08 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Baki ÇİMİÇ

A’raf Sûresi’nden dersler


A+ | A-

Kur’ân âyetleri çok ince sırlarla ve derslerle doludur. Bazı hakîkatler Kur’ân’da kıssalar ve târîhî olaylar olarak anlatılır. Kur’ân bir târîh kitabı değildir. Ancak târîhî kıssalar ve olaylarla kıyâmete kadar bizlere yol gösterir. Her asrın insanlarına özellikle Müslümanlara yaşadıkları sıkıntılardan çıkış yolları gösterir. Bu sebeple de Kur’ân âyetlerinden peygamber kıssaları ve târîhî olaylara nasıl bakacağımızı, bu âyetlerden nasıl dersler çıkaracağımızı asrımızın müceddidi Bedîüzzamân Saîd Nursî Hazretlerinin eserlerinden öğreniyoruz. Bizler de A’raf Sûresi 163-169 arası âyetleri buraya alarak tefekkür edelim istedik. Çünkü bu âyetlerde çok ince düstûrlar ve asrımıza düşen dersler var. A’raf Sûresi’nde Cenâb-ı Hak meâlen şöyle buyurur:

“Bir de onlara deniz kıyısındaki şehrin uğradığı sonucu sor. Hani onlar Cumartesi yasağını çiğneyerek haddi aşmışlardı. ‘Cumartesi günü iş yapma yasağına uyduklarında’, balıkları onlara açıktan akın akın geliyor, ‘Cumartesi günü iş yapma yasağına uymadıklarında’ ise, gelmiyorlardı. İşte biz, fıska sapmaları dolayısıyla onları böyle imtihân ediyorduk. Onlardan bir topluluk: ‘Allah’ın kendilerini helâk etmek veya şiddetli bir azaba uğratmak istediği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?’ dediğinde ‘Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimâl sakınabilirler, diye’ dediler. Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında ise, biz de kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulmedenleri yaptıkları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azab ile yakaladık. Onlar, kendisinden sakındırıldıkları şeyi yapmada ısrar edip başkaldırınca onlara: ‘Aşağılık maymunlar olunuz’ dedik. İşte o zaman Rabbin, onlara en kötü azabı yapacak kimse(leri) kıyamet gününe kadar üzerlerine mutlaka göndereceğini bildirdi. Şüphesiz, Rabbin (ceza ile) sonuçlandırması pek çabuk olandır ve gerçekten O, bağışlayandır, esirgeyendir. Onları yeryüzünde ayrı ayrı topluluklar olarak paramparça dağıttık. Kimileri salih (davranışlarda) bulunuyor, kimileri de bunların dışında olan aşağılıklardır. Onları iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik, ki dönsünler. Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım ‘kötü kimseler’ geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan dünyanın geçici yararını alıyor ve: ‘Yakında bağışlanacağız’ diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah’a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı okudular. (Allah’tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdirmeyecek misiniz?”1 Âyetler bu şekilde devam ediyor.

Tefsirlerde bu olayın ayrıntısı ile ilgili epey bilgi var. Biz de kısaca olayın balık tutma ile ilgili bölümünden bahsetmek istiyoruz.

İsrâiloğulları’na Cumartesi günü kutsal bir gün olarak bildirilmiş ve bugünde balık tutmamaları emredilmiştir. Bu hâdise Allah'ın (cc) çok hikmetleri saklı olan bir imtihânıdır. İmtihân devam ederken dahâ da şiddetlenir. Yasak gün olan Cumartesi günlerinde Cenâb-ı Hak deniz kenarına çok sayıda balık gönderir. Diğer günlerde ise balıklar yok olur. Cumartesi günleri geldiğinde balıklar çoğalır, diğer günlerde ise kaybolurlar. Rabbimiz ince ince imtihânlardan geçirir kullarını. Çünkü dünya imtihân yeridir. Elmas rûhlularla kömür rûhluların tefrik edilmesi için bu gereklidir. Bu durum karşısında İsrâiloğulları‘ndan bir grup düşünüp taşınır ve kendilerince bir çözüm bulmak için hile-i şer’iye yolunu seçerler. Bu yol şöyledir: Cumartesi günleri denize balık avlarını atarlar, ancak avlara takılan balıkları aynı gün değil, Pazar günü denizden alırlar. Böylece nefsî ve şeytânî bir hile ile kendilerini aldatırlar. Bu hâdise karşısında diğer mü’minler ise hemen uyarı ve îkaza başlarlar. “Bu gün yasak gündür, niçin balık tutuyorsunuz? Yoksa sizlere emre itâatsizlikten dolayı büyük bir azap gelecek” diye uyarılarına devam ederler.

Hile yapan grup ise çoktan bahâneyi bulmuş ve biz yasak gün olan Cumartesi balık tutmuyoruz, baksanıza diğer günlerde balıkları denizden çıkarıyoruz diye karşılık verirler. Tabiî ki bu durum bir aldanma ve helâkete giden yolun başlangıcı olmuştur.

Olay böylece sürüp giderken uyarı vazîfesini yapması gereken ehl-i îmân insanlar da ikiye ayrılmıştır. Bir kısmı uyarıya devam etmiş, diğer kısım ise uyarıya devam edenlere kızmaya ve onları uyarmaya başlarlar. “Niçin bunları uyarıyorsunuz? Bunlar zaten sapıttılar. Daha doğru yola gelmezler” diye uyarıcı grubun kuvve-i mânevîlerini kırmaya çalışırlar. Uyarıcı tâife sonuna kadar uyarılarından vaz geçmezken, diğer inanan grup uyarıcıları uyarmaktan vazgeçmezler. Böylece emri dinlemeyen gruba beklenen musîbet ve felâket gelir. Rivâyetlere göre balık tutanlarla, tutanları uyaran grubu uyaran inananlar helâk olur; ancak uyarıya sonuna kadar devam eden grubu Allah muhâfaza etmiş ve gelen musîbetten onları korumuştur. Hakîkaten çok ibretlik bir hadisedir bu yaşananlar.

Kur’ân’da uyarıcı topluluklarla ilgili âyetler de vardır. Konunun tekâmülü için yazımıza bu âyetleri de alalım. Bu âyetler çok ma’nîdâr derslerle doludur. Rabbim bizleri, tarafından övülen topluluklardan etsin İnşâallah. Âmîn.

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.“2

“Hepsi bir değildir; ehl-i kitap içinde istikamet sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah’ın âyetlerini okurlar.”3

“Ey îmân edenler! Allah’ın size olan nimetini unutmayın; hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de, Allah, onların ellerini sizden çekmişti. Allah’tan korkun ve mü’minler yalnızca Allah’a güvensinler.” 4

“Musa’nın kavminden hak ile doğru yolu bulan ve onun sayesinde adil davranan bir topluluk vardır.“5

“Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden dahâ iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden dahâ iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. Îmândan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir.”6

Yukarıya aldığımız âyetlerden anlaşıldığı üzere ümmetin istikameti için uyarıcı bir topluluğun vazîfe yapması gerekiyor. Bu durum diğer asırlarda olduğu gibi bu gün de devam etmektedir. Kur’ân’ın uyarıcı topluluğun olacağını beyân eden âyetleri bizleri de ilgilendiriyor ve uyarı yapmaya dâvet ediyor. Ancak bu topluluk hak ve hakîkat adına vazîfe yapmalı, sadece ve sadece Allah rızâsını esâs alarak bu vazîfeyi derûhte etmelidir. Bu uyarıcı topluluğa kızılsa da, kınanılsa da, hakaret edilse de, bu topluluktan ayrılanlar olsa da, ayrılanlar şevk kırıcı ve moral bozucu davranışlar yapsa da, nefislerini temize çıkarmaya çalışsa da inanıyorum ki, Kur’ân’ın uyarıcı olarak bahsettiği topluluk uyarılarına hak ve hakîkat namına devam etmelidirler.

Bu uyarıcı ve istikamet üzere olan toplulukla ilgili olarak, Risâle-i Nûrlardan Kastamonu Lâhikası’nda bir hadisin işâreti ile Üstadımız da söz eder:

“Ümmetimden bir taife Allah’ın emri gelinceye kadar (yani kıyâmetin kopmasına kadar) hak üzerinde galip olacaktır.”7 “Ramazân-ı Şerîfte onuncu günün ikinci saatinde birden bu hadîs-i şerif hatırıma geldi. Belki, Risâle-i Nûr şakirtlerinin tâifesi ne kadar devam edeceğini düşündüğüme binâen ihtâr edildi.”8

Şimdi yaşadığımız bu âhirzamân asrının en dehşetli fitnelerinin ve emre karşı gelişlerinin yaşandığı bu zamanda acaba nerede duruyoruz? Allah’ın emirlerine karşı hileler yaparak nefsimizin ve şeytanın yanında mı? Emre isyan edenleri uyaranları uyarmaya çalışanların safında mı? Yoksa yalnız Allah rızâsını esâs maksat yapan uyarıcı toplulukların yanında mı?

Rabbim bizlere sonuna kadar sırr-ı ihlâs ile hakta ve ihlâsta sebat eden uyarıcıların içinde olmayı nasip etsin İnşâallah.

Dipnotlar:

1- A’raf Sûresi; 163-169.

2- Al-i İmrân Sûresi; 104.

3- Al-i İmrân Sûresi; 113.

4- Mâide Sûresi; 11.

5- A’raf Sûresi; 159.

6- Hucurat Sûresi; 11.

7- Buhari, İ’tisam: 10.

8- Kastamonu Lâhikası, 2006, s: 51.

08.11.2010

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

Toplantının ardından


A+ | A-

Geçtiğimiz hafta sonu, gazetemizin İstanbul-Güneşli’deki merkez tesislerinde gerçekleştirilen sonbahar dönemi Umumî Temsilciler Toplantısında, bir önceki dönemin faaliyet raporları okunarak, önümüzdeki döneme ilişkin proje ve hedefler üzerinde duruldu.

Katılımın yüksek olduğu, sıcak diyalogların yaşandığı, demokratik bir olgunlukta geçen, verimli görüşme ve müzakerelere sahne olan toplantıda, gazete başta olmak üzere neşriyat ve diğer hizmet birimlerinin çalışmaları değerlendirildi.

Toplantının açış konuşmasını Yeni Asya A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı ve gazetemiz imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular yaptı. Kutlular konuşmasında, Risale-i Nur’un bakışını gündemde tutmanın asıl gayemiz olduğunun altını çizdi.

“Bütün faaliyetlerimizin tek bir maksadı vardır: Risale-i Nur’a hizmet etmek” diyen Kutlular, temsilcilerimizden de aynı gaye ve şuur içinde faaliyetlerini sürdürmelerini istedi. İhlâs, uhuvvet ve tesanüd vurgusu yapan Kutlular, meşveretin önemine dikkat çektiği konuşmasında, yaptıkları hizmet ve gösterdikleri gayret sebebiyle tüm temsilcilerimize teşekkür etti.

Yeni Asya Medya Grup Faaliyet Raporu, Genel Müdür Recep Taşcı tarafından okundu. 2010 yılı ilkbahar toplantısından bu yana geçen dönemin yayın ve tanıtım faaliyetlerini, satış ve pazarlama çalışmalarını, grubun gelir-gider durumunu birim bazında ve müessese genelinde bilgiler vererek özetlediği konuşmasında Taşcı, planlanan yeni proje ve hedeflerimizi temsilcilerimizle paylaştı.

Risale-i Nur Enstitüsü bünyesinde yürütülmekte olan faaliyetlerin bilgisi ise Enstitü Genel Sekreteri Şener Boztaş tarafından verildi. Boztaş, ilki bu sene gerçekleştirilen ve büyük ilgi gören Gençlik Şöleni ile Gençlik Kongresinin ikincisi için hazırlık yapıldığını belirterek destek ve dua istedi. Umumî heyet de, Risale-i Nur Enstitüsünün organize ettiği Gençlik Şöleni ve Kongresi adına ihtiyaç duyulan maddî destek için bütün illerimizin katkı sağlamasını uygun buldu.

Daha sonra ABD’deki Risale-i Nur hizmetleri ve yakın bir süre önce faaliyete geçen ABD Yeni Asya Vakfının çalışmaları ele alındı. ABD’de ikamet eden Prof. Dr. Süleyman Kurter ve bir süredir oradaki hizmetlere yerinde şahit olan Yönetim Kurulu üyemiz Nejat Eren, yürütülmekte olan çalışmalar hakkında temsilcilerimizi bilgilendirdi. Konuşmalarda, tercüme faaliyetleri anlatılarak özellikle öğrenci ve mahkûmların Risale-i Nur’a olan ilgi ve ihtiyaçlarının böyle bir hizmetin önemini bir kat daha arttırdığı vurgulandı.

Ardından gündemin bir diğer maddesini teşkil eden, Risale-i Nur hizmetlerinin daha düzenli ve verimli olarak yürütülmesi gayesiyle hazırlanan ve bir süredir üzerinde çalışılan sistemdeki değişiklik teklifleri görüşülerek karara bağlandı.

Gündemdeki siyasî ve içtimaî meselelerin de masaya yatırıldığı toplantının öğleden sonraki oturumunda referandum sürecinde izlenen yayın politikası ile birlikte; siyasî duruş, eğilim ve kanaatimiz üzerinde duruldu. Yayınlarımızın tasvip gördüğünün ifade edildiği konuşmalarda çizgimizde hiçbir kırıklık olmadığı belirtilerek, Risale-i Nur ölçülerinin bizim için bu konuda da tek yol gösterici olduğu belirtildi.

Toplantı dilek ve temennîlerin dile getirilmesiyle son buldu.

***

Şaban Döğen’i rahmetle andık

Geçen yıl 4 Kasım’da rahmet-i Rahman’a kavuşan yazarımız Şaban Döğen’i, birinci vefat yıldönümünde gazetede çıkan yazılar ve ayrıca Şekerci Han’da tertiplenen özel bir programla andık. Programda, Döğen için indirilen hatimlerin ve okunan Yasin'lerin ardından, hatim duası yapıldı, Fatiha'lar okundu. Döğen’i hayırla yad eden konuşmaların da yer aldığı program, hizmete adanmış hayatların, sahiplerini bu dünyadan ayrıldıktan sonra da unutulmaz kıldığını gösteren güzel örneklerden biri oldu.

***

Bir hizmet kahramanı

Mahallerinde gazetemizin tanıtımı ve yeni yeni isimlere tanıtılması çalışmalarını sessiz sedasız, ama kararlı ve sebatkâr bir şekilde devam ettiren fedakâr hizmet kahramanlarından biri de, Ümraniyeli okuyucumuz Yılmaz Erdoğan. Yıllardır birçok kişiyi Yeni Asya ile tanıştıran ve bu çalışmalarını halen de sürdüren Erdoğan’a tebrik ve teşekkürlerimizi sunuyoruz.

08.11.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Diyanetin görevi neydi?


A+ | A-

Tam anlamıyla bir ‘savrulma’ yaşandığını gösteren o kadar ‘delil’ var ki, hangisine dikkat çekelim? Gerek siyasette ve gerekse başka sahalarda ‘yanlışta ısrar edenler’i gördükçe üzülüyoruz.

‘Savrulma’yı gösteren bir açıklama da Diyanet İşleri Başkanından geldi. “Siz 29 Ekim resepsiyonuna gittiniz mi?” şeklindeki bir soruyu cevaplandıran başkan şöyle demiş: “Ben bugüne kadar hiçbir resepsiyona katılmadım. Şu sebeple katılmıyorum; rahmetli Atatürk’ün Cumhuriyeti kurarken Diyanet İşleri Başkanlığı’na verdiği önemi ve itibarı bugüne kadar hiçbir zaman göremedik. Onun için iyi giyimliler arasında sırada yürüyen bir kişi olmayı ben kurumuma ve konumuma karşı bir haksızlık olarak gördüğümden bu tip devlet protokollerine pek iştirak etmiyorum. O dönemin uygulamalarının yanına bile yaklaşmayan bir şey olduğu için de kendime daha fazla haksızlık etmemek adına pek katılmıyorum. (Cumhuriyet, 5 Kasım 2010)

İfade etmek gerekir ki; herhangi bir resepsiyona katılıp katılmama, genel anlamıyla dâvet sahibi ile dâvet edilen arasındaki bir konudur. Katılırsa ‘tebrik’ alır, katılmazsa ‘tenkid’ alır. Bu açıklamada bizi işin bu yönü ilgilendirmiyor. Ancak “Diyanet İşleri Başkanlığına verilen önem” konusu herkesi ilgilendirir. Çünkü bu açıklama en başta tarihî gerçeklerle uyuşmuyor.

Hatırlamak lâzım ki, “633 Sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş Ve Görevleri Hakkında Kanun”un 1. maddesi şöyledir: “Madde 1- İslâm Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.”

Anayasa’daki ilgili maddede de (Madde 136) “(...) Diyanet İşleri Başkanlığı, (...) özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir” denilmektedir. O halde Diyanet İşleri Başkanlığının birinci vazifesi, kanunda da belirtildiği üzere “din konusunda toplumu aydınlatmak”tır. Ayrıca işaret etmeye gerek olmadığı üzere, bu aydınlatma ‘doğru’ olmalıdır.

Peki, tarihî gerçeklere baktığımızda bu görev, bilhassa ‘tek parti’ devrinde yapılabilmiş midir?

Ayrıntılara girmeden şunu soralım: ‘Tek parti’ devrinde Kur’ân okumak ve okutmak yasaklanmamış mıdır? “Allah’ü Ekber” diyerek ezan okumak yasaklanmamış mıdır? Kur’ân ya da ezan okuyanlar sırf bu yüzden hapse atılmamış mıdır?

Bunların yapıldığı ve yaşandığı bir dönemi ‘problemsiz bir dönem’ olarak tarif etmek, bu şekilde halkı yanıltmak Diyanet İşleri Başkanlığının görevi midir?

Biri çıksın desin ki, “Hayır, ‘tek parti’ devrinde ezan yasaklanmadı, Kur’ân okumak yasaklanmadı.” Peki, Kur’ân’ı yasaklayan bir idareciye, en başta dönemin Diyanet İşleri yöneticileri “Bu doğru değil” demesi gerekmez miydi? Çeşitli sebeplerle o gün bunlar söylenemediyse, bugün o tavırlar savunulabilir mi?

Bütün bunlar ortadayken, “Diyanet ‘tek parti’ devrinde büyük itibar görüyordu. Protokolde çok öndeydi” demek bir mânâ ifade eder mi? Velev ki protokolde ön sırada olsun, bu bir ‘itibar’ göstergesi olarak görülebilir mi?

Tam da bu günlerde bir açıklama yapan Kocaeli Müftüsü, “Başta Diyanet olmak üzere herkes ataletten sıyrılmalı. Silkelenmek zorundayız” demiş. (Yeni Asya, 8 Kasım 2010)

Yine geçtiğimiz hafta içerisinde bazı yazarlar CHP’ye tavsiyelerde bulunurken “Kemalizmle olmuyor” demişti. Meselâ, Ahmet Altan şöyle yazdı: “Siz, ülkeyi tam bir diktatörlükle yönetmiş birinin ‘ilkelerine’ sahip çıkarak bu halkla bir ‘bağ’ kurup siyaset yapabilir misiniz?” (Taraf, 4 Kasım 2010)

Peki, siyasetçi bunu yapamazsa Diyanet (kendi sahasında) yapabilir mi?

Lütfen, siyasetten diyanete herkes; ya millete gerçekleri anlatsın, ya da sussun!

08.11.2010

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Bütçe iyi de...


A+ | A-

Maraton geçen hafta başladı.

Yok.

Mevzu 42 km 195 metre koşusu ile ilgili değil.

Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülmekte olan 2011 yılı Merkezî Bütçe Yasa Tasarısından bahsediyorum.

Tasarıda merkezi bütçe harcamalarının büyüklüğü; 312,5 milyar lira.

Bütçe gelirleri, 279 milyar lira.

Haliyle açık da 33.5 milyar lira .

Hedef tutturulursa açığın GSYH’ya oranı yüzde 2,8 e düşecek.

Bu rakamlar ne ifade ediyor?

İyi mi kötü mü?

Değerlendirmemiz sadece bütçe açığını kapsıyor, muhtevası hakkındaki görüşümüzü saklı tutuyoruz.

2009 ve 2010 yılı ile mukayese edildiğinde tablo umut vaad ediyor.

2009 yılı bütçesi tam bir fiyaskoydu.

Sert şekilde eleştirdik.

Hakketmişti.

Bütçe açığı 10 milyar lira olarak öngörülmüştü.

Sonra...

Yıl sonunda açık 52 milyar liraya fırlamıştı.

Sapma 5 katından fazlaydı.

Küresel kriz bütçeyi “teğet geçmemiş” delik deşik etmişti.

2010 bütçesinde açık, tahmini 50,1 milyar lira idi.

Şimdi ise açığın 44,2 milyar lirayı aşmayacağı bekleniyor.

Hedefin 6 milyar lira altında.

Pek alışık olmadığımız bir durum.

Atasözünü yalanlarcasına evdeki hesap çarşıya uyacak gibi.

Ocak-Eylül dönemini kapsayan ilk 9 aya ilişkin veriler olumlu.

Bu dönemde gerçekleşen açık 21,3 milyar lira.

Geçen yıla göre yüzde 50 düşmüş.

Kalan üç ayda her halde 23 milyar liradan fazla bir açık verilmez.

2011 yılı bütçesinde beklentiler daha iyi.

Öngörülen açık, 2010 bütçesine göre yüzde 24 azalmış.

Açığın GSYH’ya oranının yüzde 2,8’e inmesi halinde önemli bir başarıya imza atılmış olacak.

Maastricht kriterlerine göre bu oran, yüzde 3’ü geçmemeli.

Ne var ki bu oranın altında kalan ülke sayısı bir elin parmakları kadar az.

Türkiye de bu ülkeler arasına dahil olabilirse takdir edilmeli.

Yalnız bir olumsuzluğun da altını çizmeden geçemeyiz.

Bütçe açığı kapanırken döviz açığımız artıyor.

Şöyle oluyor;

Ucuz döviz ithalatı hızlandırıyor.

Bu hızlanmayla birlikte ithal ürünler üzerinden alınan KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilerin tahsilatı artınca bütçe açığı küçülüyor.

Buna mukabil artan ithalatı finanse edecek dövizimiz yetersiz olduğundan cari açığımız büyüyor.

Yıl sonu itibariyle 40 milyar dolara ulaşacağı tahmin ediliyor.

Hedef 18 milyar dolardı.

Bunun anlamı sürekli yabancı kaynağa mahkûm olmak demektir.

Elin yabancısı da kara kaşımızın kara gözümüzün hatırı için gelmiyor.

Taş atıp kolu yorulmadan vergisiz algısız cebini doldururken bizimkisini boşaltıyor.

Cari açık verildiği sürece bu soygun sürecektir.

Yani bütçe iyi de şu cari açık olmasa...

İlâcı ihracat.

Ekim ayı rakamları yüzümüzü güldürdü.

10,8 milyar dolar.

Cumhuriyet tarihimizin en yüksek Ekim ayı ihracatı.

Dileriz bu trend böyle devam eder de sıcak paranın canımızı yakması sona erer.

08.11.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

AB ilerleme raporu


A+ | A-

Yarın açıklanacak olan Avrupa Birliği’nin İlerleme Raporunda Türkiye ile ilgili genellikle olumlu değerlendirmeler yapılıyor.

Anayasa değişikliği ile hakimlere doğrudan temsilci seçme yetkisi verilmesi, sivillerin askerî mahkemelerde yargılanmasının önüne geçilmesi, Ergenekon dâvâsının sürdürülmesi, Danıştay saldırısı ve Kafes Eylem Planı ile ilgili soruşturmalar, Balyoz darbe planıyla ilgili soruşturma başlatılması demokrasinin güçlendirilmesi yönünde önemli adımlar olarak kaydediliyor.

“Doğru yönde atılmış bir adım” olarak nitelenen Anayasa değişikliği ile ilgili değerlendirmelerin damgasını vurduğu raporda, Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısının arttırılması övülürken, iki üyenin hâlâ askerî yargıç olması eleştiriliyor. “Demokratik bir sistemde anayasa yargısı sivillerin işidir” deniliyor.

Bu arada en çok eleştiri yapılan konulardan birisinin Genel Kurmay Başkanının devam eden soruşturmalara veya dâvâlara, yetkisi dışındaki siyasî konulara ilişkin sık sık yorum yapması olması dikkat çekici.

Eleştirilen hususlardan birisi de yüzde 10’luk seçim barajının ve geniş kapsamlı milletvekili dokunulmazlığının halen sürmesi.

Basın özgürlüğü konusunda kaygı verici bir hususa dikkat çekiliyor: Ergenekonla ilgili haber yapan basın mensuplarına yönelik sık sık dâvâ açılması eleştiriliyor ve “bu durum oto sansüre neden olabilir” deniyor. İnternete erişim yasağı da eleştiriler arasında.

Raporda savcı Ferhat Sarıkaya’nın meslekten ihracıyla sonuçlanan Şemdinli olayının halen çözümlenmemesi, yüksek yargı organları mensuplarının tarafsızlığı ihlâl edici tavırları da eleştiriliyor. Askeriyenin demokratik sistem üzerindeki baskısının sembolü olan bu ihracın kısa sürede yargıya taşınması bizim de temennimiz.

Aslında ilerleme raporu Türkiye gündeminde artık eskisi kadar önem arz etmiyor. Bunu iki sebebe bağlamak mümkündür. Birincisi; Türkiye artık eskisi kadar ağır eleştirilere maruz kalmayacak ilerlemeler kaydetti. Kopenhag Kriterlerinin kabulü ve uygulanması yönünde, temel hak ve özgürlüklerin korunması, işkencenin ve kötü muamelenin önlenmesi, anadilin kullanımı kolaylıkları açısından atılan adımlar eleştirilerin sayısını ve dozunu azalttı. İkincisi ve olumsuz tarafı; Avrupa Birliği’ne üyelik süreci ülkemizde eskisi kadar iştiyakla takip edilmediğinden, AB’nin raporu da önemini yitirdi. Bunda AB ile müzakerelerde beş yılda ilerleme kaydedilememesinin büyük önemi var. Sarkozy ve Merkel’in Türkiye karşıtı tavırları, AB’de halen süren büyük ekonomik kriz ve geleceğinin belirsizliği de bizim hevesimizi söndürdü.

Bütün bunlara rağmen, ilerleme raporunun bir bakıma Türkiye’ye övgü niteliğinde bir belge haline dönüşmesinin memnuniyetle karşılanması gerektiği kanaatindeyiz.

Peki Anayasa değişikliği uygulamada beklenen olumlu etkileri yapacak mı? Bunları zamanla göreceğiz. Ancak ilk adım olan HSYK’nın yeni yapısıyla ilk unvanlı hakimler ve savcılar kararnamesini bu kadar kısa süre içinde çıkarması biraz soru işaretleri doğurdu. Bakanlığın kararnamesinin yeterince incelenmeden onaylandığı gibi bir izlenim bıraktı. Burada AB ilerleme raporunda olmayan bir uyarıyı yapmakta fayda var: “Adalet herkese lâzımdır. Tarafsızlığını yitirmesiyle eleştirdiğimiz eski HSYK’nın yeni yapısının aynı hastalık virüsüne karşı aşırı derecede dikkatli olması gerek.”

08.11.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Riyadan şirke, şirkten riyaya yollar var


A+ | A-

Hayati Bey: “‘Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, Allah’a ortak koşmalarıdır” 1 hadisi nasıl anlaşılmalıdır?”

Peygamber Efendimiz (asm) riyaya, farkında olunmayan bir şirk olarak dikkat çekiyor. Anlaşılıyor ki, riya ve gösteriş şirkten başka bir şey değildir. Nitekim kalp yalnız Allah’a aittir. Bir kalbe iki “ben” yerleşmez.

Şirk, Allah’a ortak koşmak, Allah’a eş koşmak, Allah’ın iki ve daha fazla olduğunu iddiâ etmektir ve böyle bir iddia büyük günahların başıdır. Cenâb-ı Hak: “Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Bundan başka günahları ise, dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşana gelince, artık o haktan pek uzak bir sapıklıkla sapmış gitmiştir”2 buyuruyor.

Bahsettiğiniz hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, bilinen açık şirkten başka bir de gizli şirk vardır ve Peygamber Efendimiz (asm) ümmetinin açık şirke düşeceğinden değil, gizli şirke düşeceğinden endişe duyuyor. (Demek oluyor ki, Peygamber Efendimiz (asm) ümmetinin açık şirke düşmeyeceğinden emin bulunmaktadır.)

Şu halde şirk iki türlüdür: 1- Açık şirk. 2- Gizli şirk.

1- Açık şirk: Doğrudan Allah’a eş koşmak, Allah’ı bildiği halde Allah’tan başka şeylere tapmaktır. Meselâ güneşe, aya ve puta tapmak şirktir. Bu hususta azamî titremek lâzım: Kimi zaman şirk-i hafînin açık şirke ve küfre kapı açıyor olması kanımızı dondurmaktadır. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Enaniyetten neş’et eden şirk-i hafî katılaştığı zaman esbab şirkine inkılâp eder. Bu da devam ederse küfre tahavvül eder. Bu dahi devam ederse, ta’tile, yani halıksızlığa incirar eder. El-iyâzü billah!”3

2- Gizli şirk ise, riya gibi, gösteriş gibi, desinler için amel yapmak gibi, amel ve davranışlarımızda yüzümüzü Allah’tan başkasına çevirmek, Allah’ın rızası olmayan bir işte Allah’tan başkasından lütuf ve takdir beklemek, amel ve davranışlarımızda Allah’ın rızasını gözetmemek ve önemsememek, bunun yerine başkalarının rızasını benimsemek olarak tanımlanabilir. Ki, Peygamber Efendimiz’in (asm) ümmetinin düşeceğinden endişe buyurduğu amel budur. Burada, kişi farkında olmadan ameli için çıkış noktası olarak Allah’tan başka birisinin nazarını ve aferinini esas almış olmaktadır.

Riyanın mahşerdeki görüntüsü hakkında Resûlullah (asm) Efendimiz şöyle buyurdular: “Kıyamet günü aleyhinde ilk önce hüküm verilecek olanlar şunlardır: Adam şehid olmuş olarak biliniyor. Huzura getirilir. Allah ona nimetlerini hatırlatır. O da ulaştığı nimetleri tanır ve kabul eder. Allah ona: ‘Bu nimetlere karşı ne amel işledin?’ diye sorar. Kul: ‘Senin yolunda cihad ettim. Nihâyet şehid edildim’ Der. Allah (cc): ‘Yalan söyledin! Bilâkis sen cesâretlidir, kahramandır denilmek için savaştın ve nitekim hakkında da öyle söylenmiştir’ buyurur. Sonra emir verilir de bu kimse cehenneme atılır.

Diğer bir adam daha getirilir ki, ilim öğrenmiş, öğrendiğini başkasına öğretmiş ve Kur’ân okumuştur. Allah ona nimetlerini hatırlatır. Bu da nimetleri tanır ve itiraf eder. Sonra Allah: ‘Bu nimetlere karşı ne amel işledin?’ der.

O da: ‘Senin rızân için ilim öğrendim. Başkalarına ilim öğrettim. Kur’ân okudum’ der.

Allah: ‘Yalan söyledin! Sen âlim denilmek için ilim öğrendin. Ne güzel okuyor desinler diye Kur’ân okudun! Gerçekten sana bunlar da söylendi’ buyurur. Emir verilir ve adam cehenneme atılır. Bir başkası daha getirilir. Allah’ın kendisine bol nimetler verdiği ve her çeşit maldan bolca ihsan ettiği bu adama Allah nimetlerini hatırlatır. O da bu nimetleri hatırlar ve itiraf eder. Cenâb-ı Allah: ‘Ne amel işledin?’ buyurur. Adam: ‘Senin verilmesini istediğin bütün yerlere Senin rızan için verdim yâ Rabbi’ der.

Allah (cc): ‘Yalan söyledin. Bilâkis sen cömert bir kimsedir desinler diye verdin. Nitekim senin için bu da söylenmiştir’ buyurur. Sonra emir verilir, adam cehenneme atılır. Sonra Resûlullah (asm) Ebû Hüreyre’nin dizine vurup: ‘Ey Ebû Hüreyre! Bu üç kimse, Kıyamet günü, cehennemin, aleyhlerinde kabaracağı Allah’ın ilk üç mahlûkudur!’ buyurdu.”4

Dipnotlar:

1- C. Sağir, No: 1248.

2- Nisâ Sûresi: 116.

3- Mesnevî-i Nuriye, s. 155.

4- Müslim, İmâret 152, (1905); Tirmizi, Zühd 48, (2383); Nesâi, Cihâd 22, (6, 23, 24).

08.11.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Peygamberî vasıf: Doğru, ders ve ibret yüklü lâtife


A+ | A-

Kadife bakışlı, tatlı dilli ve şakada da eşsiz örnek insan olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm), katıla katıla gülmezdi. Ama, daima mütebessimdi. Ona muhatap olanlar tarifsiz bir güven ve huzûr duyardı. Ulvî duyguları en yüce mertebede enerji yaydığından onunla bulunmaktan tarifsiz zevk ve lezzet alırlardı.

Lâtifeleri gayet yumuşak, gayet ufuk açıcıydı. Şakalarıyla kimseyi kırmazdı. Nükteleri ibret, ders doluydu bir ikazdı. Eğitim ve terbiye metodu da tatlıydı. Nâzik ve nâzenin nükteleriyle zihinleri hazırlar; bir meselenin iyice pekişmesini, akılda kalmasını sağlardı. Bir kısım gerçekleri, hakikatleri, lâtîf mizâh ile de ruhları nakış nakış işlerdi.

Ahlâk ve edebin zirvelerindeydi. Başkalarının edep ve haya anlayışını da zedelemeden gerçekleri ifâde ederlerdi. Nâzik ve tatlı, kucaklayıcı, müşfik bir üslûp kullanırdı. Çirkin ve kötü şeylerden nezâkete dâveti de nazikçeydi.

Şu misâl, onun en ciddî ve en hassas durumlar karşısında bile gösterdiği tatlı dil ve hoş muâmele ile, güzellikle anlatma cephesini göstermektedir:

Kureyş kabilesinden bir genç, Hz. Peygamber’in (asm) huzûruna gelerek, “Ya Resulellah, zina yapmama izin ver!” der.

İslâm ahlâkıyla bağdaşmayan bu davranış karşısında, Sahâbîler, “Sus, sus!” diye üzerine yürümek isterler.

Terbiye ve eğitim hususunda da en mükemmel rehber Hz. Peygamber (asm) gayet sâkindir. Genci yağına çağırır ve sohbet etmeye başlar:

“Söyle bakayım; bir başkasının senin annenle zinâ etmesini ister misin?”

“Yoluna fedâ olayım, hayır kat’iyyen istemem.”

“Zaten hiç kimse, annelerine böyle şey yapılmasını istemez” buyurdu.

“Bir başkasının senin kızınla zinâ etmesini ister misin?”

“Hayır, uğrunda öleyim, yâ Resulellah, râzı olmam.”

“Öyle ise hiç kimse kızıyla zinâ edilmesine râzı olmaz.” Sohbet, böyle soru ve cevaplarla, kız kardeş, hala, teyze ve sair yakın akrabalarına kadar devam eder.

Sonunda hatâsını anlayan gence de, şöyle duâ da bulunur:

“Allah’ım! Bunun günâhını affet; kalbini temizle ve uzuvlarını günâh işlemekten koru!” 1

Her noktada rehber ve önderimiz olan Resul-i Ekremin (asm), en hassas, en ciddî mevzu ve istekler karşısında bile nasıl bir tatlı dil ve tavır takındığını dikkate sunmak içindir.

Peygamberimizin (asm) hayatından şakaya dair bazı kesitler, siyer ve hadis kitaplarında nazara verilir.

Dipnot: 1- Müsned, 5: 256-257.

08.11.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Şekersiz çay, dumansız hava


A+ | A-

Piyasada hemen her şeyin çakması bulunduğu gibi, gıda sektöründe de hemen her maddenin sahtesi, çakması imal edilmiş bulunuyor.

Hele hele yağ, şeker, peynir gibi bazı temel kalemlerde, gıda piyasası tam anlamıyla istilâ edilmiş durumda.

Bu da, beden ve hatta ruh sağlığımızın ne derece tehlike altında bulunduğunu gösteriyor.

Gözünü kâr ve menfaat hırsı bürümüş bazı kimseler, en hasis bir menfaatini dahi başkasının sağlığına, hatta hayatına tercih eder duruma gelmiş.

Bunlar, ürettiği bir gıda maddesinin içine, düşük maliyetli hemen her mazarratı katabiliyor.

Bu tür melânetleri de, legal adreste yapıyor görünmekle beraber, çoğu zaman illegal mekânlarda yapıyorlar.

Tıpkı, çoğu şirketin iki türlü (resmî ve gayr–ı resmî) muhasebe tutması gibi...

Şeker üretimi ise, bugün itibariyle tam bir fecaate dönüşmüş durumda. Midelerin kaldıramayacağını düşünerek, burada her şeyi yazamıyoruz.

Ancak, pekçok kimse biliyor ki, bugün artık "merdiven altı" mekânlarda dahi kolaylıkla üretilebilen bazı "küp şeker"lerin içinde, adeta şekerden başka herşey var.

Nitekim, şekerli çayı karıştırınca, bir kısım maddeler beyaz köpük, kırıntı, yahut yağ/parafin damlacıkları halinde üste çıkıyor.

Bilinçli hareket etmeli

Çoğunuz hatırlarsınız. Yirmi sene kadar evvel, büyük şehirlerdeki fırınların çoğu elektrikliydi. Dışı elektrik şokuyla kızaran ekmeklerin içi hamur kalırdı.

Bilinçlenen vatandaşlar "odun ekmeği"ne yönelince, fırıncılar da mecburen sistem değişikliğine gitti. Elektrikte inat edenler iflâsa giderken, fırınların çoğu odunla pişen ekmek imalatına geçti.

Kezâ, bir zamanlar şehirlerarası otobüslerde sigara içiliyordu. Koltuklar, döşemeler nikotin kokardı. Çocuklar, yaşlılar, hastalar bundan büyük ıztırap çekerdi.

Bilinçli ve ısrarlı şekilde verilen mücadele neticesinde, bu kepazeliğe son verildi.

Şimdilerde, kamuya açık kapalı alanların da "dumansız hava sahası"na dönüşmesi, yine bilinçli ve kararlı mücadelelerin bir neticesidir.

Nurlardaki şeker bahsi

Bazı kardeşlerimiz, Nur Risâlelerinin muhtelif mektuplarında şekerden bahsedildiğini hatırlatarak, bu hususu nasıl değerlendirmek gerektiğini soruyor.

Öncelikle ifade edelim ki, o bahislerde zikredilen "şeker"den kasıt, tümüyle "çay şekeri" değildir.

Çok nadir olarak bahsi geçen çay şekeri için de şunları söylemek mümkün:

* Evvelâ, söze "Nerede o eski şekerler?" diye girersek, sanırım maksat çok daha iyi anlaşılır.

* Hiç şüphe edilmesin ki, bugünün kimyevî madde ve sâir kırpıntılarla yüklü çay şekeri ile elli–altmış sene evvelki safi, katışıksız çay şekeri arasında pek büyük farklar var.

* Üstad Bediüzzaman'ın çaya limon damlatarak içtiğini, bu konuya duyarlı hemen herkes biliyor. Limon ise, gerek çayın ve gerekse şekerin zararlı etkilerini minimize ettiği gibi, bu içeceği bedene en faydalı bir kıvama dönüştürüyor. Limonlu çay, adeta serum etkisi meydana getiriyor.

* Üstad Bediüzzaman'ın has talebelerinden Refet Barutçu'nun, çayla beraber şekeri değil, kuru üzümü tercih ettiğini canlı şahitlerden duyduk. Demek ki, onun da bir bildiği var.

* Şahsî kanaatim şu ki: Üstad Bediüzzaman bugün hayatta olsaydı, piyasayı istilâ etmiş durumdaki özellikle bugünün "fabrikasyon şeker"ini kullanmaktan şiddetle kaçınır, onun yerine fıtrî tatlandırıcıları tercih ederdi.

Tarihin yorumu 8 Kasım 1938

Ölüme götüren ağır koma

Emir–komuta zinciri dışında kalan, yahut resmî senaryo ağına takılmayan haber kaynaklarının hemen tamamı şu noktada birleşiyor: M. Kemal'in ölümü, 10 Kasım (1938) günü, saat 9'u 5 geçe falan değildir. Bu şekildeki bilgi, ölümünün kesinleşmesinden sonra düşünülüp tasarlanarak ilân edilmiş bir resmî açıklamadan ibarettir. İşin gerçeğini ve iç yüzünü hiçbir şekilde yansıtmıyor.

Resmî duyuruya itiraz edenlerin birleştikleri ortak noktaları şöylece sıralamak mümkün:

1) Bilindiği gibi, M. Kemal'in sağlığıyla ilgili resmî raporlar, günlük olarak hazırlanıp ilân ediliyordu. Bu ilânlar, başta Cumhuriyet olmak üzere diğer gazetelerde de günü gününe yayınlanıyordu.

2) 8 Kasım günkü tebliğde, M. Kemal'in ölümüne kadar devam edecek olan ağır koma hali hakkında yapılan duyuruda şu ifadeler yer alıyor: "Bugün saat 18.30'da, hastalık birdenbire normal seyrinden çıkarak şiddetlenmiş ve sıhhî vaziyetleri yeniden ciddiyet kazanmıştır."

3) 9 Kasım günkü 3. tebliğde ise "Umumi durumun vahâmete doğru seyrettiği" bildirilmiş olup, bunun mânâsı, aslında "M. Kemal'in öldü" demektir. Aksi halde "vahâmet" tabiri kullanılamazdı. (TC Krnj, s. 629)

4) Nitekim, Cumhuriyet gazetesinin 9 Kasım gecesi yapılan yıldırım baskısında, M. Kemal'in öldüğü bilgisine yer veriliyordu. Hatıratında, Üsküdar'daki bir bayiden o gazeteden bir adet bulup okuduğunu anlatan bir öğretmen, o gün tam bir şaşkınlık hali yaşadığını belirtiyor.

5) M. Kemal'in 10 Kasım'da ölmediğini iddia edenlerden biri de, onun yıllarca şoförlüğünü yapan Seyfettin Yağız isimli şahıstır. Birkaç sene önce DB Tercüman Gazetesi muhabiri Nide Eryılmaz'a konuşan yüz yaşındaki şoför, ayrıca şunları söylüyor: "Atatürk 10 Kasım'da ölmedi. Söylersem, tarihi şaşırtıyorsun diyorlar. Atatürk öldükten sonra beni Dolmabahçe'ye kapattılar. Dışarı çıkmamı istemediler."

08.11.2010

E-Posta: [email protected]



Fahri UTKAN

‘İnsanlar fıtraten Hâlık’ını pek ciddî severler’


A+ | A-

Sevmek bir başlangıçtır. Neye mi başlangıçtır? Önce kendini, sonra çevreni, eşyayı, dünyayı, kâinatı vs. Hülâsa, bütün yaratıkları tanımak için bir başlangıçtır sevmek. Ve sonunda onları Yaratanı gerçekten tanımak için sevmek başlangıçtır. Çünkü, “..insanlar fıtraten Hâlıkını pek ciddî severler…” (Lem’alar, Münâcat, s. 359)

Sevmek maddî bir olgu değildir. Yani “Şu kadar seviyorum” diye bir ölçü konamaz. Çocuklara her zaman sorulan bir soru vardır. ”Anneni mi yoksa babanı mı daha çok seviyorsun?” diye. Çocuk, nasıl cevap vereceğine karar veremez. Bazen anne, bazen de baba olur veya her ikisi olur bu sorunun cevabı. Yani, böylelikle, sevgiyi tek tarafa vermez bir bakıma sınırlamaz sevgisini. Zaten bilindiği gibi diğer birçok şeyin aksine sevgi, paylaşıldıkça artar.

Sevgiler karşılıksız, menfaate dayanmadan olursa gerçek sevgi sınıfına girer.

İnsan hayatı sevgiyle yeşerir, büyür, gelişir. Sevgi olmazsa, hayatın tadı da olmaz.

Bir şey sevildi mi, onun hakkındaki her şeyi bilmek ister, insan. Bu yönden sevgi, ilmin de başlangıcıdır. Sevilmeden öğrenilmeye çalışılan bir ilim dalında başarılı olmak hayaldir.

Sevgi, insanı gerçek sevgiye, yani, Yaratanın sevgisine ulaştırmalıdır. “..insanlar fıtraten Hâlıkını pek ciddî severler ve Hâlıkları onları hem sever, hem kendini onlara her vesile ile sevdirir.”

Sevmek kelimenin tam anlamıyla muazzam, muhteşem bir olaydır. Kendini sevmek, aileni sevmek, insanları sevmek, çiçekleri, hayvanları, yaratılan her şeyi sevebilmek, mü’min kardeşlerini sevmek, Habibullah’ı (asm) sevmek... Ve bütün bunları Allah namına sevmek.

Evet, görüldüğü gibi sevgi, her şeyi, her yeri, hâsılı hayatı, kâinatı kuşatıyor. Sevgiyle yaşamak, sevgiyle büyümek ve sonunda O’nun (cc) sevgisiyle ölmek her insanın gayesi olmalıdır.

Sevgi-muhabbet, insana Allah tarafından verilmiş özelliklerden birisidir. İnsanın sevdiği şeyi Allah hesabına sevmesi, hem onu değerlendirir, hem de Allah’ı sevindirir.

Her insanın kendine has, kendinde farklılaşan sevgisi vardır. “O da sevilir mi?” diye bir soru, seven için çok abestir. Birisinin sevdiği, başkasının nefretini çekebilir. Demek ki herkesin bir sevgi kriteri-ölçüsü vardır ve olmalıdır da.

Allah’ın sevdiğini sevmek bir mü’minin en önemli hasletlerinden birisidir. Bu tür sevmelerde farklılıklar yaşanmaz, yaşanmamalıdır. Allah neyi seviyorsa, Peygamberimiz (asm) neyi seviyorsa biz mü’minler de onları sevmeliyiz. Ölçü bu olduğunda sevgi fiili de düzene, intizama girmiş demektir. Artık bundan sonra “Bunu niye seviyorsun?” “Şunu sevmelisin” gibi sözler havada kalmaya mahkûm sözlerdir.

Hâsılı, muhabbet O’na oldukça, O’ndan oldukça muhabbettir. Muhabbet öyle bir özelliktir ki, paylaştıkça artar, arttıkça paylaşılır. Dünya muhabbet hamuruyla yoğrulmuştur.

“İnsanlar fıtraten Hâlıkını pek ciddî severler…” diyor Üstad Hazretleri. Buradaki ‘fıtraten’ kelimesi manidârdır. Allah’a inanmayan ve O'na sevgi duymayan bir insan bile—zahiren Yaratıcısını sevmiyor gibi gözükse de—dünyada elde ettiği onca nimeti, teknolojik yenilikleri vs. kullanması ve sevmesiyle, her şeyin yaratıcısı olan Allah’ı da fıtraten sevmiş olmaktadır.

Evet, Yunus’un dediği gibi ”Yaratılanı sevdik Yaratandan ötürü” deyip her şeyi Cemil-i Mutlak hesabına sevmeliyiz. Biz Yaratıcımızı sevdiğimiz gibi, Yaratıcımız da bizi gerçekten sevmekte; hem de sevdiğini her vesileyle bizlere göstermektedir. Nasıl mı? Daha dünyaya gelmeden evvel bizim ihtiyaçlarımızı düşünerek yaratması, doğduktan sonra yaşamamız için gerekli her şeyi önceden bilip zamanı geldiğinde bize vermesi ve bunları biz istemeden vermesi sevdiğini açıkça göstermektedir.

Sevgiyle kalın.

08.11.2010

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Karşınızdaki insanın hangi kapısını çalıyorsanız, onunla karşılaşırsınız


A+ | A-

Negatifler yıkıcı oldukları için, tahribatı fazladır. Hemen tesirini gösterir. Tabi bir de kolaydır. Onun için yıkımlar çok hızlı gerçekleşir.

Bu, bazen bir bakıştır; bazen de bir bakmayış. Bazen bir tebessüm, bazen de bir çatık kaştır. Bazen bir sözcüktür, bazen bir cümle.

Hepsi de bir hamledir.

**

Bu, günlük hayatta da aynıdır.

İçteki negatif kazanlarda üretilen ve ağızdan çıkan bir söz ne büyük kavgalara, kopuşlara, yıkımlara sebep olabilmektedir.

Küçücüktür, ama etkisi büyüktür.

Oysa bir yıkımı ortadan kaldırmak başlı başına ciddî bir iştir.

Hatta yıkımı ortadan kaldırıp, yerine bir yapım inşa etmek çok daha güçtür. Ve yapım ekibi de zor ve yorucu olduğu için azdır.

Kelimelerin de negatif ve pozitif olmak üzere içinde enerjileri vardır.

Negatif kelimeler yıkıcı bir enerji taşırken, pozitifler yapıcı ve etkili bir enerji taşımaktadır.

Sözdeki etki, sözün niteliğine ve söze anlam yükleyenin algılama kapasitesine göre değişmektedir. Onun için bazen bir cümle, hayattan kopma aşamasına gelmiş bir insanı hayata bağlarken, bazen de hayattan insanı koparabilmektedir.

Güzel, nezih, incitmeyen, içinde iyi niyet, sevgi, müjdeler taşıyan ve adeta okunduğunda, kurulduğunda gülücükler taşıyan kelimeler ve böyle kelimelerden oluşan cümleler; kuranı da, kurulanı da güldürüyor ve pozitif enerji katıyor.

Bazen ise keskindir pozitif cümleler.

Bu, hastalığı tedavi eden neşter gibidir.

Acıdır belki, ama tedavi edicidir. Yoksa hastalığı görmezden gelmek ve yokmuş gibi yaşamak, hastalığın büyümesine ve taşıyanı daha da beter hale getirmesine sebep olacağından, böyle bir davranış iyilik değil, kötülük içerir.

Bir mü’min kardeşin, omuzundaki veya koynundaki bir akrebi göstermesi ne kadar anlamlı ve güzeldir.

Peki böyle bir ikaza, ‘Sana ne be kardeşim’ denir mi? Denirse, buna ne denir? Bence, günün güzel geçmesi için, günlük olarak pozitif enerji kaynaklarından beslenen, pozitif insanlara uğramak akıllıca bir yaklaşımdır.

‘Pozitif insan’ tanımlaması oldukça heyecan vericidir.

Tabiî bu tanımlamanın içinde yer almak çok da kolay değil. Ama formül de yok değil. Daha dün birisiyle karşılaştım ki, pozitif adam, hayatını güzelleştirmek adına, her gün bir cüz okuyor ve yine bir başkası, günde yüz yirmi sayfaları aşan Nur sayfaları okuyor ve mütalâa ediyor. Demek, pozitiflik de kişinin alım kapasitesi oranındadır.

Yüksek enerji hatlardan geçerken, ondan istifade edememek akıllıca değil.

Hiç değilse, hatlarda olanlardan istifade etmek gerek.

Pozitif söylemler içinde olan insana elbette pozitif davranışlar yakışır.

Bir şeyin söylemi olmadan davranışa dönüştürmek mümkün değildir.

Biz de pozitif pencere ile pozitif söylemlerin odağı haline geldik. Bundan böyle bu söylemler de her alanda artarak devam edeceğe benziyor.

Diyeceğim o ki, ‘pozitif adam’ tanımlamasını ilk olarak çok uzaklardan bir telefon konuşmasıyla sevgili İsmail abim seslendirmişti. Seslendirmesi duâ hükmüne geçti ki, şimdilerde dostlar, nerede bir söz hakkı alsam, ‘pozitif adam konuşuyor’; nerede bulunsan, ‘pozitif adam geliyor’ gibi tanımlamalar yapıyorlar.

**

Doğrusu şunu hiç esirgemeden söylüyorum ki, Risâle-i Nur eserlerinden istifade edip de, negatif olan, çevresine olumsuz, ümitsiz, ön yargılı, kirli cümleler kuran bir insanın istifade etmediğine hükmedilir.

Böyle insanlar safra hastası gibidir, ne kadar tatlı cümleler okusalar da, onların gönülleri bu tattan istifade etmez. Çünkü hastadır. Bu güzelim eserlerden istifade edebilmek için, önce hastalığın tedavisi şarttır. Yoksa problem ne okuduklarındadır ne de dinlediklerinde.

Bir de tabiî kişinin halet-i ruhiyesi bozuksa, böyle bir insandan sağlıklı, istikametli, itidalli davranışlar beklemek yersizdir.

Evet, nurlar, bir elektrik akımı hattıdır. Yüksek gerilim, yüksek enerji vardır. Eğer siz ondan istifade etmek isterseniz, belli bir takım altyapı çalışmalarına ihtiyaç vardır.

Yani oluşmuş olan kirlenmelere karşı, tövbe ve istiğfar etmek; güzel sayfalarda bulunabilmek için de sürekli duâ ve tevekkül hali içerisinde olmak; ihlâs, samimiyet, uhuvvet, dürüstlük çok önemli bir alt yapı zeminidir ve bunlar tam bir kulluk halidir.

***

Âlemde duyulabilecek her türden negatif ve pozitif sesler vardır.

Siz hangisine yoğunlaşırsanız, o enerji size açılır.

İnsanlarla konuşurken de durum aynıdır; karşınızdaki insanın hangi kapısını çalarsanız, o kapının ardındakilerle karşılaşacaksınız.

08.11.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.