Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

Sol niçin iktidar olamaz?



Haftalık dergisi, Türkiye’de bilinen bir gerçeği yeniden tesbit etmek için uzmanlara danışmış. (Haftalık, 7-13 Temmuz 2006) Bu gerçek, solun Türkiye’de iktidar olamaması. ‘Uzman’ların da tesbitiyle, solun asıl probleminin millete ‘yabancı’ olması, onun ‘değer’leriyle kaynaşamama. İsterseniz ‘uzman’ların tesbitlerine kulak verelim:

Okay Gönensin: Türk solunun hem Marksist hem de Marksist olmayan kanatlarının ortak zaafı, dönemsel gelişmelere uygun politikalar üretememektir. Politika üretilemeyince de halkın karşısına hep anlaşılmaz formüller, tekerlemeler ve itici sloganlarla çıkılmıştır. (...) Aslında durumunun bilincinde olan Türk solu, iktidar olabileceğine kendisi de inanmıyor.

İsmet Berkan: Türkiye’de bence solun en büyük zaafı kendi ulusunun değerlerine tamamen yabancı olması. Daha çok dinî ve kültürel konularda belirginleşen bu yabancılaşmaya, solun sözde en iddialı olduğu konular olması gereken sosyal politikalarda da kendilerinden başka hiç kimsenin anlamadığı bir jargon/dille konuşulmasını eklerseniz solun başlıca sorunlarını ortaya koymuş oluruz. (...) Bizde maalesef ‘sol’ kelimesi, Atatürkçülükle, türbana karşı çıkmakla, rejimi savunmakla, AB’ye karşı çıkmak veya ileri derecede şüpheyle yaklaşmakla özdeş hale geldi.

Erdal Şafak: Sosyal demokratlar her şeyden önce siyasî yelpazenin taban açısından gittikçe büzülen bir diliminde yer alıyorlar. ‘Pazarlama’ jargonuyla söylememiz gerekirse ‘müşterileri’ azalıyor ama buna karşılık çarşıda aynı hedef kitleye seslenen ‘dükkân’ sayısı artıyor. (...) Türkiye’de sosyal hareketin kimliği ve ideolojisi yok.

Özdemir İnce: Seçmenin oyunu almak, seçim kazanmak bir siyasal arz ve talep ilişkisidir. Sol kendini ve programını seçmene arz etmiş ancak seçmenin bir talebi olmamıştır. (...) Sorun, seçmen halkın sola gereksinim duymaması. (...) Cumhuriyet’in devrimlerine karşın seçmen halk Müslümandır. İslâm, sola engeldir.

Ali Sirmen: (...) Kemalist rejim, sosyo ekonomik yapıdaki bu çarpıklığı giderebilmek için eğitime önem vererek, aydınlanma düşüncesini ülke yüzeyine yayıp, köylere kadar ulaştırmaya çalışmıştır. Ama sosyal sınıflara dayanmayan bu girişimler de beklenen sonucu vermemiş, bu durum hem demokrasimiz, hem de sol açısından olumsuz sonuçlar doğurmuştur. (...) Kısacası Türk halkı bir tarım toplumu olmanın sonucu sola fazla itibar etmemiş, ondan büyük beklentiler içinde olmamıştır. (...) Bir başka etken de, solun uygulanabilir, inandırıcı, teoride kalmayan bir kalkınma modeli oluşturup sunmaktaki yetersizliğidir.

Derya Sazak: Türkiye’de sol, Batı Avrupa ve Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi toplumun önüne bir iktidar seçeneği koyamıyor. Bugünkü dağınıklık sürerse önümüzdeki seçimlerde ‘solsuz Parlamento’ tehlikesiyle karşılaşabiliriz. (...) Ekonomik kriz, işsizlik, adaletsiz gelir bölüşümü gibi sorunlarla boğuşan Türkiye’de siyasal iklim bu denli uygunken, solun iktidar seçeneği oluşturamaması, bağışlanamaz bir zaaftır.

Altan Öymen: Türkiye’de ‘sol’un en büyük zaafı ‘yönetim zaafı’dır.

Genellikle ‘sol’dan bakan uzmanlar bile bu tesbitleri yaptığına göre; bir de ‘sağ’dan bakan uzmanlar konuşmuş olsaydı neler söyleyebileceklerini hesap edelim. Netice: Sol, mevcut anlayışıyla siyaset yapmaya devam ederse ‘solda sıfır’ olarak kalmaya mahkûmdur. Tabiî ‘sol’un derdi bizi meşgul etmeyecek. Tercih kendilerinin...

14.08.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Topyekûn bir uyanış



Dünyanın başı ağrıyor. Beklide cinnet geçiriyor. Paranın, teknolojinin, silahın ve güçlü devlet olmanın cesaretini arkasına alan, sınır tanımaz bir zulme ve işkenceye başlıyor.

Modern engizisyonlar bu olsa gerek. Dünyayı temsil eden topluluklar, birlikler ve dayanışmalar, silahın gölgesinde suskunlaşıyor.

Kendinden korkan mekanizmalar, örgütler, sorumlusu olduğu kitleleri ve kurumları nasıl koruyabilir? Korumasız insanların, güvenli yaşama haklarını kiminle sağlayacaklar?

Kuvvetlinin haklı olduğu bir dünya düzeninde; haklının kuvveti, nasıl caydırıcı olacak? Bunu tesis etmek için, aynı haksız metotlar kullanmadan hakka dayalı haklılık şuuru ve direnci nasıl temin edilecek?

Savunmasız insanlar, ülkeler ve bölgeler; dayanışmalarını ve birey temelli sivil gücünü nasıl toplumsallaştıracaklar?

Toplumsal hafızası, şuurlu reflekslere ve duyarlı reaksiyonlara kapalı olan hareketler ne kadar başarılı olabilir? Çok zor.

Kaynak dağılımı dengesiz, yönetim erkine ortak edilmemiş ve iradesi ülkenin geleceğinde direk veya dolaylı etkili olmamış toplumlar, hangi problemlerini aşabilirler? Tam tersine problemlerin içinde yüzerler, hatta boğulurlar.

Karın tokluğu, standart düşünme, sorgulamadan kabullenme ve istişari sistemler kurmadan emretme üzerine kurulu yapılar, son yüzyıldır çatırdıyor.

Bu uyarıcı sesleri erteleyen, duymazlıktan gelen, yetkisinin ömrünü uzatacak şekilde anlamazlıktan geçinen sistemler yıkılıyor.

Tahripçilerin kolayca yıkabildiği ya da yıkılmasını kendi uhdesinde ertelettiği ölümcül hali uzatmalar veya suni nefes almalar, basiret ve idrakinde beraberinde öldüğü dönemlerdir.

Doğunun meşakkatli hayatı ile batının sorumsuz tüketimi, diyalogları uçurumun eşiğine getiriyor.

Dengesiz güç kullanımı, ölçüsüz bencillik, kendine benzetme ve köleleştirme modellerinin hepsi, insana ve onun inançları ile yaşama hakkına indirilmiş darbelerdir.

Darbelerin şiddeti, mazlum insanların duygularını, değerlerini ve hayata bağlayan heyecanları tahrip etmektedir. Ümitsizlik gayyasında çaresizliğin isyanı,düşünme melekesini kaybetmenin kontrolsüz tepkileriyle hırçınlaşmaktadır.

Yer demir, gök bakır misali, kendini anlamsız hisseden, değersiz gören ve ezilmişliğin acısı ile kıvranan insanlar yığını haline gelmektedir.

Zenginin fakire, güçlünün zaife, yetkilinin yönettiğine, etkilinin çevresine ve zalimin mazluma uyguladığı her türlü sindirme ve baskı yolları, yukarıdaki insan profilini netice vermektedir.

Dünyanın açlık sınırında milyonlarca çaresizi varken, geçinemeyen işsizler ordusu televizyonlarda görünürken, istatistikler sefalet tablolarını yayınlarken, barış ve huzuru temin etmek mümkün mü?

Çoğunluğun huzuru, ekseriyetin kabulleneceği bir asgari dünya nizamı ve dengesi ile sağlanabilir. Aksi düzenlemeler, haksızlıklar, baskılar, şiddet ve terör makinesi gibi acımasız dayatmalar ve savaşlar; sahiplerini de, taraftarlarını da en az zulme maruz kalan taraf kadar huzursuz edecektir.

Zalim akıbetinin,“Hemen” ve “Şimdi” cezalanmaması, nihai hükmü değiştirmez. Son yılların yaşadığımız gergin ortamlar, bölgesel terör, işgal ve katliamlar; mutlaka şuurlu reaksiyon görmelidir. Bu bölgede savaşa maruz kalmış herkesin işi, aşı, geleceği kadar önemli bir nokta;Birlik içinde kaynaşmayı arttırıp,ortak zalime karşı koruyarak, yeni ödevler üstlenmesidir.

Savaşın silahla çözümü, güçlünün insafına kaldığı için, bir kıymet ifade etmemektedir. Reaksiyonlar yanlış mecraya kaydığında da düşmana koz vermektedir.

Düşman olan, tepkiyi hak eden tutum ve davranışların tamamıdır. Husumet amaçlı bir ifade yerine, caydırıcı ve haklıdan yana bir gayret gerekli.

Savunma gücünü meşru müdafaa sınırında tutamayan ve caydırıcı olamayan ülkeler,modern sömürgedirler. Ekonomi bağımsızlığı olmadan da demokrasi elbisesi lüks gelir.

Bu yüzden top yekun nefis muhasebesi yapmanın ve ortak şuuru arttırmanın sistemleri birey ve ülkeler bazında hayata geçirilmeli. Uyanış, tepkiyi etkili kılar. İhlas odaklı bir silkinmeyle.

14.08.2006

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

İslâmın özünde hürriyet ruhu vardır



Kölelik sisteminin oluşabilmesi tek başına insanları köleleştirmek isteyen müstebitlerin varlığı ile mümkün olmamalıdır. Bununla birlikte köleliği kabullenmiş ya da farklı endişelerle karşısında duramayan köle ruhlu insanlara da ihtiyaç vardır. Padişahı kanun namına hareket ettiği için değil de makamından dolayı padişah olarak tanıyan ve kanun dışı hallerini haydutluk olarak algılamayan fıtratlar ancak köleliğe lâyık olmalıdırlar. Temel değerlerin haktan ve onun sosyal düzene yansıması olan hukuktan kaynaklanmadığı her hal ve her tavır özünde istibdadın ve köleliğin yaşandığı bir zemin olarak kabul edilmelidir.

Bu anlamda herkes kendi bulunduğu alanda sorumludur. Bu alanın çapı ne olursa olsun. Başı örtülü bir anneyi evlâdını en mutlu gününü yaşamaktan mahrum bırakma emri veren rektörün sorumluluğunun bir parçasında bu emri uygulayan memurların da yangına Çakmak’lık konumu da bulunuyor olmalıdır. İnsanların büyük çoğunluğunun manevî değerleri önemsediği ve başörtüsünü benimsediği bir yerde bir kaç müstebit memur istediği gibi hareket ediyor kanunları ve milletin değerlerini hiçe sayarak edeplerini aşabiliyorlarsa bunda kendi yetki alanlarında emrolunduğu gibi dosdoğru olamayan vatandaşların, kanunsuz emre işinden olma korkusu ile itaat eden memurların da katkısı bulunmalıdır. Kanun dışı isteklerini uygulatamayan hangi idareci sivil itaatsizliğin yerleştiği ve sahip olduğu değerlere uymayan bir emri uygulamaktansa şerefi ile istifayı göze alabilen ve rızkı Allah’tan bilen bir cemiyette keyfi uygulamalarını yürütebilir. Yetişen yabanî bitkilerle birlikte onların yetişmesine müsait zemin de dikkate alınmalıdır. Kısaca neye lâyıksanız o şekilde yönetiliyorsunuz. İyi şeylere lâyık olmak ise hep bir bedel gerektiriyor. Hürriyet gibi bir nimet için hayat dahi bir bedel olsa, feda edilebilir. Bırakın uygulamayı inanma ve niyet boyutunda bile bu bedeli göze alamıyorsanız hiçbir idareciyi suçlamaya hakkınız yok demektir. Haksızlık karşısında susmanın şeytanlık şeklinde nitelendirildiği bir hayat şeklinde haksızlığa payanda olmanın ve onu uygulamanın geçerli hiçbir mazereti olamaz. Herhangi bir haksız uygulamanın icracısı olmak ve “Ne yapayım ben emir kuluyum” şeklinde kendini temize çıkarmaya çalışmak özünde ve cümlenin kendi içinde kölelik ruhunu ortaya koymaktadır. Kâinata meydan okuyacak hakikî imanın çok uzaklarında olduğu da aşikârdır. Bu anlamda haksız emirleri veren idarecilerin kendi alanlarındaki sorumlulukları o emri uygulayan her bireyin alanına taşınmaktadır. Sivil itaatsizlikle ve bedel ödemeyi göze alarak haksızlıkların ve kanunsuzlukların karşısında duran fertler olmadıkça toplumlar birkaç müstebidin keyfi uygulamalarından uzak kalamazlar. Bu müstebitler dünyayı yönetmeye çalışan ülkeler ya da toplumlara kendi arzuları doğrultusunda yön vermeye çalışan fertler olabilirler. Çözüm, zemini ıslâh etmek ve istibdadı hiç bir şekilde kabullenmeyen fertler ve bu fertlerin oluşturduğu toplumlar inşaa edebilmek için duâ etmektir. İstibdadın yeşerebileceği zeminler bulundukça hiç bir kanunî ve siyasî düzenleme problemleri kökten çözemeyecektir. Kalıcı çözüm fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür fertlerin teşkil ettiği toplumları inşaa etmek bunun için hakikî gücü imanından ve âlemlerin Rabbi’ne dayanmaktan alan dosdoğru fertler olabilmektir. Bu anlamda herkes kendi sorumluluk dünyasını gözden geçirmeli ve çözümü öncelikle halifesi olduğu âlemde aramalıdır.

Dünya genelinde yaşanan problemlerin de genelinde hürriyet fikrinin insanlığa olması gerektiği şekli ile yerleşmiyor olmasından kaynaklanıyor olmalıdır. Filistin ve Lübnan’da yaşanan vahşetin müsebbiblerinin insanlıktan uzaklıkları yanında zulme maruz kalanların da uzun vadede çözümler üretmeleri ve geleceğin hür düşünceli ve tam anlamı ile Rabb-ı Kerim’e dayanan nesilleri için yatırım yapılmalıdır. Bu zulmün kader yönü ile belki de İslâm dünyasına yönelik bazı mesajları ve uzun vadeli çözümlere sevk eden bir boyutu olmalıdır. Bu dersler çıkarılıp tüm İslâm coğrafyasını ve dünyayı nazara alan uzun soluklu adımlar atıldığında bu sancılar inşaallah küresel saadet asrının doğum sancıları olacaktır. Zulmün karşısında sessiz kalmama tavrımızı ve tepki şeklimizi belirlerken yaşananlardan ders çıkarmayı da unutmamalı ve geleceğin müreffeh dünyasına en acılı günlerimizi de vesile yapmalı bu anlamda daha çok kamçılanmalıyız. Bu anlamda İslâmın özünü teşkil eden hürriyet ruhunu da ön plana çıkarmalı ve hayatın en zor günlerinde dahi Rabb’imizin rahmetinden emin olmalı maddî âlemin hiçbir zaman zalimlerin tasarrufu ile işlemediğini geleceğimizin onların insafına kalmadığını hep aklımızda tutmalıyız.

14.08.2006

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

İspatlamak



Biz sizi yeterince tanımıyoruz, neden kendinizi bize anlat(a)mıyorsunuz, bir sısım medyanın anlattıklarından çok farklı bir yaşayışınız var. Siz aslında ‘onlar’ın dedikleri gibi değilsiniz ama ‘siz’ kimsiniz?

Ne olmadığımızı ispatlamak zorunda bırakılmak, görüntümüzün (tesettürlü bir hayat tarzını benimsemiş olmamız) bizi kısıtlamadığını, bizim de her şeyi hem de tam mânâsıyla yapabildiğimizi, ‘siz’den farkımızın sadece yaşayış tarzı olduğunu göstermek durumunda bırakıldığımızı ve her nedense bunu hep bir ‘savunma’ şeklinde gerçekleştirdiğimizi fark ediyorum.

‘Biz ve siz’ ikilemini oluşturanlar, hallerinden çok memnun olsa gerek, onlar klişeleşmiş sözlerin arkasına sığınarak, (Yakında İran’a benzeyeceğiz, şuraya bak! daha bu yaşta vah vah, Arabistan’dayız sanki her yerde onlardan var) istediklerini elde etmiş olma rahatlığında koltuklarında kaykıla dursunlar, Taksim’de rastgele dolaşırken rastladığım bir mitinge alkışla destek veren bayan (akademisyen olduğunu sonradan öğrendiğim) “Ben de sizi alkışlıyorum ve tebrik ediyorum” dedi. Harikasınız, çok kaliteli olduğunuzu da biliyoruz. Ama sizin hakkınızda ne denirse densin, ispata gerek yok. Sanmayın ki herkes sizi yanlış tanıyor.

Başka bir bayan da şunları söylüyor:

“Ama siz öyle değilsiniz, çok şaşırdım buna, siz entelektüelsiniz, siz çok okuyan, hem de dünyanın en iyi üniversitelerinde eğitim alabilen dil bilen, aynı zamanda san'atın yakından takipçisisiniz, uluslar arası konferans ve panellerde sunumlar yapan ya da dinleyici olarak katılan sizler çok farklısınız diyerek adeta şok yaşıyor.

Problem aslında şurda başlıyor, biz kendimizin “ne olmadığını ispatlamak” durumunda değiliz. Sadece sürekli bu hal “birileri” tarafından pekiştirilince sanki normal’i buymuş da biz hep taarruza karşı durmak zorundaymışız gibi hissediyoruz.

Oysa ki İslâmın “oku” emrini hayatının tam ortasına yerleştirmiş insanlara “gerici, yobaz” yaftası yapıştırmaya çalışmanın ne derece abesle iştigal olduğu yeterince açık değil mi? Hangi geri, ileri neresi?

Kırsal kesimde yazma takan, ocak başında yemek yapan biriysen, çocuklarına analık kocana kadınlık yapıyorsan tamam, sorun yok istediğin kadar sar başını ama sen kalkıp da okuyorsan koca koca üniversitelerde, bir de sürekli kendini geliştiriyorsan, dünyaya açılıp mevki makam sahibi oluyorsan bir de üstüne başörtü takıyorsan olmadı burada duracak mısın?… Bu nasıl bir paradoks böyle?

Gayr-i müslim bir arkadaş bana şunu dediğinde çok şaşırdım “başörtülüsün ve mutlusun, yani gülümsüyorsun, kocanın zoruyla takmadın ya da ailen zorlamadı, kendi isteğinle ve severek takıyorsun, bunu benim ülkemde kimse böyle bilmiyor. Ben bugün çok büyük bir şey öğrendim, ülkeme gidince herkese bunu anlatacağım “sandığımız gibi değilmiş” diyeceğim, onlar mutlular ve hallerinden memnunlar.

Bütün bu cümleleri bilinçli bir tercih yapıp yaşayışının arkasında gururla durabilenler için söylüyorum Başörtüsü dışında öyle çok kural var ki herkes tarafından da zaman zaman (maalesef) ihlâl edilen. (Yalan söylemek, kalp kırmak, anne babaya karşı gelmek, emanete hıyanet etmek, adaletsizlik yapmak, dedikodu ve kıskançlık…) İnsan olmak ve nefis taşımak da işin içine girince.hatalar geliyor birbiri ardınca.

Tamam, bu kişi başörtülü her yaptığı doğrudur’ (doğru olmalıdır elbet) diyemeyiz, tıpkı turban takmayan ama İslâmın “güzel ahlâk” timsali diye övdüğü insanları (diğer kuralı ihlâl ettiğinden dolayı) yadırgayamayacağımız gibi. İslâm bir bütündür.. Kimse mükemmel değildir, bizim örnek almamız gereken sadece. Hz. Peygamberdir. (asm)

Elimizden geldiğince değil bunun çok daha fazlasını yapmaya ihtiyacımız var.

Yani bütün bu ispatlara gerek yok.

‘Bizi gördüğünüzde otomatiğe bağlanmış bir şekilde ezberlenmiş cümleler sıralıyorsunuz:

Babaannenizin hacca gittiğinden, hatta hafız olduğundan dem vurmasanız da biz sizi severiz merak etmeyin, ya da “benim de içim de var da’ ağır geliyor yaşlanınca örteceğim” demenize de gerek yok ortak yan bulma çabası için. Eteğinizi de çekiştirmenize gerek yok rahat olun; ayrıca ben çoktan değişmiştim de benim çevrem kötü ‘ ‘Keşke herkes sizin gibi olsa hemen kapanırım ‘ ben nice kapalılar gördüm içlerinde neler var” diyerek nefsinizi kandırırken bizi şahit tutmanız da anlamsız.

Bizim ne olmadığımızı ispatlamamız vakit kaybı. Bizi “biz” olarak tanımaya ne dersiniz? (eğer samimiyetle bunu istiyorsanız)

Duyduklarınızdan soyutlanarak, salt kendiniz olarak, Biz de insanız tıpkı sizin gibi, aramızda melek olan var mı? Ben hiç görmedim…

14.08.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Çıkış yolu



“Kim Allah’tan korkarsa Allah ona bir çıkış yolu gösterir. Onu ummadığı yerden rızıklandırır. Allah’a güvenip dayanana Allah yeter.” (Talak Sûresi, 3)

Allah’tan korkmak, Ona saygı duymak, karşı gelmekten sakınmak, emirlerini tutmak demektir.

İnsan ne kadar çıkmazda, sıkıntı ve problemler içerisinde bulunursa bulunsun, her şeyin dizgini elinde bulunan, herşey emri ve izniyle çözülen Allah’a güvenip dayanmak, Ona saygılı olmak çıkış yolu bulmak için yeterlidir. Allah, böylelerini ummadığı yerden rızıklandıracağını da müjdelemektedir.

Malikü’l-Eşcai’nin oğlu Avf düşmana esir düşmüştü. Baba, oğlunun çektiği sıkıntılardan dert yanmış, bir kurtuluş yolu bulmak için Resûlullaha (asm) müracaat etmişti. Resûlullah (asm) da ona sabır tavsiye etmiş, “Allah sana mutlaka bir çıkış yolu gösterir” diye teselli vermişti. Kur’ân, Allah’a saygı duyana Allah’ın yardım edeceğini, bir kurtuluş yolu göstereceğini müjdelemiyor muydu? Çözüm, Allah’a bütün gönlünle bağlanmak, sığınmak, dayanmaktı.

Resûl-i Ekrem (asm), Malikü’l-Eşcai’ye, oğluna, “Her şeyin ancak Allah’ın güç ve kudretiyle olacağını” ifade eden “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” duâsını okumasını söylemesini bildirdi.

Avf’ın ellerini sırımla bağlamışlardı. Görünürde ne ellerini, ayaklarını çözebilir, ne de düşmandan kaçıp kurtulabilirdi! Ama her şey izni ve emriyle hareket eden Allah’a sığındıktan sonra çözülmeyecek ne olabilirdi? O, duâyı öğrenir öğrenmez secdeye kapanıp bütün içtenliğiyle okumaya başladı. Kaç defa okuduğunu bilmiyordu. Bir de ne görsün, ellerindeki sırımlar kendiliğinden çözülmüyor mu? Bağlı olduğu yerden dışarı fırlayan Avf, düşman develerinden birini gördü. Ona binip sür'atle sürmeye başladı. Yolda esir edenlerin sürülerini görmüş, onları da arkasına katıp sür'atle kaşturmuş, eşine ulaşmış, özgürlüğüne kovuşmuştu. Babası, durumu Efendimize (asm) bildirdiğinde, develeri dilediği gibi kullanabileceğini bildirmiş, olay üzerine de yukarıya meâlini aldığımız âyet nazil olmuştu. (Tergib, 3:105)

14.08.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Gerçek lezzet ve mutluluğun kaynağı



Teknik veya ekonomik kuruluşlar bile artık AR-GE çalışmaları yaparak, hem kendi, hem de insanların ihtiyaçlarını tesbit ederek strateji belirleyerek üretim yapıyor.

Şu halde, insan kendisini nasıl ihmal edebilir ki? Niçin gönderildi, hangi istidat (potansiyel yetenek) ve kabiliyetler kendisine verildi? Neyi, nasıl üreteceğine karar vermeden önce kendisini keşfederek işe başlamalı değil mi? Kendisini tanıyan, bedenî, ruhî/duygusal ihtiyaçlarını tesbit eder. İhtiyaçlarını tesbit eden, onları karşılamaya çalışır. İhtiyaçlarını karşılayan huzur ve mutluluğu yakalar.

İnsanı kâinatın maddî-manevî boyutlarından özetleyerek yaratan âlemlerin Sahibi; onu iman esaslarına göre dizayn etmiştir. Yani, ruhumuz/duygularımızın (aklımız, kalbimiz, vicdanımız ve sair lâtife ve hislerimizin) gıdası imandır. Rahmanî bir hediye olan akıl, göz, dil gibi kalbin de yaratılmasının sırrı öbür âlem için lâzım olan şeyleri temin etmek ve sonsuz mutluluğa ulaşmayı sağlamaktır.1

İslâmın öngördüğü imân; madde ve mânâ, ruhsal âlemler, dünya ve sonsuz hayatı bütünüyle kaplayan kudsî bir hakikat, şumullü bir bakış açısı, derin ufuk, bir enerji kaynağıdır. Hakikî, güçlü, sarsılmaz bir imânı elde etmek için öncelikle onun olmazsa olmaz zarûrî bir ihtiyaç olduğunu kabul etmek gerekir.

Anatomik ve fizyolojik yapımıza dikkat ettiğimizde herbir organ, âlet, cihaz ve duyumuzun bir ihtiyacı olduğunu; bunları yerine getirmek için fizyolojik olarak içten dürtüldüğünü; daha doğrusu her bir uzvun bir işle vazifelendirildiğini ve yalnız ondan lezzet aldığını görürüz. Meselâ, göz güzel manzaraları seyretmek; kulak sesleri işitmek; burun hoş kokuları almak; dil tatmaktan lezzet alır. Akciğerlerimizin gıdası hava, böbreklerimizin sudur. Midemiz ise, yiyeceklerle mutmain olur. Gözümüze çiçek yedirilse, bal damlatılsa gözümüz kör olabilir. Kulağımıza hava şırınga etsek, sağırlaştırabiliriz. Nefes borumuza su kaçsa, ölümle burun buruna gelebiliriz.

Kezâ, bedenimizdeki farklı her duyunun, her organın bir veya birkaç işlevi olduğunu biliriz. Rûh, akıl, kalb, vicdan gibi farklı duygularımızın bulunması da gıdalarının farklı olması gerektiğini gösteriyor. Farklılıkları fark edecek bir ruh ve zihin yapısıyla yaratıldığımızdan madde dışında farklı vazifelerimiz de olmalıdır.

Dolayısıyla akıl, kalb ve vicdan gibi temel duygular açısından imân bir zorunluluktur. Çünkü, onların işlevi, yeteneği imân şartlarını anlayacak ve kabul edecek şekilde dizayn edilmiştir. Şu halde, temel duygularımız akıl, kalb, vicdan ve his açısından imân zorunludur. Ki, dünya hayatındaki gerçek huzur ve mutluluk iman sırlarında saklıdır.

Akıl tatmin edilmeli, kalb mutmain olmalı. Hayatı dolu dolu yaşayıp mutluluğu yakalamanın yolu; akıl, kalp gibi tüm duyguların gıdasını vermekten geçer.

Dipnot:

1. Sözler, 456, 33.

14.08.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Zilletle yaşamaktansa...



İzzetin insan için olan gerekliliğine inanan insanlar her zaman zilletle yaşamaktansa izzetle ölmeyi tercih etmişlerdir. İzzet insan olmanın en önemli vasıflarındandır. İzzetli olan insan itibarlı, şerefli insandır. Böyle insanlar, değeri sadece dünya hayatıyla ölçülen şeylere ehemmiyet vermez, ebedî hayatla irtibatlı olan yaşayış tarzına en büyük önemi vermektedirler. Bunlar belki bu dünya hayatının sıkıntılarına maruz kalmakta, belki zalimlerin eza ve cefası altında inlemektedir. Onlar Allah’ın kudret ve gınası karşısında peşinen zaif ve acizliklerini kabul etmişlerdir. Ama onlar gerçekten izzet sahibidirler. Çünkü onlar cebbar insanlara ruhlarını teslim etmemektedirler.

İzzetin zıddı olan zillet ise alçalmadır, alçaklıktır. Değersiz dünyevî menfaatler için elmas değerindeki uhrevî yönelişlerden vazgeçmeyen insanlar, bu dünya misafirhanesinde ezilseler, eziyet ve cefa görseler de onların vicdanı rahat, alnı ak, başı dik olmaktadır. Bu sebeple hiçbir zaman bu dünyada zahiren güçlü olanlar izzet sahibi değillerdir. Böyle insanlar zalimce uygulamalarda bulunan vahşileşmiş insanlardır.

Aklı başında olan ve kalbinde imandan başka şeye yer vermeyen insanlar, dünyanın zorbalarına beş para ehemmiyet vermez, onlardan korkmazlar. Zira onlar bilmektedir ki, bu dünyanın ve insanların ve de bütün mahlûkatın Yaratıcısının izin ve emri olmadan en ufak bir hareket meydana gelmemektedir. Cebbarların izzet gibi görünen halleri geçicidir. Onları ebedî hayatta gerçek bir zillet beklemektedir.

Gerçek ve sarsılmaz bir imana sahip olan insanlar, her zaman ve her yerde izzetle yaşamakta, izzetle hareket etmektedirler. Onlar eziyet ve işkence görse, otomatik silâhlarla öldürülse, üzerlerine bombalar yağdırılsa da her zaman izzetlerini muhafaza etmektedir. Onlar sadece Allah’tan korkmakta ve musibetlerle dünya hayatlarının tasaffi ettiğini bilmekte, ölmekle şehadet mertebesini kazanmak gibi büyük bir kazancı elde edeceklerine iman etmektedirler.

İzzetli olan mü’minler, doymak bilmeyen hırslarıyla, kinleriyle ve düşmanlık duygularıyla hareket etmemekte, hareketlerinin ana kaynağını İlâhî emirler teşkil etmektedir. Ama manevîyattan yoksun olup, ruhları karanlıklardan medet uman insan sûretindekilerin ise insanî hiçbir kuralı bulunmamakta, kin ve adavet gibi duygular onların hareket noktasını teşkil etmektedir. Olayların zahirî görüntülerine değil de nazarımızı gerçek mânâlarına çevirebilsek, izzetli gibi görünenlerin aslında büyük bir zillet içinde olduğunu ve zayıf, kimsesiz ve zelil gibi görünenlerin ise aslında izzet sahibi olduğunu anlayacağız. İnsanı yüceltip izzet sahibi yapan manevî duygulardır. Manevî duygulardan yoksun olup, adeta bu cihetiyle insanlıktan çıkmış cebbarlar aslında gerçek bir zillet içinde kıvranmaktadırlar.

Onun için zahirî görüntülere aldanmamamız gerekir. Bu kâinat Sultanı her şeyi biliyor ve her şeyi görüyor. Her şeyin dizgini Onun elinde, her şeyin anahtarı Onun yanındadır. O kimin izzet sahibi olduğunu, kimin zillet derekelerine düştüğünü herkesten çok daha iyi bilmektedir.

Asıl acınması gerekenler, zalimler, cebbarlar ve fitne tohumlarını ekmekle dünyayı yaşanmaz hale getirenlerdir. Zulme maruz kalmakla şehit olmak veya sakat kalıp gazilik mertebesine çıkmak izzetli olmanın en önemli göstergeleridir.

Acılarından dolayı ağlayan, yakınlarının gözleri önünde kanlar içinde kalıp öldüğünü görenler ve gözyaşlarına boğulanlar izzetlidirler. Bu insanlara bu dayanılması zor acıları tattıran insan sûretindekiler ise zelildirler, alçaktırlar. Zalimlere meyledenler de, onlara kol kanat gerenler de alçaktırlar. Böylelerini yıkılışlar, helâketler, felâketler beklemektedir. En önemlisi de onları, kabir azabı, cehennem ateşi beklemektedir. Onlar o gerçek hayatta zilletli olmanın en alçak haletlerini yaşayacaklardır.

14.08.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hüve nüktesi üzerine-1



Ödemiş’ten okuyucumuz: “Sizden ricam, Risale-i Nur’da yazılan Hüve Nüktesini açıklamanızı istirham ediyorum.”

Kur’ân, “Hiç bir şey yoktur ki, O’na hamd edip, O’nu tesbih ediyor olmasın.”1 buyurur. Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri bu ayetten, “Lâ İlâhe illâ hu” ve “Kul hüve’llahü ehad” kelimelerinde geçen “Hüve” zamirine bir köprü kurar. Hüve Nüktesi, “Hüve” ile “hava” arasındaki kopmaz bağı bizim anlayışımız çerçevesinde keşfeden ve nazarlara sunan bir görgü tanığı notudur.

Bu mukaddes kelimelerde geçen “Hu” veya “Hüve” lafızları zamirdir, “O” demektir; Allah’a râcidir, yani “Allah” lafzı yerine oraya gelmişlerdir, yani “Hu” veya “Hüve” Allah demektir. (“Hû”, “Hüve”nin kısa okunuşlu halidir.)

Bedîüzzaman Hazretleri, havanın hakikatini yukarıdaki ayetin dürbünüyle müşahede ediyor. Görüyor ki, her bir hava zerresi Allah diyor. Yani “Hüve!” diyor. Yani her bir hava, “Hüve!” diyor. Her bir hava zerresi Allah’ı zikrediyor, Allah’ı gösteriyor, Allah’ın ilmini, iradesini, kudretini, hikmetini, işitmesini, görmesini bildiriyor. Yalnız hava sayfası okunduğunda bile görülecektir ki, Allah’a iman etmek hadsiz derece kolay, şirk ve dalâlette kalmak hadsiz derece zordur, hatta imkânsızdır.

Nasıl ki bir avuç toprak nöbetle yüzlerce çiçeğe saksılık ediyor. Bunu tabiata veya sebeplere havale etmek için, ya o saksıda küçücük ölçülerde yüzlerce manevî makineler ve fabrikalar bulunması lâzım gelecektir. Ya o bir parça topraktaki her bir zerre, bütün o yüzlerce çiçeği muhtelif özellikleriyle, karakterleriyle, hayatî farklılıklarıyla, dalıyla, budağıyla, rengiyle, kokusuyla, yaşama ve büyüme şartlarıyla tanıması ve bilmesi lâzım gelecektir. Âdeta her bir toprak zerresinin bir ilah gibi ilim ve iktidar sahibi olması gerekecektir. Bu ise imkânsızdır. Buna ihtimal vereni en akılsız adam bile akılsız, deli ve ebleh ilan eder. Oysa toprak ile saksıdaki çiçekler arasında veya toprak ile bitkiler arasındaki bu sıkı bağı ve birliği, bu hayatî alış verişi, Allah’ın ilmine, iktidarına, emrine ve iradesine verdiğimizde, her şeyin kolayca ve mükemmel bir biçimde olup bitişindeki sırrı görmekte gecikmeyeceğiz.

Aynen bunun gibi, Allah’ın emir ve irade sıfatlarının bir Arş’ı olan havanın her bir parçasında, yani bir nefes veya bir tırnak kadar olan “Hüve” lafzını söylediğimiz miktardaki havada, bütün dünyadaki mevcut telefonların, telgrafların, radyoların, hadsiz ve muhtelif konuşmaların bulunabilmesi için; ya küçücük ve hassas ölçekli, harika alıcı ve verici istasyonlarının her bir hava zerresine kurulmuş olduğunu kabul edeceğiz. Çünkü her bir hava zerresinde tüm bu hadsiz işler bir anda ve beraberce yapılmaktadır. Ya da, “Hüve” diyecek ölçüdeki havanın her bir parçasının ve her bir zerresinin, bütün telefoncular, telgrafçılar ve radyo yayın frekansları kadar manevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunduğuna, onların hepsinin dillerini bildiğine, her konuşmayı anladığına ve aynı zamanda diğer zerrelere de bildirdiğine ihtimal vereceğiz! Her bir hava zerresinde hadsiz bir şuur, ilim ve iktidar bulunduğunu söyleyeceğiz! Nitekim havanın bütün cüzlerinde aynı derecede ses ve görüntü nakil kabiliyeti ve eksiksiz görev yapma terbiyesi vardır.

İşte küfür ve dalâlet ehlinin mesleklerinde değil bir imkânsızlık, hava zerreleri adedince imkânsızlıklar, olumsuzluklar, mantıksızlıklar, zorluklar, müşkülâtlar ve çıkmaz sokaklar vardır!

Bu ince ve benzersiz işler Allah’a verilse, havanın bütün zerreleri derhal Allah’ın emrini dinleyen ve Allah’ın emrine kâmilen itaat eden birer asker hüviyetine girecektir. Hadsiz ve kapsamlı vazifeler, Allah’ın emriyle, izniyle, kuvvetiyle, kudretiyle, Allah’a intisap ederek ve dayanarak, bir tek zerrenin, bir tek vazifesi kadar kolayca, muntazaman, bir anda, şimşek süratinde ve “Hüve” telaffuzu ve havanın dalgalanması kolaylığında yapılacaktır! Hava böylece kudret kaleminin hadsiz, harika ve muntazam yazılarına birer sayfa olacak; zerreleri o kalemin uçları, zerrelerin vazifeleri de kader kaleminin noktaları hüviyetinde olacaktır. Çünkü bir tek emirle, bütün hadsiz hava zerreleri, bir tek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışmaktadır.

Havanın her bir zerresinde bir birlik mührü vardır. Her bir hava zerresi bu eşsiz mühürle Allah’ın bir olduğunu herkese haykırmaktadır. Hava zerreleri böyle orijinal sıfatlarıyla “Hüve” zamirinin “Allah’a” baktığını göstermektedirler. Demek, Tevhid makamında “Hu” dediğimizde, ağzımızdan çıkan hava zerreleri de “Hüve!” yani “Allah” zikrini söylemektedirler.2

Yarın inşallah devam edelim.

Dipnotlar:

1. İsrâ Sûresi: 44

2 .Sözler, s. 146, 147

14.08.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Ara notları



İki haftalık bir aradan sonra, sizlerle yine birlikteyiz. Yıllık iznimizin bir bölümünü kullandık; ikinci bölümünü de, kısmet olursa önümüzdeki günlerde kullanmayı düşünüyoruz.

Aslında, gelişen teknoloji sayesinde sürekli irtibat halinde olabilmemiz de mümkün.

Uzaklara da gitsek, hatta dağbaşında bile olsak, yine de içinde bulunduğumuz atmosferin havasını sizlerle teneffüs edebilir veya gündemdeki muhtelif konularla ilgili duygu ve düşüncelerimizi sizlerle paylaşabiliriz.

Ancak, böylesi bir neticenin hasıl olması, şüphesiz ki birtakım imkânlara bağlıdır. İnşaallah, bir zaman gelir o imkânlara da sahip oluruz.

Dizi yazının gördüğü alâka

Son iki–üç hafta içinde son derece sevindirici, memnuniyet verici bir gelişmeye şahit olduk. Rahmetli Tayyar Alnıak Ağabeyimizle ilgili 13 günlük dizi yazı, tahminlerin ötesinde bir alâkaya mazhar oldu.

Gerek şifahî görüşmelerden, gerekse muhtelif iletişim/haberleşme vasıtalarıyla bize intikal eden bilgilerden anlıyoruz ki, bu dizi yazının tesiri büyük olmuş. Yazıları okuyan herkes, Tayyar Ağabeyin örnek hayatından kendisi için birtakım dersler çıkarmış, hisseler almış.

Bandırma'da bir çeyrek asır boyunca Yeni Asya'nın temsilciliğini yapan Tayyar Ağabey, örnek bir büro temsilcisi olmanın yanında, aynı zamanda örnek bir dâvâ adamıydı. Onun tertemiz ahlâkından, güven verici davranışından, gayret dolu çalışmalarından alınacak çok önemli dersler var.

Şükürler olsun ki, Türkiye'nin hemen her tarafında ve dünyanın muhtelif merkezlerinde Tayyar–misâl temsilcilerimiz var. Tam olarak bilinmese de, görünmese de ve görüşülmese de, adeta birer "gizli kutup" gibi çalışıyor, çevreye hizmet sunuyorlar.

Özellikle yaptığımız neşriyat hizmetinin ağırlıklı kısmı onların omuzları üzerinde yürüyor.

Onların sebat ve metanetle sürdürdüğü hizmet, bir bakıma "hayatını fedâ etmek" anlamını taşıyor.

Bu sebeple, hayatını hizmete vakfetmiş sair temsilci arkadaşlarımız, Tayyar Ağabeyin hayat ve hatıratından kendileri için bazı dersler, hisseler çıkarırken, temsilcilerin abonesi veya müşterisi durumundaki binlerle okuyucularımız da, üzerlerine düşen hizmetin şuuruna bir kat daha vakıf oluyorlar.

Netice itibariyle, herkes şu hususları düşünmek ihtiyacını hissediyor: Büro temsilcisi veya neşriyat sorumlusu olan arkadaşlarımız, mühim ve kudsî bir vazifeyi deruhte ediyorlar. Yaptıkları hizmeti, asla küçük ve basit görmemeli. Hizmetlerinden dolayı, onları alkışlamak, takdir etmek lâzım. Onlara yük olmak değil, bilâkis daha fazla yardımcı olmak icap eder.

Bizler de, bu mânâdaki hakîkatin tezahüründe bir derece pay sahibi olduğumuzdan dolayı, kendimizi cidden bahtiyar hissediyoruz.

Cenâb–ı Hak, Tayyar Ağabey gibi fedakâr hizmet erbabının sayını artırsın ve onlara sıhhat ve afiyet içinde hayırlı uzun ömürler ihsan etsin.

Çevre notları

Bu sene sizlere tatil notlarını sunamadık henüz.

Hani, "yabanıl çevrede" yaptığımız gözlemlere dayalı olarak aktardığımız o "güllü–çiçekli, börtü–böcekli" yazılar... Yahut, sevgili Sefer Ağabeyimizle düelloya tutuşmuş gibi sürdürdüğümüz ayılı–dayılı müzakereler...

İşte, o tür yazılara bir türlü sıra gelmedi, ya da yazmaya fırsatımız olmadı. Tabiî, mazeretimiz de var ayrıca.

Temmuz ayında köyünü ziyaret eden ve bu vesileyle bağ–bostan dolaşarak intıbalarını bizlere nakleden muhterem Abdil Yıldırım arkadaşımız da, bizi "konu uzmanı" gördüğü için yeni yaz dönemi yazılarımızı bekliyormuş.

Teveccühlerini teşekkürle karşılıyorum; ancak, onu ve merak–âver diğer arkadaşlarımızı bir müddet daha bekletmek durumundayım.

Dedik ya, bir mâzeretimiz var kardeşim. Mazeretimiz de şu: Bu seneki iznimizin ilk bölümünde daha çok tarla–bahçe işiyle meşgul olduk. Yaklaşık 100–150 metrekareyi bulan çalılık/fundalık bir alanı bahçeye çevirmeye çalıştık.

Bundan iki ay kadar evvel bir hafta sonu giderek, elde kazma–kürek işe giriştik. Birinci gün, dikenli mikenli fundalıkları sökerek toprağın altını üstüne getirmeye çalıştık. İkinci gün ise, her 5–10 metrekareye ayrı bir çeşit sebzenin fidesini diktik, tohumunu serptik: Biber, domates, patlıcan, kabak, kavun, karpuz, soğan, salatalık, kıvırcık, pazı, maydanoz, mısır, ayçiçeği, fasulye, çilek, nane, patates, papatya, vesaire...

Çok şükür, şimdi hepsi büyüdü, mahsül vermeye başladı. O mahsülâttan da, şu ana kadar asgarî yüz kişi nasiplendi. Şakirler yedikçe de, bahçenin bereketi arttı.

Hâsılı, Abdil Ağabeyimizin bilmesini isterim ki, uzmanı olduğum asıl konu, tarla–bahçe, yani bağ–bostan işidir. Köy yerinde doğup büyüdüğümüz için, o meslekten iyi anlarız. İhtiyaç duyan arkadaşlara bu konuda da yardımcı olabileceğimizi bilvesile duyurmuş olalım.

Son dakika notu: Acaba aziz Sefer Ağabeyimizin bu gibi konularda da söyleyecek bir sözü var mı diye, zerzevatlı bir suâl hatırımıza geldi.

Günün Tarihi

Bir edebiyat ustası:

Nihat Sami Banarlı

14 Ağustos 1974: Edebiyat tarihçisi, lisân ustası, yazar Nihad Sami Banarlı'nın vefatı.

1907’de İstanbul Fatih’te dünyaya gelen Banarlı, uzun yıllar üniversitede edebiyat dersi hocalığı yaptı.

1972’den itibaren yayımladığı Kubbealtı Akademi Mecmuasının müdürlüğü görevinde de bulunan Banarlı, 13/14 Ağustos gecesi vefat etti. Mezarı Rumelihisarı’ndadır.

Türk dili ve edebiyatına dair unutulmaz eserlere imza atan Banarlı Hocanın "Türkçenin Sırları" isimli eserinden kısacık bir bölüm sunuyoruz:

Diller ve milletler

Bir dilin kelimelerini hor görmek, hakir görmek, hele şu veya bu politik veya ideolojik sebeple dilden atılabilir görmek, en az, onların oluş ve yontuluş tarihini bilmemekten, hatta sevmemekten doğan büyük bir gaflettir.

Çünkü, milletlerin olduğu gibi, kelimelerin de tarihi vardır.

Bir milletin ataları, asırlarca o kelimelerle doymuş, onlarla düşünmüş; birbirlerini ve evlâtlarını o kelimelerle tamamıyla millî bir san'atla işleyip Türk(çe) yapmışsa, evlâtlar, artık o kelimelere düşman kesilemezler."

* * *

Diller, milletlerin en aziz, en tılsımlı, en kıymetli servetleridir. Çünkü dillerin bir ses güzelliği ile dalgalanıp bir duyurma, anlatma ve inandırma gücüne ulaşmaları, kısa zamanda olmamıştır.

Çünkü yeryüzünde diller kadar millet fertlerini birbirlerine bağlayan, onlara birbirlerini sevip anlamakta, hele sevgilerini dile getirmekte aziz yardımcı olan başka kuvvet mevcut değildir.

Bir tarih boyunca ordu ordu insanları, savaş meydanlarından geçirerek, zafere, gazi veya şehit olmaya koşturan cihangirler, büyük başarılarını, birçok da, savaşçılara duyurabildikleri hitabet dilinin büyüleyici güzelliğiyle kazandılar.

14.08.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Bağışlar lütfen



Hep para, mal, mülk bağışlanmaz ya… Bağışlanacak başka şeyler de olmalı.

Bir kimsesize “kimse” olarak kendini bağışlamalı meselâ. Bir süre yanında durmalı, sohbetine katılmalı. Pencerelerini açıp evini havalandırmalı. Gözlerinin içine bakıp, dinlemeli, dinlemeli, dinlemeli… Birkaç çocukluk anısı anlatmalı, biraz futbol muhabbetine girmeli, biraz hayattan, biraz ölümden söz etmeli. Teselli etmeli, teselli bulmalı. Bir şeyler yapmalı.

Bir kelime için kıvranıp duran, günlerdir dişe dokunur bir şey yazamayan bir yazara, ilham bağışlamalı. Yüreğine bir heyecan, yüzüne bir tebessüm, eline bir dokunuş olarak konmalı. İçinde çıkıp fırlamak isteyen öyküleri, yanıp tutuşan denemeleri, akmak isteyip engellere takılan mısraları düşürmeli kalemine. Biraz buruk, biraz mütebessim, biraz hüzünlü, biraz neşeli olmalı. Bir şeyler yapmalı.

Çıkış arayıp bulamayan, boşlukta dönüp dolaşan, nefes alamayan, bunalan insanlara umut, çıkış yolu ve ferahlık bağışlamalı. Debelenip durdukları dünyanın dışında da bir dünya olduğunu, umudun bir fakir ekmeğinden ibaret olmadığını, kendi parmaklıklarını, zincirlerini kırıp özgürlüğünü kendi elleriyle ilân edebileceğini hatırlatmalı. Daralan ufkunu açmalı, görevini yapmayan kalbini çalıştırmalı, bir şeyler yapmalı.

Gününü hep bilgisayar başında, hep internette geçirene, sosyal bir hayat bağışlamalı. Yürümeli onunla, koşmalı. Denizi seyretmeli, yıldızları saymalı. Mektuplar yazmalı iki sokak öteden, postadan onu almanın heyecanı yaşamalı ve yaşatmalı. Sokaklarda oynamalı, pazardan alış veriş yapmalı, pazarlık etmeli, bir şeyler yapmalı.

Sadece alış verişle mutlu olanlara, paylaşmanın mutluluğunu bağışlamalı. Bir fakiri sevindirmenin, bir kimsesizin başını okşamanın, bir çaresize çare olmanın huzurunu fark ettirmeli. Satın alarak satın alamayacağı duyguları vermeli ona. Yağmur damlasının, kar tanesinin, rüzgârın fısıltısının, güneşin ışıltısının insana yaşattıklarını öğretmeli, belki sadece hatırlatmalı. Bir şeyler yapmalı.

Para, mal, mülk dışında da bir şeyler bağışlayabilmeli insan. Ama önce bağışlayacağı şeyler kendinde bulunmalı.

14.08.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Mescit avı



Yer Ankara....

Ankara’ya çok yakın illerden birinin CHP milletvekili ve iki gazeteci.

Milletvekili uzun süredir tanıdığı ve CHP’ye olan bağlılıklarından kuşku duymadığı iki gazeteciye, “Size çok önemli bir haber vereceğim” diyor. Kameralarını hazır etmelerini istiyor, “benden haber bekleyin” diyor. İki gazeteci, “Bizde kamera olmaz. Bizim foto muhabirlerimiz olur, gelir fotoğrafını çeker” diyorlar. Bir de rica da bulunuyorlar. CHP’ye bakan diğer muhabirlere haber vermemesi konusunda. Çevresinde, “ağa”lığı ile tanınan milletvekili, “Tamam ziyanı yok” diyor ve kimseye haber vermeyeceği konusunda söz veriyor.

Aradan birkaç gün geçiyor iki milletvekilinin cep telefonları çalıyor. Arayan milletvekili sözleştikleri üzere iki gazeteciyi davet ediyor. Foto muhabirlerini de alan gazeteciler milletvekili ile Kızılay’da tarif edilen yerde buluşuyorlar. Milletvekili, “Altındağ tarafına gideceğiz” diyor. O yöne doğru hareket ediyorlar. Milletvekilinin aracı önde, iz takibindeki gazeteciler aracı arkada, foto muhabirlerinin parmakları ise her an deklanşöre basmak üzere tetikte.

Milletvekili önceden gidip yerini belirlediği parka gelince, aracını kuytu bir yere çekip, gazetecilere parkın içinde küçük bir yapıyı gösteriyor ve “İşte orası”diyor. Gazeteciler haber konusu olan küçük yapıya merakla bakarken, foto muhabirleri heyecanla deklanşöre basıyorlar. Fotoğraflar çekiliyor, “tamam” işareti yapıldıktan sonra, yeni suç mahalline doğru hareket ediliyor. Milletvekili bu kez parkla büyük bir caddenin bitişik olduğu bir köşede duruyor, yine aracını kuytu bir köşeye çekiyor ve yeni suç merkezini işaret ediyor. Muhabirler göze batmamak için inmiyor, foto muhabirleri ise gösterilen binanın fotoğrafını çekmeye başlıyorlar. Milletvekili, “İşte yakaladım” havasında, ancak gazeteciler de büyük bir haberi yakalamanın heyecanı gözlenmiyor. Hatta foto muhabirlerinden birinin boş boğazlığı nedeniyle heyecanları büsbütün kaçıp, kuşkuya düşüyorlar. Bu sırada görevini tamamlayan foto muhabirleri de yanlarına gelince, milletvekilinin yanına gidiyorlar. İçlerinden daha tecrübeli olan muhabir, “Abi” diyor CHP Milletvekiline, “Bunlardan çok var” Milletvekili de, “Ben de zaten bunlar mantar biter gibi birden bitti dedim ya”diye sözünü kesiyor. Bu sırada içlerine kuşkuyu atan foto muhabiri, “Abi ya bunlar Mescit değil, elektrik trafosu” diye söze giriyor. Muhabirler sorgulayan gözlerle milletvekilinin yüzüne bakınca, vekil, “Böyle trafo olur mu arkadaşlar. Bakın kapısı var”diye itiraz ediyor. Gazeteciler de bakıyorlar gerçekten kapısı var. Ancak bu kapı, bazı bakım ve arızaları gidermek üzere teknik ekip tarafından açılan kapıdan başka bir şey değil. Biri “Abi tabi kapısı olacak, trafonun kapısı olmaz mı?”diyor. Vekil biraz da ağalığının verdiği bir hava ile,”Ya çocuklar, böyle üstü boyalı trafo olur mu?”diye itiraz ediyor. Adam haklı, trafo dediğin gri renkli, üzerinde kuru kafa işareti ve “Dikkat çarpar”,”Tehlikelidir, girilmez” gibi yazılar bulunan bakımsız, hafiften paslanmaya yüz tutmuş yerlerdir. Ama bu öyle değil, yol kenarında ya da parkın tam ortasında üzeri tablo gibi boyalı bir sanat eseri havasında duran küçük yapılar.

Vekilin,”Ya arkadaşlar bunlar elektrik trafosu olur mu, mescit” diye itiraz etmesi üzerine, mescidin kapısı olarak gösterilen yere gidilip açılmaya çalışılıyor ama olmuyor.

Gözle ve elle yapılan kontrollerden sonra o suç delili küçük yapıların AKP iktidarı ile birlikte parklarda, yol kenarlarında mantar gibi biten mescitler! Olmadığı anlaşılıyor.Mescit avına çıkan vekil fena halde yanılmıştır. Büyük bir suç merkezini ortaya çıkarmak ve AK Partili belediyeler parklara, yol kenarlarına gizliden gizliye mescit açtılar diye haber yaptırma hevesindeki milletvekili, trafo binalarının boyanıp, üzerlerine resim yapıldığından habersiz olan milletvekilinin mescit sandığı bu yerleri önce basına gammazlayıp, sonra meclise taşıma planı ise suya düşmüştür. Gazeteciler büyük bir haberi kaçırmanın üzüntüsü, milletvekili ise düştüğü komik durum sebebiyle bozulmuştur. Bir parkın kenarında bu olayı kimseye anlatmamaya yemin edip, oradan ayrılırlar.

Boşa dememişler yerin kulağı vardır diye.

Bazen yel getirir, bazen yer getirir ama şu kesin ki hiçbir şey gizli kalmaz.

Bir yanda trafo binasını dahi mescit sanıp, mescit avına çıkan bir zihniyet,diğer yanda ise işlediği karanlık bir cinayetten deli numarasına yatıp kurtulmak için dine sığınmaya çalışan bir Danıştay katili.

Allah dinimizi de, aklımızı da bu iki kafa yapısının elinden kurtarsın. Ankara’nın sıcak gündemini birlikte takip etmek üzere tekrar merhaba...

14.08.2006

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Yeni sezon hazırlıkları



Kervan yürüyor ve yaz sıcakları, tatil rehaveti demeden yeni yayın dönemi hazırlıkları sürüyor. Malûm, tatilin bitişi ve okulların açılışı ile birlikte Eylül ayında yayın dünyasında da bir hareketlenme başlar. Ramazan ayının, okulların açılışının hemen akabinde başlayacak olması da yeni yayın dönemini daha bir önemli kılıyor.

Yeni Asya da tüm birimleriyle, daha önce kalitesini ispat ettiği alanlarda sunduğu ürün çeşitlerini arttırarak ve sorumlu bir hizmet anlayışı ile önümüzdeki yayın dönemine hazırlanıyor.

***

Büyük Duâ Kitabı

6 yılı aşkın bir zamandır kesintiye uğramadan süren kültür hizmetimizin son halkası bir duâ kitabı.

Büyük Duâ Kitabı adlı eser, Peygamberimiz Efendimizin günlük olaylar karşısında ettiği duâlardan oluşuyor. Eser, piyasadaki benzerlerinden farklı olarak Risâle-i Nur eksenli bir bakış açısıyla hazırlandı. Kupon neşri sürmekte olan Muhabbet Fedaileri adlı kitabı takiben verilecek olan Büyük Duâ Kitabı, duâ ayı olan Ramazan için anlamlı bir hediye olacak.

***

Görüntülü hatim seti

Görüntülü Kur’ân hatim seti çalışmalarını başlatan Yeni Asya Prodüksiyon, önemli bir projeye imza atmanın hazırlığı içinde. Birim sorumlusu Dursun Özsoy’un verdiği bilgiye göre setin özellikleri şöyle:

Her bir cüz'ü bir cd’de olmak üzere toplam 30 vcd’den oluşan set, özel bir kutu içinde sunulacak.

Ekranda Kur’ân sayfası görünecek, alt bölümde âyetin numarası ile birlikte meali yer alacak. Hat olarak meşhur Hattat Hamit’in hattı kullanılacak. Kur’ân, bir hafız-ı kurra tarafından okunacak. Âyetler okunurken aynı zamanda kelime kelime takibi görünecek. Bu çalışmanın en önemli özelliğinden biri de Kur’ân hattının büyük, renkli ve tevafuklarının da aynen görünmesi. Ayrıca sûre adı, cüz numarası, sayfa numarası, secde gibi hatırlatıcı detaylar da yer alacak.

Öte yandan, İhlâs Risâlesinin ardından Ramazan Risâlesinin de seslendirmesinin bittiğini ve yakında piyasaya sunulacağını hatırlatalım.

***

2007 takvimi hazır

2007 Yeni Asya Takvimi bu sene de yeniliklerle dop dolu olarak piyasaya sunuluyor. 24 çeşit büyük boy, 4 çeşit yaldızlı lüks küçük boy takvim kartonu ve yep yeni manzaralarla müşterilerinin karşısına çıkacak olan Yeni Asya Takviminde bu yıl ilk defa unlu mamuller, beyaz eşya ve mobilya sektöründe hizmet veren gibi firmalara dönük özel çalışmalar hazırlandı. Namaz vakitleri Diyanet onaylı ve 3 bölge halinde düzenlenen takvim, muhtevası ile de göz dolduruyor.

Yeni Asya Takvimi, kataloğuna kattığı lüks spiralli gemici takvimi ile de ürün yelpazesini çeşitlendirdi.

***

Bölge temsilcilerimiz toplandı

Geçtiğimiz hafta sonu Bursa Uludağ’da, 23 bölgenin temsilcisi ve uzmanların katılımıyla iki gün süren bir eğitim toplantısı gerçekleştirildi. Toplantı sonunda bölge temsilcilerine yeniden yapılanma ile ilgili sertifikalar verildi. Bundan böyle sertifikalı bölge temsilcileri, bölge illeri ya da başka illerin talep etmeleri durumunda yeniden yapılanma eğitimi verebilecekler. Ayrıca Yeni Asya A.Ş, STK, YASEM, Risale-i Nur Ensititüsü ve MAYES başta olmak üzere tüm kuruluşlarımız için beşer maddelik acil eylem planı hazırlanarak, hayata geçirilmesi için çalışmalar yapılmasına karar verildi.

***

Kitaba dâvet ilgi gördü

Yeni Asya Neşriyatın yaz aylarını okuma mevsimi yapmaya katkı sağlamak için gerçekleştirdiği ‘Kitaba Dâvet’ adlı kampanya büyük bir ilgiyle karşılandı. 25 set halinde hazırlanan çeşitli tür ve boyuttaki iki yüzü aşkın kitap ve cd yüzde 60’a varan indirimlerle okuyucuya ulaştı. Bazı setlerin önceden tükendiği kampanya yarın sona eriyor. Kitaplıklarındaki eksiklerini tamamlamak isteyen ya da yakın bir dostlarına değerli bir kitap hediye etmeyi düşünenler için bu mükemmel fırsatı kaçırmamalarını tavsiye ediyoruz.

Hepinize hayırlı haftalar.

14.08.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004