25 Ağustos 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Ahmet DURSUN

Ramazan fotoğrafı


A+ | A-

ürkiye teneffüse çıktı adeta. Bilmem fark ettiniz mi? Onca gerginliğe, toplumu geren onca çığırtkanlığa rağmen, Ramazan-ı Şerif’in sıcak yüzü, herkesi kucaklayan şefkatli kolları, çıkmaz sokaklarda dolaşan, daraldıkça daralan Türkiye’ye nefes aldırdı. Onca sıkıntılara, bitmez sanılan dertlere, çözülemez denilen problemlere, eyvahlara-âhlara rağmen yüzler bu ayda biraz daha fazla gülüyor, gönüller huzuru tadıyor.

Açılımlarla ülkenin neşter bekleyen meselelerine el atmaya çalışanlarla bunlara köstek olmaya uğraşanlar bilmem bunu fark ettiler mi? Her gece teravihlerde camileri dolduran, renkleri, dilleri, sosyal statüleri farklı onca insana aynı seccadeye baş koyduran, aynı hislerle aynı Kâbe’ye yönelten his; sakın Kürt açılımında aranan yol haritası olmasın. Sakın, aynı anda milyonları aynı duygu ve düşüncelerle bütün problemlerini bir kenara iterek aynı Allah’a duâ ettiren, kalpleri Vedud’a döndüren olgu ülkemizin aranan reçetesi olmasın.

Bedbinliğin eksik olmadığı ülkemin her yanına bugünlerde serpilen neşe huzmelerini görebiliyor musunuz? Bir iftar çadırına uğrayın isterseniz. Irkçılığın, laikçiliğin, devletçiliğin, bilmem neciliğin kapısından giremediği bu yerlerde ülkemin paylaşmaya hazır şefkat kollarını görün. Huzuru arayan kalplerin hangi hislerle aynı anda çarptığını anlamaya çalışın. Buralarda konuşulanlara kulak misafiri olun. Ülkenin farklı yanlarını birleştiren, farklı renkleri aynı tuvalde toplayan, farklı illeri farklı dilleri aynı masada buluşturan olguyu anlamaya çalışın. İsterseniz bir seyahate çıkın. Doğu Beyazıt’tan başlayın, Ağrı’dan Erzurum’a; isterseniz daha güneyden, Urfa’dan çıkın yola. Bitlis, Diyarbakır, Siirt, Antep, Mersin… yolunuz nereye düşerse… Bu ayda ülkenin bir fotoğrafını çekin, insanlarla bu ayda bir konuşun, ne istediklerini sorun. En doğuyu en batı ile birleştirmenin yolunu görün. İnsanların yüzünden okunan mutluluğu görün, bu mutluluğun sebebini sorun; bu fotoğrafı anlamaya çalışın. Bir yerlere misafir olun, bilmediğiniz bir camiye uğrayın, bilmediğiniz bir yerde iftar açın… Sadece Kürt meselesinin değil, diğer meselelerin de nasıl çözüleceğinin ipuçlarını da mutlaka göreceksinizdir; bazıları görmek istemese de…

Zaten ihanetin bu topraklara en alâsı bu yolla olmamış mıdır? Akılcılık adına aklını seyahate çıkartanlar dünyayı kazanmak için dini rüşvet vermişlerdir de dünyayı da kazanamamışlardır. Türk’ün Türk’ten başka dostu olamayacağını dayatanlar Orta Asya’dan imparatorluklara uzanan yolculuğun nasıl gerçekleştiğine dair kafa yormamışlar, Cumhuriyet’in başlangıcına yol açan yedi düvelin nasıl bu topraklardan kovulduğunu anlamak istememişlerdir. Sonuç? Bugün yaşananlar yâd-ı Mevlânın bu topraklardan silinme arzusunun mücessem hali, cins atlarda aranması gereken bir safkancılığın trajikomik sonucu değil midir? İdrakimize giydirdiğimiz deli gömlekleriyle, bedenimize biçilen milliyetçilik elbisesiyle müzmin hastalıklarımızın temelini atmadık mı?

Ramazan fotoğrafı çok şeyler anlatıyor aslında. Bu fotoğraftaki paylaşmayı, sevgiyi, şefkati, şükrü, kardeşliği, ahde vefayı, birlik duygusunu, coşkuyu anlamamak, bu fotoğrafın işaret ettiği birlik ve beraberlik yol haritasını görmemek mümkün mü?

Şüphesiz, Bediüzzaman’ın “Şark’ı ayağa kaldıracak din ve kalptir” sözü bir tavsiye ya da tesbit olmaktan çok ötedir. Bu söz ruhu çalınmış bir milletin ruhunu özüne döndürme feryadıdır. Şark biziz. Şark ülkemdir, Şark bütün İslâm âlemidir ve ülkemle birlikte İslâm âleminin özlenen geleceği bu Ramazan fotoğrafında yer almaktadır. Görmek isterseniz, buyrun dikkatli bakın.

25.08.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Bosna'da, Sırplar ne yapmak istiyor?


A+ | A-

Bosna Hersek’te neler oluyor?

Avrupa’nın ortasında, dünyanın gözü önünde Sırpların 200 binden fazla Bosnak’ı katlettiği, üç yıl süren bu katliâmda Boşnakların üstünlüğü ele geçirmeye başlaması üzerine Batının müdahale ederek Dayton Anlaşmasıyla sonlandırdığı savaşın üzerinden 14 yıl geçti. Katliâmın mimarlarının ikisi hâlâ kaçak.

Bu anlaşmayla ülkenin yüzde 49’u Sırp Cumhuriyetine, yüzde 51’i ise Bosna-Hırvat Federasyonuna verildi. Aslında bu paylaştırmada nüfus oranlarına göre Sırplar korundu. Hatta o dönemin Boşnak Genel Kurmay başkanı Hırvatlarla birlikte Sırplara karşı üstünlük sağlayıp, onların işgal ettikleri toprakları geri almaya başlayınca, anlaşmayı ABD adına planlayan Richard Holbrook’un kendisine baskı yaparak ilerlemeyi durdurmasını istediğini, çünkü ne kadar ilerlerse ilerlesinler yüzde 51-49 oranını anlaşmaya koyacaklarını söylediğini açıkladı.

Nitekim ortaya karmaşık ve işlemesi zor bir sistem çıkarıldı. İki tarafın da kendi ordusu, polis gücü ve parlamentosu oluştu.

Hâlâ bulunmaya devam eden toplu mezarlar ve kayıplar yüzünden kanayan yarayı, şimdi Sırpların kendi kontrollerindeki bölgeyi Sırbistan’a ilhak etme çabaları yeniden deşmeye hazırlanıyor.

Dayton Anlaşmasının oluşturduğu bölünmüş yapı, bu çabaları kolaylaştıracak nitelikte. Bu yüzden şimdi bu anlaşmanın yeniden gözden geçirilmesi isteniyor. Ancak Sırplar müdahale gücü ve özel temsilcinin tamamen ülkeden çıkması için ısrar ediyor. Böylelikle hedeflerine ulaşmaları kolaylaşacak.

Sırbistan’ın desteğini alan Sırpların yanı sıra Hırvatlar da ülkenin etnik sınırlara göre fiilen bölünmesine katkıda bulunuyor. Meselâ; Mostar’da Boşnaklar ile Hırvatlar arasındaki siyasal anlaşmazlık, şehri işlemez hale getirdi.

Üç yıl önce Milorad Dodik’in Sırp Cumhuriyetinde iktidara gelmesiyle birlikte, gerginlik arttı. Sırp parlamentosu Dayton anlaşmasına aykırı olarak, ülkenin birliğini bozucu yasal düzenlemeleri kabul etti. Bu da ulusal hükümetin zayıflatılması anlamına geliyor. Dodik’in bağımsızlık referandumu yaptırmak için oy pusulaları bastırdığı haberleri bile geliyor. Kendisi ise herhangi bir çatışma ihtimali olmadığını ileri sürüyor.

Zaten ülkede gerginliğin artmasıyla üç etnik gruptan insanlar kendi gruplarının yoğun olduğu yerlere göç etmeye başladı.

Avrupa Birliği’nin bu kez geç kalma riskini göze alma lüksü yok. Bir an önce Bosna Hersek’teki sorunların çözümü yolunda adım atılması ve Sırpların kontrol altına alınması gerekiyor.

Türkiye’nin de tarihî bağlarımız bulunan Bosna’daki durumu yakından izlemesi ve Müslüman Boşnakların bir kez daha zulme uğraması ihtimalini ortadan kaldıracak adımların atılması için uluslar arası toplum nezdinde gerekli çabaları başlatmasının tam zamanı. Hiç kimsenin Başçarşı’daki huzurlu Ramazanı bozmasına, camilerde okunan ezanı susturmasına izin verilmemeli.

25.08.2009

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

ABD’de yaşayan Türkler


A+ | A-

Gemimiz bu sefer ABD’nin en büyük şehri New York’a düştü. Buradan yüklediğimiz yükü, Allah nasip ederse Çin’e götüreceğiz.

New York’un merkezi sayılabilen Manhattan, yaklaşık 7 milyon nüfusa sahip bir yer. Kilometrekareye düşen insan sayısı bakımından dünyada ilk sırada yer alan şehirlerden biri. Çevresindeki şehirler ile birlikte yaklaşık 50 milyon insan bu bölgede yaşıyor.

ABD’ye ilk defa geldim. Ne yalan söyleyeyim, büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Zira bu ülke ve şehir, hiç de filmlerde anlatıldığı gibi değil. Özgürlük anıtının hemen yakınında bir yere yanaştığımız halde, liman berbat bir haldeydi. Çevremiz oldukça kirli ve düzensizdi. İnsan hiç olmazsa yabancılar için üç beş kuruş harcayıp etrafı temiz tutar. Her halde masraf olur diye limana hiçbir yatırım yapmamışlar. İnanın en gelişmemiş ülkelerin hatta Afrika’nın limanları bile buradan daha bakımlı ve temiz. Ee ne de olsa kapitalist mantığı işte ne olacak…

Ekonomik krizin etkisi olsa gerek, insanlar hani o bildiğimiz tüketim ekonomisinden bir hayli uzaklaşmışlar. Hatta iş için gelen bir firma yetkilisi “Kusura bakmayın patronumuz çok cimri, benim telefonum uluslar arası görüşmeye kapalı. Lütfen siz beni arayın” deyince ekonomik krizin ne derece etkili olduğunu daha iyi anladım. Aynı şekilde gemimize gelen Türk kardeşlerimiz de pahalı olduğu için sadece ülke içi konuşmalar için telefonlarını açık tutuyorlardı.

New York’ta hiçbir ülkede karşılaşmadığım kadar Türk vatandaşları ile karşılaştım. Gemimize geldiler. Ne de olsa Türk gemileri vatan toprağından sayılır. Bol bol sohbet ettik. Gurbet ilde zor bulunabilen Türk mutfağının yemeklerinden yedik.

Benim için en güzel hatıralardan biri olan ve 10 yıldır görüşemediğimiz eski bir meslektaşımı dâvet ettim. Sağ olsun beni kırmadı ve geldi. İlk defa gemiye çıkıyormuş. Uzun yıllar görüşemediğimiz için hasret giderdik, müşterek dostlarımızdan bahsettik.

ABD’ye gelirken yeşil kart çıkarmıştı ve bu yolculuğa herkesin olumlu baktığını bir tek benim karşı çıktığımı söyledi. Gerçekten de o zaman öyle düşünüyordum ve dünyanın kalbinin Türkiye’de hatta İstanbul’da attığını ifade ederek ülkeden ayrılmamasını istemiştim. Şimdi de farklı düşünmüyorum ya! Neyse, yine de herkesin düşüncesine saygı duyuyorum.

Bana bu ülkede başörtüsü sorunu olmadığını ve çocuklarının okulda gayet rahat olduğunu söyledi. Fakat bu ülkede yaşamak çok zormuş. Birkaç defa iş değiştirmek zorunda kalmıştı fakat yine de halinden memnun olduğunu söyledi.

Yeni Asya International, New York’a da geliyormuş. Risâle-i Nur Külliyatı’ndan ve Yeni Asya eserlerinden burada da istifade ettiğini söyledi. Gazetemize internet aracılığı ile zaten kolayca ulaşmak mümkün. Kısacası birimiz şarkta birimiz garpta da olsak kalplerimiz bir noktada çarpıyor. Rabbim, bütün kardeşlerimizin işlerini dünyanın neresinde olursa olsun muvaffak etsin, hizmetlerde daim ve ihlâslı kılsın. Âmin.

Bu arada gemimize iş icabı gelen vatandaşlarımız oldu. Bir tanesi yük hesaplamasında görevliydi ve sık sık “Bu ülkeye neden geldim?” diye kendine soru sorduğunu söyledi. Amerikalı bir hanımla evliymiş. “Dini konularda sıkıntı çekiyor musunuz?” diye sordum. Benim dinle alâkam yok dedi. Fakat eşi katolikmiş ve dindarmış. Kendisine “Ölüm var gerisi yalan” diyerek dünyanın fani olduğunu ve biz insanların bir oyun ve oyalanmadan ibaret olan dünya hayatına aldanmaması gerektiğini anlattım. Beni sadece dinledi, herhangi bir yorum yapmadı. Sabahın erken saatlerinde işe gidip gece yarısına kadar çalıştığını söyledi. Adeta robotlaşmış bir görünüm sunuyordu. Eğer, diğer çalışan insanların durumu da böyle ise gerçekten üzülmemek elde değil.

Bu ülkede insanlardan gücünün son noktasına kadar yararlanıyorlar. Belki daha çok para veriyorlar ama Türkiye’de çalıştığı sürenin en az iki katı kadar çok çalıştırıyorlar. Sosyal hayat neredeyse yok gibi. Makineleşmiş ve duygusuz bir hayat ile karşı karşıya olduğumu fark ederek ülkemin güzelliklerinden dolayı Allah’a şükrettim.

Vatanımızdan ayrılıp gurbet illerde daha fazla para kazanacağım diyenlerin kulakları çınlasın. Bir kere artık önümüzde “fırsatlar ülkesi Amerika” yok. Ekonomik krizin etkilerini hergün çok daha yüksek bir oranda hisseden bu ülke insanları artık çok mutsuz.

Yeni seçilen başkanları Obama’nın da yapacağı fazla bir şey yok. Zira hızlı bir şekilde çürümeye ve kokuşmuşluğa yuvarlanan bu ülkenin zirvedeki sonu gelmiş gibi görünüyor.

Şimdi yeni rotamız Çin. Bakalım ABD’nin yerini alacağı iddiâ edilen dünyanın en hızlı kalkınan ülkesi Çin ne âlemde? Allah izin verirse 40 gün sonra bu ülkeye varacağız. Duâlarınızı eksik etmeyin lütfen…

25.08.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

İslâm kardeşliği


A+ | A-

Dünya görüşlerini, kamu ve toplum hayatında var olduğunu iddia ettikleri “din baskısı”nı kaldırma adına dayatılan “dini vicdanlara hapsetme” anlayışı ile şekillendiren bir kısım “laikçi”ler, son günlerde bir kez daha yoğunlaşan “açılım ve çözüm” arayışlarında “dinin birleştirici ve kaynaştırıcı gücü”nden söz edilmesini alaycı bir üslûpla eleştiriyorlar.

Dini bilmeyen ve yaşamayan bazı Müslümanların halini de bu iddialarına dayanak gösterip, geçmişte veya günümüzde cereyan eden birtakım talihsiz örneklere “delil” diye sarılıyorlar.

Ama esas mesele, kendi hayatlarında dine pek yer olmaması. Öyle olunca, herşeyi kendilerine göre, aynalarının gösterdiği gibi yorumluyorlar.

Halbuki görmedikleri ve görmek istemedikleri çok farklı bir dünya var. Farklı kavimlerden insanların, aynı dine mensubiyetin getirdiği ve “Mü’minler ancak kardeştir” ilâhî prensibinde ifadesini bulan derin kardeşlik bağlarıyla kaynaşıp kucaklaştığı muhteşem bir sevgi dünyası bu.

Asr-ı Saadette Ensarın inançları uğruna yurtlarını ve herşeylerini bırakıp hicret eden Muhacirlere kucak açarak ellerindeki herşeyi onlarla paylaşması ile tatbikattaki ilk örneği verilen bu kardeşlik ve dayanışma ruhu, bugün de yaşıyor.

Bu mânâyı boğmak ve baltalamak için ihdas edilen fitne, tuzak ve provokasyonlara rağmen...

Ve dinin doğru şekilde öğretilmediği bazı kişilerin bu mânâları zedeleyen tavırlarına rağmen...

Bunu böylece ifade ettikten sonra, konunun şu günlerde aktüel olan Türk-Kürt kardeşliği boyutuna ışık tutan ilginç bir anekdot aktaralım.

Said Nursî, İngiliz işgali altındaki İstanbul’da, Anadolu’daki millî mücadele hareketine verdiği desteği takdirle izleyen Ankara hükümetinin ısrarlı davetleriyle gittiği Birinci Meclisten, Van’da temelini attığı, ama Dünya Savaşının patlak vermesi sebebiyle yarım kalan üniversite projesini tamamlamak için destek ve tahsisat istediğinde, “dinde çok lâkayd, batılılaşma ve an’aneleri terk taraftarı” meb’uslar dahi, talebin kabulü ve öngörülen tahsisatın çıkarılması için imza verirler.

“Türkler İslâma çok hizmet etti”

Ama onlardan ikisi itiraz eder:

“Bizim şimdi geleneksel ve dinî ilimlerden ziyade batılılaşma ve medeniyete ihtiyacımız var.”

Said Nursî bu itiraza cevabında şu misali verir:

“Ben Van’da iken hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: ‘Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?’ Dedi: ‘Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.’

“Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülamel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: ‘Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.’ ”

(Lâtif Salihoğlu, Müküslü Hamza olarak bildiğimiz bu talebeyi tepki olarak böyle bir tavra iten muallimlerin, derslerde Türkçülük telkinleri yapan Yusuf Akçura, Gaspıralı İsmail, Ziya Gökalp, Abdullah Cevdet, Ahmet Ferit, M. Emin Yurdakul gibi isimler olduğunu yazdı—25.6.09)

Bediüzzaman, sonrasını da şöyle anlatıyor:

“Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.” (Emirdağ, 844-5)

Devamında, o iki meb’usa dönüp, bu coğrafyada milyonlarca Kürt, İranlı, Hintli, Arap ve Kafkas’ın yaşadığını hatırlatarak, “Acaba komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve İslâm kardeşliğini tanımayan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir?” diye sorar ve onlar da kalkıp, tahsisatın kabulü için imza verirler.

Bu diyalogun farklı bir tahlilini ayrıca yapalım.

25.08.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Görücü usûlü mü, flört evliliği mi?


A+ | A-

“Sevgi ve saygımı kaybettim!”

“Mutsuzum!”

“Geçimsizlik canıma tak etti!”

“Zaten istememiştim, beni mecbur ettiler…”

Evliliğin bu feci akıbetlere dayanmaması için bütün gücümüzle isabetli bir eş seçimi yapmalıyız. Görücü usûlü mü, yoksa, flört usûlsüzlüğü veya kendi başına karar vererek mi gerçekleştirilmeli.

İşte, Aileden Sorumlu Devlet eski Bakanı Nimet Çubukçu’nun açıkladığı Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğünce yapılan ‘’Boşanma Nedenleri’’ mevzulu araştırmanın mevzumuzla ilgili sonucu:

Türkiye’deki boşanma oranı binde 1.4. En önemli faktör geçimsizlik. Geçimsizliğin sebepleri:

Uyumsuzluk, ilgisizlik, sorumsuzluk, eşler arasında kopukluk, kıskançlıklardan doğan anlaşmazlıklar ve ekonomik sıkıntılar…

Araştırmanın en çarpıcı sonuçlarından birisi, “Boşananların büyük bölümünün, tanıştırılarak veya bir süre flört ettikten sonra evlenenlerde görülmesi. Yani, boşananların yüzde 90’ı evlilik kararını kendileri vermiş. Boşanmış kadın ve erkeklerin evlenmelerinde birinci sebep olarak da ‘aşık olmak’ şeklinde belirtilmiş.’’ (Evlenirken bir düşünmek, bin araştırmak gerekirken; “bin düşünmek, bir araştırmak” olarak gerçekleşiyor. Çabuk evlilikler, çabuk boşanmalara sebep oluyor.)

Geçimsizlik, ekonomik değil, sosyal. Zira, boşanmaların birinci sebebi ekonomik değil, eşlerin biribirinin beklentilerine cevap vermemesi. Geçimsizliğin temel sebebi, uyumsuzluk, küfüvsüzlük, dengesizlik. Uyumsuzluğun ana sebebi ise, egoizm ve hedonizm.

Peki, uyumlu, ilgili, sorumlu, hak, görev ve mesuliyetlerini bilen bir eşi genç duyguların hakim olduğu, akıl ve mantığın geri plana itildiği bir devrede yalnız başına tesbit edebilir mi?

Oysa, flörtte, mahremiyet sınırları yoktur, nefsânî yönden biribirinden istifade ettikten sonra, bıkıp-usanmak veya herhangi bir sebepten dolayı ayrılmak mümkündür... Bunun ise detaylarına girmiyoruz. Çünkü, mahzurları ortadadır, herkesin idrâk edeceği kadar açıktır.

Kaldı ki, flört dönemi-diğer mahzurlarını bir tarafa bırakırsak-maskelerin takınıldığı veya duyguların önplana çıktığı bir devredir. Bir insandan hoşlanmak başka, tanımak başka bir şeydir. Şöyle düşünün:

“Sizden hoşlanan birisi sizi ne kadar tanıyor?”

Bilgi düzeyinizi, olumlu hasletlerinizi, olumsuz duygularınızı, zaaflarınızı, eksiklerinizi, kısaca kişiliğinizi… Demek, yapacağınız şey danışmak, yani, meşveret etmek ve detaylı bir araştırma yapmaktır. Öncelikle de ailenize danışmalısınız. Çünkü, herkesten ziyade onlar sizi sever, korur, tanır, bilir. Hatta, en ziyade sevdikleri hayatlarını sizin için feda eder. Sizi kıskanmayan yegâne varlık, “anne-babanız”dır.

Evet, flörte dayalı araştırmalar, duygusal ve hissidir. Duygusul evlilikler de hissi sebeplerden dolayı yıkılır. Çünkü, insanın duyguları aynı kararda devam etmez. Olaylar, problemler, zaman, duyguları aşındırır, yok eder. O zaman, sevgi de, aşk da kaybolur.

Şu halde, duygunun yanında, “akıl ve mantık” da olmalıdır. Bu da ancak ailece alınan “ortak akıl”dır. Kimi zaman sosyetik çevreler veya zengin kesimler görücü usûlü evlilikleri tenkit eder. Halbuki, fabrika, şirket, holding sahibi iş adamlarının veya çocuklarının evliliklerine bakınız; çoğu görücü usûlüyle ve ailenin tasvibiyle gerçekleşmiyor mu?

Gayet tabiî ki, onların bu tavırları bizim örneğimiz olamaz. Aileler ve gençler şuna karar vermeli: Evlilik gibi, bir hayatı, hatta, sonsuz hayatı, aileleri ilgilendiren bir meselede karar kimin olmalı? Gençlerin mi; ailelerin mi?

Eş seçiminde aileler gençleri yalnız başına bırakamaz, mutlaka onlara destekçi olmalı. Tecrübelerini aktarmalı, maddî ve manevî yardımlarını esirgememeli. Tabiî ki, nihaî kararı çocuklara bırakmalı. Çünkü, bu hayat onların…

Eğer, genç; “sevgi, şefkat ve hamiyet”ten kaynaklanan ailenin ortak akıl sonucunda vardığı sonuca aykırı hareket ederse, o zaman da şu kaide geçerli olur artık:

“Kendi rızasıyla zarara girenin lehinde bakılıp acınmaz!”

25.08.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Değişim sancıları


A+ | A-

Türkiye'de yaşanan ve aylardır "açılım" tâbiriyle dillendirilen şey, aslında giderek şiddetlenen bir sancının işaretidir: Değişim sancısı...

Resmî ifadeyle "Demokratik açılım", halkın ifadesiyle "Alevî açılımı", yahut "Kürt açılımı" şeklinde yapılan telâffuzlar da, yaklaşık bir asırdır yaşanan o genel ve temel sancının, rejimin standartlarına göre lokalize edilmiş ayrı birer versiyonundan ibarettir.

Bunların dışında Türkiye'de yaşanan daha başka sancılar ve sıkıntılar da var. Bunların başında dinî inanç ve dinî yaşayış hürriyeti gelir.

Bu sahadaki hürriyet ve serbestlik kâmilen sağlanamadan, diğer açılımlardan da sağlıklı neticeler çıkmaz.

Meselâ, Kürdün, yahut Alevînin başörtülü kızı üniversitelerde serbestçe okuyamadıktan, yahut resmî dairelerde rahatça çalışamadıktan sonra, yapılan açılımların hayırlı ve huzurlu neticeler vereceğini kim iddia edebilir?

Demek ki, sıkıntının asıl kaynağına inmek ve oradaki büyük sancıyı dindirmeye çalışmak lâzım.

Sıkıntının kaynağında ise, Türkçülüğe dayalı, milliyeti adeta mâbut ittihaz eden Kemalist zihniyet yatıyor.

Bu zihniyet tamir ve ıslâh edilmedikçe, Türkiye'deki sorunların ve sancıların ardı arkası kesilmez.

Bakınız, bugün Almanya'da, Hollanda'da ve başörtülü bir Müslüman hanımın parlamentoya girdiği gibi ülkelerde de Kürtler ve Aleviler yaşıyor.

Üstelik, lokal çerçevede herhangi bir açılım–maçılım yapılmadığı halde, onlar Kürtlük veya Alevilik adına herhangi bir sıkıntıya mâruz kalmıyorlar. İstedikleri gibi yaşıyorlar; üstelik dillerini, kültürlerini, örflerini aynen yaşatabiliyorlar.

Bundan dolayı herhangi bir sıkıntı, bir problem yaşıyorlar mı? Hiç duydunuz mu?

Peki, oralarda herhangi bir Kürt, yahut Alevî açılımı yapılmadığı veya böyle şeylere hiç gerek duyulmadığı halde, o insanlarımız nasıl rahatça yaşayabiliyorlar?

Cevap: Hürriyet ve demokrasi nimetlerinden istifade ederek...

Demek ki, neymiş: Temel mesele hürriyet ve demokrasi tatbikatıyla bağlantılıymış.

Bizde bu hakkıyla olmadığı ve uygulanamadığı için, sıkıntıların ardı arkası kesilmiyor.

Bu noktadan hareketle kat'î kanaatimizi ifade edelim ki: Türkiye'nin temel problemi Kürtlük ve Alevilik değil, belki Kemalizmdir, jakobenizmdir, Türk olmayanların yaptığı ırkçılık mânâsındaki Türkçülüktür, kànun dışı olmak üzere devlet adına keyfî tasarruftur, millet adına cinayet işlemektir, vesaire...

Dolayısıyla, tek başına bir "Kürt açılımı" politikasıyla müzmin dertler devâ bulmaz. Yapılacak müdahaleler de, yaraya parafin sıkmak veya pansuman yapmaktan öteye gitmez, gidemez.

Biz sıkıntının hallolmasını herkesten fazla ve cân–ı gönülden isteriz. Bu noktada ümidimizi de asla kaybetmeyiz.

Ancak, ciddî bir tedbir görmediğimiz takdirde, kendi kendimizi aldatacak kadar da iyimser olamayız.

Şimdiki açılıma "devlet politikası" deniliyor. Hükümet de, bütün iyiniyetiyle işin içinde. Lâkin, meselenin mahiyeti henüz tam olarak bilinmiyor.

Mahiyetini bilemediğimiz bir kaptan, yani dibini göremediğimiz bir tastan suç içmek gibi baştan çıkarıcı bir iştahımız yok bizim.

Yine de, bütün içtenliğimizle, gelişmelerin hayırlı neticeler doğurmasını diliyoruz. Tarihin yorumu 24 Ağustos 1517 Şapka, medeniyet, referandum... Kamuoyunda "Şapka Kànunu" olarak bilinen Kılık–Kıyafet Kànunu, Millet Meclisinin 25 Kasım 1925 tarihli oturumunda kabul edildi. Aynı zamanda sarık ve cübbe giyilmesini yasaklayan bu kànun, üç gün sonra da yürürlüğe kondu. Tıpatıp Batılıları taklit etmeyi öngören bu kànun her ne kadar TBMM tarafından görüşülüp onaylansa da, meselenin öncülüğünü M. Kemal yapmaktaydı. Nitekim, söz konusu Şapka Kànununun kabulünden aylar öncesinden (üç ay önce) M. Kemal, başında Panama Şapkasıyla Kastamonu'ya gitmiş ve yakında resmen yapılacak kıyafet inkılâbının tatbikatını yapmış ve yaptırmıştı. 1925 senesinin 23–31 Ağustos günlerinde gerçekleşitirilen Kastamonu ve ilçeleri gezisi, baştan sonra şapka ve yeni Avrupaî kıyafete dair konuşmalarla geçti. İşte, Kastamonu Belediye salonunda yapılan o kunuşmalardan biri: “...Baylar! Buna şapka derler. Biz her yönden medeni insan olmalıyız. ...Fikrimiz, zihniyetimiz tepeden tırnağa kadar medenî olacaktır. Bizim şimdiye kadar geri kalmamız ve nihayet son felaket çamuruna batışımız medeniyete ayak uyduramadığımızdandır. ...Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona uzak kalanları yakar, mahveder." İnebolu'daki balıkçılara hitap ederken de, şunları söyler: "Ben şimdiye kadar millet ve memleket yararına ne gibi hareketler, inkılâplar yapmış isem, hep böyle halkımızla görüşerek, onların ilgi ve sevgilerinden, gösterdikleri samimiyetten kuvvet ve ilham alarak yaptım." (TC Kronolojisi, TTK, s. 439) Esasında, yapılan işin Türklükle, Türk millî örf ve âdetleriyle hiçbir alâkası yoktu. Ancak, tam da bu esnada sarf edilen "Bir Türk dünyaya bedeldir" sözü, gelecek muhtemel tenkit ve itirazların önünü kapatıyor, set çekiyordu. Aynı zamanda "Eyvah! Türklükten mi çıkıyoruz?" yollu şüphe ve tereddütlerin üstünü kalınca bir örtüyle kamufle ediyordu. Tek parti diktatoryası Öte yandan, medenî Avrupa'daki bu tarz uygulamaların çok farklı olduğunu bilmekte fayda var. Demokratik Avrupa ülkelerinde yapılacak bir köklü siyasî/sosyal değişim için, öncelikle halka gidilir ve bu iş için mutlaka referandum yapılır. Meselâ: Bugünkü AB noktasına kadar gelinen tarihî süreç içinde yapılan bütün köklü değişiklik için, üye ülkelerin tamamında hep referanduma başvuruldu. Ortak kànun, ortak meclis, ortak para birimi vesaire, hemen her ülkede referandumla kabul edildi. Türkiye'de ise, özellikle 1950'den evvel yapılan büyük çaplı değişim veya dönüşümlerin hiçbiri için referandum yapılmadı. 1923'ten sonra ülkenin mukadderatına hükmeden tek parti zihniyeti, kendince uygun gördüğü hemen her değişikliği Meclis'ten geçirdikten sonra, uygulama safhasında millete dayatma cihetine gitmiştir. Türkiye, tâ 80–90 yıl önceden taklit etmeye çalıştığı vahşî Avrupa, bugün itibariyle nisbeten değişmiş, özellikle temel insan hak ve hürriyetleri noktasında kısmen de olsa medenileşmiştir. AB üyesi olmaya karar veren Türkiye ise, ne yazık ki tâ seksen sene evvel Avrupa'dan içimize atılan birtakım ayakbağlarından kurtulmaya çalışıyor.

25.08.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Allah'a giden yol


A+ | A-

“Vallahi, aranızda bir köle dahi beni Hakka iletecek olursa onun dediğini yerine getiririm. Ben Allah’a giden yolun dışında hiçbir yolun kurtuluşa götürmediğini belirtmek isterim.” 1

Bu ifadeler Hz. Osman’ın vefatından bir süre önce halka yaptığı hitaplardan bir kısmı. O şehadete giden yolda Allah ve Resûlüne (a.s.m.) bağlılıktan, Hakka gönül vermekten, Müslümanların barış ve mutluluk içerisinde yaşamalarından başka birşey düşünmüyordu. Kendisine emrinde koca bir ordu bulunduğu, isyancıların üzerine sürmesi kaç defa söylendiği halde kendisi yüzünden bir Müslüman kanının dahi dökülmesini istemiyor, zulmen şehit edilmeyi göze alıyor, ümmet-i Muhammed’in (a.s.m.) selâmetini arzu ediyor, “Benim için tek bir Müslümanın bile kanının dökülmesinden Allah’a sığınırım” diye isyancılarla savaşma fikrini reddediyordu.

Allah Resûlü (a.s.m.) onun bir kısım olumsuz olaylarla karşılaşacağını bildirmiş, “Osman Kur’ân okurken şehit edilecek. Onlar, kendisini halifelikten uzaklaştırmak isterken, Allah’ın ona bir gömlek giydireceğini umuyorum” 2 buyurmuştu.

Hz. Osman da bu tavsiyeye can ü gönülden uyacaktı.

Bu o kadar önemliydi ki Allah Resûlü (a.s.m.) vefat hastalığı esnasında Hz. Osman’la özel bir sohbet ediyor, bu sohbet esnasında Hz. Osman’ın başına gelecekleri bir bir anlatıyor, suçsuz olarak şehit edileceğine dikkat çekiyor, “Ey Osman! Eğer Allah sana birgün hilâfeti nasip eder de münafıklar Allah’ın sana giydirdiği halifelik gömleğini çıkarmaya çalışırlarsa, sakın o gömleği çıkarma” 3 buyuruyordu.

Hz. Osman şehit edilmeden önce de rüyasında Kâinatın Efendisini (a.s.m.) görüyor, satın alıp Müslümanlara vakfettiği kuyunun suyundan bile mahrum bırakılan Hz. Osman’la Efendimiz (a.s.m.) arasında rüyasında şu konuşmalar geçiyordu. Allah Resûlü (a.s.m.), “Ey Osman seni muhasara mı ettiler?”

“Evet.”

Bunun üzerine Allah Resûlü (a.s.m.) su dolu bir kova uzatıyor, Hz. Osman ondan susuzluğu gidinceye kadar içiyor, suyun serinliğini uyandıktan sonra da hissediyordu. Allah Resûlü (a.s.m.), Hz. Osman’a, “İstersen sana yardım edilsin. İstersen akşama orucunu benim yanımda aç” diyordu.

“Ben de orucumu onun yanında açmayı tercih ettim” diyecekti Hz. Osman. Sonra da masum olarak şehit edilecekti.

Bir beş kuruşluk menfaatinden fedâkârlık edemeyen, kavgayı, vurup kırmayı, öldürmeyi göze alabilen nice değerlerini kaybetmiş insanlara bakın! Bir de orduyu kullanıp isyancılardan kurtulma imkânı varken Allah ve Resûlü (a.s.m.) uğrunda ümmet-i Muhammed’in barış ve huzuru için tek bir Müslümanın kanının dahi dökülmesine tahammül edemeyen feragat timsali Hz. Osman’a bakın!

Dipnotlar: 1. el-Kamil Tercümesi, 2. Müstedrek, 3:100. 3. İbni Mace, Mukaddime: 112.

25.08.2009

E-Posta: [email protected]



Nurullah AKAY

Kendimizi tanımak için düşünelim


A+ | A-

Bu kâinat ne için yaratıldı? Bu içinde yaşadığımız dünya gezegeni neden hayat sahiplerinin yaşayabileceği bir duruma getirildi? Neden biz insanlar bu dünya hanına en teçhizatlı misafir olarak gönderildik? Neden hiçbir varlığın üstlenemediği sorumluluğu Âdemoğulları üstlendi? Neden bir süre yaşadıktan sonra ölümle bu dünyadan ayrılmak zorunda kalmaktayız? Yaratıcımız sadece bizi bu dünya hayatı için mi yarattı? Ölümden sonra bizleri neler beklemektedir?

Kendimizi tanımak ve niçin bu dünya hanında misafir edildiğimizi anlamak için zaman zaman zihnimizde sorular peşi sıra dizilmektedir. Düşününce, cevaplandırılması gereken o kadar çok ciddî soruların olduğunu anlıyoruz ki, dünyanın kayda değmez hâdiselerine zihnimizde yer vermemizden dolayı hayıflanıyoruz adeta.

Oysa mükemmel bir şekilde yaratılan biz insanlar, bu mükemmel yaratılışı, her yönüyle mükemmel olan bir Yaratıcı’ya vermemiz gerekmektedir. Çünkü O Yüce Yaratıcı, bizleri, Kendisini tanımamız, anlamamız ve ortaya konulan kaide ve kurallara uyarak yaratılışın mânâsına uygun yaşamamız için yaratmıştır.

Hayatımızdaki her gerçek, bize insan olarak en güzel bir şekilde olmanın yolunun Kâinat Sultanını tanımaktan ve O’na kul olmaktan geçtiğini göstermektedir. O İlâhî nuru göz önünde bulundurmadan hayata baktığımız zaman, karşımıza insan ruhunun altından kalkamayacağı, bakmaya dayanamayacağı korkunç manzaralar çıkacaktır.

İnsan ruhunun aydınlık âlemler için yaratıldığını, karanlıklarla yokluklara mahkûm olan bir hâlete lâyık olmadığını, hayatın bütün cilveleri bize hatırlatmaktadır. Her şeyden önce ruhlar, Kâinat Rabbinin varlığını düşünmeye muhtaçtır. İnsanlık gerçeği, hava ve su gibi imana ihtiyaç duymaktadır. Allah’a iman kalesi ruhların kurtuluş bulduğu bir sığınaktır. O Sultan-ı Kâinat’tan başka biz insanları huzura kavuşturacak, yakıcı ve kavurucu azaplardan kurtaracak başka bir mercî bulunmamaktadır.

Dünya hayatımızı nasıl yaşamamız gerektiği üzerinde düşünmemiz ve bu fani dünya hayatıyla nasıl bâkî bir hayat kazanabileceğimiz üzerine kafa yormamız gerekir. Hem dünya hayatımız hem de ölümden sonraki ahiret hayatımız için, baktığımız her şeyde, meydana gelen her hadisede Rabb-i Rahîm’in ismini bulmalıyız.

“Bugün Allah için ne yaptım?” sorusunu kendimize sorduğumuz zaman, “Bugün Rabbimin bana farz kıldığı ibadetlerimi yaptım, O’nun bana haram kıldığı şeylerden uzak durdum, O’nu razı etmek için elimden geleni yaptım, her şeyden çok O’nu düşündüm” diyebilmeliyiz.

Allah’ı her an düşünmek ve her an O’nun rızasını hedef ittihaz etmek, insanı dünyevî işlerde bile muvaffak kılacak, onu varlıkların en değerlisi hâline getirecektir. Böyle bir insan, insanı gerçeklerden uzaklaştırıp Rabbine asi bir duruma getirmeye çalışan şeytanlara karşı muzaffer olacak ve imtihanı kazanmak için büyük bir adım atmış olacaktır.

Evet, Rabb-i Rahimi tanımak ve O’na kul olmak insanlığın en önemli görevidir. O’nun Yüce Resûlü (asm) biz insanlara bunu öğretmiştir ve öğretmeye devam etmektedir. Gerçek bir insan olmak için rahmeti nihayetsiz Hâlıkımızın, Hz. Muhammed (asm) ile bize göndermiş olduğu Kur’ân hakikatlerini hayatımıza geçirmemiz gerekmektedir.

İnsanlığın medar-ı iftiharı Peygamberimiz (asm) bizlere en güzel rehberdir. Nur-u Muhammedî ile insanlık ancak gerçek mahiyetine kavuşabilir, yaratılan her şey ancak o nurla mânâ kazanabilir.

Kâinatın Rabbi tanınmazsa, Nur-u Muhammedi’den (asm) istifade edilmezse, hayat karanlıklara bürünür, bütün güzellikler çirkin ve korkunç birer düşman gibi görünür. Duâ edelim ki Rabbimiz, O’na en iyi bir kul olmamız için bize güç ve kuvvet versin, bizi Habib’inin (asm) yolunun yolcusu etsin. Bizleri bu çöllerde mahvettirmesin, rızası dairesinde yaşayan bir kulu hâline getirsin...

25.08.2009

E-Posta: [email protected]



Hakan YALMAN

Oruç ile O’nu yüceleştirme


A+ | A-

Ramazan ayının en önemli yönlerinden biri bu dönem içinde hem Kur’ân’ın, hem de Hazret-i Muhammed'in (asm) yüceleştirilmesi ve ruh dünyasına bu anlamda tekrar tanıtılıp kaydedilmesidir. Bu da sosyal anlamda Kur’ân’ın beşer üzerinde terbiyesinin en önemli işleyiş tarzlarından biri ve Ramazan ayının bütün insanlığı ilgilendiren önemli bir getirisidir.

Son zamanlarda, toplumları büyük oranda etkisi altına alan ve beklentilerin çok üstünde kişilerin hayatında etki gösteren futbol olgusu, toplum psikolojisi açısından ele alındığında alt yapısını bazı savunma mekanizmalarının oluşturduğu bir hâl olarak karşımıza çıkmaktadır. Yirmi iki kişinin peşinden koşturduğu bir meşin yuvarlağın üç direk arasından geçirilip geçirilemediği konusunun dünyanın en büyük meselelerinden biri hâline dönüşmesi gerçekten ilginç ve ekonomik olduğu kadar psikososyal açıdan da ele alınması gereken bir durum olmalıdır. Bu ve diğer pek çok spor dalının amatörlükten çok bir sektör ve büyük bir pazar hâline dönüşmüş olarak icra edilmesi ve bunun dünya toplumlarında makes bulması toplumların kolektif şuurlarında ve şuuraltı derinliklerde bazı psikolojik faktörlerle bağlantılı olmalıdır. Bu durumla ilgili savunma mekanizmalarından biri de “yüceleştirme” olsa gerek. Yüceleştirme, Amerikan Psikiyatri Birliği’nin tanımıyla şöyle: “Birey emosyonel çatışma ya da iç ve dış stres etkenlerine, kuvvetli uyumsuz duygu ve dürtülerini sosyal olarak kabul gören davranışlara yönlendirerek tepki verir (örn: öfke içeren dürtüleri, yakın temas sporlarına yönlendirme.)”

Varlık âlemi içinde temel problemi, varlığı ve kendini tanımlamak olan fert, çevresinin ve olayların ruh boyutunda oluşturduğu fırtınalar ve dalgalanmalara karşı ayakta kalabilmek için kuvvelere tutunacaktır. Kendisi için yararlı olan şeyleri benliğine yöneltmeye çalıştığı “şehevî” kuvveleri, zararlı şeyleri benliğinden uzak tutmaya çalıştığı “gadabî” kuvveleri ve faydalı ve zararlı olanları ayırt etmeye yarayan “aklî” kuvveleri varlık âleminin kargaşası içinde ferde bir yol çizer. Bu kuvvelerin tezahürleri günümüz psikiyatrisinin terminolojisine “dürtüler” olarak girmiştir. Bunların vasat ve her iki yöndeki aşırılık noktalarından geçen fertler adedince kişilik tipleri, varlık âlemi içinde ve sosyal hayatta bir yer edinme gayreti içindedir. Arzular, hırslar, ihtiraslar, sevgiler, menfaat çatışmaları, mücadele ve kin, nefret, aşk gibi duygular bu tablonun sosyal hayata yansıması olmalıdır.

Bu yapı içinde her fert, önemli olmak, saygın konumda olmak, kaale alınmak ister. Bu aslında imtihanın ve insanlık tanımının merkezinde yer alan benlik duygusunun hayata yansımasıdır. Bu tanım, Rabb-i Rahim’den bağlantısı kopuk ve varlık âlemi içinde tek başına bir benlik şeklinde olursa, yukarıda sıralananların her biri duygusal çatışmalara ve stres faktörlerine dönüşecektir. Bu kargaşa içinde kendi tanımını netleştiremeyen fert, bir topluluk mensubu olma ve grup oluşturmaktan kaynaklanan bir güç hissetme eğilimi içine girecektir. Bu şekilde bahsettiğimiz stres faktörleriyle baş etmeye çalışır. İç çatışmaları, kompleksleri, umduğunu bulamama ve zaman zaman çaresizliklerle yüzleşir. Bunların doğurduğu taşkınlık ve saldırganlıklar, çoğunlukla toplumun genel değer yargıları tarafından frenlenir. Bu, Freud’un yaklaşımı ile egonun süper ego tarafından baskılanmasıdır. İşte, bu noktada yüceleştirme mekanizması devreye girecek ve bu mekanizmanın yürütülmesinde futbol çok önemli bir boşluğu dolduracaktır. Bu faaliyetler içinde fanatiklik boyutuna varan ölçüde yer alan kişiler, bir gruba mensubiyetin güven duygusunu, başarılarla yaşanan gururu, stresini toplumun makul karşıladığı zeminlerde tezahürâtlarla boşaltma imkânı bulacaktır. Farkında olmadan şuur altındaki problemlerin cevabını bulduğu bu faaliyeti, içindeki savunma mekanizması ve dürtüleri yüceleştirecektir. Gençlerin şöhret olmak yolundaki gayretleri ve bu uğurda ödenen bedeller, şöhreti yakalamış şahısların oda duvarlarını süslemesi, hatta ilâhçıklar haline dönüştürülmeleri varlık fırtınaları ve dalgalanmaları karşısında rotasını şaşırmış çaresizlerin kendilerini savunma mekanizmaları olarak ortaya çıkmaktadır.

Her şeyde olduğu gibi, bu durumda da istikamet, Hâlık-ı Külli Şey ile bağlantılı, O’ndan olduğu bilinen bir varlık anlayışı ile mümkündür. Mensubiyet duygusunun en istikametli şekilde hissedileceği durum, benliğin nübüvvet silsilesi ile yani Hazret-i Âdem’den (as) Hazret-i Muhammed’e (asm) kadar insanlık âlemine dal budak salmış iyilik ağacının zamana uzantısı, asra uzanan dalında bir meyve olduğunu hissetmek, mensubiyet duygusu adına yaşanabilecek en güzel hâl olmalıdır. Kendine yansıtarak ve grup psikolojisi içinde, mensubu olduğu gruptan birilerinin şerefiyle şereflenmek ve varlığını anlamlandırmak için insanlık nev'inden Hazret-i Muhammed (asm) gibi bir şahsiyetin çıkmış olması yeter. Böyle bir gruba mensubiyet ve öyle bir zatın (asm) yüceleştirilmesi ile kendi varlığını anlamlı kılmak, sosyal hayatın ve benliğin en yüce noktası olmalıdır. Bu hâl benliğine, varlığa ve sosyal hayata benlik adına değil, Hâlık adına bakmanın işaretidir. Varlığı kendi içinde ve maddî planda anlamlandırmakla sahipsiz ve çaresiz, başıboş algılanan bir âlem yerine her şeyin gücünü ve bütün özelliklerini Kadir-i Külli Şey’den aldığı kontrollü ve istikametli bir âlem algısının ferdî plandaki emniyetini yaşamaktır.

Bütün savunma mekanizmaları, istikametinde kullanıldığında, yani sırat-ı müstakîm üzerinde olduğunda ferdin maddî ve manevî hayatını kolaylaştıran nimetlerdir. Ancak, mülk âlemine sınırlı ve maddî dünyanın içine hapsolmuş, her şeyin kendi benlik ve varlık alanına yer açmak için mücadele içinde olduğu bir algıda bu mekanizmalar hep savunmanın, kaçışın, kendine ve âleme yabancılığın sonucu hissedilen vahşetten uzaklaşmanın zemini olacaklardır. Bu anlamda, büyütülen, yüceleştirilen ve putlaştırılan ve ardından medet umulan hiçbir dünyevî ilâhın, maddeden oluşmuş putun, vehmî bir güce dayanan unsurun faydası olmayacaktır. İnsanlık tarihi bu türden, yüceleştirilmiş, ilâhlaştırılmış nefsin kendinde görmek istediği kudret yansıtılmış putların enkazları ile doludur. Yani, kendilerine bile hayırları dokunmayan bu yücelerden beklentiler boşa çıkmaya mahkûmdur.

Özünde acz ve fakr olan fert, bunların oluşturduğu duygu çatışması ve stresten kurtulmak için bir anlamda yüceleştirme mekanizmasına muhtaçtır. Ancak yüceleştirilmeye en lâyık olan, bütün sıfatları ile ekber olan Zât-ı Zü’l-cemâl ve maddî âlemde O’nun güzelliklerini en iyi şekilde yansıtan Hazret-i Muhammed'dir (asm).

İçinde bulunduğumuz mânevî iklimde ruha ve bilinçaltına ulaştırılması gereken en önemli mesaj, Âlemlerin Rabbi’nin büyüklüğü ve yüceliğidir. Açlıkla terbiye olan nefis, bunu daha rahat kabul edecek ve derinden hissedecektir. Oruç bu mânâ ile en üst düzey yüceleştirme mekanizması olacak ve nefse kendi konumunu ve Rabbi’nin konumunu daha net hissettirecektir. Açlıkla terbiye olan nefis sonuçta ‘Ben aciz bir kulum, Sen ise Rabb-i Rahîm’imsin’ noktasına gelecektir.

25.08.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: yemek tarifleri- Risale Çocuk- yemek tarifleri - Risale-i Nur- Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yemek Tarifleri - Makdis