11 Haziran 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Halil USLU

Abdülmecid (Nursî) Ünlükul ve Risâle-i Nur


A+ | A-

43sene önce Hakk’ın rahmetine aramızdan bir yıldız gibi kayıp giden ve gönüllerimizden hiç çıkmayan Abdülmecid (Nursî) Ünlükul bir ummandı. Nasıl ki büyük ağabeyi ve hocası Bediüzzaman Hazretleri kalıplara, çağa ve zaman şeridine sığmıyor; aynen öyle de, Abdülmecid Efendi Hocamız da kısa zaman dilimlerine sığmayan, fevkalâde bir tevazunun deryasıydı. Konya eski müftümüz, hocamız Tahir Büyükkörükçü vefat gününde Konya Kapu Camii’nde “Muhterem cemaat, bir âlim ölmedi, bir âlem öldü” ifadesini kullanmıştır.1

“Hazret-i Bediüzzaman’dan sonra, memleketimizde ilm-i belâgat-ı Kur’ân’a vâkıf, Abdülmecid Efendi üstünde bir âlim yoktur.” (Sultanahmet Camii eski imamı)

“Konya Müftülüğünde iken Arap edebiyatının en müşkül bahislerini Abdülmecid Efendiden kolaylıkla öğrendim. O bir hârikaydı.” (Mehmet Ulucan, Konya eski müftüsü.)

“Hazret-i Bediüzzaman onun için ‘mühim bir âlim’ tâbirini kullanırdı.” (Bediüzzaman’ın Talebelerinden İbrahim Hulusi Yahyagil, emekli albay.)

“Bediüzzaman Hazretlerinin kardeşi Abdülmecid Efendi müstesna bir âlimdi. Bir âlim ölmedi, bir âlem öldü.” (Konya eski müftüsü Tahir Büyükkörükçü)

“Arapça’yı şiir yazacak kadar biliyordu, birçok didaktik şiirleri vardı. Kendisine soyadını nereden aldığını sormuştum. ‘Abd (kul), mecid (ünlü), Abdülmecid: Ünlünün kulu’ cevabını verdi.” (Prof. Hayreddin Karaman)

“Hazret-i Üstad Abdülmecid Efendi için daima ‘mühim bir âlim’ diye bahsederlerdi. Hem Mesnevî hem de İşârâtü’l-İ’câz eserini tercüme etmiştir. Hazret-i Bediüzzaman, Arabî Mesnevî-i Nuriye’yi çok eski tarihlerde Ankara’da tab etmiştir. O zamanların âlimleri, ondan istifade edememişler. Onun üzerine kardeşi Abdülmecid’e tercüme ettirmiştir. Buna rağmen Arabî eserinin bazı bahislerinin içinden çıkamayınca ‘Burasını müellifi müşarün ileyhe bırakıyorum’ diye yazardı. Gösteriyor ki bu iki eser, bu iki kardeşin ve üstadlarımızın tefsiri ve tercümeleridir.” (Bediüzzaman’ın Talebelerinden İbrahim Hulusi Yahyagil, emekli albay)

Mal markasıyla satılır. Emekli öğretmenlerden merhum Yaşar Gökçek bana yazdığı mektubunda bununla ilgili bir kayıt düşer: “Abdülmecid Efendiye öğretmenliği döneminde, Konya İmam–Hatip ve Yüksek İslâm Enstitüsü öğrenci ve öğretmenleri Risâlelerin sadeleştirilmesini istemişler. Onlara cevaben demiş ki: ‘Bugünkü ifade Hz. Üstad’ın imzası gibidir. Asla değiştirilemez ve sadeleştirilemez. Hem Risâle-i Nur’un düşmanlarına fırsat verilmiş olur, hem de Hz. Üstadın ifadesindeki ilmî lezzet kaybolur.”

1967 senesinde Abdülmecid Nursî Efendinin vefatı münasebetiyle Konya’ya gelen ve bir müddet kalan merhum Zübeyir Gündüzalp, Halıcı Sabri Efendinin mağazasındaki sohbette, Hz. Üstad’dan Risâle-i Nurların neşri üzerine şu hatırayı nakletti: “O tarihlerde Türkiye’de neşriyatla ilgili birçok gelişmeler oldu. Hz. Üstad’a kendim sordum. Üstadım bu kadar tazyikat ve takibat var ve madem ki Risâle-i Nur hizmet ediyor, ‘Bediüzzaman Said Nursî ve Risâle-i Nur Külliyatı’ demeden neşretsek olmaz mı? Cevaben dedi ki; ‘Risâle-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursî’ demezseniz hizmet olmaz, bu isimlerin önemi vardır. Başka isimlerle neşrolunmaz ve Risâle-i Nur’un tek harfi değiştirilemez, sadeleştirilemez. Çünkü mevhibe-i Rabbani, sünûhat-ı İlâhî ve ilham-ı kalbidir.” Bu ifadelerin tarifi de yine Risâle-i Nur’da vardır.

Keşke imkânı olsaydı da, bütün külliyatı Abdülmecid Efendi Arapça’ya tercüme etseydi. Çünkü Risâle-i Nur’u biliyor ve Üstadın elinde onun ilmi ve meşrebiyle yetişmiş harika bir âlimdi. Ruhu şâd olsun.

Vefatının 43. yılında rahmetle anıyoruz.

“İ’lem ey din âlimi! ‘Ücretim az, ilmime rağbet yok’ diye mahzun olma. Çünkü mükâfât-ı dünyeviye ihtiyaca bakar, kıymet-i zâtiyeye bakmaz. Meziyet-i zâtiye ise mükâfat-ı uhreviyeye nâzırdır. Öyleyse, zâtî olan meziyetini mükâfât-ı uhreviyeye sakla, birkaç kuruşluk dünya metâına satma.” (Mesnevî-i Nuriye, Hubab Risâlesi B. S. Nursî)

Dipnot:

1- H. Uslu, Bediüzzaman’ın Kardeşi Abdülmecid (Nursî) Ünlükul, Y. Asya Neş., s. 25.

11.06.2010

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Hayata müsbet bakış açısı ve insan


A+ | A-

Bugün sizlere “arşivimden” hazırladığım “bilge kişilerin” hayata ait tesbitlerinden bir demet sunmak istiyorum. Özellikle bu asırda devamlı değişmeyi ve gelişmeyi isteyen her insanın ruh ve duygu dünyasına birazcık katkıda bulunabilmek ve kafasındaki sorularına ve dertlerine yardımcı olabilmek amacıyla! Ve de bir mukayese olması bakımından; elimizdeki Risâle-i Nur Külliyatının ne kadar isabetli fikirler serdettiğini biraz daha net olarak görebilmek düşüncesiyle.

Eflatun’a iki soru sormuşlar:

Birincisi, “İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan iki davranışı nedir?”

Eflatun kendi hayat felsefesi ve görüşüne göre tek tek sıralamış tecrübe ve tesbitlerini:

“İnsanlar çocukluktan sıkılıp, büyümek için acele ederler. Sonunda çocukluğu özlerler. Para kazanmak için sağlıklarını yitirip; sağlığı geri almak için de para öderler. Yarınlarından endişe ederken bugünü unuturlar; Sonuçta, ne bugünü, ne de yarını yaşayabilirler. Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar; ancak hiç yaşamamış gibi ölürler” demiş.

Arkasından da şu ikinci soruyu sormuşlar: “Peki çare ne?” Çareyi de göstermiş yine kendi hayat felsefesi açısından ünlü filozof:

“Kimseye kendinizi ‘sevdirmeye’ kalkmayın. Önemli olan; hayatta, ‘en çok şeye sahip olmak’ değil, ‘en az şey’e ihtiyaç duyabilmektir.” (Eflatun)

Ne dersiniz? Biz de kendimizi bu mihenklere vuralım mı? Bu haller bizde var mı, araştıralım mı? Şöyle bir bakalım mı mevcut ve geçmiş hayat çizgimize?

Ve de asrın reçetesi “Risâle-i Nur Külliyatı”nda bu konularla ilgili paralel görüş ve cümleleri hatırlamaya çalışalım.

“Her hâl üzere Allah‘a şükretmek. Hayatı bulunduğun gün ve âna göre tanzim edip geçmişten ders alıp, gelmeyen günlerin yükünü başa dert etmemek ve omuza almamak.”

Bir başka düşünürden yine hayatın akışı ile ilgili bazı tesbitlere bir göz atalım:

“Hiçbir işte acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Zira karar; aklın durması halidir. Karar verildiği anda, akıl düşünmeyi, dolayısı ile de gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.” (Lao Tzu)

Ne dersiniz? Bu tesbitlere göre “hayatî” kararlarımızı doğru olarak alabiliyor muyuz? “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar.” (17. Lem’a) hakikatiyle bu tesbitlerin bağlantısı idrakimize oturuyor mu?

Şimdi meşhur İngiliz şair ve düşünürü Shakspeare’den bir tesbit alalım:

“İnsanların çoğu sevmekten korkuyor, kaybetmekten korktuğu için. Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için. Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.” (Shakspeare)

İnsan fıtratının muhabbete ne kadar muhtaç olduğunu hatırlatan bu satırların ihtarıyla “Uhuvvet” Risâlesini, külliyattaki “muhabbet” bahislerini, “ihtiyarlar” ve “gençler” bahislerini ve de “ölüm” hakikati ve İslâm gerçeğini bir defa daha “dinsiz felsefe ve müsbet felsefe” açısından mukayese ederek okumaya çalışsak. Hakikatlere ve gerçeklere biraz daha sağlıklı yaklaşabilir miyiz dersiniz?

“Gerçeği” hakikatlerin ışığında, idrak ederek, anlayarak, kavrayarak okumalarımızın “bol” olması dilek ve temennisiyle.

11.06.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Psikoloji hastalığı


A+ | A-

Hz. İmam-ı Ali, insanı tarif ederken; “Sen kendini küçük bir cirim zannedersin, lâkin âlemler sende gizlidir” beytiyle ifade eder. Bir tek ferdinin mahlûkatın bir nevîne denk yaratıldığı insan hakkında, Yaratıcımızın ve elçisi ahirzaman Peygamberinin sözünün dışına çıkıldığında, insanla ilgisi olmayan birçok garipliklerle karşılaşıyoruz.

Anadolu’da gelenek henüz hayatta iken, insanlar bu denli zihnî karmaşaya, mugalâta ve evhama maruz kalmıyorlardı. Bin senelik İslâmî geçmişiyle Anadolu, “insan” çerçevesindeki problemlerini, davranış ve ruhî meselelerini çözmede az-çok gelenekten istifade etmeye çalışıyordu.

Başta Türkiye olmak üzere, zamanla İslâm âlemini etkileyen 12 Eylül ihtilâlinin neticesindeki değişimlerin, dünyanın dinsizlik cereyanlarını arkasına alarak; örf ve geleneklerimizin geride kalanlarını da katlettiğini, kimse inkâr edemiyor.

Batı sosyolojisinin tekniklerinde de istifade edilen bu dehşetli işgal ve katliâmların boyutlarını, henüz mukayese muhakemesini yitirmeyenler biliyorlar. Bir taraftan gelenek yok edilirken, diğer taraftan okul öncesinden üniversiteye, çocuklarımızın Kur’ân, Sünnet ve gelenekle irtibatları adeta koparıldı.

12 Eylül sonrasındaki toplumumuzu inceleyenler, cehaletin daha yoğun ve kalınca, Kemalizme teşne siyasetçilerle üzerimize boca edildiğini öğreneceklerdir. YÖK’ün kuruluşu, dinî cemaatlerin korku ve rüşvetle Kemalizm zincirine vurulması ve millî eğitimin bünyesindeki insanlar, yukardaki tezimize kuvvet veriyor. Yalnızca Kemalistlere ve hariçteki dinsiz ve sefihlere müsaade edilen medya imkânlarının bu tahripteki rolleri fevkalâde önemlidir.

12 Eylül’de üniversiteye henüz kayıt yaptırmış bir öğrencinin günümüzde ellisine merdiven dayadığını düşündüğünüzde, bütün bu süre içinde İslâmiyetten ve insaniyetten mahrum kalan on milyonların, örgün eğitimin karanlık labirentlerinde büyüdüklerini göreceksiniz.

Doğuyu da, Batıyı da öğrenemeyen, tuti kuşları gibi dinsiz feylesofların kitaplarını ezberleyerek insan hakkında konuşmak ve onun dertlerine deva olmak isteyenler, insanî ve İslâmî ölçüleri bilmiyorlar. Yaratıcının insanı fizyolojik, biyolojik ve psikolojik olarak ne şekilde halk ettiğini, ihtiyaçlarının neler olduğunu ve nasıl giderileceğini de bilemezler.

Cehalet ve tembellik, psikologları kopyacılık ve taklitçiliğe götürdü.

Kur’ân-ı Kerim insanın yüzlerce yönden yüzlerce tarifini yapmıştır. Kur’ân’ın büyük tercümanı da icraat ve ifadeleriyle mükemmel insan modelini ortaya koymuştu. Maddî manevî ihtiyaçlarını karşılama yollarını ders veriyordu Sünnetinde. Buna Kur’ân ve hadisin çerçevesinde insanlığa asırlar boyu ışık saçmış müceddit, müçtehid, ârif-i billah ve diğer ulemayı da ilâve ettiğinizde, Müslümanlara göre insanın anlaşılmayacak yönü yoktu. Maddî ve manevî bütün duygularıyla barışık ve mutmain bir insan modeli geçen on dört asrı süslemişti.

İnsanı, Peygamberimizden sonra Hz. İmam-ı Ali'ye (r.a.), Tâbiîn imamlarına, müçtehitlere, mücedditlere, tarikat kutuplarına ve kelâmcılara sorduğunuzda, günümüz Batı felsefesinin getirdiği izahlardan daha sağlam, açık, mantıkî ve doyurucu izahlar bulacağından emin olmayanlar, insanı anlayamadılar ve anlayamayacaklar. Hayatları, dersleri ve eserleriyle bin senelik kültürümüzün en derin hücrelerine sirayet etmiş Yunus Emre’yi, Mevlânâ’yı, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî, Hacı Bektaş-ı Veli ve Zünnun-u Mısrî gibi zamanlarına renk ve mânâ katan “insan bilginlerini” tanımadan İslâm coğrafyasında psikolojiden bahsetmek, sizce de abesle iştigal sayılmaz mı?

Gel gör ki, Kemalizm ve ona dayanak olmuş Avrupa dinsizleri; istibdat, ihtilâl, rüşvet ve bozgunculukla, milletimizin aslî değerlerine dönüşüne müsaade etmemiş. Dijital medya ile dünyadan haberdar olduğunu zanneden diplomalı mağrur cahillerin yurduna dönüşünce Anadolu, psikologlarımız da Batı felsefesinden kopya çekmeye başladılar.

Cehalet imkânsızlıklardan kaynaklanıyor, işin içinde kompleks hastalığı da var.

İnsanın enaniyetini okşadığından, elbette ki bir cazibesi olacaktır. Fakat teşhisi o kadar yanlış ki... Her birisi farklı bir dünya olan insanları, kalıp ile izaha çalışıyor psikologlar. İnsan hakkında Kuzey Avrupalının, Latin Amerikalının düşünceleri elbette farklı olacak. Hatta komşu oldukları halde Hintli ile Çinli taban tabana zıt karakterler. Acem ile Arap farklı dünyalar.

Yukarıda arz etmeye çalıştığım üzere aslî kaynaklarından mahrum yetişen psikologlarımız, Batı felsefesinin kendi milleti için diktiği yalan-yanlış elbiseleri, bilmeden bize giydirmeye çalışıyorlar. Bu çalışma ve teşebbüs de psikoloji ve psikologları, deva olma yerine “dert” makamına irca ediyor. Psikoloji ilmi böylece kendi başına bir hastalık haline geliyor.

11.06.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Kişilikli nesiller yetiştirme san'atının incelikleri


A+ | A-

Sağlam karakterli, kişilikli/şahsiyetli çocuk yetiştirme ince bir san'attır. Yarının karakterli, kişilikli nesillerini yetiştirmek için bazı hususlar dikkate alınmalıdır. Bir kısmını sıralayalım:

- Çocuklarda ikilem doğmamasına dikkat etmeli. Birinizin tasvip ettiğine diğeriniz kızar; biriniz cezâ verip, diğeriniz mükâfatlandırırsa kimin haklı, kimin haksız; neyin doğru, neyin eğri olduğunu bilemezler.

- Dışarıdaki mevki ve makamınız ne olursa olsun, evde “anne/baba” olduğunuzu unutmayın. Çocukların seviyesine inin; tatlı dille hitap ederek, yumuşak diyaloglar kurun. Çocuklar sizi, ulaşılması imkânsız insanlar görmesin; her konuda size açılabilmeli, soru sorabilmelidir.

- Çocukların huy ve kabiliyetlerini dikkate alın. Âdil, eşit davranın; ayırım yapmayın; birbiriyle ve başkalarıyla kıyaslamayın.

- Yerine getiremeyecekleri isteklerde bulunmayın.

- İki tesirli metod olduğunu unutmayın: Çocuğun eğitimi ya cebir/zorlama ile veya hevesâtlarını okşamakla olur.1 Teşekkür, takdirnâme, muhtelif hediyeler teşviktir. “Cebir” ise, çocuğun canını acıtarak şiddet uygulamak değil; mecbur tutmaktır. Okul zorunluluğu; imtihan, not, devamsızlıktan sınıfta kalma; disiplin cezâları da “icbar” değil mi?

- Mükâfât ve cezâyı, başkalarına havâle etmeyin; bizzat kendiniz verin.

- Yanlış yaptıklarında, kabahat işlediklerinde oturup onlarla konuşun ve yanlışlarını izâh edin. Tâ ki, eğri ile doğruyu öğrensinler.

- Arkadaşlarının veya başkalarının yanında cezâ verip küçük düşürülen; haysiyet ve izzeti kırılan çocuklarda sağlıksız kişilik oluşacağını unutmayın.

- Kuru tehditleriniz, bedduanız, yakınmalarınızdan olumsuz etkilenirler.

- Çocukları devamlı cehennemle korkutur; cennetten mahrum kalacaklarını ihtar ederseniz, şahsiyetlerini olumsuz etkilersiniz. Fakat, korkutma ve müjdelemede dengeyi ve ölçüyü koruyun. Bilhassa müjdelere ağırlık verin.

- Onlara güvenin. Bunu bilirlerse söz dinlerler.

- Gerektiğinde özür dileyin.

- Çocukların yanında münakaşa etmeniz; biribirinizi ve başkalarını eleştirmeniz, dedikodu yapmanız şahsiyet kırılmalarına yol açar.

- İçine kapanık, sessiz, her şeye boyun eğen, güdümlü, çıtkırıldım bir şekilde yetiştirilmemeli. Yâni, devamlı başkaları söyleyecek, kendileri de uygulayacak değiller. İnisiyatif kullanmayı öğrenmeli, düşüncelerini rahatlıkla beyan etmeli, gerektiğinde yanlış olduğunu düşündüğü meseleler hakkında fikrini açıkça ortaya koyabilmelidirler. Ancak, bunu yaparken de, saygısızlık yapmamalı ve hadlerini aşmamalılar. Hür yetiştireceğiz diyerek, tamamen serbest bırakırsanız, bu sefer, iyi ve güzeli de öğrenemezler. Aşırı hırçın, vurucu, kırıcı olurlar. Hiçbir değeri tanımazlar. Nefsi arzularının peşinde koşarlar.

- Gerçek şahsiyeti din, imân eğitimi kazandırır. Çocuklara dinlerini, imânlarını öğretirken zorlamayın, teşvik edin, ödüllendirin. Bu onlara sağlam bir karakter, huy, mîzaç ve kişilik kazandıracaktır.

Dipnot:

1- Münâzarât, s. 128.

11.06.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Feyizli okumalar (3)


A+ | A-

Üç gündür ehemmiyetle nazara vermeye çalıştığımız okuma programlarının daha verimli, feyizli hale getirilebilmesi maksadıyla, uyulması/uygulanması gereken hususlar hakkında ilgilenenler için bir teklif paketi hazırlamış bulunuyoruz.

Aşağıda sıraladığımız maddeler, katı ve sâbit teklifler değil; bunların bir kısmı esnek olup, yerine (ve yaş gruplarına) göre değişkenlik arz edebilir.

Dolayısıyla, herşey tekâmül kànununa tâbi olduğu gibi, bu teklifler de aynı şekilde tadil, tashih veya tasrih yoluyla pekâlâ tekâmül ettirilebilir.

Bu düşünceden hareketle, işte size gün içinde yapılması ve uygulanması gereken ideal mânâdaki bir programın detayları.

Bir günde "iki öğün yemek" formülünden hareketle, günün ilk saatlerinden başlayacak olursak...

1) Güne, sabah namazıyla başlanır. Abdest, namaz, tesbihat ve sabah dersi, tahminen iki saatlik bir süreyi ihtiva eder.

2) Ardından, yine yaklaşık iki saat kadar kaylûle (gündüz uykusu) yapılabilir.

3) Kaylûleden sonra, bir saatlik hususî/ferdî okuma süresi.

4) İlk özel okumadan sonra, kahvaltıya geçilir. (Kahvaltı saati, bölgelere göre değişkenlik gösterebilir. Meselâ, Doğu Bölgelerinde 9’da, Batı Bölgelerinde ise saat 10:00’da başlayabilir.)

5) Kahvaltıdan sonra, ferdî okumaların ikinci etabına geçilebilir. Bu süre, öğle ezanı vaktine kadar devam edebilir.

6) Öğle namazı ve namaz dersinden sonra, “takviyeli çay” servisi yapılabilir. (Öğle yemeği olmayacağından, çayın yanında pasta, bisküvi, kraker, vs. ikram edilebilir. Ya da, ara öğün olarak bir meyve veya tatlı çeşidi tercih edilebilir.)

7) Çay–ikram faslından sonra, müzakereli, yahut sorulu–cevaplı ders–sohbet safhasına geçilebilir. Bu fasıl, ikindi vaktine kadar devam edebilir.

8) İkindi namazı ve namaz dersinden sonra, akşam yemeğine oturulur.

9) Yemekten sonra, akşam ezanı vaktine kadar serbest program uygulanır: Spor, gezinti, musıkî, hususî sohbet, vesaire…

10) Akşam namazı ve namaz dersini müteakip, ikinci çay servisi yapılır.

11) Çaydan sonra, ikinci müzakereli, sohbetli, sorulu–cevaplı derse geçilir. Bu ders de, yatsı ezanına kadar devam edebilir.

12) Yatsı namazı ve namaz dersini müteakip, mümkünse yine meyve, ya da tatlı ikramı yapılabilir.

Son ikram faslının ardından, saat 23.30 veya 24’te yatakhanelere istirahate geçilir.

NOTLAR:

1) Sünnet–i Seniyyede yeri olmayan, dolayısıyla Üstad Bediüzzaman’ın da hayatında yer vermediği “günde üç öğün yemek” programının uygulanması halinde, (gerek zaman israfı, gerekse maddî israf, rehavet çökmesi, çevre kirliliği, nefsine hakim olamama, irade zafiyeti… gibi sebeplerle) arzu edilen verimin, hedeflenen feyiz ve bereketin, neredeyse yarı yarıya azalacağı (tecrübe ile sâbit) hususu, asla hatırdan çıkarılmamalı.

2) Gerek bu tür konularla ilgili ve gerekse Nurlu hizmetlerin sâir mahrem yönleriyle ilgili daha geniş bilgi/mâlumat isteyen okuyucu kardeşlerimiz, bizlere e–mail adreslerini iletsinler, onlara gerekli bilgi, belge, dokümanları derhal göndermeye çalışırız.

Tarihin yorumu 11 Haziran 1913

Komita, komutanın başını yedi

Otuz Bir Mart Vak'ası sebebiyle İstanbul'a giren Hareket Ordusu Başkumandanı Mahmut Şevket Paşa, Bayezid Meydanında makam otomobili içinde vurularak öldürüldü. (11 Haziran 1913)

Şevket Paşa, Selanik Merkezli Hareket Ordusunun başına son aşamada monte edilmiş asabî ve muhakemesi zayıf bir Osmanlı subayı (Ferik: Korgeneral) idi.

Komuta kademesinin geri kalan subayları ise, Selanik kökenli "dönme" kimselerdi. Şevket Paşa, sırf halkın muhalefetini kırmak ve Müslüman Türk kitlesinin gözünü boyamak maksadıyla vitrine çıkarıldı. Ne yazık ki, bu taktik başarıyla tatbik edildi.

Şevket Paşa, darbeden sonra Harbiye Nazırlığına getirildi. 23 Ocak 1913'teki meşhûr "Bâbıâli Baskını"ndan sonra da Sadrazamlığa getirildi.

İşte, onun bu Sadrâzamlık (Başbakanlık) müddeti, beş ay bile sürmedi. Kuvvetle muhtemeldir ki, yine bereber hareket ettiği aynı İttihatçı komita tarafından vurularak öldürüldü.

Şevket Paşa, her ne kadar haşin ve gaddar tabiatlı biri olsa da, esasında bir kukladan öte kıymeti yoktu.

Nitekim, İttihatçı komitacıların her isteğini yerine getirmeyi kabullenmeyince, canından oldu. Üstelik, pek üzüleni–ağlayanı da olmadı, Başkumandanın.

Şevket Paşanın ölümünden sonra, Sadâret makamına, meşhûr Mısır Valisi Kavalalı M. Ali Paşanın torunu Said Halim Paşa getirildi.

* * *

Üstad Bediüzzaman, 31 Mart hadisesinde Hareket Ordusunun Başkumandanı Mahmud Şevket Paşa kendisine karşı "fazla hiddetli" olduğunu, ancak onun bu hiddetine boyun eğmediğini birkaç mektubunda ifade ediyor.

(Emirdağ Lâhikası, s. 214; YAN, 1994.)

11.06.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Bediüzzaman’ın Tahıyyat açılımı


A+ | A-

Salihli’den Tuncer Özen: “Yeni tanzim Lem’alar’ın 797. sayfasındaki 5. Haşiye’de geçen, ‘Nasıl ki bir zat, harika bir makine yapsa, o makinenin başında bir fonoğraf, bir fotoğraf gibi ayrı ayrı, kendi kendine işler, konuşur, yazar, muhabere eder cihazat bulunsa’ cümlesi ile başlayan temsil günümüz itibariyle bilgisayara ve internete işaret ediyor olabilir mi?”

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bahsettiğiniz haşiyeyi “Tahıyyat Allah’a şahit; berekât ise Allah’a delildir” 1 cümlesinde yer alan “Tahıyyat” kelimesini açıklama sadedinde yazıyor. Bilindiği gibi tahıyyat, bizim namazlarımızda vacip bir emir olarak okuduğumuz mi’rac kelimelerindendir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) Mi’rac gecesinde Cenâb-ı Hakka selâm yerinde ‘ettahıyyatü lillah’ demekle, “Bütün zîhayatların, hayatlarıyla gösterdikleri tesbihat-ı hayatiye ve Sânilerine takdim ettikleri fıtrî hediyeler, ey Rabbim, sana mahsustur. Ben dahi bütün onları tasavvurumla ve imanımla sana takdim ediyorum” 2 demek istemiştir. Bu mânâda tahıyyat, bütün hayat sahiplerinin Allah’a hayatlarıyla teşekkür etmelerini, Allah’ın eşi benzeri olmayan san'atını hayatlarıyla alkışlamalarını ifade ediyor. Mü’min namazında bütün mahlûkatın tahıyyatlarını kendi adına Allah’a takdim ediyor. 3

Tahıyyat bu bakımdan sözle yapılan bir selâmdan, bir teşekkürden, bir şükürden Allah katında daha makbul ve daha kıymetlidir. Sözlü selâmı, teşekkürü ve şükrü çoğu zaman gaflet içinde ve sadece dil yapıyor. Oysa tahıyyâtı canlı vücudun can sahibi bütün hücreleri, hayat sahibi bedenin bütün hayatî zerreleri yapıyor. Bu hâliyle tahıyyât söz dilinden daha güçlü bir teşekkür olduğu gibi, beden dilinden de güçlü bir takdir ifadesidir. Tahıyyat bedenin bütün zerreleriyle katıldığı hayat diliyle yapılan bir teşekkür ve bir selâm ifadesidir.

Tahıyyat bir takdir ve istihsan dilidir. Yani tahıyyat, yarattıklarını eşsiz güzellikte yaratan Hâlık Teâlâ’nın güzel yaratıcılığının farkında olmak, bunu bilmek, bunu takdir etmek ve bunu hayatıyla alkışlamaktır. Mahlûkatın hayat tezahürü, Hâlık’larına olan tahıyyatlarıdır.4 Başka bir ifadeyle mahlûkatın tekvinî emirlere itaat etmeleri, onların tahıyyatlarıdır.5 Bediüzzaman, ağaçların tahıyyatlarına şöyle tercüman oluyor: “Ağaçlar, birer cesed oldu; bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek her biri, binler dilleri ile, havanın dokunmasıyla ‘Hû, Hû’ zikrini tekrar ediyorlar. Hayatlarının tahıyyâtıyla Sâniinin Hayy-ı Kayyûm olduğunu ilân ediyorlar.” 6 Bediüzzaman’a göre meleklerin de görevleri, hayat sahiplerinin hayatlarıyla Fâtır-ı Zülcelâl’e karşı takdim ettikleri tahıyyât-ı mâneviyelerini melek lisâniyle ilân etmektir. 7

Bütün canlılarda irade dışı bulunan takdir ve istihsan dili, insanda hem iradeye bağlı, hem irade dışı olarak iki türlü bulunmaktadır. Bediüzzaman’a göre Cenâb-ı Allah kendi eşsiz cemaline iki türlü bakmaktadır: Bir: Bizzat kendi yüksek müşahadesi ile. İki: Müştak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancıların müşahadesi ile. 8

İşte bu ikinci müşahede, tahıyyatı ifade ediyor. Burada tahıyyat, Allah’ın, kullarının müşahedesiyle kendi cemaline bakışıdır ki, bu insanın Yaratıcıya hayranlığı, Yaratıcının güzel yarattığına şehadet etmesi, onu takdir etmesi ve alkışlamasıdır. İnsanın tahıyyatı budur ve bu insanın yaratılış gayesidir. Kur’ân’da, “Ben cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım” 9 âyeti ile açıklanan insanın yaratılış gayesi, insanın tahıyyatıdır. İnsanın ibadeti, onun tahiyyatı, yani Allah’ın ne güzel yaratıyor oluşunu takdir ve istihsan etmesi, yani alkışlamasıdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, hadsiz hayat sahibi mahlûkatın Hâlıklarına vâsıfâne tahiyyatlarını ve şâkirâne tesbihat hediyelerini anlamak, müşahede etmek ve şehadetle ilân etmek insanın vazifesidir. 10

Bediüzzaman Hazretleri bahsettiğiniz kerâmetli haşiyede şöyle diyor: ‘Nasıl ki bir zat, harika bir makine yapsa, o makinenin başında bir fonoğraf, bir fotoğraf gibi ayrı ayrı, kendi kendine işler, konuşur, yazar, muhabere eder cihazât bulunsa, o adamın istediği tarzda işlese, neticelerini güzelce verse, o makineye bakan nasıl ki, o adamı ‘Mâşâallah, Bârekâllah’larla alkışlar, manevi hediyeler verir. Aynen o makine de ondan maksut olan neticeleri, eserleri mükemmel izhar etmekle, o cihazatın lisan-ı hâliyle san'atkârını takdirler ve tahsinler ve mânen Mâşâallahlarla tebrik edip alkışlar, tahiyyeler ve hediyeler verir.”

Bu temsil, aynı haşiyenin devamındaki şu hakikat için verilmiştir: “İşte, bütün zihayatın her birisi, başında pek çok muhtelif fonoğraflar, fotoğraflar, telgraf ve telefon makineleri gibi çok makineler var. Onlar, hilkatlerindeki netâici, maksatları nihayet derecede mükemmel gösterdiklerinden, hayatlarının tezahüratıyla, ‘tahiyyat’ tâbir edilen manevî alkışlar, hediyeler, tebrikler ve tahsinlerle, Sani-i Zülcelâlinin tesbihatını, hem kemal-i san'atını ilân ediyorlar demektir. Biz ise ettahıyyatü demekle, kendi lisanımızla o tahıyyatları yad edip, kendi hesabımıza dergâh-ı İlâhîye takdim ederiz. Zaten lisan, o makinelerin birisidir ve ondan matlup neticelerden birincisi, bir tercümanlıktır.”11

Bu satırların mânâ-yı harfîsi hiç şüphesiz tahıyyattır. Yani Üstad Hazretleri fonoğraf, fotoğraf, telefon, telgraf, makinelerle konuşmak, yazmak, haberleşmek, iletişim kurmak gibi kavramların tamamını “tahıyyat” kelimesini kavramamız için vermiştir. Fakat aynı temsillere mânâ-yı ismiyle bakılınca, bu gün için hem yazan, hem konuşan, hem haberleşme, hem bilgi hazinesi hükmünde olan bilgisayar, internet, kamera, webcam, mikrofon, telefon ve daha ileri teknolojilere işaret ettiği söylenebilir.

Dipnotlar: 1- Lem’alar, 797. 2- Şuâlar, 157. 3- Sözler, 77. 4- Sözler, 210. 5- Sözler, 571, 1015, 1080. 6- Sözler, 360. 7- Sözler, 567. 8- Sözler, 117. 9- Zariyat Sûresi: 56. 10- Şuâlar, 116. 11- Lem’alar, 799.

11.06.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

İnsafsız ve yalancı


A+ | A-

Filistin’de, Gazze’de yaşananlara ilgisiz kalamayacağımız belli. İnsanî ortak paydanın dışında, başka ortak paydalarımız da var. İsrail’in, Gazze’ye yardım götürürken “uluslar arası karasular”da seyrettiği esnada “insanî yardım” gemimize saldırması ve 9 “gönüllü”yü katletmesi hem anlaşılır değil, hem de kabul edilemez bir durum. Bu çirkin saldırı, Gazze’de yaşananları bir şekilde yeniden dünya gündemine taşımış oldu.

“Gözden ırak olanın gönülden de ırak olacağı” tesbitini doğrularcasına dünya ülkeleri Gazze’deki zulme büyük ölçüde ilgisiz kaldı. Ancak bu ilgisizliğin temelinde “bilgisizlik” yattığını görmek lâzım. Ayrıca İsrail’in zulmüne kılıf üstüne kılıf hazırladığı ve dünyayı yanıltmak için bin türlü yalana sarıldığını da hatırlamak icap eder. İsrail, hem suçlu, hem de güçlü konumunu muhafaza etmek için o kadar çok yalana sarılıyor ki, insanlığın Gazze’de yaşananları doğru dürüst bilmesi neredeyse imkânsız hale geliyor.

Çarşamba günü akşamı NTV’de yayınlanan “Canlı Gaste” programına telefonla katılan İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’ın danışmanı Amos Gilad, yalan üstüne yalan söyledi. Şöyle ki: Milliyet gazetesi muhabiri Murat Sabuncu, “Mavi Marmara” baskını sonrası Mısır-Gazze sınırındaki Refah Sınır Kapısının açıldığını duyunca hemen oraya gitmiş ve Gazze’ye girmek için 72 saat boyunca sınır kapısında beklemişti. Bu esnada da gördüklerini gazetesinde yazmış, kamuoyu ile paylaşmıştı. Aslında Sabuncu’nun anlattıkları herkesin bildiği gerçeklerdi. Güya sınır kapısı açılmış, ama Gazze’ye yardım girişine izin verilmiyordu. Sadece ‘insan geçişi’ne izin verilerek gözler boyanmak isteniyordu.

72 saat bekleyişten sonra Gazze’ye giren Milliyet muhabiri, orada da bildiğimiz ve duyduğumuz gerçeklerle yüzleşmiş. Hastahaneler ilâçsızlık yüzünden sıkıntı içerisinde. Gazze ‘açık hava hapishanesi’ gibi ve gıda maddeleri ancak ‘tünel’lerden Gazze’ye sokulabiliyor...

Gazze dönüşü taze taze gözlemlerini anlatan gazeteciden hemen sonra İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’ın danışmanı Amos Gilad “Canlı Gaste”ye bağlandı ve yalanlarını sıraladı. Konuşmayı radyodan dinlediğim için ‘yalancı’nın yüzünün kızarıp kızarmadığını görmedim, ama bu yalanlara Gazze’den dönen Milliyet muhabiri de ‘isyan’ etti.

İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’ın danışmanı Amos Gilad şu ‘yalan’ları sıralamıştı: “Gazze’de insanî krizden söz etmek de mümkün değil. Abluka söz konusu değil ve her türlü gıda maddesi giriyor. Şu açık; abluka ya da insanî yardım krizi yok. Bir takım kısıtlamalar var ama kriz söz konusu değil.” (http://www.ntvmsnbc.com/id/25104905/)

Bu ‘yalan’ları dinleyen herkes gibi, Gazze’den yeni dönmüş olan gazeteci de ‘şok’ oldu. “İyi ki siyasetçi değiliz. Biz gazeteciyiz ve gördüğümüz şeyin fotoğrafını çekiyoruz. Ben dünyada hiçbir yere, girişi serbest olduğu halde ‘tünel’lerden malzeme sokulduğunu görmedim” anlamında sözler söyledi.

Şunu anlamak lâzım: İsrail, insafsızca ‘yalan’ söyleme politikası sürdürüyor. Bu kadar ‘cesur yalan’larla insanlığın gözünü bir müddet daha boyamaya devam edebilir. Ama uzun dönemde bunu başarması mümkün değil. Çünkü zulmün ‘şahit’leri her geçen gün artıyor ve bu durum İsrail’i her geçen gün yalnızlaştıracak İnşâallah.

Yalanla ve dolanla ‘zulüm gemisi’ni yüzdürmek mümkün olmayacak vesselâm...

11.06.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Adaletin bu mu dünya?


A+ | A-

“Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk defa bir devlet ordusu Türk kanı döktü. Bu kabul edilemez.” Bu sözler Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e ait. Asya’da İşbirliği ve Güven Arttırıcı Önlemler Konferansı’nın (AİGT/CİCA) İstanbul’a yapılan 3. Devlet ve Hükümet Başkanları toplantısında Gül bu sözleri söylerken 22 üyeli teşkilât, İsrail’in “vetosu” sebebiyle sonuç bildirgesine “kınama” maddesini koyamadı ve kınama ancak sözlü olarak yapılabildi.

Dokuz ülke cumhurbaşkanı, beş ülke başbakan ve yardımcısı, sekiz ülke de bakan ve özel temsilci düzeyinde konferansta temsil edilirken, İsrail’in gelebilecek tepkileri de göze alarak büyükelçi düzeyinde temsil edildiği toplantıdaki bu kınama İsrail için ne ifade ediyor? Görülecektir ki, bundan önce olduğu gibi kınamalara kulaklarını tıkayacak, yine bunları takmayacaktır. Tıpkı bundan önce yaptığı gibi…

İsrail 1 Haziran’ın erken saatlerinde, Gazze’ye insanî yardım götüren 32 ülkeden 600’den fazla gönüllünün bulunduğu gemilere uluslar arası sularda saldırıp gözünü kırpmadan silâhsız masum insanları öldürmüştü. Sonra gemileri kendi sularına götürmüş, insanları esir almış, cezaevlerine götürmüş. Burada işkenceler yapmış, saatler süren sorgudan geçirmişti. Üç gün aradan sonra şehitlerin, yaralıların ve diğer insanların Türkiye’ye dönmesinin ardından, İsrail’e sert tepkiler gösterilmiş, kınamalar peşi sıra gelmişti.

* * *

Bu aşamada miting, açıklama gibi tepkiler azalırken, şimdi sıra İsrail’le ilgili ne gibi yaptırımların yapılması gerektiğine geldi. Tepkilere dayanamayan Mısır, Gazze’ye açılan kapılarını “süresiz” açarken, İsrail, “ambargoyu yumuşatıyorum” türü açıklamalarla bu tepkileri hafifletmeye çalışıyor. Ancak her zaman yaptığı gibi dünya ile adeta alay ediyor. 6 gemi ile giden yardımların büyük bir kısmını kendisine saklarken, baharat ve meyve suyu gönderdiğini söyleyerek göz boyama ve aldatmaca içine girdi.

Türkiye’de ise anlamsız tartışmalar yapılmaya başlandı. İsrail askerlerini ağlarken gösteren fotoğrafların kim tarafından verildiği ya da oraya gitmeden önce İsrail’den izin alınması gerektiği gibi faydasız tartışmalar yapılıyor.

Oysa, İsrail’in verdiği fotoğrafları yayınlayarak, diğer taraftan bunca olaydan sonra organizasyonu eleştirmenin şu aşamada İsrail’in uluslar arası camiada elini güçlendirmekten başka bir işe yaramayacağı görülmüyor.

Oysa, oraya insanî yardım için giden içinde 32 ülkeden 600 sivilin bulunduğu gemileri İsrail komandolarının kendisine ait olmayan uluslar arası sularda vurduğu, orada zalimce insanları şehit ettiği neden gözlerden kaçırılıyor.

İsrail, neredeyse bütün dünyanın lânetlediği ve dünyanın göz önünde işlediği cinayetlerin haklı olduğunu ispatlamak için olayın geçmesinin hemen ardından ABD’de temaslar yapmaya başladı. Türkiye de önümüzdeki hafta ABD’ye bir heyet göndermeye hazırlanıyor. Şunu kabul edelim ya da etmeyelim, iyi bilmek gerekir ki, İsrail’i durduracak en büyük güç ABD’dir.

Türkiye olayın olduğu ilk günden beri diplomasiyi devam ettiriyor. Ancak, İsrail’in Ankara büyükelçisi geri gönderilemediği gibi, şimdi birileri çıkıp AGİT konferansında büyükelçiyi fotoğrafta en arkaya koymayı büyük bir başarı gibi gösterebiliyor. Elbette diplomasi anlamında ağızlarının payı verilmeli. Ancak aradan geçen süre içinde bunun yapılabildiğini söylemek mümkün değil. Spor müsabakaları iptal edildi, ancak İsrail’le yapılan askerî, sosyal, kültürel anlaşmaların akıbeti hâlâ meçhul. Bir yandan iptal edildi denilirken, diğer yandan henüz böyle bir çalışmanın yapılmadığı söyleniyor.

Öte yandan Gazze’ye yardım gemilerinde 32 ülkenin vatandaşı varken sadece Türkiye’nin bu kadar haklı tepkisini dile getirmesi de şaşırtıcı değil mi? Diğer 31 ülke neden kendi vatandaşına hukuksuz bir şekilde saldıran İsrail’e sert tepki göstermiyor?

* * *

Olayın diğer bir boyutuna gelince, dünya da bu insanlık olayında iyi bir sınav veremiyor. İsrail’in uluslar arası sularda, haksız, hukuksuz, zalimce ve kendine yakışır (!) bir şekilde, hatta savaş sebebi sayılabilecek bir tarzda insanî yardım gemilerine saldırmasına yeterince tepki ve sonrasında da yaptırım konusunda aradan geçen 10 günlük süre içinde bir adım atılmıyor. Dünyanın gözü önünde böyle bir olayı dahi kınayamayan BM Güvenlik Konseyi, nükleer programlar dolayısıyla İran’a yeni yaptırımlar getirirken, elinde Ortadoğu’yu, bölgeyi hatta dünyayı tehdit edebilecek kadar nükleer silâh bulunan, dünyayı yangın yerine çevirebilecek gücü olan İsrail karşısında kılını kıpırdatmıyor.

Nükleer silâh insanlık için büyük tehlike. Adalet ve insanlık adına İran’a gösterilen tavır neden İsrail’e gösterilmiyor? Onun dokunulmazlığı nereden geliyor?

O zaman şunu sormak gerekmez mi? Adaletin bu mu dünya?

Dünya insanlık adına bu saldırı karşısında sessiz kalmamalı, sorumlular en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Beklenen budur.

11.06.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

İran’la “takas anlaşması”na ABD takozu…


A+ | A-

İçte ve dışta bir dizi gündem âdeta üşüşmüş. İsrail saldırısına karşı, Ankara henüz etkin bir diplomasi geliştiremezken, İsrail’in hamisi ABD’nin dayatmasıyla Türkiye’nin “İran’la uranyum takası” anlaşması, BM kararıyla baltalanmakta…

Türkiye’nin Brezilya ile birlikte arabulucu olup sağladığı anlaşma, İstanbul’daki Asya zirvesi sırasında BM Güvenlik Konseyi daimî üyelerinin “İran’a yaptırım” kararıyla işlevsiz bırakılmakta.

AKP iktidarında, Bush’un “stratejik müttefikliği”le başlayan ve Obama’nın “model ortaklığı”la devam eden ABD ile ilişkilerde Ankara, Amerikan işgaline tam destekle her türlü fedakârlıkta bulundu, bulunuyor. İktidarının ilk aylarında işgalci Amerikan askerlerinin Türkiye’den geçişini esas alan “tezkere”yi Meclis’ten geçiremeyen AKP hükûmeti, Meclis’i by pass ederek Müslüman komşusu Irak’ın işgaline tam destek verdi, veriyor. Başta İncirlik olmak üzere Anadolu’daki üslerden havalanan Amerikan savaş uçakları, Irak kent ve köyleri üzerine binlerce sorti yapıp, sivilleri bombaladılar. Çoğu çocuk, kadın ve yaşlı iki milyon Iraklının öldürülmesine seyirci kaldı, lojistik destek temin etti, ediyor…

Yine Amerikan küresel hegemonyası ve Asya’daki çıkarları uğruna Somali’ye olduğu gibi işgalle yüz binlerce sivilin katledildiği Afganistan’a askerî birlik gönderip Mehmetçiği cepheye sürerek conilere kalkan yaptı, yapıyor. NATO içindeki bütün yükümlülüklerini fazlasıyla yerine getirdi, getiriyor…

ABD, TÜRKİYE’Yİ HARCIYOR…

Ne var ki ABD, bunca destek verdiği “stratejik ortağı”nı kaale almadı, almıyor. Bütün ısrarına rağmen inadına İran’a yaptırımlarda direndi, direniyor. Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanlığını yürüten ve hâlen işgaline arka çıkan Türkiye’yi yüksünmeden bir kalemde harcadı, harcıyor. “17 Mayıs Tahran anlaşması”nı yüksünmeden sildi, siliyor.

Türkiye’nin Irak ve Afganistan’da çıkmaza ve zora giren ABD’nin de “oluru”nu alarak küresel ve bölgesel çıkarlarını önceleyen “İran’la “uranyum takası” anlaşmasını takdir etmek bir yana, büyük bir pervâsızlıkla yok saydı, sayıyor.

Washington, perde altında “uygun gördüğü” takas anlaşması”nın üzerinden üç hafta geçmeden berhava eden agresif ve anlaşmaz tutuma giriyor. Daha önce “takas anlaşması”nı onaylayan ve “yaptırımlar”ı veto edeceğini açıklayan Rusya ve Çin’i yanına alarak, stratejik ortağı Türkiye’nin bunca çabasını boşa çıkarıyor. Ankara’yı fiilen devre dışı bıraktırıyor…

Amerikan Dışişleri Bakanı Clinton’un “İran’ın bugüne kadar karşı karşıya kaldığı en sert yaptırımlar” olarak nitelendirdiği “dördüncü yaptırım paketi listesi”nde, uluslararası alanda İran’ın mal varlığının dondurulmasından seyahat yasağına, silâh ambargosundan açık denizler sınırlamasına, bankacılık sektörünün denetlenmesinden nükleer programla ilgili şirketlerin İran’da iş yapmalarının engellenmesine kadar bir dizi hayatî önlem ve yasak dayatılmakta.

Özetle, İran resmen dünyadan tecrid edilip yalnız bırakılmakta. Ve bu tecdit ve ambargodan hâlen 10 milyar dolar ticaret hacmi bulunan ve başta enerji ve ulaşım olmak üzere önemli ekonomik işbirliklerini ilerleten Türkiye’ye zarar görmekte… Türkiye’nin uluslar arası sermaye güdümündeki Körfez sermayesine yönelmesini öneren ABD, yüzölçümü Türkiye’nin, 70 milyon nüfusla dört Körfez ülkesinin üç-dört misli iktisadî ve ticarî hacme sahip muazzam bir pazar olan, ortak inanç, kültür ve tarihî değerleri paylaştığı Müslüman komşusu İran’la ilişkilerini geliştirmesine ve işbirliğine takoz koymakta…

DANIŞIKLI PAZARLIK İMÂSI…

Lâkin bütün bunlara karşı Ankara, tıpkı Türk vatandaşını hunharca katledip yaraladığı Mavi Marmara gemisi saldırısı sonrası İsrail’e olduğu gibi, ABD’ye de alttan alıyor.

Türk-Arap işbirliği toplantısında konuşan Başbakan Erdoğan, isim vermeden İsrail’i işâret ederek, “İran’a gösterilen tepki, bölgede nükleer silâh sahibi olan ülkeye gösterilmiyor” diye yakınıyor. Türkiye’yi fütûrsuzca harcayan ABD’yi örtülü ifâdelerle şikâyetle yetiniyor!

Dahası, Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Türkiye’nin bunca çabasını takmayan Amerikan yönetimine yüklenmek yerine hâlâ Obama ve Clinton’un İran’a sert tepkileri arasından cımbızla seçtiği “fırsat penceresi”nden bahsediyor. Bir nevi tecâhül-ü ârifle Obama’nın diplomasi kapısını kapatmadığını söylüyor.

Görünen o ki Erdoğan’ın her defasında dikkat çektiği ABD ile “stratejik ortaklık” söyleminin ve “Türkiye’nin hiçbir zaman çıkar ve politikaları bu denli ABD’yle paralel olmadı” diyen Davutoğlu’nun iddialarının aksine, son İsrail ve İran örneklerinde olduğu gibi, Ankara, Washington’a politikalarını anlatamamış. Brezilya ve Lübnan dışında BM Güvenlik Konseyi üyelerini ikna edememiş. “Takas anlaşması” diplomasisinde de başarısız olmuş…

Ve gelinen noktada BM Güvenlik Konseyi’nde “hayır!” diyen, ama “karar gereği” İran’a yönelik ağır yaptırımlara fiilen katılacak olan Ankara, çelişkiler cenderesinde. Bir yandan “ağır yaptırımlar”a veryansın ederken, diğer yandan “hayır” oyunda “İran’ı sisteme kazandırma” paravanında ABD ve Batılı müttefikleriyle kapalı kapılar arkasında pazarlıkla danışıklı- dövüş oyunu oynandığı intibâını verdiriyor.

Davutoğlu’nun, “çekimser’ ve ‘hayır’ arasında sayın Obama ve Washington’la bazı görüşmeler yaptık; bunlar devlet mahremiyeti içinde kalacak” ikrarı, bunun ifâdesi…

11.06.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Cihad ve şehitlik


A+ | A-

Gazze’ye insanî yardım götürürken İsrail baskınına uğrayan gemide siyonist kurşunlarına hedef olarak can verenlerin şehit olduklarında hiç kimsenin şüphesi yok.

Ömürlerinin son nefesini, her mü’min için imrenilecek bir makam olan şehadet mertebesine erişerek verenlere ve hayat vazifesinden böyle bir şeref belgesiyle terhis edilenlere ne mutlu!

Rabbimizin müjdesiyle onlar ölü değil, kendilerine tahsis edilen hayat mertebesinde, dünyadan ayrıldıklarını dahi fark etmeden, Gazzeli kardeşlerine yardım seferine devam ediyorlar...

Üstad Rus işgaline karşı birlikte savaşırken şehit verdiği yeğeni Ubeyd’in şehadeti sonrasındaki haliyle ilgili müşahedesini anlatırken, onun kendisini kabirde değil, Rus işgalinden çekindiği için yeraltında yaptığı güzel bir menzile sığınmış olarak gördüğünü ifade ediyor. (Mektubat, s. 16)

Yine Üstadın yaptığı başka izah ve örneklere baktığımızda, şehitliği sadece savaş ve çatışmalarda can verenlerle sınırlamayıp, çok daha kapsamlı bir çerçevede yorumladığını görmekteyiz.

Bu bağlamda, tıpkı müsbet hareket gibi, “patent”i Üstada ait olan manevî cihad kavramının altını özellikle çizmemiz gerekiyor. Manevî cihadda kılıç, top, tüfek yok; fikir ve kalem var.

Bu cihaddaki şehadet mânâsı da ona göre şekillenip manevî şehitlik gündeme geliyor. Ve bu kavramın da orijnal boyutları ortaya çıkıyor.

Aslında Üstadın hayatında ve fikirlerinde cihadın her çeşidi mevcut. Meselâ, Rus işgaline ve Ermeni çetecilere karşı vatan müdafaası için maddî cihada koşar ve Ubeyd başta olmak üzere birçok talebesi şehit düşerken, ilim, eğitim, ekonomi gibi alanlardaki çalışmaların da cihad anlayışı içinde yapılması gereğini ısrarla vurguluyor.

“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır; bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” sözü, bunun veciz ifadesi.

Esaret sonrasında döndüğü İstanbul kısa süre sonra İngiliz işgaline maruz kaldığında neşrettiği Hutuvat-ı Sitte kitapçığı ise, düşmana karşı verilen cihadda güzel bir “propaganda” örneği.

1926’dan itibaren başlayan Risale-i Nur eksenli iman hizmetinde ise manevî cihad öne çıkıyor. Bu hizmet ve cihada katılanların hedefi önce kendilerinin, sonra başkalarının imanını ve ebedî hayatını kurtarmak. Bu hedef, onları dünyevî, siyasî ve maddî eksenli her türlü mücadele ve çatışmaya girmekten kesinlikle alıkoyuyor.

Manevî cihadda nur var, siyaset topuzu yok.

Onun için, bu cihada ömrünü vakfeden Bediüzzaman ve Nur talebeleri, maruz kaldıkları bilumum baskı, dayatma, işkence ve tacizlere sabrediyor; hiçbir şekilde fiilî mukabelede bulunmuyor; masumların zarar görmemesi için asayiş ve emniyete zarar verecek tavır ve hareketlerden titizlikle kaçınıyor; haksız ithamlarla atıldıkları hapislerde dahi iman hizmetini devam ettiriyorlar.

En ağır baskı rejimlerinde bile hayatiyet bulup gelişebilme imkân ve potansiyeline sahip olan bu manevî cihad esnasında da az şehit verilmedi.

Eskişehir mahkemesi öncesinde Isparta’da gözaltına alınan ve sorgusunda “Doğruyu söylesem Üstadım zarar görecek, yalan söylesem askerlik mesleğimin şerefine yakışmaz. Yâ Rab, canımı al” dedikten hemen sonra ruhunu teslim edip, Üstadın ifadesiyle “istikamet şehidi” olan Binbaşı Asım Beyden, Nazilli’de mahkemenin iade kararı verdiği risalelerini almak için gittiği karakolda dövülerek katledilen Mehmet Oğuz’a kadar...

Hizmet seferindeyken trafik kazalarında şehit olan Santral Sabri, Çaycı Emin, Bayram Yüksel, Ceylan Çalışkan ve terhis belgesini hasta yatağındayken alan Zübeyir Gündüzalp de manevî şehitler kervanındaki öncü bahtiyarlar arasında.

Ulvî bir dâvâ için canını feda etmek, elbette ki büyük bir fedakârlık. Ebedî hayatları kurtarma eksenli bir dâvâ olan Nurun manevî cihadına bütün ömrünü vakfedip her türlü çile, zorluk ve meşakkate katlanmak ise, gönüllülerini manevî şehitliğe eriştirebilen daha yüksek bir feragat...

11.06.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.