24 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Sami CEBECİ

Rüzgâr, fırtına ve kasırgalar


A+ | A-

Rüzgârları da Biz aşılayıcı olarak gönderdik, sonra gökten bir su indirip onunla sizi suladık. Yoksa o suyu hazinesinde saklayan siz değilsiniz.” (Hicr Sûresi: 22) “Onlar mı hayırlı, yoksa karanın ve denizin karanlıklarında size yol gösteren ve rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci gönderen Allah mı? Allah, onların ortak koştuğu şeylerden pek yücedir.” (Neml Sûresi: 63)

Kelâm-ı Ezelî olan mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de, yarattığı varlıklardan bahseden ve onları kendi Zâtına delil gösteren Cenâb-ı Hak, rüzgârları da nazarımıza vermekte ve onlardan ibret almamızı istemektedir. İbret nazarıyla bakılan her şey, bu durumda hem ilim, hem de iman haline dönüşmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’i çağımız insanının anlayışına en uygun bir tarzda tefsir ve îzah eden Bediüzzaman Hazretleri, rüzgârların da tabiî ve tesadüfî olaylar sonucu meydana gelmediğini, bilerek, kasten ve çok faydalara dayalı olarak yaratıldığını söylemektedir: “Şimdi, rüzgârlara bak ki; sair hakîmâne, kerimâne faydalarının ve vazifelerinin şahadetiyle, gayet mühim ve kesretli vazifelere koşuyorlar. Demek, o dalgalanmak bir Sani-i Hakîm tarafından bir tavziftir, bir tasriftir, bir kullanmaktır. Dalgalanmaları ise, emr-i Rabbanînin çabuk yerine getirilmesine sür'atle çalışmaktır.” (Sözler: 1093)

Cenâb-ı Hak, bu dünyadaki icraatlarını sebepler perdesi arkasından yapmaktadır. Âleme koyduğu kanunları vardır. O kanunlara “Âdetullah kanunları” denir. Maalesef, tabiatçılar tarafından “Tabiat kanunları veya Doğa kanunları” olarak isimlendirilmektedir. Hâlbuki, hiçbir şeyin tabiî ve tesadüfî olarak vücuda gelmediği ve bir kast ve iradeyle îcat edildiği apaçık görülmektedir. Rüzgârların meydana gelmesi de öyledir.

Güneş ısısının etkisiyle yerküre ısınır. Fakat her taraf eşit derecede ısınmaz. Isınan hava genişler ve hava basıncı azalır. Böyle alanlara alçak hava basıncı denir. Soğuk alanlarda ise hava basıncı yüksek olur. Yüksek basınç alanlarından, alçak hava basıncı olan alanlara doğru havanın su gibi akmasına rüzgâr adı verilir. Rüzgârların, bitkilerin döllenmesinde ve aşılanmasında fonksiyonları vardır. Başta zikrettiğimiz âyet, bu vazifenin rüzgârlarla ifâ edildiğini haber vermektedir. Daha bilmediğimiz binlerce vazifeleri içinde, yelkenli gemilerin sevk edilmesinde de vazife görür. Yağmur yüklü bulutların ihtiyaç olan yerlere götürülmesi de rüzgârlar sayesinde olur.

Yüksek basınç alanlarından, alçak basınç alanlarına havanın akımı bazen saatte altmış-yetmiş kilometreyi geçer. Böyle rüzgâr akımlarına fırtına diyoruz. Yüz-yüz elli kilometre hıza ulaşırsa, buna da kasırga adı verilir. Evlerin çatılarını uçuran, ağaçları köklerinden söküp atan, insanları sağa-sola savurup fırlatan kasırgalar, bir çok âfetlerde olduğu gibi insanları düşündürmelidir. Kâinatta hiçbir şey tesadüfen olmadığı gibi, bu kasırgalar da tesadüfen olamaz. “Acaba hangi günahımızla bu musîbete müstehak olduk?” diyerek istiğfar edilmelidir.

Hızı saatte iki yüz-iki yüz elli kilometreyi bulan ve çoğu Hint, Çin ve Büyük Okyanus’ta meydana gelip, dünyanın dönüş istikametinin tersine, yani batıdan doğuya doğru esen çok şiddetli kasırgalara “Tayfun” adı verilir. Tayfunlar, büyük tahribat ve yıkımlara sebep olur. Dev dalgaların oluşmasına ve sahil şeridindeki yerleşim yerlerinin alt üst olmasına sebebiyet verir.

“Âd kavmi ise dehşetli ve dondurucu bir kasırga ile helâke uğradı. O kasırgayı Allah onlara yedi gece, sekiz gün musallat etti. Onları görseydin, kökünden koparılmış boş hurma kütükleri gibi yıkılıp kalmışlardı. Şimdi onlardan hayatta kalan birisini görüyor musun?” (Hâkka Sûresi: 6-7-8)

Kâinatta her şey Allah’ın ilim, irade ve kudretiyle cereyan ediyor. Onun ilmi dışında bir ağacın dalından bir yaprak bile düşmez. O sonsuz kudret sahibidir. İsyan eden topluluklara, dilediği zaman bir unsuru musallat eder, üzerlerine gönderir ve daha dünyadayken cezasını verir. Ancak, rahmeti gazabını geçmiş olan Allah, ekseriyetle kâfirin cezasını âhirete bırakır. Çünkü, onun cezası bu dünyaya sığışmaz. Ara sıra gazap sillesini vurur, tâ ki, insanlar intibaha gelsin ve hatasından dönsün diye. Bu da O’nun ayrı bir rahmet tecellisidir.

24.11.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Füze yerine barış kalkanı


A+ | A-

Füze kalkanı için en ilginç ve dikkate değer yorumu, “Amerikan silâh yapımcılarına para kazandırmak için hazırlanan yeni bir proje” diyen uzman yapmış. Ama galiba gerçeğin sadece yarısını söylemiş. Diğer yarısı da, söz konusu kalkanın gerekçesi olarak gösterilen ve 30’u aşkın ülkede mevcut olduğu söylenen kısa, orta veya uzun menzilli balistik füzeler.

Bize öyle geliyor ki, bunların—“yerli üretim” denilen versiyonları dahil olmak üzere—yapımında da, füze kalkanı işini kotaran uluslararası silâh üretici ve tacirlerinin bir şekilde dahli var.

Hem o ülkeleri el altından silâhlandırıyorlar, hem de bu şekilde ortaya çıkarılıp büyütülen “tehdid”e karşı savunma mekanizmalarının oluşturulması adı altında, kendileri için yeni kazanç alanları ihdas ediyorlar. Silâhlanma yarışı sürdükçe, bu kısır döngü devam edip gidiyor.

Yıllardır iliğimizi kurutan terör olayının ardındaki, silâh ve uyuşturucu ticaretine dayanan kirli ve kanlı rant sistemini hatırlatan bir hal bu.

Devletin derin labirentleri başta olmak üzere her tarafa dal budak salan bu mekanizma, küresel boyuttaki silâhlanma yarışının ve dünya ölçeğinde adeta takvime bağlanan savaş, çatışma, işgal planlarının arkaplanındaki karanlık yapılanmaların bize özel parçası değilse ne olabilir?

Dünya genelinde yüz milyonlarca insan açlık ve sefalet içinde kıvranırken, devletlerin onlara tahsis etmeleri gereken yüz milyarlarca doları sonu gelmez silâhlanma yarışlarına harcamalarının insanî değerlerle bağdaşır bir yanı var mı?

İnsanlığın ortak vicdanı bu gidişe bir an önce ve mutlaka “dur” demeli; “Savaşa ve silâhlanma yarışına hayır” çağrıları, bazı marjinal grupların seslenişi olmaktan çıkarılıp, bütün dünya kamuoyunun ortak talebi haline getirilerek bilumum devletlerin ve hükümetlerin önüne konulmalı.

Bunun için, küresel boyutta hak, hürriyet, hukuk, demokrasi, barış gibi temel insanî değerler ortak paydasında buluşan güçlü bir duyarlılık ekseninde sağlam bir dayanışma oluşturulmalı.

Ve bunun öncülüğünü, söz konusu değerlere inançlarının gereği olarak içtenlikle sahiplenen Müslümanlarla Hıristiyanlar yapmalı. Hep birlikte, güçlü bir barış, demokrasi ve hukuk cephesi oluşturmalı; ve kendi hasis çıkarları uğruna dünyayı ateşe vermekte zerre kadar beis görmeyen savaş tüccarlarının çanına ot tıkamalılar.

Bu dileğimizi makbul bir dua hükmüne geçmesi niyazıyla kaydettikten sonra füze kalkanı meselesinin bir diğer boyutuna temas edersek:

ABD’nin NATO’ya mal ederek hayata geçirme aşamasına taşıdığı füze kalkanı projesinde asıl hedef olarak telâffuz edilen İran’ın Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın şu yorumu önemli:

“Askerî güç ve ilişkilerin bölgesel ve küresel dengeleri belirlediği dönemler geride kaldı. Şimdiki şartlarda füze savunma sistemleri ve atom bombaları işlevlerini yitirdi. Ama NATO insanî ve toplumsal değişimi idrak edemiyor.”

Ancak o bunları söylerken, ülkesi, NATO zirvesinin füze kalkanını görüşmek üzere toplandığı günlerde, yeni geliştirdiği füzelerin deneme atışlarını yapıyor. Ve böylece füze kalkanı projesini gündeme getirenlere adeta çanak tutuyor.

Ahmedinejad’ın aktardığımız sözleri ne kadar doğru ise, ülkesinin bu ifadelerle tamamen çelişecek tarzda ve provokatif bir gövde gösterisi olarak sergilediği tavırlar o derece abes ve yanlış.

Ve bu çeşit gereksiz meydan okumalar, aynı zamanda İran’ı çoktandır odağında yer aldığı “nükleer tesis” tartışmalarında yeni ve ilâve zorluk ve tazyiklerin muhatabı haline de getiriyor.

Oysa İran, Cumhurbaşkanının sözünü ettiği insanî ve toplumsal değişime uygun politikalar takip ederek, gerilim, kriz ve çatışma senaryolarının odağı olmaktan çıksa ve Türkiye başta olmak üzere Müslüman komşularıyla birlikte küresel bir barış inisiyatifinin öncülüğüne soyunsa, çok daha hayırlı ve isabetli bir iş yapmış olur.

Böylece hem kendisi rahatlar, hem dünya...

24.11.2010

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Bayram ve secde


A+ | A-

“Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların bir çoğu Allah’a secde ediyor; bir çoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah kimi hor ve hakir kılarsa, artık onu değerli kılacak bir kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah dilediğini yapar” (Hac Sûresi 17. âyet)

Iyd el-Adha veya Iyd el-Kebîr de denilen bir Kurban Bayramı daha geçti. Rabbim tekrarını nasip etsin. Bayramlarda olan huzur ve saadet, bolluk ve bereket bütün âleme yayılsın.

Modern çağın icâdı olan “Önce nefis” sloganı üzerine kurulu bir yaşantı yüzünden, insan kendinden başkasını göremez oldu artık. Maddiyata dayalı olan “Önce kendini seveceksin; parayı kendine harcayacaksın; karşılıksız vermeyecek ve sevmeyeceksin” öğretisi, toplum hayatını zehirlemektedir. Milletleri yok eden bu hastalıktan kurtulmak için, Müslümanlar dinî bayramlara büyük önem vermelidirler. Çünkü, dinî bayramlar insanı zayıf ve alçak olan “Ene” (Ben)den çıkarıp, kuvvetli ve ulvî olan “Nahnu”ya (Biz) yükseltir.

Bayramlar insanlar arasındaki sınıf farkını da ortadan kaldırır. Allah’a olan kulluğun ilânı olan bayramlarda, Kürt-Türk, Arap-Acem, Laz- Gürcü âdeta tek vücut olurlar. Farklı kültür ve eğitimden gelen fertler biraraya gelerek, yiyip-içip eğlenirler. Senelerce göz nuru dökülerek elde edinilen diplomalar ve bu diplomaların sağladığı mevkî değil, en büyük değer olan insanlık ve kulluk öne çıkar bayramlarda.

Akrabalardan uzak gurbette yaşayan insanlar, eş-dost ve komşularında ararlar “anne-baba-kardeş” sevgi ve sıcaklığını. Bazen daha da sıcak olur dostların sevgisi. Gurbetteki dost öyle bir bağrına basar ki seni, yüreğinde güller açar bu sıkı sarılmadan. Gurbetteki dost seni görünce, mutluluktan gözleri ışıl ışıl olur. O gözlerdeki ışık, senin hasta gözlerine Nur olur derman olur.

İşte bu vasıflardaki değerli dostlarımızla beraber Kuveyt'te güzel bir bayram daha geçirdik hamd olsun. Bayramın birinci günü sahilde kahvaltı yaptık. Üçüncü günü ise kurban kavurması yedik. Biz büyükler ve çocuklar çok çok eğlendik bu bayramda. Hele çocuklar. Küçük yavrular mutluluktan uçuyorlardı sanki! Büyüklerin onlar için hazırlamış oldukları bilgi yarışmasından ve sportif aktivitelerden o kadar hoşnut oldular ki; lisân-ı halleriyle bayramın bitmesini istemediklerini söylüyorlardı.

Buraya kadar yazdıklarım, asıl yazmak istediğim şeye bir mukaddime olsun istedim. Bayramda yiyip içtiğimizden, eğlendiğimizden değil de, beni çok etkileyen bir şeyden bahsetmek istiyorum sizlere.

Bayramın üçüncü günü idi. 20 ailelik büyük bir grup olarak sahil kenarındaki yeşil alana gittik. İkindi vakti girer girmez, kısa boylu bir adam bizim oturduğumuz çimenlerin orta yerinde durup, birden ezan okumaya başladı. Kimseden korkmayan bir sultan edâsında elini kulağına götürüp “Allahuekber.. Allahuekber... Allahuekber” diye ezan okuyan bu adamı görünce, kendi kendime, “Kim bu adam? Ne iş yapar? Bizim arkadaşlardan birine hiç benzemiyor? Güzel bir sesi olan bu adam acaba hangi milletten? Arap mı? Hintli mi? Bangladeşli mi?” diye fısıldamaya başladım. Sonra, “Aman canım ne önemi var milliyetinin, mesleğinin. İnsan değil mi? Mü'min değil mi? İşte o yeter.” dedim.

Meğer, vakit girer girmez ezan okumaya başlayan bu adam seyyar su satıcısıymış.

Allah katındaki en hayırlı amelin vaktinde kılınan namaz olduğunu bilen su satıcısı “Burada bulunan insanlar ezan okumamı nasıl karşılarlar? Acaba, boyuma-posuma, kılık-kıyafetime bakıp beni hor görürler mi?” demeden, yiyip-içmekle meşgul olan insanları bu nimetleri verene şükretmeye çağırıyordu. Şükrün en doruk noktası ise namaz idi.

Masmavi bir gök kubbenin altında ve yemyeşil çimenler üstünde kılınacak olan namaza çağrı sesini duyan arkadaşlarımız; profesör, doktor, mühendis, öğretmen, hoca, ve iş adamı olduklarına aldırmadan su satıcısının ardında saf durdular.

Biliyorlardı ki; asıl mertebe ve mevki, sahip oldukları diplomalarla kazandıkları mertebe değildi. Asıl mertebe, ihlâs ile yapılan kullukla kazanılan mertebe idi.

Biliyorlardı ki; “secde ve rukû” demek, kulluk demekti. Kulluk ise ancak âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’a yapılırdı.

Biliyorlardı ki; insan ancak Allah’a kul olunca insan olabiyor; sonra da kâinata sultan olabiliyordu.

Bu konuda Üstad Bediüzzaman çok vecîz sözler söylemiş; son sözü ona bırakalım.

“Îmân, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazîfe-i asliyesi (asıl vazîfesi) îmân ve duâdır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder. Îmân hem nûrdur, hem kuvvettir. Evet, hakîkî îmânı elde eden adam, kâinâta meydan okuyabilir ve îmânın kuvvetine göre hâdisâtın tazyîkatından (hâdiselerin sıkıntılarından) kurtulabilir.”

24.11.2010

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Umut YAVUZ

Onlar üflüyor, biz oynuyoruz


A+ | A-

Osmanlı’nın son dönemlerinde İstanbul siyasetinde, cumhuriyetten sonra ise Ankara siyasetinde, siyaset menfiye kapılmış bir harf gibi çoğunlukla menfi neticeler ortaya çıkarıyor.

Özetle “Avrupa üflüyor, biz oynuyoruz” şeklinde özetlenebilecek bu durum, siyasette hükümet iradesinin müteharrik-i bizzat olmayışından ileri geliyor. Yani kendi iradesiyle hareket etmiyor. Gayrın, başkasının iradesini yansıtıyor.

Peki, bazen çok güçlü iktidarlar zamanında bile bu şekilde gelişen bu bağımlı siyasetin, halkın desteğini büyük ölçülerde almasına rağmen müteharrik-i bizzat olamamasının sebebi nedir? Bu durum aslında hükümetlerin değil bütünüyle vatanın tam bağımsız olamamasından kaynaklanıyor. Tam bağımsızlığın önemli şartlarından biri de ekonomik bağımsızlıktır. Yani parayı, ekonomik gücü ve dolayısıyla ekonomik hegemonyayı elinde bulunduran küresel siyaseti yönlendiriyor. Ekonomisi zayıf ülkeler ise bu büyük iradenin ancak payandası olabiliyor. Avrupa ülkeleri bu basit gerçeği görerek önce ekonomik bir topluluk haline, oradan da siyasî ve ekonomik bir birlik haline gelmeyi tercih etti. Böylece küresel siyaseti yönlendiren büyük Amerikan gücüne karşı topyekûn Avrupalı bir ses olmayı istedi.

Türkiye olarak Osmanlı’nın ağır mirası ve yedi düvelin düşmanlığının faturasını ödediğimiz için küresel rekabete çok dezavantajlı bir noktadan başladık. Bu sebeple Amerika ve Avrupa’yı ilerleten sanayi devriminde geç kaldık. Onların işgalci ve emperyalist özelliklerinden gelen hazır sermayeleri ve yüksek öngörüleri medeniyet yarışında ön sıraları kapmalarına vasıta oldu. Biz ise sanayileşmede yayan kaldık. Öte yandan bizim kadar harplerden malul olan Almanya, Japonya gibi güçlerin aldıkları yola bakınca ise, bu hususta millet olarak bahanelerimiz geçersiz kalıyor denilebilir.

Sanayileşme trenini kaçıran Türkiye şimdi de bilgi toplumuna geçiş yarışında yine yayan kalmak üzeredir. Zira halen tam anlamıyla çağdaş ve modern bir eğitim sistemine kavuşabilmiş değiliz. İnsan kalitesi ve kalifikasyon konusunda üçüncü dünya ülkeleri seviyesindeyiz.

Demek ki uzunca bir süre siyasette müteharrik-i bizzat olmaktan uzağız. Yani alınan kararlar kendi irademizden ziyade küresel siyaset aktörlerinin iradesini yansıtır. Onlar arzu eder, biz kabul ederiz. Pazarlıklar ise sadece göstermeliktir…

Son günlerde sergilenen füze kalkanı savunma sistemi tartışmalarına bir de bu açıdan bakmak gerektiğini düşünüyorum. Zira Türkiye’nin Lizbon’daki NATO Zirvesi’nde büyük bir zafer kazandığı şeklinde oluşturulmaya çalışılan algı oldukça trajikomik bir algıdır. Her haliyle İran’a karşı düşünüldüğü aşikâr olan ve temelleri George W. Bush tarafından atılan bu proje NATO vasıtasıyla kabul edilmiştir ve büyük ihtimalle (detayları 2011’de belli olacak) Türkiye sınırları içinde İran’a karşı bir NATO üssü mânâsına gelmektedir.

Bu projeyle birlikte Türkiye’nin “komşularla sıfır sorun” düsturu çerçevesinde İran’a karşı geliştirdiği yeni sıcak politika geçersiz hale gelmiştir.

Şimdi kalkıp da bu aşikâr gerçeği bir zafer havasında yansıtmaya çalışmak abesle iştigal olacaktır.

Başta da söylediğimiz gibi “onlar üflüyor, biz oynuyoruz”… Durum maalesef budur…

24.11.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Namazda cemaatin hikmet ve faziletleri


A+ | A-

Zübeyir Yürekli: “Namazı cemaatle kılmanın hikmetleri ve faziletleri nelerdir?”

1- Namazı cemaatle kılan, Peygamber Efendimiz’in (asm) sünnet-i müekkedesini ihyâ etmiş, İslâm’ın mühim bir şeâirini bilfiil yaşamış olur.

2- Cemaatle namaz kılmak, mü’minler arasında yardımlaşmaya, kaynaşmaya ve birlik ve beraberlik ruhunun canlanmasına vesile olur. Her namaz vaktinde Allah rızası için aynı safta veya aynı cemaat içinde bir araya gelen mü’minler, dar ve zor günlerde de birbirlerinin dertleriyle dertleşecek, acılarını ve sevinçlerini paylaşacak; böylece Allah’ın razı olduğu şekilde kardeşlik ruhunun tesis edilmesi mümkün olacaktır.

3- Cemaatin feyiz ve faziletinden cemaatte bulunan bütün mü’minler istifade eder. Aynı cemaatte bulunan Allah’ın makbul saydığı kullar hürmetine diğer fertlerin de Allah’ın rızasına ermeleri Allah’ın rahmetinden uzak değildir. Cenâb-ı Hak, Kendi rızası için bir araya gelen kullarını topyekûn bağışladığında; bu mağfiretten o esnada cemaatte bulunan bütün mü’minler hissedar olurlar.

4- Namaz duâlarını, namaz sûrelerini ve namazın kılınışını bilmeyenler, cemaat içerisinde imama uydukları takdirde namazlarını sahih olarak kılmış olurlar. Çünkü imamın kıraati cemaatin de kıraati sayılıyor.

5- Günde beş defa namaz için bir araya gelen mü’minler, gerek ibadet hususunda, gerek kötülüklere ve fitnelere karşı alınacak tavırda, gerekse hayır ve hasenatla ilgili atılacak adımlarda birbirlerine karşı teşvik edici ve örnek olurlar. Böylece birbirlerinin hayra rağbet etmelerine ve şerden uzaklaşmalarına vesile olurlar.

6- Her bir mü’min, kendi ibadetinden kazandığı miktardan pek fazla bir sevap, cemaatle namazdan kazanmaktadır. Çünkü her birisi diğer cemaat fertlerine hem duâcı, hem şefaatçi, hem de mânevî kirlerden arınmasına vesile hükmündedir. Ayrıca cemaate iştirak eden mü’minler, kâinat Yaratıcısına topluca ibadet ederek, topluca ebedî saadeti istediklerini göstermiş olurlar.1

7- Cemaate iştirak eden bir mü’minin nazarında yeryüzü bir mescid hükmüne girer. Böylece her bir mü’min, doğudan batıya kadar dizilmiş safların içinde, bütün mü’minlerle omuz omuza, büyük bir cemaatle birlikte namaz kıldığını mânen hisseder; hatta Bediüzzaman’ın ifadesiyle mazideki enbiya ve evliya da dâhil bütün ehl-i imanı ve gelecekteki bütün mü’minleri de aynı cemaat içinde düşünerek namazından eşsiz bir lezzet alır. 2

8- Günde beş defa Allah’ın huzurunda bir araya gelen mü’minler, içlerindeki muhtemel kin ve nefreti, dargınlık ve kırgınlığı söküp atarlar, birbirlerini daha çok affeder ve kardeş olduklarının lezzetini tadarlar.

9- Cemaat namazı insanlar arası sınıf, grup, ırk ve üstünlük-aşağılık farkını ortadan kaldırır. Âmirle memur, işçi ile işveren, köle ile efendi, zengin ile fakir, ehl-i takva ile günahkâr, üst ile ast bir namaz için aynı safta yan yana bir araya geldiklerinde, hepsi eşitlenmiş olur; böylece her bir fert Allah’ın huzurunda gerçek eşitliği bilfiil yaşar.

Cemaatle namaz kılmanın faziletlerine gelince... Allah Resulü (asm) buyuruyor ki:

* “Gece ve gündüz melekleri size nöbetleşe gelirler. Sabah ve ikindi namazlarında birleşirler. Yanınızda geceleyen melekler Allah’ın huzuruna çıktıklarında, Allah onlara-–Kendisi kullarının halini daha iyi bildiği halde—şöyle buyurur: “Kullarımı nasıl bıraktınız?” Melekler de: “Yanlarına vardığımızda namaz kılıyorlardı. Yanlarından ayrılırken de namaz kılıyorlardı” derler. 3

* “Cemaatle kılınan namaz, yalnız başına kıldığınız namazdan yirmi yedi derece üstündür. Sabah namazında gece ve gündüz melekleri birleşir. İsterseniz, ‘Güneşin zevalinden gecenin karanlığına kadar namazı dosdoğru kıl. Sabah namazını edâ et. Sabah namazında okunan Kur’ân’a melekler şahit olur’ 4 âyetini okuyun.” 5

* “Kim namaz için abdest alır, abdesti tam ve eksiksiz alır, sonra da farz namazı kılmak için yürür de, namazını insanlarla beraber ve cemaatle veya mescidde kılarsa, Allah onun günahlarını affeder.” 6

* “Namazdan dolayı insanların en büyük sevap kazananı, cemaate derece derece uzaktan yürüyüp gelenlerdir. İmam ile kılayım diye namazı bekleyen kimse de, hemen kılıp yatıverenden daha büyük sevaba nâil olur.” 7

* “Her kim namaz için mescide gidip gelirse, her gidip geldikçe Allah Teâlâ ona Cennetteki köşkünü genişletir.” 8

DUÂ

Ey Alîm-i Fettah! Senin beni bilmen, benim beni bilmemin çok fevkindedir. Senin bana hayır kapıları açman, benim bana iyilik yapmamın çok üstündedir. Hatalarımın ardı arkası kesilmiyor! Kusurlarım eksik olmuyor. Günahlarım gözümü karartıyor! Beni cemaatimle birlikte haşret! İmanın ve ibadetin şahs-ı manevisine açtığın hayır, feyiz, lütuf ve bereket kapılarından beni mahrum bırakma! Âmin!

Dipnotlar:

1- Mesnevî-i Nûriye, s. 201.

2- Mesnevî-i Nûriye, s. 63.

3- Nesâî, Namaz, 21.

4- İsrâ Sûresi, 17/78.

5- Nesâî, Namaz, 21; Buhârî, Ezan, 379.

6- Nesâî, İmamlık, 52.

7- Buhârî, Ezan, 380.

8- Buhârî, Ezan, 385.

24.11.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Fert veya cemaatlere bakış açımız


A+ | A-

Kimi zaman şahıs veya cemaatleri değerlendirirken, Kur’ân ve Sünnetin adalet ve hakperestlik gözlüğüyle değil; indî, hissî, nefsî, yersiz, haksız bir gözle bakarız. Ve tenkide yöneliriz. Halbuki, ferasetli bir mü’min âdil olmalı.

Adalet; yalnızca mahkemelerde cereyan etmez. “Her şeyi yerli yerine koymak!” şeklinde tecellî ederek, atomdan galaksilere kadar ve nihayet kâinatın her tarafında geçerli; kâinatın Yaratıcısının Âdil isminin tecellîsi olan bir kanundur. İnsan da bu kâinattan süzülmüş olduğuna ve hür irade ile donatıldığına göre; onlardan geri kalmamalı. Ki, ‘kâinatın ezelî tercümesi’ Kur’ân’da da bu hakikat şöyle nazara veriliyor:

“Adalet üzere olun ve Allah için şâhitlik edin. Kendi aleyhinize veya anne ve babanızla akrabalarınızın aleyhine olsa bile. Hakkında şahitlik ettiğiniz kişi, zengin de olsa, fakir de olsa doğruluktan ayrılmayın. Çünkü ikisini de Allah sizden daha iyi gözetir.” 1

Kişileri, yöneticileri, değerlendirirken âdil olmak gerektiği gibi, cemaat, meslek ve meşreplere de hakkâniyetle yaklaşmalı. Tabiî ki, önce adaleti kendinden başlayarak uygulamalı. Nefsimizi avukat gibi müdafaa etmemeli. Hakkâniyet ölçülerini şöyle maddeleştirebiliriz:

1- İnsan hatâdan hâlî olmaz. Bazen istemeyerek de olsa hatalar işleyebilir, kusurlar işleyebilir. Dolayısıyla zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir cemaat de, tamamiyle masum olamaz.

2- “Bir Müslüman’ın bütün halleri Müslüman olmak lâzım gelmediği gibi, kâfirin de bütün halleri kâfir olmak lâzım gelmez” ve “Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir” 2 kaidelerince, kişi veya cemaatlerde hatalar, kusurlar görülebilir. Sözlerinde, icraatlarında, yayınlarında hatâ ve kusur işleyebilirler.

3- Eserlerine ve neticelerine hükmeden hak ve hakîkat ise olumlu bakmalıdır. Eğer olumsuz yönleri olumlu cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içindeki hak ve hakîkat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalâlet olur.

“Cenâb-ı Hak, haşirde, adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbâbı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adâlet-i İlâhiye noktasında muâmele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten (sayıca) veya keyfiyeten (nitelikçe) ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır. Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını birtek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesat âleti olur.” 3

4- “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.”

Dipnotlar:

1- Nisâ Sûresi, 135., 2- Mektûbât, s. 354., 3- Lem’alar, s. 241., 4- Lem’alar, s. 91.

24.11.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Kore'de savaş sıtması


A+ | A-

Kuzey ve Güney Kore devletleri arasında yeniden nükseden silâhlı çatışmanın sebebi yeni değildir.

Yaşanan sıkıntının en bâriz sebebi, bundan 60 sene evvelki kanlı çarpışmaya dayanıyor ki, o tarihte neredeyse Üçüncü Dünya Savaşı çıkacaktı.

Türkiye'nin de binlerce askerini gönderdiği 1950–53 yılları arasındaki Kore Harbi, en güçlü dünya ülkelerini dahi iki kutup halinde karşı karşıya getirdi.

O tarihteki süper güçlerden biri olan komünist Rusya ile Çin blokundan destek alan Kuzey Kore güçleri, Güney Kore'ye karşı saldırıya geçerek, bu ülkenin topraklarını ve stratejik noktalarını işgale başladı.

Bunun üzerine, 27 Haziran'da (1950) toplanan BM Güvenlik Konseyi, üye devletleri Güney Kore'ye yardım etmeye âcilen çağıran bir karar tasarısını kabul etti.

Komünist blokun karşısında duran ABD, BM'nin yardım çağrısını en başta kabul ederek, yapılacak müdahalenin komutasını da üstlenebileceğini açıkladı.

İngiltere, Kanada, Avustralya, Türkiye ve daha birçok Avrupa devletinin de ABD ile ittifak kararı almasıyla birlikte, askerî harekâta başlandı.

Müttefik güçlere komuta eden Amerika'lı mareşalin "Kore'deki savaşı kısa sürede bitirecek bir hücuma girişileceği" yönündeki açıklaması, komünist güçleri daha da hiddetlendirdi. Bu hiddetle, bölgede BM emrindeki ABD askerlerine ani baskınlar yapılarak büyük zayiat verdirildi.

İlk başta yaşanan bu başarısızlığın telâfisi için daha geniş ve kapsamlı bir savaş hazırlığı içine giren Amerika, sayıları yüz binlerle ifade edilecek silâhlı kuvvetlerini Kore ve çevresine sevk etti.

Her iki tarafın da çatışma bölgesine peyderpey gönderdiği asker sayısı, zaman içinde iki milyonu geçti.

Bu çaptaki bir savaşı, aslında "dünya harbi" şeklinde nitelemek de mümkün. Ancak, bu savaşın Kore dışına taşmaması, yani başka coğrafyalara sıçramamış olması, isminin "Kore Harbi" olarak tarihe geçmesine sebep olmuştur.

Bölgedeki savaş, zaman zaman hayli şiddetlenerek, yaklaşık üç sene sürdü.

Bu üç sene içinde, çatışma ve savaş şartları sebebiyle ölenlerin yekûnu da yaklaşık üç milyonu buldu.

Türkiye'nin bu üç yıl içinde Kore'ye sevk ettiği askerimizin sayısı beş binin üzerinde oldu. Savaş müddetince, yüzlerce Mehmetçik şehit, yahut gazi oldu.

1953 Temmuz'unda Kore Savaşı biter gibi oldu. Ancak, bir taraf diğerine kesin üstünlük sağlayamadığı gibi, tarafları memnun edecek bir barış antlaşması da sağlanamadı. Mesele ortada gibi kaldı.

Bu sebeple, sıkıntı zaman zaman yeniden nüksediyor.

Tarihin yorumu 24 Kasım 1925

"Şapka"dan bir gün önce Erzurum

Halkın dilinde yer yer "Serpuş İnkılâbı" olarak da telâffuz edilen Şapka Kànunu, 25 Kasım (1925) günü Meclis'te kabul edildi.

Tek parti zihniyetinin dayatması sonucu çıkartılan bu kànun, ülkenin birçok yerinde şiddetli tepkilere yol açtı.

Şapkaya muhalefet edenler, en sert şekilde cezalandırıldı. İstiklâl Mahkemeleri marifetiyle idam edilen vatandaşların yekûnu henüz bilinmiyor.

Esasen, Meclis eliyle yaptırılan bu değişikliğin alt yapısı, tâ aylar öncesinden hazırlanmıştı. Sıra, mebusları da bu vebâle ortak etmeye gelmişti.

Mecliste kabul edildikten üç gün sonra Resmî Gazetede yayınlanan 671 no'lu "Şapka Kànunu"na dair üç maddelik kànun metninde şu ifadeler yer aldı:

Madde–l: Türkiye Büyük Millet Meclisi azaları ile idare–i umumiye ve mahalliye ve bilumum müessesata mensup memurîn ve müstahdemîn, şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da umumî serpuşu şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın devamını hükümet men eder.

Madde–II: İşbu kànun, neşir tarihinden itibaren muteberdir.

Madde–III: İşbu kànun, Büyük Millet Meclisi ve icra Vekilleri Heyeti (kabine) tarafından icra olunur.

* * *

Şapka dayatmasına karşı ilk şiddetli tepki, Dadaşlar diyârı Erzurum'da yaşandı. Zoraki bir dayatmayla karşı karşıya gelineceğini hisseden Erzurum halkı, Meclis'te henüz şapka meselesi görüşülmeden bir gün evvel (24 Kasım) galeyana gelerek protesto gösterisinde bulundu.

Yapılan yürüyüş ve protestolar, en sert şekilde bastırılması cihetine gidildi.

Şapka Kànununun Meclis'te görüşüldüğü aynı gün, Erzurumda sıkıyönetim ilân edildi.

Şapkaya karşı protesto gösterisinde bulunanları tutuklamaya başlayan askerler, bu vatandaşları İstiklâl Mahkemesinin insafına bıraktı. Mahkeme neticesinde, 13 vatandaş idama mahkûm edilirken, onlarca vatandaşa da en ağır cezalar verildi.

* * *

Erzurum'dan sonra yurdun başka yerlerinde de şapka aleyhtarı gösteriler yapıldı. Başta Rize olmak üzere Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane'de çok vahim hadiseler yaşandı. Buralarda binlerce insan ağır cezalara çarptırılırken, yüzlercesi de idama mahkûm edildi. Resmî arşivler kapalı ve belgeler açılmadığı için, kesin rakam verilemiyor.

24.11.2010

E-Posta: [email protected]



Saliha FERŞADOĞLU

25. saat


A+ | A-

Yeni bir yıl, yeni bir dönem derken yeni bir öğrenci evinin müdavimi oldum bu yıl da. Serde öğrencilik var, hâlâ devam ediyor. Yalnız üzerime düşen sorumluluklar daha bir ağırlığını arttırıyor; farkındayım. Bu yüzden hayat gittikçe yoruyor; ancak gençliğin verdiği enerjiyle sabırlıyım.

Bilirsiniz, haliyle öğrenci evlerinin eksiği pek çoktur, lüksü yoktur. Biz de yeni evimize taşınınca baktık ki, muasır medeniyetin ihtiyaç olarak addettiği pek çok şey vazgeçilmezimiz olmuş. Bulaşık makinemiz yok; çamaşır makinemiz çalışmıyor; elektrikli süpürge bir türlü çekmiyor, halıları temizlemiyor; ütümüzün ısısı çok düşük, kumaştaki kırışıklıkları gidermiyor, saç kurutma makinemizi evde unutmuşuz… Ve sair derken örnekleri çoğaltmak mümkün…

Sadece birkaç yüzyıl öncesini derhatır ettim; Sanayi Devrimi’nden önce kadınlar ne yapıyordu? Yaz kış, yağmur çamur, kar dolu demeden derelerde tokaçlarla yıkadıkları çamaşır şenliklerinden bugüne ne kalmıştı? Ya çeşmelerden taşınan suların küçüklü büyüklü leğenlerde biriktirilmesiyle uzun ve yorucu zahmetler eşliğinde yıkanan tabak çanaklar… Kömürlü ütülerin zorluğunda hummalı ütü faaliyetleri… Çalı süpürgeleriyle temizlenen evler, avlular… Hepsi ne kadar da uzak geliyor. Birçoğunu romanlardan, filmlerden ve anneannemin hatıralarından biliyorum, şahit olmak nasip olmadı. Peki ya size?

Ben şimdi imkânsızlıklar dolayısıyla bir kazağı, iki eteği elimde çitilerken oflayıp pufluyor, belimin nasıl ağrıdığından yakınıyor, yıkama fiilini gerçekleştirirken hızla geçen zamana hayret edip esefle dert yanıyorum…

Ya makinelerin yardımına rağmen yorgunluğumuza ne demeli?

Dağ gibi biriken bulaşıklarımıza içlenerek bakıp şimdi bunları makineye kim yerleştirecek diye hayıflanıyoruz.

Bugün evi şöyle üstten bir süpüreyim deyip devrilen bir dağ misali kendimizi koltuğa bırakıveriyoruz.

Yığıldığım koltukta, bir lâhzada fikirler üşüştü zihnime. Derken düşünceler bir bir isyana geldi. O zamanın kadınları bir 25. saate sahip değildi! Ya bu zamanın kadınları? Bizler uzay/bilgi çağının talihli insanlarıyız. Teknoloji ise bir muazzam bir nimet, büyük kolaylık… Her bir alanda yapılan keşifler heyecan verici ve azamî ölçüde merak uyandırıcı. Yalnız anlayamadığım onca pratik, hafif ve rahat kullanım için bizlere sunulan nimetlere rağmen bu 24 saat hâlâ niye yetmiyor bize?

Defalarca aynı suali sordum durdum kendime… Ortaya çıkan cevapların “korkunçluğu” bir lâhzada ateşten bir ummana dönüşmüştü bile. Cevapları bir bir savuşturdum aklımdan, leğene bir kazak daha daldırıp sebatla durulamaya koyuldum.

24.11.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Duygularımızı ifade edebilmek


A+ | A-

Duygularımızı güzel bir dil ile ifade etmeyi ya öğrenemedik ya da çok geç öğrendik. Ne zaman ki içimizde taşıdığımız bizi sıkmaya, bunaltmaya başladığında karşımızdakine onu kötü bir dille ifade eder olduk. Çünkü artık taşıyamaz hale geldik. Zamanında söylenmeyen her duygu sonradan misliyle çıktı. Zamanında yaşanamayan her acı ise defalarca yaşandı yüreğimizde...

Belki de çocuklarımıza öğreteceğimiz en değerli şey, duygularını zamanında ve güzel bir dil ile ifade etmeleri olacaktır. Bunun içerisinde hoşlanmadığımız bir şeyi yapmak istemediğimizde söylememiz gereken ‘hayır’ diyebilmekte var elbette... Yaşadıkları ânı fark etmek, tahlil etmek ve ifade etmek... Bu da ancak insanın kendi hakkındaki farkındalığı ile olabilecek bir şey sanırım... Ne kadar olumsuz olursa olsun içimizdeki sesin aslında ne demek istediğini, neye ihtiyacı olduğunu ve ne yapmaya çalıştığını doğru okumanın büyütücü etkisini kaçırmamamız gerekli...

İçimizde birçok ses konuşur aynı anda. Nefsimiz ayrı konuşur, kalbimiz ve aklımız ayrı konuşur. Bazen de hepsi aynı anda sıkıştırır bizi. Her bir sesle tanışmadan ve onları ayrı ayrı tanımadan kendimizle de gerçek anlamda yüzleşmiş olamayız. Duygularının farkına varan, onları inkâr etmeyen, yüz yüze gelmekten korkmayan insan, onları kontrol etmeyi de, doğru ifade etmeyi de öğrenir. Yıllar sonra geriye baktığında, nice söylenmemiş duygunun, nice acının da yasını tutmaktan kurtulur.

Kandırılması en kolay olan kendimize rağmen, önce kendimize dürüst olmak... En aşağı duygularımızı önce kendimize itiraf etmek... Evet kıskandım, aslında ne kadar belli etmesem de çok korkuyorum kaybetmekten ya da kızgınım, öfkeliyim diyebilmek... Ama önce kendimize, sonra muhatabımıza... İtiraf edilen her duygunun, elektriği azalır, daha az zarar verir. Ne zaman ki abartsak, saçmalasak ve aşırılık yaşasak davranışlarımızda, akşamla sabah arasında değişir duygularımız. Akşam çocuğumuza kızmışsak ve öfkenmişsek, sabah olduğunda, hatta o uyuduğunda bile, çoktan pişman olmuşuzdur bile... Nice zamanlar başucunda ağlarız, neden kızdım ona, aslında bugün başkalarına ifade edemediğim şeyler yüzünden tahammülüm azalmıştı. Onun hiçbir suçu yoktu diye...

Enerjimi tükettiğim nice yalanlardan geriye kalan bir şey olmaması ne kötü... Asıl gereken yerde bir de bakıyoruz ki bitmiş, tükenmiş. Sonsuz bir hazine değilmiş, sabır ve tahammül. Ne gereksiz yerlerde tükettiğimiz duygularmış meğer... Çoğu zaman bu pişmanlıklar kalıcı sonuçlar doğurmaz, sabah aynı süreç yeniden başlar. İlk ertelediğimiz kendimiz ve çocuklarımız olur. En çok beklettiğimiz de çoğu zaman onlardır. İtiraf etmeden gerçek anlamda yüzleşemeyiz bu durumla. Ve bir gün çocuğumuzu karşımıza alıp, aslında abarttığımızı, ona öfkelendiğimiz ve dinlemediğimiz için ne kadar üzgün ve ne kadar pişman olduğumuzu söyleyebilsek. Bundan çok pişmanlık duyduğumuzu ve bunu değiştirmek için çabalayacağımızı itiraf etsek... İnanın gözünde küçülmeyiz, aksine büyürüz, kocaman oluruz. Sert bir kalıbın içindeki, mükemmel görünümlü bir anne, baba olmaktansa, duygusunu ifade eden yumuşaklıkta gerçek bir anne olmak her zaman daha etkileyicidir. Sahte bir doğruluk, gerçeği itiraf edilmiş bir yalandan daha kıymetli değildir. Zaten onlar tertemiz ve kocaman yürekleriyle hissederler, esnek ve güçlü olan kalpleriyle yaralarını çabucak tamir ederler. Yeter ki içimizdekini doğru ve güzel bir dil ile ifade edebilelim. Bu hem bizi büyütür, hem de onlara duygularını ifade etmek konusunda model oluşturur. Şu anda genç birer insan olsalar bile, geçmişte yaptığımız hatalarımız için, ertelediğimiz bütün sevgi sözcükleri için, dinlemediğimiz bütün zamanlar için önce kendimizle, sonra da onlarla yüzleşebilsek. Bundan dolayı pişmanlık duyduğumuzu ve bunu değiştirmek için çabalayacağımızı söyleyebilsek. Bilmeden ya da bilerek yaptığımız bütün davranışlarımız için, söylediğimiz bütün kötü sözler için üzgün olduğumuzu ifade edebilsek. Ne kadar zor olsa da, keşke yapabilsek bunu...

Aslında hiçbir şey için geç kalmış sayılmayız...

24.11.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Eğitim zayiâtı


A+ | A-

Eğitim konusunda hemen her gün konuşulsa yine de azdır. Herkesin bildiği üzere maddî ve mânevî gelişmenin temelinde eğitim yatar. Ayrıca ifade etmeye gerek yok ki bu eğitim isimden ve resimden ibaret bir eğitim değil, ‘kaliteli bir eğitim’ olmalıdır.

Türkiye’de eğitim yok mu? Var, ama bu eğitimin ‘kaliteli’ olduğunu söylemek mümkün mü? Okul öncesi ve ilköğretim çağından itibaren öğrencilere neler öğrettiğimizin farkında mıyız? Öğrettiğimiz bu bilgiler hayatın gerçekleriyle ne derece örtüşüyor, farkında mıyız?

Eğitim sisteminde uygulanan bazı kararlar var ki, her kesimden tepki alıyor. Buna rağmen yanlıştaki inad ise sürüyor. Meselâ, ilkokul öğrencilerinin hemen her gün yaptığı bir ‘and içme töreni’ var. Gerek eğitim kongrelerinde, gerekse benzer toplantılarda bu uygulamanın sona erdirilmesi isteniyor. “Hayır, devam etsin” diyenlerin de ciddî bir dayanağı yok. Buna rağmen çocuklarımız ‘askerî eğitim’den geçercesine ‘eğilmeye’ çalışılıyor.

Sistemin en büyük hatası, ‘eğitmek’ denince aklına ‘eğmek’ ya da ‘sindirmek’ tabirinin gelmesidir. Sabah erken saatlerde her hangi bir okulun önünden geçen herkes, okullardaki sistemin çarpıklığını hissedebilir. Özür dilerim, ama “bağıran ve çağıran bir eğitimci tipi” günümüz şartlarına uyan bir eğitimci tipi olamaz. “Dur, arkana bakma, elini uzat, sıraya gir, sus, kıpırdama” gibi askerî komutlarla ‘başını eğdiğimiz’ çocuklarımızın ileriki yıllarda kendilerine güvenmesini ve cesur olmasını nasıl bekleyebiliriz?

Üniversite eğitimi için “sanayiden kopuk” tesbiti ne ölçüde doğru ise, diğer okullarımızın da ‘veliler’den kopuk olduğu o kadar gerçektir. Doğru, özellikle şehirlerimizde veliler her sabah ve akşam okula gidiyor, ama ne ölçüde idarî kadro ile dertleşebiliyor? Hangi okul yöneticisi, veliye “Buyur” deyip derdini dinleyebiliyor?

Elbette bunları yapan okullarımız ve idarî kadrolarımız da vardır; ama bunların sayısının çok az olduğunu ifade etmeye gerek var mı?

Bugün “Öğretmenler Günü” ve mutlaka Türkiye’yi idare edenlerden güzel sözler duyacağız. Bu sözlerin inandırıcı olmasını elbette arzu ederiz, ama hayatın gerçekleri başka türlü sinyal veriyor...

Bütün bunlara rağmen, eğitimdeki temel sıkıntıya dikkat çeken uzmanlar da var. Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ziya Selçuk, Türkiye’de eğitimin devletin siyasî ve ideolojik bekasını sağlamaya yönelik olarak kullanıldığını hatırlatmış. Selçuk, bu durumun gelişmeyi önlediğine de dikkat çekmiş.

Prof. Dr. Ziya Selçuk, şapkayı önümüze alıp düşünmemiz gereken tesibiti de şöyle dile getirmiş: “Başarılı bir eğitim sisteminin arkasında toplumsal mutabakat olması gerekir. Bundan 50 yıl önce okulda öğrenilenlerin yüzde 75’i hayatta kullanılabiliyordu. Bugün ise okulda verilen bilgilerin yüzde 2’si bile hayatta kullanılmıyor.”

Başka hiçbir söze gerek yok: Ya Türkiye’yi idare edenler hemen bugün çıkıp bu tesbitlerin doğru olmadığını söylesinler, ya da sussunlar! Eğer bu tesbitler doğru ise; ki, hayatın gerçekleri bu tesbitlerin doğru olduğuna en büyük delil; “Bir Türk dünyaya bedel” diye çocuklarımızı ve velilerimizi yanıltmaya hiç kimsenin hakkı yok! Lütfen, hayattan kopuk, işe yaramayan, “Amerika tavukları kaç adettir?” türü bilgilerle çocuklarımızı ‘hamal’ yapmayın!

Kabul etmeliyiz ki, başta çocuklarımız olmak üzere hepimiz “eğitim zayiâtı” içinde yer alıyoruz. Bu sebeple bu köhne sistem mutlaka değişmeli, “din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte okutulabildiği” yeni bir sisteme geçmeliyiz. Gerisi boş lâftır, bilelim...

24.11.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Gündemden sarkanlar…


A+ | A-

Bayram öncesi, yoğun gündemin gürültüsünde “teğet” geçilen birçok önemli konu Bayram sonrasına sarktı.

Öncelikle kamuoyu, Cumhurbaşkanı Gül’ün, “Füze Kalkanı stratejik belgesi istediğimiz gibi çıktı, bundan büyük memnuniyet duyuyoruz” cümlesinin anlamını, Başbakan Erdoğan’ın “Füze Kalkanının komuta kontrolü kesinlikle bize verilmeli, aksi takdirde böyle bir şeyin kabulü mümkün değil” dedikten sonra, “Komuta NATO’ya verilmelidir” tezadı tartışılacak.

Ve Ankara’nın Lizbon’da imzaladığı “stratejik doktrin”le NATO perdesinde Türkiye’ye konuşlandırılacak “füze sistemi”nin Pentagon temel belgelerinde ABD’nin küresel egemenlik ve çıkarları ile bölgedeki stratejik müttefiki “İsrail’in korunması ve güvencesi” hesâbına İran’ı hedef almasının, siyasî iktidarın her fırsatta ileri sürdüğü “komşularla sıfır sorun” iddiasını boşa çıkardığı değerlendirilecek.

Ayrıca “one minute”den sonra lanse edilen “İsrail karşıtı, Filistin ve İslâm dünyası hâmisi politikalar”ın ciddiyeti sorgulanacak…

YENİ MGSB’DE “İRTİCA” İŞLEVİ…

Ankara’nın bütün aksi iddialara rağmen, ABD’nin baskısı altında daha düne kadar “arabuluculuk” yaptığı Müslüman komşusu İran’ı hedef alan “Füze Kalkanı” emr-i vakisine gelmesi; ve AKP hükûmetinin “oynak merkezli dış politikası”nın “Ortadoğu ve İsrail” iflâsı daha çok konuşulacak.

Ancak gündemden sarkanlar bununla bitmiyor. Bayram öncesi Millî Güvenlik Kurulu’nda kabul edilen ve Bayram sonrası ilk Bakanlar Kurulu’nda kabul edilen, kamuoyunda “Türkiye’nin gizli anayasası” olarak bilinen ve “kırmızı kitap” olarak adlandırılan yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) bunların başında geliyor.

Siyasî iktidar çevrelerinin ve “yandaş” medyanın “Kırmızı kitap’ta ‘irtica’ çıktı” propagandasının gerçeği yansıtmadığı, “irtica’ ile mücadele”nin anayasal ve yasal dayanağa dayandırıldığını ortaya çıkmakta. “İrtica”ın kelime olarak çıktığı, lâkin yerine aynı “işlevi” görecek, Anayasada ve ceza yasalarında karşılığı bulunan “din istismarı” ile “dinci örgütler” ibâresinin ikame edildiği anlaşılmakta.

Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsü Çiçek, daha önce, “İrtica kelimesinin karşılığı kanunlarda yok, onun için çıkarıldı” demişti.

Önceki gün yeni MGSB’nin MGK’den gelen metniyle Bakanlar Kurulu’nda kabul edildiğini açıklayan Çiçek’in, yeni Millî Güvenlik Siyaset Belgesi’nde “irtica’ gibi soyut tanımlara yer verilmemesi” hakkında “Hukuken tanımlanması mümkün olmayan kavramlar bu metnin içerisinde yok” cevabını verip, “irtica” kavramına dair geriye dönük hiçbir metinde de bunun ne olduğuyla ilgili yazılı bir târifin olmadığını” tekrarlayıp, “ülkenin huzurunu, güvenliğini bozacak her türlü tehdide karşı, zaten devletin elinde yeteri kadar yasal imkânı, gücü, tecrübesi var” demesi bunun ifâdesi...

“İSRAİL ‘TEHDİDİ”

HABERİ UYDURMA!

Diğer yandan yeni MGSB’nin “dış tehdit” bölümünde İsrail’in “tehdit” olarak yer aldığı, hatta Cumhurbaşkanı Gül’ün bu öneriyi getirip direttiği söylentisi de Bayram öncesi ortaya atılan iddialardan.

Daha Mavi Marmara baskınından dolayı İsrail’in “özür dilemesi”ni sağlayamayan, “kuru kınamalar”la kalıp Telaviv’le siyasî, ekonomik, askerî anlaşmalara, savunma sanayi ve silâh alımı ihâlelerine devam eden Ankara’nın AKP iktidarında İsrail’i gizli MGSB’de “tehdit” olarak sayması, doğrusu şaşırtıcıydı.

Nitekim çok geçmeden siyasî iktidara yakın mahfillerce propaganda edilen bu haber de bizzat Dışişleri Bakanı Davutoğlu tarafından yalanlandı.

Hükûmet sözcüsü, “komşularından gelebilecek tehlikeler ve ülke ismi”ne dair “konunun içeriğiyle ilgili, takdir edersiniz ki, fazla bir şey söyleyemem” dese de, Bayram öncesi Çin temasları sırasında İsrail’in MGSB’ne ‘tehdit’ olarak girdiğine dair İsrail basınında çıkan haberlerin temelsiz olduğunu söyleyen Davutoğlu, “Bu iddianın pratikte bir zemini ve karşılığı yok. Provokatif nitelikli haberlerin bir örneğini teşkil eder” diyerek, bu tür haberlerin kaynaksız ve asparagas olduğunu belirtti.

Ancak dikkati çeken husus, İsrail Turizm Bakanı Stas Mizeshnikov’un sözkonusu uyduruk “tehdit”e dayanarak İsrailli turistlere Türkiye’yi boykot etmeleri çağrısıydı.

Bu durum, uluslar arası sularda seyreden ve Türk Bayrağını taşıyan sivil gemiye saldırıp dokuz vatandaşı katlederek yüzlerce vatandaşı günlerce baskı ve işkence altında rehin tutan İsrail’in “özür dilemek” ve “tazminat ödemek” bir yana, yavuz hırsız misâli ev sahibini suçlu çıkarmaya çalıştığını ortaya koyuyor.

Kimsenin iktidardan İsrail’in MGSB’de “tehdit” olarak yer almasını beklediği yok. Ankara, evvela İsrail’in Türk Büyükelçisine reva gördüğü “alçak koltuk krizi”nin ve Mavi Marmara’da katledilen vatandaşlarının hesabını sorsun…

24.11.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.