Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

'Nurun muallimi'



Mehmed Kayalar...

Risâle-i Nur’u Şarkta tanıyan insanların hatıralarında bu isim çok geçer.

Kimi asker bu hatıra sahiplerinin, kimi öğretmen. Aralarında memurlar, talebeler, esnaf, sanatkârlar, çiftçiler, bahçıvanlar, çobanlar da var ama herhangi bir sıfatı olmayanlar da bir hayli fazla.

Kendisi muvazzaf subay olmasına rağmen, onun vasıtasıyla Risâle-i Nur’u tanıyan insanlar arasındaki bu meslek çeşitliliği, onun herkesle rahatça irtibat kurabildiğini gösteriyor.

O muhatap olduğu kişilerin hâlleri ile hallendiği gibi, muhatapları da onu kendi hafızalarındaki sıfatla anarlar. Kimi komutanım der, kimi Mehmed Bey diye hitap eder. Ağabey, kardeş, arkadaş diyenler de çok.

Ama onun olduğu yerde en çok duyulan sıfat ‘Hocam’ hitabıdır.

Zîra o resmen değilse bile fiilen bir muallimdir.

Bediüzzaman’ın tabiriyle ‘Nurun muallimi.’

Bir insan Nurun muallimi olunca, hitabı da umumî olur elbette.

Hassaten Şarkta.

***

Aslında o bir ‘Evlâd-ı Fatihan’dı.

Ataları, asırlar önce Balkanları fetheden Osmanlıların, o toprakları bir İslâm beldesi hâline getirerek fethi fiilen tamamlamak için Konya taraflarından götürülüp oralara iskân edilen ailelerdendi.

Mehmed Kayalar, 1914 yılında Selânik yakınlarındaki Kayalar köyünde doğdu. Altı, yedi yaşlarına kadar da orada büyüdü. Babası Mahmud Efendinin ve annesi Hüsnüşah Hanımın gayretleriyle iyi bir eğitim gördü.

Ailesi, yirmili yılların başlarında Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan nüfus mübadelesi sırasında Selânik’ten göçe tabi tutulup Erzincan’a yerleştirildiği için tahsiline orada devam etti.

İlkokulu müteakip askerî okul imtihanlarını kazandı ve başarılı geçen talebelik yıllarının ardından 1937 yılında Harp Okulunu bitirip muvazzaf subay olarak ordu saflarına katıldı.

Askerlik mesleğini çok istemesinin yanı sıra; uzun boyu, heybetli görüntüsü, atletik yapısı ve her an her türlü tehlikeye atılmaya hazır olan mizacının da tesiriyle emsâlleri arasında hızla temayüz etti.

Fakat askerliğin sadece cesaretten, itaatten ibaret olmadığını, bu hasletlerin ancak iman, ibadet ve bilgiyle tezyin edildiği takdirde hayat bulacağını düşünerek belinden silâhı, elinden kitabı eksik etmedi.

Çocukluk yıllarında kazandığı okuma alışkanlığı sayesinde dinî, ilmî, edebî kitaplar okuma ve onlardan öğrendiklerine hayat tecrübelerini de katarak başkalarına anlatma gayreti içine girdi.

O zaman, kırklı yıllarda cemiyet hayatına hâkim olan siyasî baskıların, içtimaî karanlığın da tesiriyle insanların büyük bir iman zaafı içine düştüklerini müşahede edince, bu zaafın yayılmasına mani olmanın çarelerini aramaya başladı.

Kendisini bu sahada yetiştirecek kitaplar bulmak ümidiyle gittiği kütüphânelerin çoğunun kapatıldığını, açık olanların da eski Yunan ve Lâtin kaynaklarından tercüme edilen eserlerle doldurulduğunu görünce şaşırdı.

Bunun üzerine okuma ihtiyacı hissettiği İslâmî eserleri büyük ailelerin hususî kütüphanelerinde bulabileceğini düşünerek mahallinde bu cihetiyle temayüz etmiş ailelere müracaat ettiğinde, onların çoğunun kitaplarının da galiz tehditlerle veya yalan vaatlerle ellerinden alınıp imha edildiğini öğrenince içine düştüğü şaşkınlık, yerini kızgınlığa ve öfkeye bıraktı.

Kitap gibi kudsî bir değere böylesi muameleleri reva görenleri alenen lânetlediği günlerde bir arkadaşı eline küçük bir kitap tutuşturdu. Kitabın, çevresinde adı hep menfi hadiselerle birlikte zikredilen Said Nursî’ye ait olması merakını iyice tahrik ettiğinden eve gidince hemen açıp okumaya başladı.

Kitap, o zamana kadar okuduğu dinî eserlerden oldukça farklıydı. Okudukça aklının aydınlandığını, kalbinin ferahladığını ve inandığı hâlde izah edemediği bazı meselelerin zihninde vuzuha kavuştuğunu hissederek bitirinceye kadar da elinden bırakmadı.

İkinci gün arkadaşının yanına giderek kitabın devamını istediğinde önüne kalın ciltler halinde dört beş eser konunca heyecanlandı. Arkadaşı, onları tek tek alıp okumasını tavsiye etmesine rağmen o hepsini birden aldı ve evin yolunu tuttu.

Başlangıçta sadece okumayı ve bütün kitapları bitirdikten sonra gerekirse başkalarına tavsiye etmeyi düşünmüştü ama Risâlelerde anlatılan hakikatlere herkesin ihtiyacının olduğunu hissedince bitirmeyi bekleyemedi.

Önce aile fertlerini teşvik etti o kitapları birlikte okumaya. Ardından kendisine yakın bulduğu arkadaşlarını zaman zaman evine dâvet ederek onlara Said Nursî’den bahsedip Risâlelerden bahisler okumaya başladı.

Bilhassa Diyarbakır’a tayin olduktan sonra mutî ve münbit bir hitap zemini bulunca okuma faaliyetleri daha da istikrarlı bir hâl aldı. Yalnız birliğinde ve mahallinde değil, insanlarla muhabbet edebileceği her yerde Risâleleri anlattı.

Bazen üç beş kişiyle, bazen de yüzlerce insanla yaptığı müessir derslerin yanı sıra bir yandan Risâle-i Nurları Kur’ân hattı ile yazdı, yazdırdı; Lâtin harfleriyle okudu, okuttu, diğer yandan da ihtiyaç hissedilen yerlere Risâle-i Nur’u ulaştırmaya çalıştı.

Risâleleri okuyup hizmetlerle meşgul oldukça Üstadını görme iştiyakı artmasına rağmen kendisi gidemedi ama hem sık sık mektup yazarak, hem de Nurları yeni tanıyan kişilerin gitmelerini teşvik ederek irtibatını sağlamlaştırdı.

Böylece Bediüzzaman’ın ‘Eğer Şarkta Hulusi Bey ve Mehmed Kayalar olmasaydı, ben Şarka gitmeye mecbur olurdum’ şeklinde de ifade ettiği gibi kendisi Şarklı olmamasına rağmen Şarkın şiarı addedilen insanlardan biri hâline geldi.

Zaman kırklı yıllar, devir Millî Şef devri olduğundan bunları yaparken karşısına pek çok engel çıktı; mahkemeye verildi, hapse atıldı, türlü mezalime maruz kaldı. Bunların hepsine ayniyle mukabele etmek istediyse de Üstadına her sorduğunda müsbet hareket etme telkini aldığı için harekete geçmedi.

Bir seferinde askerî birlikler evinin etrafını tanklarla muhasara altına aldığı zaman Said Nursî’ye durumu bildirdi ve onun artık kendisinin karşı koymasına izin vereceğini ümit ederek hazırlıklara başladı. Lâkin o, ‘Kardeşim onlar senin muhafızlarındır’ diye haber göndererek mukavemet etmesine izin vermeyince, yaptığı maddî hazırlıkları bıraktı ve hizmetlerine hız verdi.

Bu sayede subaylarının ekseriyeti sınıf ve silâh arkadaşı olan askerî birliklerle çatışmak zorunda kalmaktan kurtuldu ama zalimlere hak ettikleri karşılığı verememek de içinde hep bir ukde olarak kaldı.

Müsbet hareket etmenin pek çok faydasını gördüğü hâlde, bu hâlet-i ruhiyeyi içinden atamamış olmalı ki, 1950 yılında Bediüzzaman’ı ziyaret etmek maksadıyla huzuruna çıktığında dizleri titremeye, dili sürçmeye başladı.

Kendisini ordulara karşı koyacak kadar güçlü hissettiği bir zamanda yaşadığı bu acziyet, zafiyet, kekemelik hâlinden ancak Üstadın başını okşaması ile kurtulabildi ve gücün, kuvvetin bazı hallerde pek işlemediğini bizzat müşahede etmiş oldu.

Muhtemelen bu müşahedelerin de tesiriyle 1952 yılında emekliye ayrılan Mehmed Kayalar, Bediüzzaman’ın hususî hayatını ve hatıratını yazmak istedi ise de o müsaade etmeyince bu çalışmasından vazgeçti.

Bunun üzerine ona duyduğu hayranlığı ve Nurlardan aldığı ilhamları, aralarında ‘Nurdan Kıvılcımlar, Nurdan Damlalar’ gibi şiirlerin de bulunduğu on kadar manzum ve nesir eserle anlattı.

Bu çalışmalar onun hizmetlerine hız kazandırdı. Haftanın muayyen günlerinde evinde yaptığı derslerin yanı sıra, fırsat buldukça bazı büyük camilere giderek cemaate Risâle okumaya başladı.

Ulu Cami başta olmak üzere şehrin merkezi camilerinde Risâle okumayı önemli bir hizmet telâkki ettiği için kendisi gidemediği zamanlar oralara oğlunu veya yetişmiş talebelerini gönderdi.

Zamanla çevresinde teşekkül eden hizmet kadrosu arasında vazife taksimi yaparak hem şehrin kenar semtlerinde hem de çevre il ve ilçelere dersler ihdas ederek hitap hududunu genişletti.

Aslında bunlar, Nur hizmetinin mutad faaliyetleriydi ve her Nur Talebesi kendini bunları yapmakla vazifeli bilirdi. Onun için Mehmed Kayalar’ın bunları yapmasında ve yaptırmasında bir fevkalâdelik yoktu.

Onu Nur Talebeleri arasında farklı kılan asıl hususiyeti, şecaati ve cesaretiydi.

Lâkin bu fıtrî meziyetlerini zaman zaman farklı mecralarda kullanma temayülü içine girdiğinden olsa gerek, Bediüzzaman altmış yılının başında Ankara’ya geldiğinde Diyarbakır’a telgraf çektirerek onu da çağırttı.

Böylece umum Nur Talebelerine hitaben, Mehmed Kayalar’ın da aralarında bulunduğu bir grup talebesine vefatından önce verdiği son dersine şu ifadelerle başladı:

“Aziz kardeşlerim,

“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir, menfî hareket değildir; rıza-i İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.”

***

Nurun Muallimi.

Nurun Kahramanı.

Nurun Yüksek Bir talebesi.

Hayatını Nura vakfeden Mehmet Kayalar…

Bediüzzaman Said Nursî’nin, Mehmed Kayalar ismine taktığı rütbe ve nişan mahiyetindeki sıfatlardı bunlar. O hepsini şerefle taşımakla kalmadı, mânâlarını da hassasiyetle yaşadı.

Fakat bu hususta onu asıl memnun ve mesrur eden şey, Bediüzzaman’ı hayatı boyunca ancak birkaç sefer görmüş olmasına rağmen onun, varisleri olarak vasıflandırdığı on iki talebesinin arasında kendi ismine de yer vermesiydi.

Bu sıfat, onun için hayatî bir mazhariyetti.

Ömrünün bâkî kalan kısmını Üstadına saygısının ve Risâle-i Nur hizmetine sadakatinin semeresi saydığı bu mazhariyete lâyık olacak samimiyet, hizmet, gayret, hâl ve hareketler içinde geçirdi.

1 Haziran 1994 tarihinde Yalova yakınlarındaki Çiftlikköy’de bu mazhariyetin hazzı içinde ayrıldı aramızdan.

Şimdi berzahta o hazzı yaşıyor.

İnşallah mahşerde de, cennette de yaşayacak.

04.06.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Ambargo değil, yardım



İslâm dünyasının pek çok yerinde hicran yaşanıyor, ama Filistin’deki hicran bir başka. Hak, hukuk ve adalet tanımayan İsrail yönetimi, Filistinlilere her şeyi çok görüyor. “Hem suçlu, hem güçlü” pozisyonundaki İsrail, Filistinlilere karşı uyguladığı baskıyı son günlerde iyice arttırmış durumda.

Hatırlanacağı üzere Filistin’de bir seçim yapıldı ve seçimleri HAMAS kazandı. HAMAS’ın kurduğu hükümeti tanımak istemeyen İsrail, bu bahane ile bütün Filistinlilere ‘ambargo’ uygulamaya başladı. Bununla da yetinmedi, bütün dünyayı Filistin’e ambargo uygulamaya çağırdı ve çağırmaya da devam ediyor.

Tarihî arkaplan bir yana bırakılsa bile, Filistinlilerin bugünkü sıkıntılarını dahi yeterince anlayabildiğimizi zannetmiyorum. Taş atanlara silâh atan İsrail yönetimi, yüzde yüz haksız olduğu konularda dünyayı yanıltmaya çalışıyor. Tabiî ki tek suçlu İsrail değil. En büyük suçlu ya da suçlular, İsrail’in yanlışlarına açıkça ya da susarak destek verenlerdir. Meselâ, dünyanın jandarması olduğunu ilân eden Amerika’yı suçluların başında saymak gerekir. Şu veya bu sebeplerle Filistin’e yardım etmeyen ya da edemeyen İslâm dünyasını da suçlular arasında saymamız gerekecek...

İsrail, dünyadaki tepkilere de kulak tıkayarak, Filistin’de ‘utanç duvarı’ örmeye devam ediyor. Hedefi ve maksadı, Filistin’i bir ‘açık hava hapishanesi’ne çevirmek. Bununla da yetinmeyen İsrail, HAMAS yönetimi sonrası Filistin’e her konuda ambargo uygulamaya başladı ve bütün dünyayı da ambargo uygulamaya çağırıyor. Ne yazık ki bazı ülkeler bu çağrıya ‘müsbet’ cevap verip, daha önce Filistin’e ulaştırmaya söz verdikleri yardımlara son verdiler.

“Filistin’e ‘ambargo uygulayalım” çağrısına verilecek en güzel cevap, Filistin’e yardım etmektir. İHH İnsanî Yardım Vakfı “Filistin’e (ambargo değil) yardım” diyerek güzel bir kampanya başlatmış. İsrail, ‘ambargo uygulayalım’ diyorsa, İslâm ve insanlık dünyasına düşen; Filistin’e yardım etmek olmalıdır.

İHH, kampanyayı tanıtırken yardımseverlere şöyle seslenmiş: “(Filistinlilerin) Önce toprakları işgal edildi. Sonra kan ve gözyaşı içerisinde dört bir yana göç ettirildiler. Son seçim sonuçlarıyla beraber uygulamaya konulan ekonomik ambargo ile de Filistin hayattan tecrit edildi. İşsizlik oranının yüzde 60’ları aştığı, fakirlik oranının yüzde 80’lere dayandığı Filistin’de, kitlesel cezalandırma siyasetiyle binlerce masum çocuk ve sivil, dolaylı bir ölüme itilmektedir. Filistin toplumunun son yıllarda uğradığı kaybın maddî faturası 20 milyar doları aşmıştır. Biz sahip olduğumuz ortak din, tarih ve kültürel bağlar ile insanlığın bize yüklediği sorumluluğun gereği olarak ulusal bir kampanya başlatarak gerek acil gıda yardımı gerekse kalıcı projeler ile Filistin halkına desteğimizi sürdüreceğiz.” (Kampanya ile ilgili bilgi için: www.ihh.org.tr * Tel: 0212- 631 21 21)

Filistin’deki işsizliğin yüzde 60’lara, fakirliğin de yüzde 80’lere ulaşmış olmasında elbette İslâm dünyasının da büyük sorumluluğu vardır. Bu bakımdan, açılan ‘yardım’ kampanyası bir fırsat olarak değerlendirilmeli ve Filistin hicranına kalıcı çözümler aranmalı...

04.06.2006

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Hayırdır inşallah!



Avrupalı yaşıtlarım, ihtimali üzerinde bile fikir sahibi değilken, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’ı yaşamış biri olarak, son zamanlarda yaşadıklarımızdan da fena halde midemin bulandığını söylemeliyim…

Elbette… Yeni bir 28 Şubat olmasını asla beklemiyorum! Ama yaşadıklarımız da kabul edilebilir şeyler değil… Anlaşılabilir ya da anlatılabilir şeyler hiç değil!

Bir süredir internet âleminde birileri, kendileri gibi düşünmeyenlere tehditler savuruyor! Aralarına katılmak isteyenler için “tüzük”lerini paylaşıyorlar çekinmeden… “Tüzük” dedikleri metinlerden bir ifadeyi birine kullansanız, “ölümle tehdit” suçundan yargılanırsınız… Ama bu zevat kendilerini “vatanın sahibi” gibi görüyorlar ve alenen silâhlanmaktan dem vurabiliyorlar… Ortaya çıkan ya da çıkar gibi olan eylem kırıntılarına bakılırsa tam bir aysberg durumuyla karşı karşıyayız!

Ama siyasilerimiz kısa vadeli çözümlerden uzağına ne hazırlıklı ne de vakit, fırsat bulabiliyor… Gündem sürekli karambol, sürekli yoğun!

İşte tam da bu günler, gerçek demokrat olunduğunu isbatla, günübirlik çıkarlar peşinde olunduğunu ifşa etmenin zamanı!

Yıllardır “demokratlık” denilince “cin çarpmışa” dönüp saldırganlaşanları kendi hallerine bırakalım… Gölge etmesinler yeter! Ammmaaa… “Demokratlık” iddiasında bulunan herkes, taşıdığını iddia ettiği sıfatın hakkını vermek zorunda…

Yarın daha geç olmadan!

Simurg efsanesi

Simurg kuşunun özelliği malûm… Gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesi...

İşte bu Simurg kuşlarıyla ilgili hikâyelerden birini yollamış dostlarım ve de bir not eklemişler: “Her fikir ayrılığını fırsat bilerek ayrışmayı yaygınlaştırdığımız, çare olan kendimizi tanımayı ihmal ettiğimiz şu günlerde, Simurg’lardan ders çıkaranımız olur mu dersin?”

Okuyun siz karar verin:

“Kuşlar Simurg’a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Ancak ne var ki kuşlar dünyasında her şey ters gitmeye başlamış. İşler ters gittikçe onlar da durumu düzeltmesi için Simurg’u bekler dururlarmış. Fakat Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg’un var olduğunu düşünen dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte hükümdarlarının huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

Ancak Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı’nın tepesindeymiş. Oraya varmak için ise hepsi birbirinden çetin yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. İstek, aşk, marifet, doygunluk, birlik, hayret ve yokluk vadileri...

Kuşlar hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevî hazlara takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Yorulanlar ve düşenler olmuş…

‘Aşk denizi’nden geçmişler önce...

‘Ayrılık vadisi’nden uçmuşlar...

‘Hırs ovası’nı aşıp, ‘kıskançlık gölü’ne sapmışlar...

Kuşların kimi ‘aşk denizi’ne dalmış, kimi ‘ayrılık vadisi’nde kopmuş sürüden...

Kimi hırslanıp düşmüş ovaya, kimi kıskanıp batmış göle...

Önce bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp... Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş; kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış. Baykuş yıkıntılarını özlemiş, balıkçıl kuşu da bataklığını...

Vadileri aştıkça sayıları gittikçe azalmış.

Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen altıncı vadi ‘şaşkınlık’ ve sonuncusu olan yedinci vadi ‘yok oluş’ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş...

Kaf Dağı’na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış. Bakmışlar ki dağın zirvesinde kimse yok! Tam kendilerini kurtaracak hükümdarlarını bulamamanın düş kırıklığını yaşıyorlarmış ki sonunda işin sırrının sözcüklerde olduğunu anlamışlar:

Farsça ‘si’ otuz, ‘murg’ ise kuş anlamına geliyormuş.

Simurg’un yuvasını bulunca öğrenmişler ki, ‘Simurg’ ‘otuz kuş’ demekmiş! Yani Simurg aslında kendileriymiş. Hepsi Simurg’muş. Otuz kuş anlar ki aradıkları sultan kendileridir ve gerçek yolculuk, kendine yapılan yolculuktur.”

Bu şiddete kim dur diyecek?

Okullarımızın kapanma günleri yaklaştıkça sevincim artıyor… Öyle ya… Son günlerde yine gündemi işgal eden okullardaki silâhlı, bıçaklı yaralama, öldürme olaylarında artış görüldü… Hiç yoksa tatile girilince o ortam dağılacak! Acılar da tatile çıkacak bir süreliğine de olsa!

Okullardaki disiplin suçlarını yıllar içinde erite erite adeta uygulamadan kaldıran “Millî Eğitim”imiz, bugün okullarda işlenen cinayetleri de en yetkilisi ağzından hafife almamış mıydı? Sorumlulukları başkalarının üstüne atmıyor mu her seferinde?

Oysa… Öncelikle okuldaki öğrenciden kendisinin sorumlu olduğu bilinciyle bir yapılanmaya gitmeyi denese!

Öğretmenlerini öğrencisi karşısında para toplama ayıbından kurtarıp, okuldaki ağırlığını geri verse…

Artık ilköğretim okullarının önlerinde formasıyla bekleyen öğrencinin bile elinden sigarası düşmüyorsa… Sadece anne babanın ilgisizliğinden, çevrenin etkilerinden söz edilebilir mi?

Konu okullardaki şiddet olunca, olayın destekleyici/yönlendirici failleri arasında televizyon kanalları da gösteriliyor… Ve bu kanallardaki şiddet unsuru taşıyan programların etkileri geliyor gündeme… Elbette doğru…

Yıllar önce bu sütunlardan sizlerle şu görüşümü paylaştığımı hatırlıyorum: Müstehcenliğe gösterdiğimiz tepkinin aynısını şiddete karşı göstermezsek, sonumuz kötü olur. Bugünleri de ararız…

Aradan geçen yıllarda haklı çıkmaktan öyle rahatsızım ki… Ama bu günleri arar hâle gelmekten de korkuyorum… Çünkü birçok konuda olduğu gibi bu konuda da ana konuya girer gibi yapıp, iki dakika sonra bambaşka şeyleri tartışıyor gibi yaparken buluyoruz kendimizi!

Yol yakınken bu yanlışlarımızdan hep birlikte dönelim… Başta sayın bakan olmak üzere millî eğitim yetkililerimiz de yaklaşan yaz tatilinde serin bir yerde oturup ciddî bir nefs muhasebesi yapsınlar… “Gök ekin gibi…” biçilenler kadar, onlara kıyanların da birer kurban olduğu ortamı kurutmanın ilk yolu, okulların sahibi/yöneticisi olanların bu muhasebeyi sağlıklı yapmasından geçiyor…

Bu yıl zirveye vuran okul içi şiddet olaylarına el birliğiyle “dur” demeliyiz…

04.06.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Almanya notları



Almanya’daki Üstadı anma programları, 2000’den bu yana her sene tekrarlanıyor. Biz bu toplantıların altısına katıldık.

2001’den 2006’ya gelen süreçteki gelişmelere dair bazı gözlemlerimizi aktaralım:

Öncelikle, ana buluşma merkezi olan Köln toplantılarından başlayacak olursak...

Bu programlar istikrar içinde kademeli bir gelişme seyri takip ediyor. Her toplantı, gerek katılım, gerekse format ve muhteva olarak sürekli bir olgunlaşma resmi çiziyor.

Programların Alman katılımcıları açısından da dikkate değer ilginç bir grafik söz konusu.

2003’te ilâhiyatçı profesör Kuschel, 2004’te hukukçu profesör Oebbecke, geçen yıl diplomat Murad Hoffman ve son toplantıda da Almanya İslâm Arşivi Kurucu Direktörü, Alman Müslüman Muhammed Salim Abdullah, dinleyicilere hitap ettiler.

Her biri kendi alanında itibarlı konumlara sahip olan bu isimlerin Yeni Asya camiasını yakından tanımaları ve müsbet intibalar edinmeleri açısından da büyük önem taşıyan bu buluşmaların Alman kamuoyundaki olumlu yansımalarını önümüzdeki süreçte giderek artan bir yoğunlukta göreceğiz.

İki yıldır Münih’te yapılan Güney Almanya toplantıları da ümit verici bir toparlanma ve tekâmül tablosunu ortaya koyuyor.

İlki 2000’de Münih’te yapılan, ardından Karlsruhe, Sindelfingen, Stuttgart, Böblingen programlarıyla farklı yerleri dolaştıktan sonra, iki yıldır yine Münih’te devam eden bu toplantılar gerek organizasyon, gerek katılım olarak sürekli bir gelişme kaydediyor.

Altı yıldır bu programlar vesilesiyle gidiş gelişlerimizde gördüğümüz çok önemli bir gelişme, her defasında Almanya’daki hizmet halkasının daha da genişliyor olması.

Daha önce adı bile geçmeyen birçok yerde hizmet merkezleri açıldığını; Köln, Düsseldorf, Ahlen gibi hizmetin istikrarlı bir şekilde devam ettiği yerlere yenilerinin eklendiğini, böylece Almanya’da hızla gelişen bir nur hizmeti ağının oluştuğunu görüyoruz.

Bu sevindirici ve ümit verici süreç, bu seneki toplantılarda yaşanan kucaklaşma görüntüleriyle ayrı bir güç ve sinerji kazandı.

Araya giren yılların getirdiği ârızî kopukluk ve tortuları bir kenara bırakarak yeniden safları sıklaştıran ak saçlı hizmet emektarlarının, ikinci ve üçüncü nur nesilleriyle beraber verdikleri birliktelik tablosu, inşaallah çok daha güzel inkişafların önünü açacak.

İlâhî bir tavzifle teşekkül eden cihanşümûl bir şahs-ı manevînin Avrupa kolu, şu anda Almanya, Avusturya, İsviçre, Fransa ve Hollanda şubeleriyle birlikte, ana gövde Anadolu ile tam bir tesanüd ve dayanışma içinde, yaşlı kıt’anın tamamına ulaşmanın altyapı hazırlıklarıyla meşgul. Aslî gündemi bu.

AB içerisinde nurun öncü kuvvetleri mesabesindeki bu iman kahramanlarına selâm olsun diyor, yollarının ve bahtlarının açık olmasını Rabbimizden niyaz ediyoruz.

Not: Hazırladıkları kaliteli yapımlarla gurbettekilere sıla coşkusu yaşatan Bizim Radyo İzmir Stüdyosu kadrolarına tebrikler...

04.06.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Zeytinyağı



Zeytinyağın pek çok faydası olduğunu biliyor muydunuz?

Saymakla bitmez...

Tırnağınıza, cildinize, ayaklarınıza uygulayacağınız bazı zeytinyağı kürleri bakın nasıl işe yarıyor...

-Tırnaklarınızın kırılmaması için limonla zeytinyağını karıştırın ve akşamları yatmadan önce tırnaklarınızı bu karışımla ovun.

-Ayaklarınız çok yorulduysa bir kaptaki ılık suya damlatacağınız zeytinyağı ve limon işinize yarayacaktır. Ayağınızı suyun içinde birkaç dakika bekletin.

-Saçlarınızın kuru ve yıpranmış olduğundan şikayetçiyseniz, badem ve kabak çekirdeği yağı ile zeytinyağını karıştırın. Saçlara banyodan sonra masaj yapın, nemli bir havlu ile sarıp bekleyin ve durulayın.

- Ağrıyan kaslarınız için biberiye ve zeytinyağı karışımı ile masaj yapın.

*

Şimdi "gündemle ne alâkası var bu zeytanyağın?" diye sorduğunuzu duyar gibi-yim.

Danıştay'a silâhlı baskın yapılıyor. Adam yakalanıyor. Ardından bir çete çıkıyor. Çetenin ele başısı denilen "zanlı" serbest bırakılıyor ve Danıştay cinayeti tam bir muammaya dönüşüyor.

Cumhurbaşkanı Sezer, İsveç Kralının onuruna verdiği yemekte ortalarda yok. Niye? Başörtülü konuklar var diye.

TMK, hükümetin ilk meselesi. Birileri tarafından verilen önergeye, kabine dört elle sahip çıkıyor.

Neyse;

Biz dönelim "zeytinyağın" faydalarına.

04.06.2006

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Bid'a ve şeâir



Çeşni

Değişen bazı şeyler, ne hadistir, ne âyet!

Z

aman hükmünü verir, ihtiyaç yoksa şayet!..

Şekiller değişse de, hakikat zayi olmaz;

Korkuya

yer yok, çünkü inayet var, inayet!..

Her şeye ve her meseleye farklı açılardan farklı bakışlar atfetmek, farklı tarifler getirmek ve farklı yaklaşımlarda bulunmak herkes için her zaman mümkündür.

Bu yaklaşımlar; konuya, zamana, ortama ve kişiye göre sayısız değişkenlikler arz eder.

Hatta şahsın o andaki ruh hali, hissiyâtı ve kendisine yapılan muâmeleden etkilenmiş olması bile, getirdiği yorumların tartaklanmışlığına ve pejmürdeliğine yol açar, fukaralaştırır. Tabiî ki böyle bir hal, bir Nur talebesi için düşünülemez. O, fikir beyan ettiği zaman hissiyattan ve enaniyetten uzak, “enesiz bir hadim-i Kur’ân” olarak konuşur.

Farklı yorumlar, farklı bakış açıları sadedinde serdedilebileceklerin sayısını ikiye indirelim ki fikir dağılmasın. Evet, iki yaklaşım:

Birisi: Menfî yaklaşım.

Diğeri: Müsbet yaklaşım.

***

Avrupa’da yaşıyoruz. Kilise taassubundan kurtularak, kapılarını yenilik ve değişime sonuna kadar açan bir Avrupa’da... Böyle bir ortamda hem İslâmî şeâiri muhafaza, hem de yeniliğe açık olmak durumundasınız. Risâle-i Nur’dan ders alanların bunda zorlanmayacağı aşikârdır. Reform ya da “deform” yok, tecdit var. Müceddid’in bütün beyanları yenidir, üslûbu yenidir. Hatta Bediüzzaman, kendisini anlamakta zorluk çeken “velî” bir zâta ne demişti?

“Neden, dünya herkese terakkî dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun, öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.”

***

Şimdi kafaları “müşevveş” eden birşey var. Deniyor ki:

Değişim diyerek, yenilik diyerek, sakın bid’alara girmiş olmayalım!

Önce “bid’a” kelimesinin kısa bir tarifini yapalım:

“İslâm toplumunda dinden gelerek alenî olarak yaşanan ve ehl-i sünnet imamlarınca makbul olan anlayışların ve âdetlerin, yani şeâirin yerine geçirilen bâtıl anlayış ve âdetlerdir. Yani ‘bid’a’ ve ‘şeâir’ birbirine zıttır. Bid’a, milleti dinden koparır; şeâir ise, dine bağlar ve dinî hayatı yaşatır.”

Şimdi “müsbet yaklaşım” babından soralım:

Bizdeki “yenilenme” çalışmalarında İslâmî şeâire aykırı telkinler yapılıyor mu? Su içme, yemek yeme âdetlerinden evlilik âdetlerine kadar bütün âdetlerimizde “sünnet” hârici bir telkinat var mı?

“Ezan-ı Muhammedî’nin (asm) yasak edildiği ve bid’aların cebren umuma yaptırıldığı zulümatlı ve dehşetli bir devirde, Nur talebeleri, o uydurma ezanı okumamışlar ve böyle bid’alara karşı, kendilerini kahramanca muhafaza ederek, bid’alara girmemişlerdir.” (Sözler, 1229)

Bu mevzuya bu minval üzere biraz daha devam edebiliriz.

***

Geçen hafta sonu Köln’de ve Münih’te gerçekleştirilen programlarda araştırmacı-yazar Halil Uslu konferanslar sundu. Bahri Gündoğdu’lu ve Mehmet Emin Altıntop’lu musikî kadrosu salondakilere feyizli anlar yaşattı. Şanlı Urfa’nın şanlı insanı Faruk Gökhan şahane sesiyle, Hasan Feyzi’nin (r.ah.) “Çekilip nur-u hidayet” ağlamalarıyla gözlerimizi yaşarttı. Şükrü Bulut, her iki programda hizmetlerimizin “olmazsa olmazları” üzerinde durdu. İnternet ve televizyon ortamından çocukların korunması için ailelere seslendi. Ayrıca iman ve Kur’ân hizmetlerini Avrupa’ya taşıyan fedakâr ve emektarların belgeselinin sinevizyonu güzel bir yenilikti. Programda emeği geçen herkesi, uzak mesafelerden gelerek salonları dolduranları sadece alkışlamak bilmem kâfi gelir mi? Alpaslan Öztoprak, Memduh Kapıcıbaşı, Oğuz Ataoğlu, Abdullah Efe, Sabahattin Ünal, Osman Balpetek ve daha yüzlerce emeği geçen isim var. Onlar buraya sığmaz. Onlar gönlümüzdedir.

Halil Uslu’nun iyi bir hatip olduğunu okurlarımız bilir. Peygamberimizden (asm) ve Bediüzzaman’dan müjdeler sunmak onun yegâne vazifesi olmuş. Öyleyse ona uyan bir ünvan daha: Müjdeci!

04.06.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇİFTKAYA

Ulusal tiyatro



“Baylar, bayanlar! Ulusal Tiyatromuzun yeni oyun sezonunun açılışına hepiniz hoşgeldiniz!”

Huzursuzca boğazını temizledi. Önündeki mikrofonu boyuna göre bir kez daha ayarladı. “Bu hale de mi düşecektim ben?” diye geçirdi içinden. “Bu işi başkasına yaptırsalar olmaz mıydı sanki?”

“Efendim, binbir zahmetle kurduğumuz ulusal tiyatromuz gördüğünüz gibi bütün ihtişamıyla ve gücüyle Avrupa tiyatrolarıyla rekabet edebiliyor. Şu dekorlar, şu ışıklar, şu sahne techizatı başka hangi tiyatroda var?

“Size hatırlatmak isterim ki, bugün ulusal tiyatromuz iç ve dış düşmanlarımızın bütün engellemelerine rağmen dimdik ayakta ve ilelebed de ayakta kalacak! Hiçbir gücün onu yıkmasına izin vermeyeceğiz!”

Durdu. Sahne ışıklarından dolayı göremediği salona doğru gülümseyerek baktı. Alkış bekliyordu. Geldi alkışlar. En çok da ön sıradaki protokol koltuklarından.

Şimdi konuşmanın en zor kısmına gelmişti. Boğazının kuruduğunu hissetti. Yandaki masadaki sudan biraz içti.

“Efendim, biliyorsunuz, yıllar tiyatromuzun aslî kurallarını tesis etmekle, yeni perdeler ve yeni dekorlar kurmakla geçti. Bundan böyle tiyatromuzda seyircilerimizin en çok beğendiği oyuncular yine seyircilerimizin arzu ettiği oyunu icra...”

Güçlü bir alkış ve tezahürat seli sözünü kesti. Gözlerini kıstı, salona doğru baktı. Göremiyordu, ama alkışların arka sıralardan geldiği belliydi. Cebinden çıkardığı ipek mendiliyle kırışmış alnındaki terleri sildi.

“Ayak takımı sizi!” diye öfkelendi içinden. Gülümsemeye çalıştı, ama içi öfke ve hüzün doluydu. Avamın arzusuna göre oyun ve oyuncular; olacak şey miydi? Ne anlardı onlar tiyatro san'atından? Cahillerdi, çocuk gibilerdi. Kim elmalı şeker gösterirse, kim eğlence vaad ederse ona kanarlardı. Bu tiyatroyu biz kurduk, kimseye yedirmeyiz, diye haykırası geldi. Gülümsemesi yüzünde dondu, yutkundu. Alkışlar dinince, konuşmasına devam etti.

“Sevgili konuklar! Bu arada, sizlere, Avrupa Tiyatrolar Birliğinin pek değerli temsilcilerinin de salonumuzda hazır bulunarak bizi şereflendirdiğini söylemekten bahtiyarlık duyarım.”

Avrupalı misafirler koltuklarından hafifçe doğrulup seyircileri selâmladılar.

Hep onların yüzündendi! Kendisi ve arkadaşlarına kalsa, gidilecek çok yol vardı daha. Seyirciler henüz bu tiyatroya lâyık olacak düzeye gelmemişlerdi. Olgunlaşmamışlardı. Yeterince eğitimden geçmemişlerdi.

Aklına, geçmişten meş’um hatıralar üşüştü. Sırtındaki terler dondu sanki bir anda. Rakip oyuncular ortaya çıkıp da “Biz daha iyi oynarız, seyircileri daha çok memnun ederiz” diye bağıra bağıra sokaklarda gezmişlerdi hani. Cahil güruhlar nasıl da peşlerine düşmüştü onların. Nasıl da “Yeni oyuncular isteriz, hiç anlamadığımız bu oyunu görmekten sıkıldık!” diye neredeyse ayaklanmışlardı. Neyse ki, bin bir zahmetle tiyatroyu ele geçirmeleri önlenmişti. Eh biraz dayak atılmıştı ahaliye, ama olacaktı o kadar.

“Huzurunuzda onlara hoşgeldiniz diyorum.”

Avrupa Tiyatrolar Birliği “Ya seyirci taleplerini sahnenize yansıtırsınız” diye tehdit etmişti onları, “ya da sizi birliğimize almayız ve üçüncü sınıf bir tiyatro olarak kalmaya mahkûm olursunuz.”

“Efendim, yıllardır oyunları yazan, yöneten, oynayan ve dahi eleştiren bendeniz ve arkadaşlarım pek değerli seyircilerimizin seçtiği yeni aktörlerimize yeni oyunlarını icra etmeleri için sahnemizi gönül rahatlığıyla terk ettiğimizi söylemeyi bir borç bilirim.”

Gönül rahatlığı? Ne çaresiz bir yalandı bu. Daha birkaç dakika önce kurucu ve kıdemli aktör olarak yeniyetmelerin kulaklarını nasıl çektiğini hatırladı. O sözleri buradan da ilân etmek isterdi, ama yapamazdı işte. Yaman bir çelişkiydi.

“Bakın arkadaşlar, ne kendinizi ne de seyircileri kandırmayın. Bu tiyatroyu biz kurduk, asıl sahibi de biziz. Seyircilere güvenip sakın sakın bizim kurallarımızdan sapmaya kalkmayın. Yeni tarzlar, yeni icatlar çıkarmayın. Buna göz yumacağımızı da sanmayın.”

O sırada, dışarıda, yaşlı bir köylü çekine çekine tiyatro binasına giriyordu. “Hey amca!” diye bir ses dondurdu adımlarını yaşlı adamın. İhtişamlı üniformasıyla görende korkulu bir saygı uyandıran uzun boylu kapıcıydı bu. “Ne zaman öğreneceksiniz bu işleri? Kafanda kasketle tiyatromuza girilemeyeceğini bilmiyor musun sen?”

Yaşlı adam korkuyla kasketini çıkardı, göğsüne bastırdı. “Ne günlere kaldık Yarabbi!” diye sızlandı kapıcı. “Her gelen doluşuyor tiyatroya. Eskiden böyle miydi ya? Herkes haddini, adabını bilirdi. Halk tiyatroya böyle hücum ederse, vatandaşa nasıl yer kalacak?”

“Saygıdeğer konuklar...”

“Otur yerine de bizim oyunumuz başlasın artık!”

Arka sıralardan yükselmişti bu cüretkâr ses. Tiyatronun bekçileri “Yakalayalım mı adamı?” dercesine şeflerine baktılar. Ön sıradaki güvenlik şefi, huzursuzca alnını kaşıdı, ama istifini bozmadı. Sahnedeki emektar oyuncuyu dinlemeye devam etti.

“Küstahlar!” diye fısıldadı dişlerinin arasından. Gülümsemeye çalıştı. Işığa alışan gözleri şimdi ön sıradaki protokol mensuplarını, onların çatık kaşlarını seçebiliyordu. Birden rahatladı.

İşte, oyun değerlendirme jürisi, tiyatro güvenlik elemanları, zamanında kendi cebinden maaşa bağladığı sadık yerel gazete muhabirleri.. hepsi oradaydı. Onlar vardı. İyi ki onlar vardı!

Sahne perdeleri açılırken, arka sıralardan sevinç tezahüratları yükseldi.

Ön sıradaki protokol üyeleri sıkıntıyla koltuklarında kıpırdandılar. Birbirlerine eğilip başlarını sağa-sola sallayarak birşeyler mırıldandılar.

Salonun karanlıkta kalan localarından birisinde yüzlerini kimsenin göremediği iki-üç yabancı adam kafa kafaya vermiş fısıltılarla sahnelenecek yeni oyuna düzeltmeler yapıyordu. Yaptıkları düzeltmeleri daha sonra sahne kenarındaki adamlarına ulaştıracaklar, onlar da oyunculara sufle verecekti.

Salonun diğer bir köşesinde ise kimselerin tanımadığı figüranlar ayakta bekliyordu. Bir baş işaretiyle sahne dışındaki rollerini oynamak için harekete geçeceklerdi. Son ana kadar rollerinin ne olduğunu bilmeseler de, isimlerini tarihe yazdıracak insanlardı onlar...

Ve perdeler kalktı, oyun başladı.

www.muratciftkaya.com

04.06.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kul hakkı deyip geçmeyin!



Veda Hutbesinde Allah Resûlünün (a.s.m.) en çok üzerinde durduğu meselelerden biri de hak ve özgürlüklerdi. Müslümanın diğer bir Müslümana malı, canı, namusu haramdı, çiğnemeye hakkı yoktu.

İslâmda kul hakkı diye bilinen tabir sadece insan haklarını değil, hayvanların, hatta bitkilerin dahi haklarını içine alır.

Allah Resûlü (a.s.m.) vefatından önceki günlerde hasta yatağında yatarken bir ara kendinde mescide gelebilecek güç ve takat hissettiğinde mescide gelmiş, Müslümanları toplatıp onlara bu hayatî mesele konusunda konuşmuş, şunları söylemişti:

“Ey insanlar! Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım gelsin vursun!

“Kimin malını almışsam, işte malım gelsin alsın.

“Sakın hakkı olan kişi, ‘Ben kısas istersem Allah Resûlü (a.s.m.) bana darılır’ diye düşünmesin. Biliniz ki benim yaratılışımda hakkını isteyene darılmak diye birşey yoktur. En sevdiğim insan bende hakkı olup da isteyebilen veya helâl eden insandır.

“Ben Rabbimin huzuruna kul hakkıyla gitmek istemiyorum.”1

Topluluktan birisi kalkıyor, Resûlullahtan (a.s.m.) üç dirhem alacağı olduğunu, açıklama istemesi üzerine de, birgün bir fakir geldiğini, üç dirhem vermesini emrettiğini söylüyor. Resûlullah da (a.s.m.) borcunu ödüyor.

İşte Resûl-i Ekrem (a.s.m.) kul hakları konusunda bu kadar hassastı. Kimsenin maddeten ve manen hukukunun çiğnenmesini istemiyor, bunun için de gerek uygulayarak ve gerekse öğütleriyle ümmetine yol gösteriyordu. İnsan haklarını çiğnemenin, zulümlerin, haksızlıkların nelere mal olacağını örneklerle anlatarak ümmetini zulüm ve haksızlıklardan sakındırıyordu.

Birgün ümmetine kul hakkı çiğnemenin insanı nerelere kadar götürebileceğini göstermek için şöyle bir örnek vermişti:

“Müflis kime denir, bilir misiniz?”

“Sahabîler, ‘Müflis, parası pulu, malı mülkü olmayan kişidir’ diye cevap verdiler.

“Bunun üzerine Allah Resûlü (a.s.m.) buyurdular ki: ‘Ümmetimden asıl müflis odur ki, Kıyamet gününde namaz, oruç ve zekâtıyla birlikte gelir; ama ona buna sövmüş, şuna buna iftira atmış, onun bunun malını yemiş, şunun bunun kanını dökmüş, şunu bunu dövmüştür. Sonra onun iyiliklerinden bir kısmı şuna, bir kısmı buna verilir. Eğer kul haklarının tamamı ödenmeden, iyilikleri ve sevapları tükenirse, alacaklıların günahları alınıp onun üzerine yüklenir. Sonra da Cehenneme atılır.”

Demek asıl müflis kul haklarını çiğneyen insandır.

Dipnotlar:

1. Tabakat, 2: 255.

2. Müslim, Birr: 59; Tirmizî, Kıyame: 2.

04.06.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Şeytan içimize mi giriyor?



Zeynep Bozkurt: “Bir insanın içine şeytan girebilir mi? Neden? Nasıl? Bu durumda ne yapmak gerekir? Bundan nasıl korunmalı? Bu nasıl anlaşılır?”

Şeytan içimize girmez. Ama içimizde her vakit şeytanı dinleyen ve şeytandan emirler alan “nefis” adında bir kulağımız var. Bu kulak yardımıyla şeytan ruh dünyamızla temas kurar ve bizi her fırsatta saptırmaya çalışır, isyana sürükler, günahlar konusunda fırsat buldukça bize azgınlık verir.

Şeytan bunu neden yapar? Çünkü şeytan insanın düşmanıdır. Şu âyet bunun delilidir: “Ben size emretmedim mi, ey Âdemoğulları! ‘Şeytana kulluk etmeyin. O sizin apaçık düşmanınızdır. Bana kulluk edin. İşte doğru yol budur. Cidden o pek çoğunuzu saptırdı. Akıl edemediniz mi?”1

Düşman düşmanlığını yapıyor. Şeytandan Allah’a sığınmak gerekir. “Eûzü billahi mineşşeytanirracim” esrarlı sözü bizim Allah’a sığınma sözcüğümüz. Kur’ân’da bundan başka dua mahiyetinde âyet ve sûreler de var. Felak ve Nas Sûreleri bunlardandır. Bu dua ve sûreleri her zaman bol bol okuyarak her türlü şerden ve kötülüklerden Allah’a sığınmalıyız. Bunu her zaman yapmalıyız. Bilhassa bu âyet ve sureleri namazda zamm-ı sûre yerinde bolca okumamızda da fayda var. Bunu ihmal etmemeliyiz. Kulun Rabbine sığınmayı ihmal etmesi demek, şer güçler ve kötülük merkezleri karşısında zayıf ve desteksiz kalması demektir. Bu durumda ağlayıp sızlanmanın âlemi de olmaz.

Bizi kötülüklere sürükleyişinden, Allah’ın haram kıldığı şeyleri güzel gösterişinden, bize günahları cazip gösterişinden, bize ibadetlerde gevşeklik verişinden, hayır ve hasenat hususlarında içimize isteksizlik atışından, bu işin altında şeytanın olduğunu anlarız. Şeytanın emirlerinin aksini yaparak insanî görevlerimizi yerine getirmiş, Allah’a kulluğumuzu göstermiş oluruz.

***

Tuana Deli: “Akşam namazının kazası olmaz diyorlar doğru mudur?”

Akşam namazının vakti dardır. Biraz geciktirilirse vakti çabuk çıkar. Günlerin uzamasıyla veya kısalmasıyla oluşan saat farklarına da dikkat edilmezse, çabuk geçebilir. Akşam namazının kazası olmaz diyen bunu kastetmiş olabilir. Yoksa mücbir özürler nedeniyle vaktinde kılınamadığında diğer dört vaktin kazası olduğu gibi, akşam namazının da kazası olur. Akşam namazının da kazası, diğer vakit namazlarında olduğu gibi, mücbir özür bittiği ilk anda yapılmalıdır.

Dipnotlar:

1- Yasin Sûresi: 60, 61, 62

04.06.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Tehlike büyük



Günahlar, çirkinlikler, fenalıklar bizi adeta her tarafımızdan kuşatmış durumda. Şerlerle, kötülüklerle, seyyiatlarla adeta içiçe bir hayat yaşıyoruz.

İyilerle kötüler, hayırlarla şerler, güzellerle çirkinler birbirine karışmış bir biçimde, adeta harmanlanmış bir şekilde önümüze serilmiş durumda.

Bunları birbirinden tefrik edip, ayırabilmek de her adamın kârı değil. Derin bir feraset, ihatalı bir basîret, ince bir akıl ve şuur gerek.

Öyle sıradan bir akıl ile, sathî ve yüzeysel bir basîret gözüyle, tahkikten uzak taklidî bir iman dürbünüyle bu asrın fenalıklarını, çirkinliklerini derk edip, onların tuzaklarından korunmak adeta imkânsız gibi.

Bediüzzaman bu asra “Dehşetli asır, gaddar asır, acımasız asır, tehlikeli asır” diyor. Bu asrı çok iyi tahlil eden, çok iyi tetkik ve teşhis eden bu asrın mütehassısı, bu asrın adamı mübalâğa mı ediyor acaba? Bu asrın ehl-i dini tehdit eden özelliklerini ve tehlikelerini yanlış mı teşhis ve tavsif ediyor? Hâşâ...

Tehlike büyük... Gördüklerimizden, şahit olduklarımızdan öteye çok daha büyük... Günlük hayatımızda ehl-i dinin içiçe olduğu manevî tehlikelerin ne kadarını görebiliyoruz? Hususî dünyamızın ötesinde bütün bir milletin ebedî hayatını tehdit eden şerlerin, menfîliklerin, çirkinliklerin ne kadarından haberdar olabiliyoruz?

Sigara içme yaşının altıya, uyuşturucu kullanma yaşının on bire kadar indiğini, içki, fuhuş, hırsızlık olaylarının başını alıp gittiğini medyadan öğreniyoruz. Çok daha gizli işlenen bu çeşit kötü alışkanlıkların medyaya yansımayan kısmından çoğumuzun haberi olmuyor.

Yıllar önceden Bediüzzaman, “Dakikada yüzlerce günah bize hücum ediyor”, “Günah üzerimize sel gibi geliyor” ve “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. Ben o yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum...” diye feveran ediyor.

Bediüzzaman’ın tâ o zaman gördüğü tehlikeler bu gün itibarıyla görebildiğimiz kadarıyla şiddetlenerek devam ediyor. Ve hiçbir istisnası olmadan bütün insanlığı tehdit ediyor.

İşte bunun için Bediüzzaman, bulunduğu zamandan günümüzü de engin ferasetiyle görmüş olmalı ki, bütün zamanını ve mesaisini bu tehlikeleri bertaraf edip, bütün insanlığı bu dehşetli sârî tehlikelerden korumak için harcamış. Altı bin sayfalık emsâlsiz Kur’ân tefsirini, insanların istifadesine sunarak, paha biçilmez bir hizmette bulunmuştur.

Bir asra yakın bütün ömür dakikalarını milletin iki dünyasını tehdit eden bu dehşetli imansızlık cereyanını yok etmek için çabalamıştır.

Çünkü o büyük insan, bu dehşetli asırda insanları ablukaya alarak, hertaraftan kuşatan bütün kötü alışkanlıkların yegâne sebebinin zaaf-ı diyanetten olduğunu çok iyi biliyordu. Yani bütün günahların, bütün fena ve çirkin alışkanlıkların kaynağının iman zaafiyeti olduğunu; bunun tek çaresinin de imanı ve inancı kuvvetlendirmekten geçtiğini yakînen teşhis etmişti.

İşte o bunun için Risâle-i Nur Külliyatını vücuda getirdi. Bu eşsiz eser, işte bugün bütün kötü alışkanlıkların bir reçetesi, bir panzehiri olarak, milyonlarca insana şifâbahş nurunu neşrediyor.

Bugün bu harika eser külliyatından istifade eden insanlar, imanlarını, inançlarını takviye ederek, yukarıda saymaya çalıştığımız kötü alışkanlıklardan korunabilme başarısını gösterebiliyorlar. Bu sayede huzur ve saadetin tadını çıkarıyorlar.

04.06.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004