadan kalktığı bir dünya hiç olmayacak. Belki geçici bir hayat rengi türünden çareler olabilir. O halde asıl arayışı içinde girilmesi gereken durum ölümsüz bir dünya değil, hayat ve ölüm bağlantısı ve ölümün hayattan ne istediğini anlamak olmalı. Geçen zaman ortaya koydu ki ölüm hayattan fazlasını istiyor. Yani bu kadar hayatla iç içe olan ölümün verdiği mesaj sadece biyolojik bir işleyişin sonlanması değil farklı bir âleme ve ‘Aşkın Olan’a ve ‘Sonsuz Kudret Sahibi’ne nazarları yöneltmek olmalı. Yani şu an nazarlar sadece uçağın nasıl düştüğü ve kimlerin bu işte hatasını olduğuna değil aynı zamanda bu hadiseyi bizlere yaşatan İlâhî iradenin muradının ne olduğunu ve bu olayla bize hangi mesajı vermek istediğini anlamaya da yönelmeli.

Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü hep hatırlamamız gerekiyor. Bu hayatın en net gerçeğini unutmak çözüm değil. Mezarlık girişine ‘Bütün nefisler ölümü tadacaktır’ mealindeki İlâhî ikazın yazılmasına itiraz edebilirsiniz, ancak kâinat kitabında çok vurgulu şekilde yazılan uçak kazaları, depremler gibi kevnî âyetlerin yazılmasını ve gazete, televizyon ve radyolarda bunun dile getirilmesini engelleyemezsiniz. Bu gerçekten kaçamazsınız. O halde anlamak ve hayat içinde neyi ifade ettiğini çözmek gerekiyor. Bununda en kısa yolu vahye kulak vermek ve O’nun hayatımızdaki en açık yansımaları olan Kur’ân ve Hazret-i Muhammed’i (a.s.m.) dinlemek.

Yalom, aslında varoluşçu yaklaşımla ölüm olayını tanımlamanın sıkıntılarını yaşıyor. Ölüme bakmak ve güneşe bakmanın zorluklarını yakınlaştırdığı ifade kurgusunda ölüme ve güneşe bakmakda kolaylık getirdiği düşüncesinde. Ancak ölümü düşünmemek, güneşe gözünü kapamak gibi bir yaklaşım sunuyor düşüncesindeyim.

16.03.2009

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Kula kul olmaktan kurtulmanın yolu



İnsanın ve yaratılan diğer varlıkların gerçek değerini bulması için Kâinatın Yaratıcısına intisap etmeleri gerekir. Yaratıcı ile bağı kesilen varlıklar kendilerinden beklenen vazifeyi ifa etme imkânına sahip olamamaktadırlar. Her şeyden önce insanların gerçek insan olabilmeleri için kul olma şuuruna ermeleri gerekir. Çünkü yeryüzünün halifesi insandır. İnsanla çok şey düzelebileceği gibi çok şey de bozulabilir. Bu sebeple insanın dünya hayatındaki sorumlulukları büyüktür.

Elbette insanın en büyük vazifesi, var olan her şeyin yaratıcısı olan Allah’a karşı kulluk vazifesini tam olarak ifa etmesidir. Gerçek bir insan olarak yaşamanın ve diğer varlıklara karşı sorumluluğunu tam olarak yerine getirmenin yolu, yaratılış kanunlarına uygun bir kul olmaktan geçmektedir. Allah’a kul olan insanlar dünyada bulunan fani varlıklara kul olmaktan kurtulacaklardır. Ancak bundan sonra insanlar kendilerinden bekleneni verebileceklerdir.

İnsanı insan eden sır kulluktadır. İnsanı fani değerlere kul olmaktan kurtaran ve ona dünyada da huzur veren durum, Kâinatı ebedî hayata hazırlık için yaratan Yüce Allah’ı tanıma ve O’nun emirleri dairesinde yaşama durumudur. Gerek peygamberlerle, gerekse de kitaplarla emirlerini şuurlu varlıklara ileten Rabbimiz, bu konuda onları imtihana tabi tutarak hareketlerinde serbest bırakmıştır. Halbuki Allah insanları doğrularla yaşamaya zorlayabilirdi. O’nun bizi irademizde serbest bırakması bize gösterilen Rahmetin bir eseridir. Çünkü böylece “eşref-i mahlûkat” mertebesine çıkma imkânımız doğmuştur.

Bütün bunlardan anlıyoruz ki, biz insanları gerçek insanlığa götürecek olan yol, hür irademizle doğruları bulmamızdan geçiyor. Rabbimiz bu şekilde insan iradesinin ehemmiyetini de bize göstermiştir. Çünkü o iradeyle yönümüzü doğrulara yöneltebileceğimiz gibi, yönümüzü yanlış mercilere de çevirebiliriz. İrademize bu kadar değer veren Rabbimize ne kadar şükredersek yine de azdır. Ancak bize verilen bu değer O’nun değerini bilmemiz içindir. O’nun değerini bilmek yoluyla bütün mahlûkattan daha üstün bir makama çıkma imkânını bize vermiştir Rabbimiz...

Bugün çevremizdekilere, insanların ve dünya hayatının baskısından kurtulmak isteyip istemediklerini sorarsak, mutlaka herkesin baskılardan kurtulmak istediği gerçeğini göreceğiz. Hatta hemcinslerinden baskı görme durumu birçok insanı adeta canından bezdirmiştir. İstibdat denilen baskı her dönemde bir kısım insanları mağdur etmiş, böylece insanlık âlemine büyük zarar vermiştir. Bu duruma göre her insanın “istibdat” denilen baskı unsurlarıyla, en etkili insanî yollarla mücadele etmesi gerekir.

İstibdattan uzak her yönüyle örnek bir insan hayatını, Rabbimiz, Habibi Muhammed Mustafa (asm) vasıtasıyla bize göstermiştir. İnsanın hür iradesiyle, dünyanın faniliklerini görerek ve onlardan yüz çevirerek nasıl mükemmel bir hâle geldiğini, biz o Yüce Resûl’ün şaşırtmaz hayatından öğreniyoruz. İşte insanlığı kurtuluşa eriştirecek yol Kur’ân’ın ve onun en büyük müfessiri olan Hz. Muhammed’in (asm) yoludur. İnsanları değerli kılacak, insanları esaret zincirlerinden kurtaracak yegâne yol, kâinatı aydınlatan bu nurlu yoldur.

İslâm’ın aydınlık yolu bize, baskı uygulamalarının zararlarından kurtulmanın en önemli adımının, insanların öncelikle kendi heva ve heveslerinin baskısından kurtulması olduğunu göstermektedir. Şeytanî ve nefsanî duyguların esiri olan insanların bu dünyada hürriyeti bulması elbette mümkün olmayacaktır. Bunun için yapılması gereken, bizi bütünüyle doğru ve güzel olanlara yönelten Rabbimizin rızası dairesine girmeye çalışmaktır. Bunda başarılı olan insanlar, o menhus şeytânî duyguların esaretinden kendilerini kurtarmakta zorluk çekmeyeceklerdir.

Kendi dünyamıza musallat olan nefis ve şeytan gibi zorbaları kendimizden uzaklaştırdığımız takdirde, diğer varlıklara karşı hürriyetimizi yaşamamız zor olmayacaktır şüphesiz. Hâsılı, insan şerefli bir varlık olmak istiyorsa, öncelikle kime kul olunması gerektiğini, kimlerin de kulluğundan uzak durması gerektiğini bilmesi gerekir.

16.03.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Sudan gelen mesaj



Bir insanla konuşur, sohbet ederseniz o andaki iyi ve kötü psikolojinizin onu da olumlu veya olumsuz yönde etkilediğini görürsünüz. Güzel sözün yılanı deliğinden çıkardığı düşünülürse, bazan güzel bir sözün insanın iç dünyasında inkılâplar yaptığını görmek de imkânsız değildir. Bir insana kırk gün “İyisin iyisin!” denildiğinde iyileştiği, “Kötüsün! Kötüsün!” denildiğinde de kötüleşmesi az görülmemiştir.

Acaba su, bitki gibi nesneler de iyi ve kötü sözden, davranıştan anlarlar, etkilenirler mi?

Hiç şüphesiz. Su ile ilgili çalışmalarıyla tanınan ve araştırma sonuçlarını Sudan Mesajlar isimli eserinde toplayan Japon araştırmacı Prof. Masaru Emoto söz ve davranışların su üzerinde etkilerini ortaya koymak için tam on iki yılını vermiş, binlerce, hatta on binlerce deney yapmış ve müthiş sonuçlar elde etmiş.

Su da bir insan gibi güzel, hoş, faydalı sözlerden olumlu, kötü sözlerden de olumsuz yönde etkileniyormuş. Prof. Emoto hassas bir cihaz ile duygu ve bilinci de kaydetmeyi başarmış. Hatta rahat, mutlu, huzurlu bir insan, elini suya soktuğunda daha düzgün şekiller çıkardığını, aksine sıkıntılı, gergin, mutsuz bir insanın elini soktuğu suyun da daha bozuk şekiller sergilediğini ince ölçüm ve çektiği fotoğraflarla ortaya koymuş.

Dağ ve kaynak suları daha saf, berrak ve daha düzgün kristaller ihtivâ ederken, diğer sularda bu özellikleri görmek mümkün değilmiş.

Prof. Masaru Emoto’nun yaptığı bu deneylerden biri de Besmele’yle ilgili. Bu maksatla Prof. Emoto ses kaydıyla tekrar tekrar Besmele dinletmiş suya. Gayet hassas cihazlarla ölçümler yapmış ve su kristallerinde harika düzgün geometrik şekiller meydana geldiğini görmüş. Ayrıca bu kristallerin oldukça saf ve berrak bir hâle geldiklerini, enerji yüklendiğini ve bu suyun ruhî ve bedenî hastalıklar için şifa dağıttığını da fark etmiş.

Su kristalleri Besmele’den, Kur’ân sesinden, güzel sözlerden etkilendiği gibi yüzde yetmişi su olan insanın da Besmele’den, Kur’ân okunmasından ve güzel sözler duymaktan etkilenmesi gayet tabiî değil mi? Yüzyıllar önce Allah Resûlü’nün (asm), her güzel sözün sadaka olduğunu bildirmesi de oldukça enteresan. Sadaka verileni memnun ettiği gibi güzel söz de dinleyeni sevindirmekte, güzel sözlere muhatap olan su da şifa dağıtmaktadır.

Demek söylenen güzel sözler insan psikolojisi üzerinde olumlu yönde etkili olduğu gibi, psikolojisi düzgün bir insan da su kristallerini olumlu yönde etkilemektedir.

16.03.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kıyamet haberleri - 2



İsveç’ten okuyucumuz: “Kıyâmeti ve daha sonra gelecek ebedî saadeti inanmayanlara nasıl ispat ve izah ederiz?”

Nesillerin îmânını sorularla çalan bir asırda Kur’ân’a dayalı her haberi ve her hakîkatı delilleriyle ispat eden Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, Kur’ân’a ait olan Kıyâmetin kopması, yeni bir âlemin yaratılması ve ebedî saadetin verileceği ile ilgili haberleri bütün sıcaklığı ve ilginçliği ile kuvvetli sorular ve cevaplarla inanç dünyamıza taşır.

Bedîüzzaman’a göre bir padişahın, sarayını veya şehrini yıkıp yeniden yapması söz konusu olunca ister istemez altı önemli soru gündeme gelir.

1- Niçin yıkacak? Buna sebep ve gerekçe var mıdır?

Eğer padişahın sarayı yıkmasının bir ihtiyaç olduğu, buna şiddetli bir sebep ve gerek bulunduğu ispat edilirse, şöyle bir soru daha gündeme gelir:

2- Bunu yıkıp yeniden yapacak derecede pâdişahın gücü-kudreti var mıdır? Bunu yapabilir mi?

Eğer padişahın muktedir olduğu, güç ve kuvvetinin eksiksiz bulunduğu, dilediği anda sarayını veya şehrini yıkabileceği ve yeniden kurabileceği ispat edilirse, şöyle bir soru daha sormak lâzım gelir:

3- Bu sarayın veya şehrin yıkılması mümkün müdür?

Eğer bu sarayın yıkılması ve şehrin dağıtılması ve parçalanması imkân dâhilinde bir iş olduğu, padişahın gücü açısından bunun kolay bulunduğu ispat edilirse, şöyle bir soru daha kapımızı çalar:

4- Bu saray veya şehir gerçekten yıkılacak mıdır? Padişahın gerçekten böyle bir niyeti, plânı ve projesi var mıdır?

Eğer, padişahın bu sarayı veya şehri gerçekten yıkacağı, buna ciddî olarak niyeti bulunduğu, bunu plân ve proje kapsamına aldığı ispat edilirse, şöyle bir soru daha sormak gerekir:

5- Peki bu sarayın veya bu şehrin yıkıldıktan sonra yeniden yapılması, ikame edilmesi, kurulması, onarılması ve düzeltilmesi mümkün müdür? Yıkmak kolay olabilir ama, yapmak da imkân dahilinde midir?

Eğer sarayın veya şehrin yıkıldıktan sonra yeniden yapılması ve hattâ eskisinden daha güzel ve daha donanımlı biçimde inşâ edilmesine imkân bulunduğu ispat edilirse, şöyle bir soru daha sorulur:

6- Yeni bir saray gerçekten yapılacak mıdır? Yeni bir şehir hakîkaten kurulacak mıdır? Saray ve şehir sahibinin gerçekten böyle bir niyeti, plânı ve projesi var mıdır?

Eğer bu sorulara “evet” cevabı verilerek ispat edilirse; bu defa hiç şüphe yok ki, bu saray ve şehir padişahın emriyle yıkılacak, bozulacak, dağıtılacak; sonra yeniden daha güzel, daha alımlı, daha muhteşem ve daha câzibedâr biçimde yapılacak, onarılacak, tâmir edilecek ve yeniden hayat sahiplerine ve insanlara mesken kılınacaktır.1 Üstad Hazretleri bu çok sorulu ve cevaplı girişten sonra bu dünya sarayının ve kâinât şehrinin tahrip ve tamir edilmesinin şiddetli gerekçesi bulunduğunu, bunu yapacak ustanın muktedir olduğunu; bu tahrip ve tâmir işinin imkân dâhilinde bulunduğunu ve bu imkânın da gerçekleşeceğini izah ve ispat eder. Ebedî saadete gerekçe vardır. Bu saadeti verecek olan Allah (cc), muktedirdir. Âlemin harap olması, yıkılması ve dünyanın ölmesi imkân dâhilindedir. Bu imkân gerçekleşecektir.

Hem sonra; yeniden âlemi ihya etmek ve insanları haşir meydanında toplamak imkân dâhilindedir. Bu imkân da gerçekleşecektir. Çünkü bunun ciddî gerekçesi vardır. Bu işin ustası da bunu yapacak derecede güçlüdür.

Yarın inşallah devam edelim.

Dipnot:

1- Sözler, s. 476

16.03.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Siyasete bakış açısı



Nur Risâlelerini beğenerek okuduğu halde, siyaset noktasında ayrılan ve farklı siyasî tercihlerde bulunan pekçok kimse var. Hatta, okudukları aynı bahislerden farklı mânâlar istihraç edenlere rastlamak da mümkün.

Hatta ve hatta, aynı lâhika mektuplarında ifade edilen Ahrar–Demokrat çizgiyi benimsediği halde, bu çizgiye birbirinden mahiyetçe farklı durumdaki siyasî partileri oturtanlar bile mevcut.

Acip ve şaşırtıcı bir durum; ancak, yine de yaşanan bir vakıadır bu.

Haliyle, "Ama nasıl olur? Neden böyle oluyor? Niçin olsun ki?" türünden sorular zihinlere hücûm ediyor.

Şüphesiz, bu gibi suâllerin de bir cevabı vardır. Ancak, herşeyde önce, bütün insanlar gibi Nur Risâlelerini okuyanlar da imtihana tâbidir. Sırr–ı teklif ve imtihan, onlar için de aynen geçerlidir.

Zira, öyle iman ve hidayet dairesine girmekle imtihan bitmiyor. Herkesin derecesine göre tabi tutulduğu imtihanlar, âhir ömre kadar devam edip gider.

Siyaset meselesi ise, kendine has karakteristik bazı özellikleri ihtiva ediyor. Bir bakıyorsunuz, imanî meselelerde en ufak bir ihtilâf noktası dahi bulunmayan bu insanlar, siyasette çok zıt ve farklı yönlere gidebiliyorlar.

Risâle–i Nur'da, Üstad Bediüzzaman'ın siyadet (seyyitlik) gibi siyaset yönü de bir derece gizli, örtülü, perdeli bırakılmış. Bu perdeli oluş hali, şüphesiz ki, birçok hikmet ve maslahata bağlıdır.

24. Söz'ün Üçüncü Dalı'nda izah edildiği gibi, Cenâb–ı Hakim–i Mutlak, bazı mühim hakikatleri kesretli eşya içinde saklamış. Ramazan'da Leyle–i Kadir, Cuma'da duâların kabul saati ve insanlar arasında veli kulları gibi...

İşte, Üstad Bediüzzaman'ın siyadet ve siyaset yönü de, geniş tarih seyri içinde ve hatta Nur Külliyatının tamamı içinde bir derece müphem (belli–belirsiz) ve saklı tutulmuş.

Hiçkimse, bu son derece hikmetli sırlara kolayca ve çok alenîce vâkıf olamıyor. Kafa patlatırcasına düşünmek, okumak, her üç Said devresini de mütalâa etmek, Külliyat'ın tamamını bir de bu nazarla okuyup müzakere etmek, kardeşlerle istişarelerde bulunmak, nihayet şurâya istinat etmek ve "hakikî vukuatı kayd eden tarih"i de şahit tutarak, öyle bakmak gerekiyor.

Aksi halde, isabet kaydetmek zorlaşacağı gibi, zekâveti yüksek, sadâkati zayıf fertlerin tesirinde kalmak, yahut nüfuzu kuvvetli şahısların boyunduruğu altına girmek ve hatt–ı müstakim olan "siyasetteki muktesit meslekten" ayrı düşmek, doğru çizgiden inhiraf etmek tehlikesi ile karşı karşıya kalınabilir.

Bu girizgâhtan sonra, şimdi de Üstad Bediüzzaman'ın siyaset âlemine bakarken, özellikle nelere dikkat ettiğine ve öncelikli kriterlerinin neler olduğuna kısaca değinmeye çalışalım.

Said Nursî, aksiyonerdir

Bazı kimseler, Said Nursî'nin siyaset mesleğinin ve siyasî partiler hakkındaki yegâne tercih ölçüsünün "Halk Partisi karşıtlığı" olduğunu iddia ediyorlar.

Öyle anlaşılıyor ki, bu tür iddialarda bulunanlar, Said Nursî'nin siyaset mesleğini ya yanlış ya eksik anlamışlar, ya da hiç anlamamışlar.

Bir kere "karşıtlık", reaksiyonerlik demektir. Yani, kişinin kendine has bir dâvâsı yok da, sadece bir başkasına karşı olmakla varlığını sürdürüyor demektir.

Oysa, Bediüzzaman Hazretlerinin, Kur'ân'a dayanan kendine has bir dâvâsı, metodu ve tamamen aksiyoner olan bir siyasî mesleği, meşrebi vardır.

Ki, bu mesleği de, sinn–i bülûğa henüz girdiği tâ 1890'lı yıllarda Mardin cihetlerinde iken edindiğini ifade ile, aynen şu tâbir ile tarif ediyor: "Siyasetteki muktesit meslek." Yani, orta (vasat, iktisatlı) yol. (Münâzarât, s. 123)

Bu da, cimriliğe kaçmayan ve fakat israfa da gitmeyen bir yol ki, sünepelik gibi, radikalizmi de reddeden, bu gibi uç noktalara ihtiyaç duymayan, ayağı yere basan, milletin bütün renklerini içinde barındıran, fikrî temelleri sağlam, ufku geniş bir siyaset mesleğidir.

Dolayısıyla, Üstad Bediüzzaman'ın siyasetini sırf "İttihatçı karşıtlığı", yahut "Halk Partisi karşıtlığı" şeklinde görmek ve bu noktaya indirgemek yanlış olur.

Kaldı ki, Bediüzzaman Hazretlerinin "Eyvah!" dediği ve nihayet derece endişe ettiği son derece önemli bir nokta vardır ki, bu onun siyaset âlemindeki en öncelikli meselesi olmuştu. O nokta da şudur: Din adına siyasete girmemek ve dini siyasete âlet etmemek/ettirmemek...

Nitekim, İttihad–ı Muhammedî Cemiyetinin kurulduğu 1909 yılı başlarında aynı endişe ile harekete geçiyor ve "Eyvah!" diyerek, bu mübarek ve mukaddes ismin siyasete âlet edilmesine mani olmaya çalışıyor.

Gariptir ki, Said Nursî, 1948'de ilk başta 33 kişi (mübarek sayı) ile kurulan ve din(darlar) nâmına siyaset sahnesinde boy gösteren Millet Partisi için de aynı endişeyi duymuş ve Afyon hapsinden çıkar çıkmaz, talebelerine 35 senedir bakmadığı siyesete "Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzûm var" demiş ve bu tehlikeyi bertaraf etmek için de doğru adresi göstermiştir: "Kardeşlerim, benim ve Risâle–i Nur'un bedeline gidin Demokrat Partiye kaydolun." (Bkz: Tarihçe–i Hayat, 490; Son Şahitler–2, s. 422)

Hâsıl–ı kelâm: Said Nursî, zaten 27 senedir tek başına iktidarda olan Halk Partisinin milletin iradesiyle iktidardan indirilmesini istediği gibi, Demokrat Partiyi de vatan, millet ve İslâmiyet nâmına iktidarda muhafazaya çalışmıştır.

Ancak, Said Nursî, ne İttihatçılar iktidara gelince eyvâh demiş, ne de Halkçılar iktidara gelince... Ki, o zaten bu ceberrutlara karşı bir mücadele stratejisini kurmuş ve geliştirmiştir.

Dolayısıyla, Bediüzzaman'ın siyasetteki en büyük endişesi, vaktiyle İttihatçıların, sonra ise Halkçıların dindarları aldatarak ve oyuna getirerek, dini siyasete âlet ettirip İslâmı lekedar etmeye çalışmasıdır. Yani, hatanın ve tehlikenin büyüğü, dine gelen zarar, İslâma gelen tehlikedir. Bu da, münafık zındıkların muhakemesiz dindarları aldatan plan ve desiseleri sayesinde ancak mümkün olabiliyor. Tıpkı, 31 Mart (1909) Vak'asında, 1925'de Şeyh Said Vak'asında, 1951'de Ticaniler Vak'asında, 1952'de Malatya'daki Yalman Sûikastı Vak'asında... olduğu gibi...

16.03.2009

E-Posta: [email protected]




İbrahim KAYGUSUZ

Küresel kriz ve din



Ekonomik bir olayla din arasında doğrudan bir entelektüel bağ kurmak mümkün mü?

Evet mümkün.

Çünkü ekonomik bir olay özü itibarı ile sosyaldir. Sosyal hadiseler ise ruhu itibarı ile iç içe ve sarmaldır. Sebepsiz hiçbir sosyal olay yoktur.

Sosyoloji bilimi beşerî olayların karşılıklı etki-tepki süreci ile devam ettiğini söyler.

Bu bağlamda din, toplum, siyaset ve ekonomi birbiri ile yakın temas halinde olup karşılıklı etkileşim içindedir. Tıpkı tabiat olayları gibi!

Toplumsal ve ekonomik olayların din ve metafiziksel boyutu vardır. Tabiat olayları gibi sosyal olayları da dinden soyutlayamazsınız.

Papa yakın zaman önce küresel ekonomik krize metafiziksel bir bakış açısı getirerek “İlâhî ikaz” yorumunu yapmıştı. Evet, ekonomik kriz ile din arasında kurulan bu bağ özü itibarı ile doğrudur.

Küresel ekonomik kriz elbette her şeyden önce bir ekonomik olaydır, fakat bir ekonomik olayın sosyal ve dinî boyutları yok farz edilemez.

Olayın sosyal boyutuna baktığımızda adından (küresel) hareketle çok yönlülüğünü kestirmemiz mümkün. Küresellik kavramı zaten başlı başına çok boyutluluğu ifade eder.

Küreselleşme, yoğunlukla son yirmi yılda; ekonomik, politik, teknolojik ve entelektüel alanlarda, kapsamlı bir dönüşümü içeren bir sürecin adıdır. Küreselleşme hareketi, ekonomik, kültürel ve politik alanlarda çok sayıda faktörün eş zamanlı olarak sürüklediği bir eğilim, bir rüzgârdır. Rüzgâr, eski ekonomiden yeni ekonomi yönüne eski teknolojiden yeni teknoloji tarafına, eski modern düşünceden yeni post-modern düşünce doğrultusuna, eski siyasal yönetim anlayışlarından, yeni siyasal yaklaşımlar yönüne doğru esmektedir. Ekonomide küreselleşme ise; emeğin, malların, sermayenin ve bilginin toplum içi ve toplumlar arası akışkanlığının önceki dönemlerle karşılaştırılamayacak derecede artması, buna bağlı olarak yeni bir ekonomik/toplumsal yapılanma sürecinin ortaya çıkmasıdır. İletişimdeki hızlı dönüşüm küreselleşmeyi tetikleyen ana unsur olmuştur. Bu hızlı iletişim bütün beşerî alanları etkilemiş ve çok hızlı sosyal değişimleri beraberinde getirmiştir.

Ekonomik (mal, ürün, üretim, talep, tüketim, şirket, vb.) alanda da aynı hızlı süreç işlemiş ve dünyanın bir ucundaki (ABD) olumsuz bir hareketlilik bütün dünya devletlerini etkilemiştir.

ABD’de başlayan kriz küreselleşme olgusu sonucu özellikle gelişmiş ülkelere yıkıcı bir etki yaptı. Çünkü, küreselleşme tabiatı gereği lokal kalamaz yayılmacı ve akışkandır. “Küreselleşme, gelişen ülkelerde toplumsal ekonomik ve siyasal problemlerin kaynağı olmuştur.” (EKİN, Nusret Küreselleşme ve Gümrük Birliği, İTO Yayını, İstanbul. 1996, s. 21).

Ekonomik kriz birçok siyasî ve toplumsal olayı peşinde sürükler. Devletler ve hükümetler düzeyinde bir dizi siyasal çalkantıyı beraberinde getirir. Ailevî ve bireysel birçok bunalımı doğurur. İşsiz kalan insanların aile içi kavgaları ile başlayan ve intiharlara kadar uzanan sosyal felâketler zinciri toplumu çıkmazlara sokar ve çaresiz bırakır.

Eğitimden sağlığa, güvenlikten dış politikaya kadar bütün sosyal ve siyasî kurumlar kendini kaosun içinde bulur. Başta söylediğimiz gibi sosyal hadiselerin iç içe ve sarmal olma özelliği bunu gerektirir.

Peki, küresel krizin dinî boyutu nasıl oluyor?

Ekonomik olayların dinî boyutuna iki cihetle bakmak mümkün: Sebep ve sonuç.

Ekonomik kriz sonuçları itibarı ile dinî yaşayışı etkiler, ferdin davranışını şekillendirir ve ibadetlerine bir yoğunluk katar. Bu ekonomik olaydan dinî ders çıkarmanın muamelat boyutudur.

Fakat bir de olayın itikadî olan derinlikli boyutu var ki işte asıl önemli olan budur. Bu, sonuçtan çok sebebe bakan bir iman boyutudur! Yani sonuçtan sebebe dönerek kader ve hikmet boyutunu imanî bir nazarla algılamaktır. Böyle bir anlamlandırma için küresellik, yerellik ve bireysellik farkı olmaz. Başımızdan geçen her olayın kuvvetli bir kaderî boyutu mevcuttur.

Said Nursî 40 milyon insanı işinden edip aç perişan sokaklara atan 1929 tarihli meşhur “büyük dünya ekonomik bunalımı”nı gören bir insandır. Yine Said Nursî II. Dünya Savaşı atmosferinde ve sonrasında dünyanın yaşadığı korkunç ekonomik gerilimi de görmüştü.

Peki, getirdiği yorum ne idi?

II. Dünya savaşı atmosferinde yazılan Kastamonu Lâhikası adlı eserine bakın orada şu kavramların sıkça geçtiğini görürsünüz: Açlık, zaruret, derd-i maişet, kaht-u gala, musibet-i amme, ihtikâr, hasarat, zayiat, vs. Bu kavramların açılımı hep bu merkezdendir.

1929 bunalımından önce I. Dünya Savaşı hengâmında Osmanlı ve İslâm âleminin yaşadığı kayıplara Said Nursî yine aynı merkezde bir yorum getirir. Sünûhat adlı eserinde yer alan bu anlamdaki metnin bir sorusunu ve cevabını beraber okuyalım:

Soru: “Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti?

Cevap: “Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: Salât, savm, zekât.

Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nev’î namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, O’ da bizden müterakim zekâtı aldı.

16.03.2009

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Zaman Yeni Asya’yı hep tasdik etti



Nisyandan gelen insan, genellikle unutur. Fakat levh-i mahfuza geçmiş hadiseleri unutsak da, mutlaka bir gün karşımıza çıkacaktır. Bu yönüyle gazetelerin arşivlerini hep levh-i mahfuza benzetirim. Hem dünyada ve hem de ahirette yaşanmış levhalar nazarlarımıza sunulunca, bizde inkâra mecal kalmayacaktır.

Gazetemizin kırkıncı senesinde, hayâlen ilk günlere doğru seyahatler yapmak, yaşadığımız hadiseler bizi zorlarken, uçuşumuzda kuşbakışı gözümüze takılan bazı noktaları sizinle paylaşmak istiyoruz. Dışımızdakilerin iddia dedikleri hakikatlerin tahakkuklarını yaşayıp yaşamadığımızı zihin araştırırken, “tahdis-i nimet” suretinde bizi şükre sevk edecek bazı hadiseleri arz etmek istiyoruz. Bediüzzaman Hazretlerinin Risâle-i Nur isimli Kur’ân tefsirinin çerçevesinde kalarak, “Emrolunduğun üzere dosdoğru ol!” emrini nefsinde yaşayarak gelen Yeni Asya’nın coğrafyası, bildiğiniz gibi nifakın hâkim olduğu coğrafyalardı.

Hadiseleri, yapısı gereği iğfal ile sunan nifaka karşı, ancak “Nur” ile bakabilenler doğruyu görebildiler. Nifakla başa geçmiş “komite istibdadının” bütün işleri kandırmaya yönelik olunca, Yeni Asya’nın da en büyük vazifesi ikaz etmek, uyarmak ve karşı hücumlara kahramanca göğüs germek oldu. Aşağıda müşahhaslaştırdığımız örnekler üzerinde tartışmaya devam edebiliriz. Tartışmaya delil ve belgelerle katılanlar başımızın üzerinde yer bulacaklardır.

İsterseniz en sondan başlayalım. Henüz mürekkebi kurumamış köşe yazılarından... Yeni Asya, resmî ideolojinin ecdadımıza reddi-i mirası meselesinde büyük müdafaalarda bulundu. Onlara yapılan haksız itham ve iftiraları, sahiplerine iade etti. Bildiğiniz üzere bütün dünya, bugün Osmanlının ihtişamını ve cumhuriyetle başlayan “komite diktatörlüğünden” daha adaletli ve hürriyetçi olduğunu yazıyor.

Günümüzü karartan hadise ve faillerinin tarihî kökleri üzerinde de Yeni Asya’nın araştırmaları fevkalâde önemlidir. Enver Paşa, Çerkez Ethem, Ali Şükrü Bey, Mehmed Akif, Halid Paşa, Cemaleddin Afganî ve Prens Sabahaddin gibi tarihe mal olan zatlara ve günümüzde yapılan zulümlere karşı duran Yeni Asya, Ahrar'ı, İttihad-ı Muhammedîyi, İttihad Terakki içindeki bozuk kısma karşı duran “vatanperverler”i ve Birinci Meclisteki demokratları bütün haseneleriyle müdafaa etti. Diğer ehl-i iman tarafından da kısmen müdafaası yapılan şahsiyetleri burada zikretmiyoruz. Yeni Asya zaten hep inananların yanında oldu. Yukarıdaki şahsiyetler ve tarihî fikir çizgileri hakkında efkâr-ı ammenin ulaştığı kararı hepiniz biliyorsunuz.

Yeni Asya’nın tarihî başarılarından biri de insaniyet, hürriyet ve İslâm düşmanlarının “cumhuriyet”e yükledikleri yanlış mânâlardan onu kurtarmak oldu. Bediüzzaman’ın Asr-ı Saadet pratiğiyle isbat ettiği hakikî cumhuriyetin, şeriatın bizzat özünde olduğunu Yeni Asya dillendirdi. Laik cumhuriyet olduğu gibi, dindar cumhuriyet ve cumhuriyetçilerin de olabileceğini ispat ederek, İstibdâdın ancak küfürle uzlaşabileceğini, İslâmiyetle hiçbir alâkasının olmadığını anlatageldi. Ve milletler arası siyaset teorisyenleri de bunu dillendirmeye başladılar.

Din ve devlet ilişkilerinin bu coğrafyada yerli yerine oturmadığını hepimiz biliyoruz. Osmanlıdan resmî cumhuriyete geçişte milleti inciten bir soruna dönüşen her hastalığa teşhisi Yeni Asya, Bediüzzaman’ın fikirleriyle koydu. Meşrûtiyeti, cumhuriyeti, doğru hürriyeti ve demokrasiyi âyet ve hadislerle anlattı. Bilhassa “dinin siyasete alet edilemeyeceğini,” varlığını ortaya koyarak anlatmaya çalıştı. Türkiye’nin ve dolayısıyla âlem-i İslâmın kırk senesine mâl olan yanlışlarla Yeni Asya göğüs göğüse tartışarak geliyor. Ne yazık ki, ancak on seneden beri yavaş yavaş efkâr-ı amme bu doğru mecraya akmaya başladı ki, maalesef nifak hareketi parmağını bu delikten henüz çıkarmış değil. Fakat zaman Yeni Asya’yı bu hususta da hep haklı çıkardı. Siyasal İslâmın ninni ve masallarıyla büyüyen genç siyasetçiler bile artık “Referansımız İslâm değil” diyorlar.

Cumhuriyeti yalnızca isim ve resimden ibaret bir şekil olarak kuranlar, milleti elastiki kanunlarla istibdatları altına aldılar. Cumhuriyet kanunlarıyla halkına zulmedenlere karşı, Yeni Asya milletin avukatı gayretiyle çalıştı. Dişiyle tırnağıyla bazı yanlış kanunları düzelttiği gibi, birçok din ve hürriyet karşıtı tasarıyı da Mecliste bertaraf ettirdi. Yakın tarihçilerimiz hipnotizmadan kurtuldukları gün bu araştırmalara başlayacaklardır, ümidindeyiz.

Yeni Asya, bütün ihtilâllerin özünün “imansızlık ve inkâr-ı uluhiyet” olduğunu satır aralarında yazdı. Büyük ihtilâlden 31 Mar’ta, Bolşevik ihtilâline, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat ihtilâllerine kadar uzanan zincirin mahiyeti buydu, bütün otoritelere başkaldırıydı ve netice itibariyle anarşi ve kaostu. Aynı zamanda ihtilâl sonrasındaki icraatların üzerlerindeki iğfal perdesini yırtan da Yeni Asya oldu. Yeni Asya’nın 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’taki şanlı ve kahramanca mücadelelerini, tarih mutlaka bir gün yazacaktır. Türkiye bu havaya henüz yeni yeni giriyor. Yeni Asya bu istikamette modern Avrupa ile birlikte yürüdü, milleti mütemadiyen ikaz ve irşad etmeye çalıştı. Devam edeceğiz...

16.03.2009

E-Posta: [email protected]




Ruhan ASYA

Pazara kadar değil, mezara kadar



Bu akşam yaşadığım bir olay uzun zamandır yazmayı düşündüğüm, ama bir türlü müsait bir an bulamadığım bu yazı için bana fırsat verdi. Kübra kardeşim çocukluk arkadaşı Melek’e bir hediye hazırlamış. Bir tabloda birlikte resimleri ve resimlerin ortasında “friends forewer,” yani “sonsuza kadar arkadaşlık” yazısı. ”Forewer,“ yani “sonsuza kadar” kelimesi düşünce ve duygu dünyamda bir kıvılcım olup, hissiyatımı alevledi.

Ve kadim dostum Yeni Asya ile geçirdiğim yıllar bir film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden.

Daha doğar doğmaz başladı Yeni Asya ile yolculuğumuz. Babam doğduğum yıl gazetemizde yazan bir büyüğümün adını vermiş bana. İşte böyle başladı gazetemle dostluğum. Otuz bir yıldır beraberiz onun kırkıncı yılında.

Şöyle geçmişe gittim hayalen. Hafızamda çocukluğumdan kalma gazeteme dair hatıraları yokladım. Daha ilkokuldaydık. Ve televizyonda Yeni Asya’nın reklâmları çıkacaktı. O akşam ailece televizyonun önünde bu anı beklemiştik. Biz çocukların küçücük kalpleri bu bekleyişin heyecanıyla deli gibi çarpıyordu. Nihayet beklenen an gelmiş, kimseden çıt çıkmıyor, reklâmı seyrediyordu herkes. Arkasından alkış sesleri.

Sonra bir gün babam eve büyük bir hüzünle geldi. Gazetenin kapatıldığını söyledi. Üzüntüsünden konuşamıyordu. Elhamdülillah bu ayrılık çok uzun sürmedi.

Urfa Ceylanpınar’daydık o zamanlar. Aile dostumuz Muzaffer Amcayı hep elinde gazeteyle hatırlıyorum. Babamın her akşam eve elinde gazeteyle gelişi çocukluğumun unutulmaz karelerinden. Amcamın şiirleri çıkardı gazetede. Heyecanla gazetede yayınlanmasını beklerdik. Ve daha pek çok şey hafızamda gazeteme dair..

Sonra büyüdük. Gazetemizin yıllarca maruz kaldığı ve mücadele ettiği zulmün mağdurlarından biri de biz olduk. Biz dini dünyaya rüşvet vermemeyi, müsbet hareketi, zalimlere meyil göstermemeyi, dik ve onurlu duruşu Yeni Asya’dan öğrendik. Ve pazara kadar değil, mezara kadar devam edecek birlikteliğimizde daha çok şey öğreneceğiz Yeni Asya’dan. Sana çok büyük bir teşekkür borçluyuz Yeni Asya’m.

16.03.2009

E-Posta: [email protected]




Recep TAŞCI

Varsa yoksa dolar



Son aylarda adım adım yükselişe geçen dolar, nihayet 9 Mart günü rekor kırdı. Manşetler atıldı. Parası olan olmayan herkes “Acaba daha da yükselir mi?” sorusunu sormaya başladı. Üretim düşüyor, işletmeler bir bir iflâs ediyor, işsizlik almış başını gidiyor, başta hükümet olmak üzere kimsenin umurunda değil. Varsa yoksa doların akıbeti. Şimdi eminim sizler de “Dolar kaç lira olacak?” diye merak ediyorsunuz. Hemen kestirip atalım. Doların nereye kadar çıkacağını veya ineceğini kimse bilemez. Kim ne söylüyorsa inanmayın. Çünkü kriz ortamında doların fiyatını belirleyen pek çok faktör vardır ve bu faktörlerden hangisinin daha etkin olacağını tahmin etmek mümkün değildir. Biz ancak fiyatı oluşturan faktörleri bilgilerinize sunabiliriz.

Önce şunu ifade edelim. Doların fiyatını geçmişten farklı olarak esas itibariyle dış konjonktür belirlemektedir. Siz içeride ne tedbir alırsanız alın dış şartlar olumsuz ise nafile. Dolar artışı kaçınılmazdır. Dış faktörlerin başında ABD ekonomisi gelmektedir. Küresel krizin çıktığı ABD’den gelecek olumlu sinyaller doları frenleyecektir. Aksi gelişmeler doları daha da yukarılara taşıyacaktır. Nitekim dünyanın en büyük otomotiv şirketlerinden General Motors’un kapanma aşamasına gelmesi, doları bütün dünyada sıçratmıştır. Biz de tarihî rekoru bu şirkete borçluyuz!

Gerçekten dolar sadece TL değil, bütün para birimleri karşısında değer kazanıyor. Dolar borcu olan ülkelerin dolara hücum etmesi, doları yükselten diğer bir dış etkendir. Özellikle Doğu Avrupa ülkelerinin milyarlarca doları bulan borçları döviz talebini canlı tutmaktadır. İç faktörlere gelince; objektif olmanın gereği bazı olumlu noktaları not etmeliyiz. Bu ülke 1 milyon dolar için Lüksemburg’un kapılarında beklediği, 2001 krizinde de kasasının tam takır olduğu günleri yaşamıştır. Bugün Merkez Bankasında 65 milyar dolar rezervi bulunmaktadır. Bankaları batmayan nadir ülkelerden biridir. Döviz gelir-giderini gösteren carî işlemler dengesi Ocak ayında 4,5 yıldan sonra ilk defa 291 milyon dolar fazla vermiştir. 2008 Ocak ayında açık 4,2 milyar dolardı. Carî açığın azalması dövize olan talebi sınırlandıracağından kurlardaki artışı bir nebze olsun engelleyecektir. Tabiî ki carî açığın birden bıçak gibi kesilmesi ekonomiyi olumsuz yönde etkileyecektir, ama çaresiz katlanmak zorundayız. Dünyada, petrol ve emtia fiyatlarında görülen düşüş eğilimi carî açığa olumlu bir şekilde yansıyacak, döviz giderimiz azalacaktır. Merkez Bankası günde 50 milyon dolar satarak piyasalara, “Kurların yükselmesine izin vermeyeceğini, spekülatif hareketlerden kaçının, yoksa zarar edersiniz” mesajını veriyor. Nitekim dışarıdan gelen olumlu havanın da etkisiyle bu satış kararından sonra dolarda az da olsa bir gevşeme görülmüştür. IMF ile yapılacak anlaşma da doların seyrini aşağı çekebilir.

Doları yükseltebilecek faktörleri ise şöyle sayabiliriz; “Merkez Bankası’nın bir yandan döviz satarak piyasayı kontrol ederken, öte yandan faiz indirimine gitmesi çelişkilidir. Döviz borcu olan firmaların döviz toplaması ve yabancı yatırımcıların ülkeyi terk ederken döviz götürmeleri fiyatı yükseltici rol oynamaktadır. Döviz fiyatını belirleyen en önemli unsurlardan biri “beklentidir.” Hükümetin kararlı tutumu, ekonominin güven vermesi dövizde istikrar sağlayacaktır. Zaten ekonomi için esas olan dövizin yükselmesinden ziyade istikrara kavuşmasıdır. Ani iniş çıkışlar büyük hasara yol açmaktadır. Yoksa doların geldiği bugünkü seviyeye bakıp paniğe kapılınmamalıdır. Dolar bu seviyelerde tutunabilirse başarıdır. Düşük kur yüksek faiz politikası dolayısıyla bu ülke çok ağır bedeller ödemiştir. Düşük kur, ucuz ithalatı teşvik ederek yerli sanayii öldürmüş, istihdamı daraltmıştır. Artan ithalat sebebiyle büyük çapta cari açık verilmiş, açığın finansmanı için yüksek oranda faiz ödenmiştir. 2000-2008 yıllarında bu ülkenin faize ödediği para 418 milyar TL’dir. 70 milyondan toplanan vergilerin yarısı faiz ödemesine gitmiştir.

Ödenen faizlerin büyük kısmını 3-5 bin kişi paylaşmıştır. Küresel kriz olmasaydı da böyle adaletsiz, sömürüye dayanan düzen sürdürülemezdi.

Bu sebeple doların gerçek değerini bulması hayırlı olacaktır. Son yedi yılın enflasyon rakamları dikkate alındığında doların 1,7-1,8 bandında seyretmesi üretime, ihracata, istihdama, carî açığın kapanmasına katkıda bulunacaktır. Peki dolar borcu olanların hali ne olacak? Kusura bakmasınlar, ama unutulmasın ki döviz kredisi kullananlar yıllarca nerdeyse sıfır faizle finansman ihtiyacını karşılamışlardı. Şimdi fedakârlık sırası onlarda. Öte yandan Merkez Bankasının kurlara müdahalesinde dikkatli olunmalı, döviz rezervini eritici hamlelerden uzak durulmalıdır. Bir kere şu iyi bilinmelidir. Dış faktörlerin etkisiyle döviz yükseliyorsa, Merkez Bankasının döviz satması pek akıllıca bir iş değildir, boşuna döviz harcanmış olur. Bunun son örneği Rusya’da görülmüştür. Rublenin değerini korumak için Ağustos 2008’de döviz rezervinin üçte biri harcanmış, buna rağmen rublenin yüzde 50 değer kaybetmesi önlenememiştir. Bu kriz ortamında döviz çok önemlidir. Telâşa kapılıp harcamaya kalkmayalım. Madem dalgalı kur rejimini seçtik spekülatif hareketler dışında kendi haline bırakalım, gerçek değerini bulsun.

16.03.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Pansuman paketler”le krizden kurtarma!



Siyasî kültürü yozlaştıran, “yolsuzluklar” ortasında üslûbu kirleten ve ihtiraslar uğruna değerler üzerinden kutuplaştırıp çatıştıran propaganda sürecinde ilân edilen “kriz önlem paketi” tartışılıyor.

Tıpkı daha yeni rayları tam döşenmeyen, hemzemin-alt ve üstgeçitleri yapılmayan ve güvenliği alınmayan alelacele “hızlı tren” gibi söz konusu “önlem paketi”nin de yetersiz olduğu ve tamamlanmamış olduğu belirtiliyor.

Başbakan, otomotivde, konutta, beyaz eşya ve elektronikte üç ayla sınırlı vergi indirimlerinin en kısa zamanda başlayacağını söyledi. Bugün toplanacak Bakanlar Kurulu’nda son şeklinin verilmesi ve seçim öncesinde yürürlüğe girmesi bekleniyor. Ancak ekonomistler, hükümetin daralan iç talebi canlandırmak ve tüketimi arttırmak amacıyla düşündüğü “paket”in üç ay gibi kısa süreli bazı vergi indirimlerinden ibaret olduğunu, köklü bir programa dayanmadığı için bekleneni sağlayamayacağını daha baştan bildiriyorlar.

Bazı vergi indirim oranları ile paketin ne zaman başlayacağının netleşmemesi ve hâlen Maliye Bakanlığı’nın üzerinde çalıştığı bilgisi, “paket”in seçim öncesine yetiştirilmesi için apartopar piyasaya sürüldüğünü ele veriyor.

Mesela otomotivdeki yüzde 18 KDV duruyor; hükümet, stokları eritmek için yüzde 37 ÖTV’yi yüzde üç ay için yüzde 1’e düşürmeyi plânlıyor. Motor gücü yüksek araçlarda yüzde 60 ÖTV’yi yüzde 36 çekmeyi düşünüyor. Beyaz eşya ve elektronikte yüzde 6.7 olan ÖTV’nin üç ay süreyle yüzde 1’e indirilmesi, tüketici kredilerden kesilen Kaynak Kullanımı Destekleme Fonunun yüzde 15’ten yüzde 10 indirilmesi ve 150 metrekare üzerindeki konutlardan alınan yüzde 18 KDV’nin yüzde 8’e indirilmesi, paketin ne denli güdük olduğunu peşinen ortaya koyuyor.

AKP HÜKÛMETİ, IMF’NİN

DAYATMALARINI KABUL ETMİŞ…

“Önlemler”in yeniden revize edilecek olan bütçe dengeleriyle uyumu ve durgunluğu önleyeceği hususunda henüz bir kanaat vermediği tesbitini yapan uzmanlar, bütçenin gittikçe açılan açığına bir çözüm bulunmadığı sürece bunun bir işe yaramayacağını nazara veriyorlar.

İstihdam ve üretimi arttıracak köklü tedbirlerle işsizliğe çare bulunmadıkça, zaten yüksek olan ÖTV ve KDV oranlarındaki indirimlerin kilitlenen piyasaları tetikleyemeyeceğini anlatıyorlar. Fiyatların aşağı çekilmesinin yetmeyeceğini ve mutlaka diğer tedbirlerle takviye edilmesi gerektiğini nazara veriyorlar.

Gerçek şu ki hükümetin bu yarım yamalak “önlemler paketi”, önceki gün Londra’da yapılan G-20 zirvesine katılan ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Şimşek’in, Türkiye’de hükümetin krizden çıkış için cesur kararlar alması gerektiği ifadesiyle de çelişiyor.

Krize karşı kırılganlık sadece sathî pansuman paketlerde değil, IMF ile ilişkilerdeki zikzaklarda da kendini ele veriyor. Belli ki siyasî iktidar baştan beri IMF ile anlaşma yapmış; lâkin seçim öncesi bunun açıklanmasını istemiyor. Mahallî seçimlere az bir süre kala Başbakan miting meydanlarında halka karşı IMF’ye “milletin menfaatleri”yle rest çekerken, Ankara’dan davet bekleyen IMF heyetiyle alttan alta işlerin kotarıldığı haberleri geliyor.

Çarpıtmalar burada da devam ediyor. Şimdi de IMF’den otomatikman gelen “kemer sıkma” şartının “yatırımlardan vazgeçilmesi gerektirmediği” saptırması geliyor. Başbakan, vergi artışı ve harcamaların kısılmasını kabul etmeyeceğini söylerken, IMF’nin zaten bunu istemediği gerçeği gizleniyor.

Hükümetin IMF’nin dayattığı Gelir İdaresinin özerkleştirilmesi ve belediye harcamalarının kısıtlanmasını kabul etmesini Bakan Şimşek, bunu kendilerinin de istediğiyle açıklıyor. Belediyelerin harcamalarında rasyonel bir politika izleyip zaten kıstıklarını bildirmekle kamuoyunun tepkisini azaltmaya uğraşıyor.

IMF’nin bütün isteklerini yerine getirdiklerini örtülü bir biçimde ufak ufak ikrar eden Bakan, belli ki seçim sonrasına “ümüğümüzü sıkacak” yeni stand by anlaşmasına zemin hazırlıyor…

TÜRKİYE’NİN İZLANDA VE

SIRBİSTAN’LA KIYASI

Kısacası, AKP hükümeti IMF’nin dayatmalarını kabul ediyor; anlaşmayı yavaş yavaş ısıtıyor. Ve şu işe bakın; her fırsatta önceki hükümetleri IMF’ye teslim olmakla suçlayan, otuz yıl öncesinin zam ve pahalılık dönemlerini nazara vererek bugünkü vâhim krizi gözden kaçırmaya çalışan Başbakan, hükümetin IMF’ye “teslimiyeti”ni beylik lâflarla gürültüye getiriyor.

Türkiye’nin dünyada ekonomisi büyük ilk 20 ülke arasına girdiğiyle övünen hükümetin ekonomiden sorumlu Bakanı, IMF’nin el attığı ülkelerde ekonominin daha da kötüye gittiği, ekonomik buhrandan siyasî kargaşaya, toplumda iç çatışma ve kaos girdabına girdiği uyarılarına karşı, dünyada IMF programını uygulayan ülkeleri misal veriyor.

Yeri geldiğinde IMF ile varılan anlaşmanın bir türlü imzalanmamasını aynen Başbakan gibi “Türkiye’nin menfaatleri”ne bağlayan Bakan, Türkiye’yi IMF’nin tâlimatlarını yerine getiren Macaristan, İzlanda, Sırbistan, Polonya ve Arjantin gibi bazı eski Doğu Bloku ve kimi Lâtin Amerika ülkeleriyle kıyaslıyor. Türkiye ekonomisinin iflâsını ilân eden ve ülkeyi satılığa çıkaran İzlanda ve Sırbistan’dan iyi olduğuyla övünüyor!

Anlaşılan o ki, her ne kadar yandan itiraflar başlasa da, krizin teğet geçmediği yavaş yavaş ikrar edilse de, belli IMF ile anlaşma ve krizin meydana getirdiği tahribatı ortaya çıkaran asıl “kriz kırım raporu” seçimden sonra açıklanacak…

Başbakan ve iktidar partisi sözcülerinin açıklama öncesi çelişkileri, kriz kırılmaları ve tezatları bundan. Peki bu “pansuman tedbirler” ekonomiyi krizden kurtaracak mı?

16.03.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘İkna odaları’ kimin işiydi?



Kamuoyu, ‘ikna odaları’ denen uygulamayı ilk duyduğunda da şok olmuştu, şimdi de şok oluyor. Bu uygulama, kanunsuz başörtüsü yasağını yaygınlaştırmak için İstanbul Üniversitesinin o zamanki yöneticilerinin icad ettiği bir yoldu. Dünya üniversiteleri ilimde ve fende yeniliklere imza atarken, bizim üniversitelerimiz başörtüsü yasağını yaygınlaştırmak için ‘şeytan’ın dahi aklına gelmeyen böyle buluşlara, icadlara ve uygulamalara imza atıyordu.

Neydi ‘ikna odaları?’ Dönemin İ.Ü. yöneticileri, üniversiteye kayıt hakkı kazanan başörtülü öğrenciler için özel bir oda hazırlamış ve o odaya alınan öğrenciler başlarını açmaları yönünde ‘ikna’ edilmeye çalışılıyordu. Elbette ‘ikna olmama’ şıkkı yoktu. Çünkü onlara teklif edilen şey; “Ya başörtünü aç, ya da okulu terk et” şeklindeydi.

Yasakçılar elbette o kadar da ‘insafsız’ değildi! ‘İnsanî’ yönleri ağır bastığı için bu teklifi, ‘psikologlar eşliğinde’ yapmayı ihmal etmiyorlardı! O dönemde İÜ Edebiyat Fakültesinde okuyan yeğenim de ‘ikna odası’na alındığı ve ikna olmayı reddettiği için, uygulamayı yakinen biliyorum diyebilirim.

Ne yazık ki, dönemin ‘ikna odaları’ yöneticilerinin bir kısmı bugün ‘milletin vekili’ sıfatıyla TBMM’de ve hâlâ aynı yasak anlayışı savunmaya ve yaygınlaştırma çalışmalarına devam ediyorlar.

‘İkna odaları’nın yeniden gündeme gelmesine bir ‘itiraf’ vesile oldu. TBMM Başkan Vekili Meral Akşener, Konya’da yaptığı bir konuşmada, özetle; “Sezer’i cumhurbaşkanı seçtirmek uğruna milletvekilleri için ikna odaları kurulmuştu. Beni de ikna etmeye çalıştılar, ikna olmadım. Yine peşimi bırakmadılar, ailem üzerinden ikna çalışmalarını sürdürdüler” demiş. (Yeni Asya, 14 Mart 2009) (Parantez açıp Akşener’in kamuoyuyla paylaştığı bir bilgiyi daha aktaralım. Akşener, Sezer’in seçilmesi için iki ismin [Haşim Kılıç ve Sacid Adalı] ‘çok gayret sarfettiğini’ iddia ediyor. Eğer bu iddia doğru ise; şaşırtıcı olmanın ötesinde şok edici bir bilgi olsa gerek.)

Sezer’in cumhurbaşkanı seçtirilmesi uğruna milletvekillerini ikna etmek için tertip düzenlendiğiyle ilgili olarak dile getirilen bu itirafı ilk defa duyuyoruz, ama şaşırmıyoruz. Çünkü ayrıntılarını bilmesek de işlerin bu şekilde yürütüldüğünün sadece biz değil, herkes farkında. Aksi olsa, ona şaşmak lâzımdı!

Hemen her konuda açık ya da gizli müdahaleler oluyor, ama bilhassa cumhurbaşkanlığı seçiminde tartışma daha da büyüyor. Nitekim, son seçimlerde de “367 kuralı’ gibi yeni bir kural ihdas edildi ki; gören de duyan da şaştı. Muhtemelen önümüzdeki yıllarda da herkes bu uygulamaya şaşacak.

Gerek üniversitelerde ve gerekse TBMM’de ya da o konularla ilgili olarak başka yerlerde ‘ikna odaları’ kurulabildiğine göre, asıl soru ‘bu odaları kimin kurduğu’ sorusu olsa gerek. İlk akla gelen cevap, bu ve benzeri odaların şu anda yargı konusu olan ‘Ergenekon benzerî yapılanmalar’la irtibatlı olduğu söylenebilir.

Anlaşılan gizli ya da açık faaliyet gösteren bir ‘ekip’ o dönemde milletvekillerini ikna etmeyi başarabilmiş. Umalım ve duâ edelim ki aynı ekip, değişik yol ve usullerle milletimizi ikna etmeyi başaramasın!

16.03.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Babam inşallah kazanmaz!



Mahallî seçimler yaklaştıkça heyecan artıyor. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı için, medyanın da pompalaması ile üç aday yarışıyor. Bunlardan birisi de şu anda Ankara’nın Beypazarı ilçesinin belediye başkanı olan Mansur Yavaş… Seçilme şansının yüksek olduğu iddia edilen Yavaş’ın çocukları, babalarının belediye başkanı olmaması için duâ ediyorlarmış. (Hürriyet, Ayşe Arman, 10.03.2009)

Kendisinin verdiği bilgiye göre eşinin zorlaması ile de aday olan Yavaş’ın çocuklarının duâsı kabul olur mu bilemeyiz, ama kazanamazsa en çok ailesinin sevineceği kesin…

***

KÜFÜRBAZ

Seçim kampanyaları, ağza alınmayacak sözlerin ortalığa serildiği bir alana dönüştü. Birçok söz, konuşma dâvâ konusu oldu. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, telefon dinlemelerini de eleştirirken sarf ettiği sözler de hayli dikkat çekiciydi: “İnsan karısıyla, arkadaşıyla konuşamaz, içini boşaltamaz hale geldi. İnsan, açar telefonu isterse iktidara da küfreder. Şöyle ağız tadıyla küfredemez olduk!”

Yıllardır bir partinin başında bulunan birinin bu türlü bir “şikâyetini” anlamak mümkün değil. Tevil edilecek, düzeltilecek bir yanı da yok. Millete örnek olması gereken birisinin ‘telefonda küfür edemiyorum’ diye sızlanması, kötü örnek olmaz mı? Bu sözlerin televizyonda verilmemesi de çare değil. Telefonda küfür etmek amacıyla kullanılmaz… Birçok kişi bunun böyle olduğunu biliyor, Baykal da öğrenir artık…

***

MİLLETİN ŞAKASI OLUR MU?

Bir süreden beri 2.5 kutuplu bir politika takip ediliyor ve bazı partiler adeta yok farz ediliyor.

Medyada ismi bahsedilmeyenlerden birisi olan DSP Genel Başkanı Zeki Sezer, bu durumdan hayli şikâyetçi. Sezer, “Millet şaka yapmıyorsa sürpriz parti DSP olacak” demiş. 29 Mart’a az kaldı. Millet şaka yapar mı yapmaz mı bilinmez, ama görünen köy de kılavuz istemez…

***

İPHONE’UNDAN DUÂ!

19 yıl evvel bir silâhlı saldırı sonucu ölen Hürriyet Gazetesi eski genel yayın yönetmeni Çetin Emeç, Zincirlikuyu Mezarlığı’ndaki kabri başında anılmış. Anma programında ilginç bir olay yaşanmış. Hürriyet gazetesinde de çıkan habere göre, yapılan anma töreninde hoca geç kalmış. “Ne yapalım?” diye düşünürken, Ertuğrul Özkök’ün aklına bir fikir gelmiş ve hemen bu fikrini uygulamaya koymuş. Hemen iPhone’sini (gelişmiş müzik çalar özelliği olan çok fonksiyonlu cep telefonu) açmış orada kayıtlı olan Fatiha Sûresini telefonun hoparlörünü açarak dinletmiş.

Kimse “Fatiha Sûresini” bilmiyor muydu ki İPhone’ye başvurmuşlar?

16.03.2009

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

23 Mart'a doğru



23 Mart’a bir hafta kaldı. Önümüzdeki Pazartesi 23 Mart. Yani Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin 49. vefat yıldönümü.

Her sene olduğu gibi, bu yıl da 23 Mart sayımız özel bir muhteva ile çıkacak. Ve o gün okurlarımıza gazetenin yanında özel bir ek verme geleneğimizi bu yıl da devam ettireceğiz.

23 Mart ilâvemizin bu yılki konusu küresel finans krizi. Bu krizin sebep ve çareleriyle ilgili olarak Risale-i Nur’daki izahlardan, tam da meselenin püf noktalarına ışık tutan bahisleri derledik ve “İktisat Rehberi” olarak yapılması gerektiğini düşündüğümüz ayrı bir çalışmanın çekirdeğini oluşturacak şekilde bir araya getirdik.

Bu izahlarda, krizi ortaya çıkaran sebeplerin, materyalist Batı medeniyetine vücut veren yanlış prensipler olduğu; İslâmın zekât emriyle faiz yasağına uyulmamasının, sürekli bir kriz ortamını beslediği; medeniyet imkânlarının insanları çalışma şevkinden uzaklaştırıp tembelleştirmek, eğlence ve sefahete yönlendirmek için kullanıldığı; zarurî olmayan ihtiyaçların ihtiyaçmış gibi gösterilmek suretiyle israf ve tüketim çılgınlığının körüklendiği; çıkış yolunun şükür, iktisat ve kanaat prensiplerine göre yaşanan sade bir hayat tarzında olduğu; kâinatın da hiçbir şeyin israfına ve hor kullanılmasına izin vermeyen iktisat ölçüleriyle yaratıldığı ve insanın bu ölçülere uygun yaşadığı nisbette huzura kavuşabileceği gibi hususlara dikkat çekiliyor.

İlâvemizde ayrıca, bu prensipleri kendi hayatında en mükemmel şekilde yaşayarak örnek olan Üstadın yakın hizmetinde bulunmuş talebelerinden muhterem Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin ve Mehmet Fırıncı ile yaptığımız mülâkatlar da yer alacak.

Kısaca, bu 23 Mart sayımız da gündeme damgasını vurup bugünün en çok konuşulan problemiyle ilgili doğru teşhis ve sağlıklı tedavi çarelerini ortaya koyan orijinal ve tarihî bir belge niteliğinde olacak.

Gazetenizi şimdiden ayırtın. O gün için ek taleplerinizi de son âna bırakmadan, Abone Servisimize bir an önce bildirin.

***

IV. Ulusal Risale-i Nur Kongresi

Krizin sebep ve çareleriyle ilgili olarak Risale-i Nur’da yer alan tesbitler, 23 Mart’tan hemen önce gerçekleşecek olan “Küresel kriz ve Said Nursî’nin iktisat görüşü” konulu IV. Ulusal Risale-i Nur Kongresinde de tahlil edilecek.

21 Mart Cumartesi günü “Din ve iktisat; Toplum, ahlâk ve iktisat; Siyaset, ideolojiler ve iktisat; Felsefe, medeniyet ve iktisat; Çevre ve iktisat” başlıkları, beş ayrı masa çalışmasına konu olacak ve sonuç bildirileri, 22 Mart Pazar günü Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayında 14:30’da başlayacak olan panelde açıklanacak.

Ayrıca panelistler, konuyla ilgili görüşlerini de detaylı şekilde anlatacaklar. Av. Kadir Akbaş’ın yöneteceği panele konuşmacı olarak Prof. Dr. Ahmet Battal, Prof. Dr. Bünyamin Duran, Dr. Yusuf Kaplan ve Ali Bulaç iştirak edecek.

***

Eski Said Dönemi Eserleri

Üstadı 49. vefat yıldönümünde anarken, bu vesileyle onun görüşlerini daha iyi anlamayı amaçlayan etkinlikler çerçevesinde müjdeli bir haber de Yeni Asya Neşriyat’tan geldi.

Yıllardır arzu edilen ve beklenen bir çalışma nihayet sonuçlandı ve Eski Said Dönemi Eserleri, Risale-i Nur Külliyatının şimdiye kadar neşrolunan eserleri gibi yeni bir tanzimle hazırlanarak okuyucuların hizmetine sunuldu.

Eserin muhtevası şöyle:

* Makaleler (24 adet); * Divan-ı Harb-i Örfî; * Nutuk; * Münâzarât; * Hutbe-i Şamiye; * Devaü’l-Yeis; * Nokta; * Hutuvat-ı Sitte; * Sünûhat; * Rumuz; * Şuaat; * Tulûat; * İşarat; * Hakikat Çekirdekleri I ve II; * Lemaat.

Bazıları mevcut eserlerde münderic olan, bir kısmı müstakil cep kitapları halinde neşredilmiş bulunan, bir kısmı da yayınlanmış eserlerin hiçbirinde mevcut olmayan Eski Said eserlerini tek cilt halinde toplayan kitabın çok büyük bir boşluğu dolduracağına inanıyoruz.

16.03.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis