Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Fear factor



Hatırladınız mı? Irak’ta Ebu Gureyb cezaevinde işkence görüntülerini...

Tüm dünyada şok etkisi bırakmıştı.

Çünkü yerde yatanlar çırılçıplaktı ve derilerin üzerine insan dışkısı sürülerek üst üste yığmışlardı. Dövülmek ve eziyet çekmenin yansıra, köpekler üzerine salınmıştı (Nisan 2004).

İşgalci zorbalar, başlarına çuval geçirilmiş olan Irak’lı esirleri dövmekte kalmıyor, kadın erkek demeden tecavüz ediyorlardı. Bundan da büyük zevk alıyorlardı.

Çünkü, birçok fotoğraf ve video görüntülerinde gülümseyerek poz vermeleri bundandı.

Onlarca çocuk işkence altında hayatını ve sağlığını kaybetti.

Hayvandan da aşağı dereceye inmiş bu insan kılıklı vahşiler nasıl oluyordu da, işkence anında gülümseyerek kameralara poz verebiliyordu?

Bu kadar rahat olmaları nedendi?

Daha İngiliz askerlerin yaptıklarını yazmadık… İngiliz askerlerin valizleri arandığında, yüzlerce işkence fotoğrafına ne demeli? Tüm bunlar bir de basına yansıyan kısım… Ama ne oldu? Hasır altı edildi.

Peki, bu nasıl bir psikoloji ki.. Kendi “nev”inden olanlara gözünü kırpmadan kahkahalar atarak işkence edebiliyordu?

Hayvanlara bile yapılamayan eziyeti bu barbarlar savunmasız insanlara karşı pekala yapabiliyor?

Sanki turistik bir gezideymiş gibi poz vermeleri bir yana, Irak’tan hediyelik veya hatıra alır gibi ya insan parçası götürüyorlar yahut fotoğraflar çekiyorlar?

Yine hatırlıyor musunuz, geçen sene, Çanakkale Savaşı’na katılan bir Avustralyalının hatıra olarak bir Türk’ün başını kesip, bunu ömür boyu saklaması ve kafatasının 2004 yılına kadar yanında sakladığı haberini..?

Dememiz şu ki, medeniyet pazarlayan “gayr-ı medeni”ler aslında bu yaptıklarıyla “genlerini, kodlarını” ele vermektedir.

Çünkü tarihlerinde vahşet var.

Şiddet, bunların mayasında var.

Kitaplarında, tiyatrosu ve hatta sinemalarında bile genetik kodlarını görmek mümkün.

Mesela son yıllarda yapılan şiddet türü filmlerde aslında kendi kültürlerini oluşturduklarını anlayabiliriz.

Şiddet sadece “sanat” olarak görmüyorlar, yarışmalarında bile var.

Fear Factor’e (Show TV) lafı getirmek istiyorum.

Bir kısmını izlerken, dehşete düştüm.

Yarışmacılar yarıçıplak yatırılıyor. Üzerine tutkal sürülüyor ve onun da üzerine yem konuluyor.

Daha sonra horozlar kafese bırakılıyor ve yerde bağlı bulunan, tutkalla yem yapıştırılan yarışmacıyı didiklemeye başlıyor... Tam bir işkence görüntüsü.

Bunun gibi birçok yarışmalarda vahşetin izini görmek mümkün. Mesela yılan dolu bir akvaryumdan ağzıyla suda elma yakalayıp, başka bir camekân kutuya koymak gibi.

Dahası, akrep, solucan ve pis sularda yaptıkları yarışmayı yazmadık bile...

Yani, Batı tandanslı, vahşi yarışmalar bize... bizim insanımıza hiç gitmiyor. Aklı başında insanlar bunu para için bile yapmaz.

Batının vahşi yarışması, bizim hassas ve duygusal doğu insanına hiç ama hiç gitmiyor.

Çünkü, Batı insanı: “Acı çeken insanın” duygularını hissetmez, izler.

Ama Doğu insanı: “Acı çeken insanın” duygularını izlemez, yaşar.

Aramızdaki fark bu.

06.12.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Atatürkçü tahrik



Son zamanlarda bazı ulusalcı Kemalistler, Atatürk’ün Bursa nutkunu “kutsal bir şifre” gibi sık sık tekrarlamaya başladılar.

Bu cephenin yazarlarından biri de, söz konusu nutku bugünkü dile çevirerek köşesinde yayınladı (Kurtul Altuğ, Gözcü, 24.11.06).

Özetleyerek aktaracak olursak:

Söz konusu bu nutukta, yeni başlatılan Türkçe ezan uygulamasının yol açtığı tepkilere M. Kemal’in verdiği cevap yer alıyor.

Evvelâ, bu tepkilerin asıl sebebinin din olmadığını iddia ediyor M. Kemal ve ardından şunları söylüyor: “Kesin olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin millî dili ve millî benliği bütün hayatında hakim ve esas olacaktır.”

Sonra da “idealindeki Türk gencinin ve Türk gençliğinin özellikleri”ni ard arda sıralamaya başlıyor:

“Türk genci devrimlerin ve cumhuriyetin bekçisidir. Bunları küçük düşürecek en küçük ya da en büyük kıpırtı ve davranış duydu mu, ‘Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır’ demeyecek; elle, taşla, sopa ve silâhla, nesi varsa onunla yapıtını koruyacaktır.

“Polis gelecek; asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘Polis henüz devrimin ve cumhuriyetin polisi değildir’ diye düşünecek, ama yalvarmayacaktır.

“Mahkeme onu yargılayacaktır. Genç düşünecek, ‘ Demek adalet örgütünü de düzeltmek ve düzenlemek gerekir’ diyecektir.

“Onu hapse atacaklar. Diyecek ki: ‘Ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkeni düzeltmek de görevimdir...’ ”

M. Kemal, “İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği” diye bitirdiği bu nutku 5 Şubat 1933’te irad etmiş. Yaklaşık 74 yıl önce!

Bu nutuk o günlerin “devrim ortamı”nda, polisin de, jandarmanın da, ordunun da, mahkemenin de henüz tam olarak devrime uygun hale getirilemediğinin düşünüldüğü bir konjonktürde, “devrim mantığı” açısından tutarlı sayılabilecek bir tavrın ifadesi...

Ama aradan 74 yıl geçmiş. Bu zaman zarfında taşlar hâlâ mı yerli yerine oturmadı ki, o nutuk 2006 Türkiye’sinde gündeme getirilerek, “Atatürk’ün anladığı Türk gençleri” polis, jandarma, ordu ve mahkeme var demeyip, elle, taşla, sopa ve silâhla devrimleri korumaya, yani isyana teşvik ve tahrik ediliyor?

Gerçi bu tahriklere kapılarak taş, sopa, silâh, ne bulduysa eline alıp sokağa dökülecek; polisle, jandarmayla, askerle karşı karşıya gelmeyi, yargılanmayı ve hapse atılmayı göze alacak bir “Atatürk gençliği” var mı, ayrı konu.

Peki, Atatürk’ün 74 yıl önceki nutkunda, o günün ortamı içinde yaptığı bir çağrıyı bugüne taşıyanlar, o günden bugüne polisin, jandarmanın, ordunun, adliyenin, öngörülen hedeflere uydurulamadığını mı ima ediyorlar?

Eğer öyleyse ve “Atatürk’ün anladığı” nitelikleri haiz gençleri de bulabilirlerse, bu saatten sonra” bu kurumları “devrimin ve cumhuriyetin kurumları haline nasıl getirecekler?

Taşla, sopayla ve silâhla mı?

Peki, “devlet”in buna cevabı ne olacak?

06.12.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Siyaseti rağbetlendirmek



Siyasetin rüştünü ispatlama adımları hızlandıkça, direnç kanalları artıyor. En basiti, transatlantikten buraya darbelerin yüzdesi üzerine nabız tutmak tam bir garabet. Demokrasinin ayıbı bu olsa gerek. Bunun konuşulması bile çok ayıp.

Diğer tarafta Çankaya’ya çıkacağı tahmin edilen Erdoğan’ın “eşinin başı”na gönderme yapan ifadeler ise ayrı bir hata. Demokrasiyi seçen bir sistemin içinde bu teklifler ve yaklaşımlar şık kaçmıyor. İnsanların özel hayatları, tercihleri üzerinden tartışmak, seviyeyi düşürüyor.

Tam bu noktada atanmışların ve “kuvvet”lerin bileşeni ile medyanın ilkesiz yayınları birleştiğinde, mukabil tavrın da benzer şekilde tepki vermesini öğrenmesi lâzım. Meclisin iradesini gölgeleyecek, siyasî husûmetlerin demokrasiyi zaafa uğratacak şekilde partilerin polemik zeminine kaymaları, boyunlarına ilmik geçirmekten farksızdır.

Siyaset; vatandaş merkezli taleplerin devlet katına taşınma aracıdır. Milletin iradesini üstlenme ve risk yüklenme şuurudur. Devlet gibi düşünmek değil, devleti düşünecek araç ve süreçleri demokrasinin rayında geliştirmektir.

Siyasetin görevi, bürokrasinin ve siyaset mühendisliğinin toplumu yönetme çabalarına ve yenilenmeyi engelleme gayretlerine mani olmaktır. Çok partili sistemin rekabetçi kültürüne geçemeyen, halkın beklentilerini görmezlikten gelen ve siyasî sonuçlara razı olmayan azınlığın tahakkümü, artık kırılma eşiğindedir.

Beğenelim, beğenmeyelim, eğer demokrasinin meşrûiyet zemininde iktidar veya cumhurbaşkanı olunuyorsa, bunu kabullenmek demokratik ve ahlâkî bir vecibedir. Aksine beyanlara yeşil ışık yakmak, tevile kapı açmak veya yeni senaryoların oluşumuna teşne olmak, büyük bir tutarsızlıktır.

Siyasetin cümlesi, bu konuda daha ilkeli olmak zorundadır. Aksi halde demokrasiye duyulan güven ve adalet kavramı, geçmişte olduğu gibi millî irade aleyhine yara alır.

Partilerin, siyasî kulvarda yarışırken, halkın dışında bir dayanak aramaları veya bir yerlere payanda olmaları, AB sürecinde reformları da istikrarı da zora sokar. Müdrik siyasetçilerimizle, akil ve demokrat aydınlarımız ümit verse de, bunu bütün topluma mal etmek ve refleks bilincini geliştirmek önem arz etmektedir.

Darbe çığırtkanlığı denebilecek pervasız ve sorumsuz beyanlar, tepki görmeli ve kamuoyu nezdinde tartışmaya açılmalı ki, bundan sonra arbedeler yaşamayalım. Geleceğimizin berraklığını, geçmişin tortuları ile bulandırmazsak, husûmetten beslenen ve ayrılık rüzgârlarına alet olabilecek çatışmalar azalır.

Büyüme sancıları çeken ve demokratikleşmenin baş ağrısı nöbetleri tutan bir durumdayız.

Bunlar kırılgan ve tepkiye dönüşebilecek hassas süreçlerdir. Aklıselim, pozitif bakış ve iradeli duruşla siyasetin terazisi ağır basarsa, dönüşü olmayan ve tepeyi aşan bir hızlanmaya geçeriz.

Dünyanın hesap dengeleri bölgemizdeki çatışmalardan nemalanırken, burada sağlanacak iç barış ve dış uzlaşma kanalları ile oyunlar görülebilir. Durdurulamayan değişimin müsbet tercihleri arttırdığı bir Türkiye’de, eski alışkanlıklarını devam ettiremeyenlerin ses tonunu arttırması, azalan gücün habercisidir.

Akıl çivisi, kalkınma tahtasına çakıldıkça, özgürleşme ve inanca saygı daha fazla konuşuldukça, sessiz sağırlık bitecek. Konuşmayanlar konuştukça, duymak istemeyenler bu yeni seslerin varlığından ve üzerine abanan yeni algıların zihni sıkıştırmasından kaçınamayacaklar.

Bilişim kültürü, iletişim etkinliği ve yönetişim zorunluluğu, beraberinde insana dair yeni bir dönemi müjdelemektedir. Sonunda makul çoğunluk kazanırken, demokratik siyasetin ilkeleri, aydınlatıcı ışıklara eşlik edecektir.

Siyaset ve siyasetçiyi rağbetlendirici bu çerçeve, demokrasinin altyapısını teşkil eder. İstikrarsızlığa yol açan tehdit ve tertiplerin çözümü, millî iradenin tecelli kalitesine bağlıdır.

06.12.2006

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Allah selâmet versin



Bu sözü denizciler dillerinden düşürmezler. Sadece vardiya değişimlerinde değil bir telefon veya telsiz görüşmesinde dahi konuşmaya “Allah selâmet versin” diye başlanılır.

Selâmet kelimesi selâm kökünden gelir. İslâm kelimesinde olduğu gibi. Sözlük karşılığı ise barış, rahatlık, esenlik, kurtuluş ve hayırlı son anlamına gelmektedir.

İster dindar olsun, isterse olmasın bütün Türk denizcilerin kullandığı bu cümle boşuna değildir. Zira denizcilik mesleği hâlâ dünyanın en zor ve tehlikeli işlerinden biri olarak sayılmaktadır. Madencilik sektöründen sonra insan kayıplarının en çok olduğu sektör denizcilik sektörüdür.

Türk denizcileri demir alıp verirken nasıl ki “vira bismillah, funda bismillah” deyip işe başlarlar, diğer işlerinde de Allah adını daima dile getirirler. Muhafazakâr veya gelenekçi olmak denizcilikte muteber olduğundan dindar olmayan denizciler bile bu sözleri sarf etmekten geri durmazlar.

Bahriye de iken “Allah selâmet versin” diyerek köprüüstüne çıktığım vakit bazı subaylar “âmin” derdi. Kendince bir nevi dine yapılan vurguyu eleştirmeye çalışıyorlar idi. Fakat ben hiçbir zaman bozuntuya vermez, gülerek karşılık verirdim. Bu hal bazılarını rahatsız etse de Türk denizcilik kurallarını hiçbir güç bozamazdı. Dini hatırlatan bu kurallar adeta kökleşmişti.

Top atışlarında da “bismillah salvo” denilmesi hiçbir subay tarafından yadırganmazdı.

İnsan, başörtüsü için bu kadar sorun çıkaran bahriyelileri görünce “Bu iş nasıl olur” demekten kendisini alıkoyamıyor. Fakat ben 15 yıl boyunca dine en yabancı meslektaşımdan dahi bu sözleri daima işittim. Demek ki kıyamete kadar bu güzel ifadeler hep kullanılacak.

Peki, denizciler neden bu kadar dine vurgu yapıyor? İsterseniz bunun cevabını vermeye çalışayım.

Bunun en önemli sebebi denizin fırtınalarıdır. Fırtınaların sebebi de hiç kuşkusuz bizleri terbiye eden Rabbimizdir. Sayılı fırtınaları cetvel şeklinde yazıp assak bile, hangi fırtınanın bizi nerede yakalayacağını bilemeyiz. Bazen olur ki aylar boyunca fırtına içinde kalırız. İşte bu anda Allah’tan başka sığınacak neresi vardır ki oraya sığınalım.

Kur’ân’da fırtınalar ile ilgili insanın gerçekten aciz bulunduğu hallere dair âyetler vardır. İnsanların çaresiz kaldığı bu durumu kâinatın sahibi olan Allah, âyetler ile dile getirerek bizi düşünmeye ve duâ etmeye dâvet ediyor.

Ben de yıllardır ekmeğimi denizden çıkardığım için fırtınalara tutuldum. Çok şükür kazasız belâsız seferimizi tamamladık. Fakat her zaman böylesine nimetlere mazhar olmak insana nasip olmuyor. Bu vesile ile Rusya’nın Novorosisk Limanında yaşadığım bir hatıramı anlatayım.

Beş altı yıl önce çok şiddetli bir kış yaşamıştık. Bütün denizlerde fırtına vardı. Antalya Körfezinde demirlemek zorunda kalmıştım. Yeni seferimiz Karadeniz’in kuzey doğusundaki Novorosisk-Cezayir idi.

Deniz bir parça mayna edince vira bismillah diyerek demir aldık ve yükleme limanına geldik. Limanda aynı şirketimize ait iki gemi daha bulunuyordu. Bir tanesi yanaşmış diğeri ise bir aydan beri açıkta bekliyordu.

Demir yeri lebalep gemi doluydu. Bizde demirlemeye çalıştık fakat nafile, demir sür'atle tarıyordu yani gemiyi tutmuyordu. Çaresiz makineyi stop ederek sürüklenmek zorunda kaldık.

Rüzgâr keşişleme ve poyrazdan esiyordu. Haliyle Kırım yarımadasına doğru sürükleniyorduk. Sabah kıyıya yaklaşınca yeniden makineyi çalıştırıp Novorosisk’e geliyorduk.

Bir hafta boyunca bu minval üzerine gidip geldik. En sonunda limandan bana bir teklif geldi. Eğer geminin yarısının dışarıda kalmasını kabul edersem rıhtıma yanaşmama müsaade edeceklerdi. Derhal kabul ettim. Aksi takdirde belki bir ay denizde kalabilirdim.

Denizin hali çok ilginçti. Kafkas dağlarından esen soğuk poyraz rüzgârı nispeten sıcak olan denize vurdukça denizden dumanlar çıkıyordu. Buharlaşan deniz sanki kaynayan büyük bir kazana benziyordu. Bu hal üzere iken emniyetli bir şekilde yanaşmamızı tamamladık. Gemimizin burnu rıhtımın üzerine kadar gelmişti. Geminin iskelesine tahtalar bağlayarak giriş çıkışı da sağlamış olduk. Sonuçta yüklememizi başlattık.

Kuvvetli rüzgâr sebebiyle kreynler çalışamıyordu. Bu sebeple 15 gün sonunda ancak yüklememizi bitirdik ve nihayet limandan kalktık. İstanbul Boğazına doğru ilerlerken bizim şirketin gemisi hâlâ açıkta bekliyordu. Zavallılar sularını da tüketmiş yanaşmayı bekliyorlardı.

Bu seferi yıllarca unutmadım. Cenâb-ı Allah bize acımış merhamet etmişti. Yoksa diğer gemiler gibi açıkta fırtınanın ortasında kalabilirdik. Aslında her zaman Allah’ı anmalı ve Ona el açıp yalvarmalıyız zira acizlik ve fakirlikten başka elimizde hiçbir şey yok.

Ne yani denizcilik dışında başka işlerle uğraşanlar başka bir durumda mıdır? Yani onlar aciz ve fakir değil midir?

Elbette bütün insanlar Allah’ın ihsan ve merhametine muhtaçtır. Bir minicik mikroba teslim olan vücudumuz ve saniyede 30 kilometre hızla dönen dünyamız var. Gaflet ağır bastığından çevremizde olan biteni göremiyoruz. Biz denizciler ise işimiz gereği fındıkkabuğu gibi bir teknede Cenâb-ı Allah’ın kudret ve azametini sık sık müşahede etmek zorunda kalıyoruz. Bu yönü ile gafleti dağıtıp aciz bir kul olduğumuzu hatırlatan fırtınalara güzel gözle de bakmak mümkündür. Bize bu bakış açısını kazandıran Risâlelerin müellifi Bediüzzaman’a ne kadar minnet etsek o kadar azdır. Allah o ve onun gibi hizmet edenlerden ebedî razı olsun, âmin.

06.12.2006

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Hayata çocukça bakmak



Küçük birer çocukken bir an önce büyümek için uğraşıyorduk. “Ah bir an önce büyüsem…” türünden hayaller hangimizin rüyalarını süslememişti ki? Yaş günlerimizde iki yaş büyürdük. Büyüklerle beraber aynı sofralara oturmak, rahat hareket etmek, saatlerce oyun oynamak gibi, şimdi hatırladıkça güldüğümüz isteklerimiz içindi büyümek.

Zaman geçip her şey gibi bizi de alıp istediğimiz yaşların çok üstüne getirince, bu durumdan da memnun olmadık ve bu defa “Keşke çocuk olarak kalsaydım” diye mızmızlandık. Çocukken büyümek gerçekleşiyordu da büyüyünce tekrar geriye dönülmüyordu. Çocukluk; yaşanmış, fakat tadı damağımızda kalmış bir hayat evresi olarak geçmişimizden göz kırpıyordu. Büyüdükten sonra çocuk olma isteği öylesine şiddetlenir ki, bazen saklı misketler çıkarılıp oynanır, bebekler bir yerlerde durur. Ayıcıklar odalarımızı süsler. Tekrar çocuk olsam, gibisinden hayaller şarkılara, kitaplara, hikâyelere konu olup bir tatlı serüven olur.

Şimdilerde düşünüyorum: Neden hepimiz “Keşke çocuk olsam…” diyoruz büyüdükçe. Cevabı içinde saklı: Çocuklar çok rahat; dertleri, sıkıntıları yok. Yarınları, geçmişleri yok. Çok fazla beklentileri, kaygıları yok vs. Bu sebeple, büyüdükçe çocukluğumuzu özleriz. Belki doğrudur. Evet, çocuklar rahatlar; ama bu belli bir yaşa kadar. Sonrası için bunu söylemek gereksiz. Yaşları biraz büyüdükçe, onlar da hissediyorlar hüznü, acıyı, ayrılığı. Ama kendilerine göre yollar bulup hayatın yıkıntıları altından çıkabiliyorlar hasarsız.

Babası askere giden iki yaşındaki Nurşin telefonu annesine götürüp, “Baba-Babba” diyebiliyor. Daha sonra gelmeyince, babasız hayatına dönerek eğlenip gülüyor. İki buçuk yaşındaki Batuhan istediği araba alınmadığında, “Para bitti. Babada para bitti” diyerek, alınan şekerle mutlu olabiliyor. Yani ağlasalar da sızlansalar da çabuk atlatıyor her hâli çocuklar.

O her şeyi unutan, hayata hep sımsıkı sarılan çocukluktu özlenen. Öyleyse büyüdükçe ne oldu? Neyi kaybettik? Küçük şeylerle mutlu olmayı unuttuk meselâ. Yaşanan her olayda—bir hikmet vardır—demeyi sadece dilimizle söyledik, yaşayacak kadar anla(ya)madık. En çok istediklerimize kavuşamayınca, “Vardır bir hayır” diyemedik, günlerce üzülürken. Gidenlerin ardından ağlarken, hayatımıza devam edemedik; hep o anda kaldık, bir türlü çıkamadık. Zamanla sabretmemiz gerektiğini biliyorduk; ama yaşadıklarımıza ve yaşayacaklarımıza dağıttıkça sabrımızı, yaşananlara bir şey bırakmadık sabırdan.

Aslında insan unutmalı bazen. Hayatında olan birçok hatırayı, olayı, yüzü, ismi. Çocuk gibi yani, çocukça yaşar gibi. Onlar da unutmuyorlar mı ya da ertelemiyorlar mı birçok şeyi? Ve onlar gibi üzüntülerimizin içinden mutlu olacak yollar bulmalıyız. Küçük; ama ucuz sevinçlerimiz olmalı. Arkadaş bulamadığımızda tek başımıza evcilik oynar gibi, dostu olmalıyız kendimizin. Yani hayata dair alternatiflerimiz olmalı.

Acaba çocuk gibi yaşamak için neyimiz eksik? Sorun, yaşlarımız mı? Komik mi oluruz çevremize karşı? Oysa kim bilecek hayata nasıl bakıp nasıl düşündüğümüzü? Kimden çekiniyoruz öyleyse?

Tıpkı hikâyedeki küçük kız gibi, amcalar tarafından beğenilmeyen resimlerimizi, bir şekilde çeşitli motiflere büründürerek yine çizsek ya hayatımızda! Ve içine de sadece bizim görebileceğimiz küçük sevinçler eklesek… Çok mu masraf yapmış oluruz kendimize?

“Babası İspanya’nın en ağır siyasî cezalarının verildiği bir hapishanede mahkûmdu küçük kızın. Fırsat bulduğu her hafta sonu babasını ziyaret için annesiyle birlikte hapishaneye giderdi. Yine bir ziyarete giderken babası için çizdiği resmi yanında götürdü ancak hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkûmlara verilmesi yasaktı. Bu sebeple kâğıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler ve oracıkta yırtmışlardı. Çok üzülmüştü küçük kız. Babasına söyledi bunu, o da ‘Üzülme kızım, yine çizersin; bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?’ dedi. Küçük kız diğer ziyaretinde babasına yeni bir resim çizip götürdü. Bu sefer kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti. Babası keyifle resme baktı ve sordu: ‘Hmmm! Ne güzel bir ağaç bu! Üzerindeki benekler ne? Portakal mı?’ Küçük kız babasına eğilerek, sessizce: ‘Hşşşşt! O benekler ağacın içinde saklanan kuşların gözleri!’”

06.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Cehennem ateşine karşı



Hiçbir insan göz göre göre kendini, ailesini, çoluk çocuğunu ateşe atmaz.

Peki, ya niçin Cehennem ateşine atmakta tereddüt etmez?

Oysa ateşlerin en dehşetlisi Cehennem ateşidir. Hem de yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateş!

Rabbimizin, kendimizi ateşten korumamızı emretmesi yetmiyor mu? Bakın şöyle buyuruyor yüce kitabı Kur’ân’da Rabbimiz: “Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.”1

Yüce Resûlü de (asm), “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz. Aile reisi bir çobandır. Aile fertlerinden sorumludur. Kadın bir çobandır. O da kocasının evinden [çocuklarından ve malından] sorumludur”2 buyurmuyor mu?

O ateşe kalkan olacak tek şey, insanın gerçek sermayesi olan kuvvetli bir iman ve salih amellerdir.

Bu konuda aile reisi olan erkeğe düşen bir kısım görevler vardır, kadına düşen görevler vardır. Ebeveynin çocuklarına karşı görevleri vardır. Bu görevlerin yapılması demek, Cehennem ateşinden korunma demektir.

Karı ve koca hem birbirleri, hem de çocukları için kalkan olacaklardır.

Anne-baba çocuklarına maneviyat vererek onu Cehennem ateşinden koruyacaklardır.

Eşler birbirini haramlardan koruyup farzlara, hayra teşvik ederek ateşten korunmada yardımcı olacaklardır. Lem’alar’da ne güzel denilmiş:

“Bahtiyardır o adam ki, refika-ı ebediyesini [ebedî alemde de birliktelikleri devam edecek hayat arkadaşını] kaybetmemek için saliha zevcesini taklit eder, o da salih olur.

“Hem bahtiyardır o kadın ki, kocasını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur, saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini kazanır.

“Bedbahttır o adam ki, sefahete girmiş zevcesine ittiba eder, vazgeçirmeye çalışmaz, kendisi de iştirak eder.

“Bedbahttır o kadın ki, zevcinin fıskına bakar, onu başka bir sûrette taklit eder.

“Veyl o zevc ve zevceye ki, birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yani, medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder.”3

Daha fazla söze ne hacet?

Dipnotlar:

1- Tahrîm Sûresi: 6.2- Buharî, Ahkâm: 1; Müslim, İmare: 20. 3- Lem’alar, s. 261.

06.12.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İman, tevekkül ve terakkî



İslâm âleminin maddî yönden geri kalmasının sebeplerinden birisi, tevekkülün yanlış anlaşılması ve tembellik döşeğine düşülmesidir. Tevekkül nedir; mü’min nasıl tevekkül etmeli; tevekkülün iman, kader ve dolayısıyla ekonomiyle ne gibi bağlantıları vardır?

Tevekkül ve tembellik arasındaki ince perdeyi karıştırmamalı. Dünya hayatının her safhasında sebeplere müracaat edip gerekli şartları yerine getirdikten sonra neticeyi Müsebbibü’l Esbab olan Sanii Hakîm’den beklemeye tevekkül denir.1 Bunun aksi tembelliktir. Bediüzzaman’ın orijinal ifadesiyle, “Tertibi mukaddematta tefvîz tembelliktir; terettübü neticede tevekküldür”2 şeklinde vecizeleşmiştir. Yani, çalışmaya başlamadan işi Allah’a havale etmek tembellik; sebeplere müracaat ettikten, şartları yerine getirdikten sonra sonucu Allah’tan beklemek tevekküldür.

Kâinattaki düzen, kanunlar ve hikmet, sebeplere uymayı gerektirir. Şu halde tevekkül, Allah’a imân derecesine göre kuvvet kazanır. Kadere imân, tevekkül neticesidir. Kur’ân’da pek çok kere, “Sen, ezelî ve ebedî hayat sahibi olan ve kendisine ölüm asla ârız olmayan Allah’a tevekkül et ve Onu hamd ile tesbih et”3 meâlindeki âyet tekrar edilir. Burada şu inceliğe de dikkat etmek gerekir:

Sebepleri reddetmek gerekmediği gibi, her şeyi onlara bağlamak da doğru değildir. Onların sadece bir perde, tesir sahibinin Allah olduğunu, ama onlara da müracaat etmek gerektiğini bilmelidir. Dolayısıyla tevekkül, direkt olarak Allah’a, kadere imanla bağlantılı. İman ne kadar güçlü ise, tevekkül de o derece isabetli olacak ve onun sonucu da çalışma ve pratik hayata doğru olarak yansıyacaktır.

Bunun neticesi çalışmak, sonuç almaktır.

**

Kanaat ile tevekkül arasında yakın ilgi vardır. Kanaat, mevcut kazançla yetinmek değildir; çalışmanın sonunda elde edilene razı olmak ve çalışmaya devam etmektir. Yoksa, “Artık bu kadar kazandım, yeter, çalışmama gerek yok!” anlamında değildir.

Dipnotlar:

1 Sözler, s. 284; 2 Mektubat, s. 461; 3 Kur’ân, Furkan: 58, Şuarâ: 217, Neml: 79, Ahzâb: 3, Ahzâb: 48, Teğabûn: 13; 4 Çeviren: Cemal Karabel, Karakalem, 28.01.2004.

06.12.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Teşkilât-ı Mahsusa yalancıları



Tarihçiliğinden ziyade yalancılığıyla iz bırakan "Türkçe ibadet"çi Cemal Kutay'ın (1909–Şubat 2006) en büyük yalanlarından biri, Bediüzzaman Said Nursî'nin "Teşkilât–ı Mahsusacı" olduğunu iddia etmesiydi.

Evet, bu iddia büyük ve sunturlu bir yalandan ibarettir. Çünkü, hiçbir zaman ve hiçbir yerde bu iddiasını belgeleyemedi.

Fakat, iddia sahibi de öylesine usta ve tecrübe kazanmış bir yalancı idi ki, pekçok insanı kolaylıkla aldatabildi.

Kutay'ın yine pekçok kişiye yutturduğu bir diğer yalanı da, 1953 yılı baharında Emirdağ'a giderek Said Nursî ile saatlerce, hatta günlerce görüşüp röportaj yaptığını söylemesiydi.

Tıpkı diğeri gibi, bu iddiasının da hiçbir zaman ve hiçbir yerde ne belgesini ("Elimde bilet var" diyordu) gösterebildi, ne de bir tek şahidini...

Oysa, Said Nursî, yanında asgari bir talebesi, yahut bir şahidi olmadan hiç kimse ile bir konuyu görüşmez, konuşmazdı. Nerede kaldı saatlerce ve günlerce görüşüp, üstelik bir de röportaj vermesi...

Zira, Kutay'dan başka hiç kimse böyle bir görüşmeyi nakletmiyor, böyle bir röportajdan söz etmiyor.

Demek ki, Kutay bu her iki konuda da yüzde yüz yalan söylüyordu; okuyucusunu ustalıklı manevralarla aldatıyordu.

Zaten, henüz hayatta iken konuştuğu bir radyo programında bizzat kendisi de aynı yönde itiraflarda bulundu. Meselâ dedi ki: "Doğrusunu isterseniz, ben gidip Said Nursî'yi ziyaret etmiş, gürüşüp röportaj yapmış falan değilim. Ben hayalî bir röportaj yaptım; fakat, sanki bizzat görüşmüşüm gibi yazdım."

İşte, onun bu itirafını konu edinen haftalık Aktüel dergisi bile, Kutay'la "Vay kandırıkçı dede vay!" diye dalgasını geçti. (Konuyla ilgili olarak, o zaman biz de "Hangi Kutay yalan söylüyor?" diye yazdık. Bu yazımız, değerli Hasan Sutay tarafından kendisine hatırlatıldı. Ancak, bize hiçbir cevap vermedi, daha doğrusu veremedi.)

Yine, hayatta olduğu zamanlarda, bizim gibi daha başkaları da (meselâ Prof. Şerif Mardin) inandırıcı olabilmesi için şu meşhûr "Teşkilât–ı Mahsusa üyeliği" iddiasını mutlaka belgelendirmesi gerektiğini sorup söylemesine rağmen, Kutay hiç oralı dahi olmadı.

Bu arada önemli bir konuyu hatırlatmakta fayda var: Bundan üç sene kadar evvel, Erkan Mumcu'nun Kültür Bakanlığı zamanında "Fotoğraflarla Necip Fazıl Sergisi" açıldı. Mumcu, sergide kullanılan orijinal bazı fotoğrafların MİT'ten alındığını söyledi. Konu gündemi işgal etti ve bir süre tartışıldı. İşte, tam bu esnada önemli açıklamalarda bulunan eski istihbaratçı Yılmaz Çetin, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın tarihçi Cemal Kutay'a Said Nursî hakkında yazması için belgeler verdiğini söyledi.

Bu da gösteriyor ki, Kutay, Nursî hakkında kendi bilgilerinden çok "siparişe dayalı" olarak bazı yazılar yazmış.

Dolayısıyla, onun yazdıklarını doğru tarihî bilgiler cümlesinden kabul etmek mümkün değil. Kaldı ki, Kutay'ı tarih ilmi noktasında ciddiye alan herhangi bir tarih âlimi de yok zaten...

Olsa olsa, Kutay'ı güvenilir bir tarihçi olarak görüp ona bilerek, yahut bilmeyerek aldananlardan söz edilebilir belki

Kanal D'nin "Sağır Oda"sı

Geçmişte (1970'li yıllar) Kutay'ın iki büyük yalanına maalesef biz de kısmen ve muvakkaten aldandık. Onun Teşkilât–ı Mahsusa iddiasına ve "Said Nursî ile görüştüm" demesine bir derece aldandık.

Sakın, "Olmaz öyle şey" diyerek meseleyi basite indirgemeyin. Elbette oluyor; olmuş ve olabilir de...

Şükür ki, yalanın farkına vardık ve aldanmaktan çabuk kurtulduk.

Fakat, Kutay'ın söz konusu yalanlarına bir de bilerek, severek ve isteyerek aldananlar var ki, her fırsattan istifade ile, bunları kast–ı mahsusla işliyorlar.

Tıpkı, Kanal D'nin "Sağır Oda"sında işlendiği gibi... Orada geçen Pazar günkü bölümünde, adeta Said Nursî'nin Teşkilât–ı Mahsusa bağlantısı kesinmiş gibi, koskoca bir yalan uyduruldu. Bu tv dizisinin "konsept danışmanlığı"nı yapan kişi, popüler kitap "Beyaz Müslümanlar; Efendi"nin yazarı Soner Yalçın.

Soner Efendi, Said Nursî ile ilgili olarak, gerek kitapta yazdıklarında ve gerekse söz konusu dizi filmdeki vurgularında olsun, tam anlamıyla bir yanlışın içinde bulunuyor.

Bu yanlışlarını, adı geçen kitabın piyasaya henüz çıktığı günlerde tek tek yazdık ve bunları kendisine de ilettik. Ancak, tıpkı Kutay gibi o da hiç oralı olmadı, olmuyor. Bildiğini okumaya aynen devam ediyor.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, ortada "kasten çarpıtma" diye bir vak'a var. Bu, bir cihetiyle "ümitsiz vak'a"dır. Nitekim, Kutay da kasdî hatasını düzeltmeden göçüp gitti.

İndeksten bile silindi

Cemal Kutay'ın Said Nursî ile görüşüp uzun uzun röportaj yaptığına ve Bediüzzaman'ın Teşkilât–ı Mahsusa üyesi olduğunu iddia ettiğine dair bilgiler, daha çok 1970'li yıllarda basılmış kitaplarda mevcut. O kitaplardan bazılarında imzası bulunanlardan biri de muhterem Necmeddin Şahiner'dir: Son Şahitler, Aydınlar Konuşuyor ve Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî gibi eserlerinin ilk baskıları...

Ancak, muhterem Şahiner, eserlerinin daha sonraki ve özellikle şimdiki baskılarında Cemal Kutay kaynaklı bilgilerin tamamını çıkarıp attı.

Öyle ki, Kutay'ın ismi kitapların indeks kısmından dahi silindi.

Zira, hayatını hiç de gizleme ihtiyacını duymayan Said Nursî ile ilgili olarak, Kutay'ın bütün yazıp söylediklerinden şüphe edilmeye başlandı. Dolayısıyla, güvensiz bulundu ve yapılan sair iktibaslar da sonraki baskılardan çıkartıldı.

Ama maalesef, bütün bu gerçeklere rağmen, Kutay'ın yalan ve yutturmacalarına hâlâ itimat edenler ve itibar gösterenler var. Bunların bir kısmını, yine "ümitsiz vak'a" cümlesinden saymaktan başka çare görünmüyor. Zira, yalan ve düzmece bilgileri tekrarlamakta ısrar, hatta inat edip duruyorlar.

Son olarak, insaf sahiplerine tavsiyemiz şudur: Said Nursî ile ilgili konularda—şayet ellerinde bir belge yoksa—başkasından değil, doğrudan Nursî'nin kendi otobiyografisinden ve telif etmiş olduğu 6000 sayfayı bulan eserlerinden yararlansınlar. Hakperestlik, hakşinanlık bunu gerektirir.

06.12.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İstihare üzerine



İzmir’den İbrahim Bey: “Allah’tan nasıl hayır istenir? İstihare esnasında hangi duâ okunur? Nasıl okunur? İstiharenin kabul olduğu nasıl anlaşılır?”

Allah’tan hayır istemeye “istihare” demekteyiz. Kul her işinde, her teşebbüsünde, her gayretinde, her adımında Allah’tan hayır ister, Allah’a güvenir, Allah’a dayanır.

Hiç şüphesiz Allah’tan hayır istemek, yani istihare yapmak kişisel görevleri yapmaya ve sebeplere başvurmaya engel olmadığı gibi, istişare yapmaya, danışmaya, konu hakkında uzun uzadıya düşünmeye ve bir sonuca ulaşmaya çalışmaya da engel değildir. Hatta istihare yapmanın “lâzımı” bunlardır. Yani bunlarsız istihare, esasen istihare değildir.

Nasıl tevekkül eden, yani Allah’a güvenen birisi, yatmıyorsa, sebepleri atlamıyorsa ve görevini ihmal etmiyorsa; istihare eden, yani Allah’tan hayır isteyen birisi de yatmaz, sebepleri atlamaz ve yapması gereken, meselâ düşünme, danışma, bilgi toplama... vs. gibi ön görevleri ihmal etmez. Yani ne tevekkül tembelliktir; ne istihare yapılması gerekenleri atlamaktır!

Bilâkis tevekkül de, istihare de Allah’ın verdiği bütün imkânları sonuna kadar kullanırken; kalben bir yandan Allah’a güvenmeyi, diğer yandan da Allah’tan hayır ummayı sürdürmek demektir. Yani esas olan tevekkül ve istihareyi birleştirmek ve bir “hal ve davranış” olarak her an yaşamaktır. Nitekim Resûlullah Efendimiz (asm) küçük-büyük her iş hakkında istihare yapmayı teşvik eder ve: “Her ihtiyacınız hakkında hayır dileyiniz. Nalınınızın bağı koptuğunda bile!” buyururdu.1

Hazret-i Cabir (ra) demiştir ki: Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) Kur’ân’dan bir sûre öğretir gibi küçük-büyük işlerimizin hepsinde bize istihareyi öğretirdi ve buyururdu ki: “Sizden biriniz bir iş yapmak istediğinde nafile olarak iki rek’ât namaz kılsın, sonra şu duâyı okusun: ‘Allahümme innî estehîrüke bi ilmike ve estakdirüke bi kudretike ve es’elüke min fadlike’l-azîm. Fe inneke takdirü ve lâ akdirü ve ta’lemü ve lâ a’emü ve ente allâmü’l-ğuyûb. Allahümme in künte ta’lemü enne hâze’l-emre hayrün lî fî dînî ve meâşî ve âkıbeti emrî; fakdürhü lî ve yessirhü lî. Sümme bârik lî fîh. Ve in künte ta’lemü enne hâze’l-emre şerrün lî fî dînî ve meâşî ve âkibeti emrî; fasrifhü annî vasrifnî anhü. Vakdür li’l-hayra haysü kâne. Sümme ardinî bih.”

(Mânâsı: Allah’ım! Hakkımda hayırlısını bildiğin için, Sen’den hayırlısını istiyorum. Ve hayırlı olana gücün yetiştiğinden, Sen’in beni güçlü kılmanı diliyorum. Yâ Rab! Hayırlı olan tarafın belirlenmesini ve bildirilmesini Sen’in o büyük fazl ü kereminden bekliyorum. Allah’ım! Sen’in her şeye gücün yeter; hâlbuki benim yetmez. Sen her şeyi bilirsin. Oysa ben bilmem. Muhakkak Sen, bize görünmeyen her şeyi çok yakından bilensin; Sen Allâmü’l-Guyûb’sun. Allah’ım! Şu azmettiğim işimde dînim, hayatım, dünyam ve âhiretim için hayır varsa, onu bana takdir et, onu bana kolaylaştır, onu bana mübârek kıl! Ya Rab! Şu azmettiğim işimde dînim, hayatım, dünyam ve âhiretim için şer ve zarar varsa, onu benden uzaklaştır, benim gönlümü de ondan çevir. Ve her nerede hayır varsa, bana onu takdir et! İçimi de ona ısındır!) (Duâyı okuyan, “şu azmettiğim işimde” cümlesi yerine, işini ve ihtiyacını ismen belirtebilir.)2

Allah’tan hayır diledikten sonra, Allah’ın hayır takdir edeceği umulur ve beklenir. İstihareden sonra kalbin ve ruhun bir taraf için yatıştığı ve razı olduğu, bir tarafa meylettiği, bir tarafı tercih ettiği hissedilirse, o tarafın hayırlı olduğu kabul edilir. Eğer kalpte her hangi bir temayül, arzu, yöneliş ve tercih uyanmaz ise, Allah’tan hayır dilemeye ve istihare etmeye devam edilir. Kalbin temayülü ve arzusu belirene kadar istihare bırakılmaz.

Esasen istiharenin yediye kadar tekrar edilmesi sünnettir. Resûlullah Efendimiz (asm) Enes bin Malik’e (ra): “Ya Enes! Bir işe teşebbüs etmek istediğinde o iş hakkında yedi def’a istihare eyle. Sonra kalbinden geçen ruhî temayül ve arzuya bak. Çünkü hayır, kalbinde doğan o arzuda, tercihte ve yöneliştedir” buyurmuştur.3

Dipnotlar:

1- Buhârî, 4/136

2- Buhârî, 4/598

3- Buhârî, 6/545

06.12.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Dünyayı kandıranlar kim?



Avrupa’nın nüfusunun çoğalma değil, azalma eğilimi göstermesi sinema dünyasının da ilgisini çekmiş durumda. İngiltere’nin Hollywood’u sayılan Pinewood Stüdyolarında çekilen ‘Son Umut’ adlı film böyle bir endişeyi dile getiriyormuş. İnsanoğlunun üreyemediği, terörizm, hava kirliliği ve ayaklanmaların arttığı ‘yakın gelecek’te geçen film, muhtemel bir tehlikeye dikkat çekiyor.

Filmin yönetmeni Alfonso Cuaron, filmi şöyle özetliyor: “Öykü 20 yıl sonrasını anlatıyor. Klasik bir bilimkurgu filmi değil. Bugün alınan kararların sonucunu özetliyor. 21. yüzyılın başına damgasını vuran göçmen sorunu, umuda yolculuk... Bütün bunlar aciliyeti olan sosyal sorunlar. Özellikle Avrupa’da. Kısırlık bence hayata saygının bittiği ânın metaforu. Yani umudu yitirmenin zirvesi.” (Hürriyet Pazar, Keyif eki, 3 Aralık 2006)

Yönetmen Cuaron, “dünyayı kandıranlar”ı anlatırken de şöyle diyor: “Bugünlerde İslâm köktendinciliğinden çekiniyoruz. Ama diğer yandan da demokrat görünen radikallerin verdikleri zararı es geçiyoruz. Bunlar fikirlerini demokrasi bayrağının altına sığınarak başka ülkelere ihraç etmeye çalışıyorlar. Özellikle gelişmiş ülkeler, masklarını takıp güçsüzleri demokrasi adına ideolojileri ile resmen kirletiyorlar.”

Yönetmen Alfonso Cuaron’un bu tesbitlerine hak vermek için, ABD ve müttefiklerinin sadece Irak’ta yaptıklarına bakmak yeterli olsa gerek. “Demokrasi ihraç etmek için” başlatıldığı ilân edilen savaşta, bugün gelinen nokta başka nasıl izah edilebilir? Savaşın bütün kahramanlarının ‘Hata yaptık’ diyerek birbirleriyle yarıştığı bu hadisede, ne yazık ki bazıları hâlâ ABD ve müttefiklerine hak veriyor.

Yönetmen Cuaron ‘çare’yi şöyle anlatıyor: “Siyasî çözüm olacağına inanmıyorum. Sorunu oluşturanlar siyasetçiler. Dünyanın her yerinde mesleği siyaset olanlar. Verdikleri ve yapamayacakları sözlerle toplumları kandırıyorlar. Geçmişte Berlin Duvarını yıkan zihniyet, bugün Meksika ile ABD sınırına duvar örüyor.” (Cuaron belki unutmuş, ama bu arada, İsrail’in Filistinlileri kuşatmak için ördüğü ‘utanç ve zulüm duvarı’nı da unutmayalım...)

Amerika ve müttefikleri, dünyayı ‘rapt-u zapt’ altına almak için başta kendi halkı olmak üzere bütün insanlığı kandırmaya çalışırken, Türkiye’yi ‘idare edenler’ de bu konuda ABD’yi örnek alıyor. Gerek ‘yakın tarih’ ve gerekse ‘kalkınma, muasır medeniyet seviyesine ulaşma’ noktalarında verilen bilgilerle millete ‘yanlış’lar söylenmedi mi?

Yönetmen Cuaron’un, dünyayı idare edenlerce halkın aldatılmasına örnek verirken “İslam köktendinciliği”ni hatırlatması dikkat çekici. Dünya ‘İslâm köktendinciliği’ ile korkutulurken, Türkiye de ‘irtica’ ile korkutulmuyor mu?

“İrtica tehlikesi, tehdidi var” diyerek Türkiye’nin geldiği yeri görüyorsunuz. Yoksa, her iki korkutma planının planlayıcıları aynı ‘ifsat şebekeleri’ midir?

06.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Ne İsa’ya ne Musa’ya!



Regensburg konuşmasıyla, İstanbul ruhu tam bir tezad ve ters iki istikamet teşkil ediyor. Birisi Haçlı Savaşlarına ve Ortaçağ’a doğru geriye bir dönüş iken, diğeri de detente yani yumaşama ve çoğulculuğa ve üçüncü bin yıl ilahiyatına doğru bir ilerlemeyi temsil ediyor. Ziyaret, İstanbul’daki fayı ve hattı bir nevi köprüye dönüştürme görevi ifa etti. Bu keskin iki viraj hem Müslümanların, hem de Katoliklerin kafasını karıştırdı. Kimbilir belki Papa’nın bizzat kendisinin bile kafası karışmış olabilir. Bu durumda ‘neye niyet, neye kısmet’ denilir. Ahmet Altan’ın da yazdığı gibi, bunun sonucunda en azından Papa Türkiye’deki bir kesimin gönlünü kazanırken ve gönlünü İstanbul’a kaptırırken (yarısını İstanbul’da bıraktığını söyledi ki, diğer yarısı da Roma’da olmalıdır) şimdi de kuşkulanma sırası bizzat Katoliklere geldi. Onlar da hızlı ve o denli keskin süreci yorumlamaya ve hazmetmeye çalışıyorlar. Yine Ahmet Altan’ın tespitindeki, şimdi de kimi Hıristiyanlar Papa’dan nefret ediyorlar. Bu kesimler Mesih’in mesajını nefret olarak algılamış olmalılar. Anlamaya çalışanlar ve sevgi gözüyle bakanlar ise elbetteki bu yeni açılım veya detente yaklaşımından memnun kalmış olmalılar. Farklı öngörülerle çıkılmış bir yolculuk herkes için sürpriz ve şaşırtıcı gelişmelere sahne oldu.

Bu bağlamda, yine Ahmet Altan şunları yazdı: “Sanırım, Papa hâlâ Vatikan’daki odasında ‘İstanbul’da ne oldu, ben ne yaptım’ diye düşünüyordur.” Dolayısıyla burada bir giz ve muamma var. O süreci değil, süreç onu etkilemiş oldu. Umulan başka, gerçekleşen başka oldu. Kimileri bunu, ‘ince Vatikan diplomasisi’ne ve ayarına bağlıyorlar. Halbuki Lütfullah Göktaş’a göre gelişmeler önceden planlanmamıştı. Sultanahmed ziyareti gibi. Dolaysıyla süreç kendi istikametini kendi belirledi. Lütfullah Göktaş gibi arkadaşlar bundan olumsuz bir sonuç çıkartıyorlar. Zira niyetle uygulamanın süreç içinde belirsizleştiğini ve farklılaştığını söylüyorlar. Biz ise bunda, sürece ilâhî iradenin katkısını görüyoruz.

***

Hitler döneminde Türkiye’ye sığınan Alman bilim adamlarından Prof. Frnitz Neumark 1979 yılında bir İstanbul ziyareti esnasında katıldığı toplantıda Rudyard Kipling’in ‘Batı Batı’dır, Doğu Doğu’dur asla buluşamazlar’ sözü ve hükmü doğrultusunda şunları söylemiş: “İçtenlikle itiraf etmeliyim ki, Avrupalı Türkleri sevmez, sevmesi de mümkün değildir. Türk ve İslâm düşmanlığı yüzyıllardır Hıristiyanların ve Kilisenin iliklerine kadar işlemiştir...” İşin bu boyutu elbette zor olan kısmı. Kavuşmaya engel olan bu önyargı duvarlarıdır. Ziyaret kısmen de olsa bu duvarların aşılmasına yardımcı olmuştur. Yardımcı olduğu nispette de bu duvarların arkasında duranların tepkisini çekmiştir. Sözgelimi Fox News’te Papa’nın Türkiye ziyaretini yorumlayan Rahip Jonathan Morris kendisi gibi tepkililer namına tepkisini şöyle dışa vurmuş: “Sultanahmed’deki tarihî duanın ve yönelişin ardından (silence prayer) Hıristiyanlar öfkeden deliye döndüler. Bu yakınlaşma (detente) İslâm dünyasının bir kısmını ne kadar mutlu ettiyse Papa’nın kendi tebası olan bazı Hıristiyanları da o derecede rencide etti. E-posta kutum, Papa’nın terlikle bir camide dolaşmasını, ‘utanmaz bir putperestlik’ gibi gören Hıristiyanların öfkeli mesajlarıyla doldu. Dinlerarası diyalog ile putperestlik arasındaki teolojik hat gayet ince...” Aynı bağlamda Amerikan New York Times gazetesi , ‘İğnesiz Papa’ başlığıyla yayınladığı bir yazıda bazı Katolik grupların Papa’nın kendilerini terk ettiğini düşündüklerini yazdı. Gazete “Bu utanç verici. Papa tartışmada bizi tek başımıza bıraktı ve çekildi” diye yazan Katoliklerin İstanbul gezisinden memnun kalmadıklarını da kaydediyor. Gazeteye konuşan ve Papa hakkında bir de kitap yazan David Gibson ise Papa’nın Türkiye ziyaretiyle birlikte gerçek bir siyasetçi kimliğini büründüğünü savunuyor. Gerçekten de bunlar da Papa’nın Regensburg konuşmasından dolayı doğrudan ve açık bir şekilde özür dilemesinin nasıl bir zorluk taşıdığını gösteriyor. Sadece yanılmazlık noktasında değil temsiliyet noktasında da Papa’nın yalın bir şekilde özür dilemesi imkânsız gözüküyor. Zira hâlâ ne Katolikler ne de tümden Hıristiyanlar bu olgunluğa erişmiş değiller.

***

Hatta Kilise’nin İslâm’a yaklaşımını yetersiz ve pasif bulan bir Alman papaz kendisini yakarak intihar etmiştir. 73 yaşındaki Papaz geride de bir mesaj bırakmıştır: “İslam’ın bu şekilde yayılmasından dolayı derin bir endişe içindeyim. kilisenin bu umursamaz tavrı da beni bitiriyor (Mecelletü’l Ezher, December 2006, s : 1796).” Bunlar Papa’nın ne kadar zor bir durumda olduğunu gösteriyor. Ama Regensburg süreci olmasaydı İstanbul ruhu veya barışı da olmayacaktı. Birçok hayır şer yoluyla gerçekleşir. Regensburg da böyle bir şerdi ve Araplar bunu ‘şerrun la budde minhu/yani gerekli olan şer’ şeklinde ifade ederler. Papa gerçekten de nazik bir konumda. Cemal Uşşak ve Hasan Pulur’un da ifadesiyle bazılarımız Papa’ya kelime-i şehadet getirterek Müslüman yaparken bazı Hıristiyanlar veya Katolikler de onu Hıristiyanlık halkasından çıkarıyorlar. Antipapa veya AntiChrist ilan edebilirler. Basın da öyle yapmadı mı? Riskleri abarttığı gibi sonuçları da abarttı. Ya bir tarafa ya da öteki tarafa savruluyoruz. Dengeyi tutturamıyoruz. Ama yine de şahsen İstanbul ruhunun maya tutacağına kaniim.

06.12.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Karaman’ın kıble ayıbı



Hızlandırılmış tren 22 Temmuz 2004 tarihinde Adapazarı Pamukova’da kaza yapmıştı.

Kazadan sonra Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ile Devlet Demiryolları Genel Müdürü Süleyman Karaman’ı derhal istifa etmeye çağıran Hürriyet gazetesi, haberleri ve köşe yazarları ile olayın üzerine gitmişti.

Hürriyet, “Yalanın belgesi” başlıklı haberinde, “Kazanın ardından yaptıkları açıklamalarla hızlandırılmış trenin, olay yerindeki hız sınırının 70-80 kilometre olduğunu belirten TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman’ın söylediklerinin aksine, Genel Müdürlükten makinistlere verilen yazılı talimatta, kazanın olduğu yörede azamî hızın 130 kilometre olduğu ortaya çıktı” diyordu.

Gazete sadece, “Yalanın belgesi”ne yer vermemişti. “Hem hemşeri, hem arkadaş” başlıklı haberde ise, tren kazasının iki sorumlusu olarak gösterilen Ulaştırma Bakanı Yıldırım ile TCDD Genel Müdürü Karaman’ın arasındaki yakınlığa dikkat çekilip, hem hemşehri, hem akraba oldukları ön plana çıkarıyordu.

Haberde şöyle deniliyordu: “Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ile TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman’ın hem hemşehri, hem de çocukluk ve okul arkadaşı oldukları ortaya çıktı. Her ikisi de Erzincan-Refahiyeli olan Yıldırım ile Karaman arasındaki bu yakın arkadaşlık ‘halaoğlu’ esprilerine de neden oluyor.”

Tren kazası değil sanki, tren katarı gibi uzanan akrabalık ve arkadaşlık ilişkileri sergileniyordu Hürriyet’in haberlerinde.

“Yardımcı da aynı ekipten” haberi böyle bir haberdi işte: “36 kişinin yaşamını yitirdiği korkunç tren kazasının ardından ‘Her şey Allah’tan’ diye açıklama yaparak dikkatleri üzerine çeken TCDD’nin personelden sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Ali Kemal Ergüleç’in de, Karaman’ın İETT Genel Müdür Yardımcılığı döneminde İETT’nin garajlardan sorumlu Bakım Onarım Daire Başkanı olduğu ortaya çıktı.”

Hürriyet’in etkili isimlerinden Emin Çölaşan ise, tren kazasını, “şov, rezalet, kepazelik, cinayet” kelimeleri ise özetliyor ve bu rezaletin mimarları olarak gösterdiği Ulaştırma Bakanı Yıldırım ile TCDD Genel Müdürü Karaman’ı istifaya dâvet ediyordu. 2004 yılında TCDD Genel Müdürü Karaman hakkında bunları yazan Hürriyet, 2 yıl sonra, 4 Aralık 2006 tarihinde ise Devlet Demiryollarından başka bir haberle çıkıyordu. Süleyman Karaman 2 yıl önce kendini yerden yere vurup, istifaya dâvet eden Hürriyet’e bir profesörün trende mescit talep etmesini sızdırarak, yaranmaya çalışıyordu.

Hürriyet’in manşetten verdiği haber, “Trende kıyama durmak istedi” başlığını taşıyordu.

Dinine ve Peygamberine hakaretler eden bir Papa’nın dahi kıyama durmasını sevinçle karşılayan bir millete, Hacettepe Üniversitesinden bir profesörün trende namaz kılmak için yer ayrılmasını talep etmesi, bir gerici, bir yobaz, ‘Böylesine korkunç bir şeye nasıl tevessül etti?’ mantığı ile sunuluyordu.

Olay şuydu; Hacettepe Üniversitesinin saygın bilim adamlarından Prof. Dr. Alparslan Özyazıcı, Devlet Demiryollarına bir e-mail atarak, trende namaz kılarken maruz kaldığı sıkıntıyı dile getirip, “Yemekli vagon gibi bir vagonun beşte biri de mescit olamaz mı?” diye soruyor.

Trende emzirme odası istemek ya da lavaboların daha temiz olmasını talep etmek gibi insanı ve medeni istekler bunlar. Özyazıcı da, yemek vagonlarının beşte biri ya da en azından çöp kovalarının konulduğu yer kadar bir bölümün namaz kılanlar için ayrılmasını istiyor. Bu, bir müşterinin işletmeciden talebi. Bunlar müşteri ile kurum ilişkisi açısından bakıldığında bir hastanın doktoru ile paylaştığı özel durumlar kadar mahrem ve işletmelerin saygınlığı ile doğrudan ilgili durumlar.

Peki TCDD Genel Müdürü öyle mi yapmış?

Gazetenin iddiasına göre, Karaman, bir yolcusundan kurumuna gelen elektronik postayı Hürriyet muhabirine verirken, diğer yandan da trende mescit açılmayacağını belirterek, “Hareket eden, sürekli yön değiştiren trende kıble tutar mı?” diye açıklama yapıyordu. Karaman bununla da yetinmiyor, “Mescit isteyenlerin namazı kaza etme problemi varsa gitmesinler” diyordu.

Alparslan Özyazıcı Hacettepe Üniversitesinin değerli bilim adamlarından biri. Bu sebeple de ilim dünyasında ismi etrafında kendiliğinden oluşan bir saygınlığı var. Özyazıcı aynı zamanda uzun bir süredir yürüttüğü Yeşilay Başkanlığı döneminde sigara ve uyuşturucuyla mücadeleyi kendine ilke edinmiş, birçoklarının ihale kovaladığı dönemlerde o okul okul gezerek genç beyinlerimize, sigara ve uyuşturucunun zararlarını anlatmıştır. Özyazıcı’nın gayretleri neticesinde birçok gencimiz sigara ve uyuşturucu kullanmanın ne denli zararlı bir alışkanlık olduğunu fark edip, genç beyinlerini zehirlememişlerdir. Bu tür alışkanlıklara sahip birçok insanın tedavisiyle bizzat ilgilenen bir bilim adamımızdır Alparslan Özyazıcı.

Ayrıca Alparslan Özyazıcı bir müşteri olarak hizmet aldığı kurumdan bir talepte bulunmuş. Belki de AKP iktidarını kendine yakın bulmanın verdiği bir sahiplenme duygusuyla bunu yapmış olabilir. Talebi kabul edilir ya da reddedilir. Ancak mescit talep etmek etmeyi, tehlikeli, korkunç, utanılacak ve ayıplı bir iş gibi göstermek TCDD Genel Müdürüne ne kazandırır acaba? Alparslan Özyazıcı ahlâksız bir teklifte mi bulunuyor. Bunca ahlâksızlığın kol gezdiği bir dönemde bir namus ve erdem timsali şahsiyet olarak Cenâb-ı Hakka karşı farz olan ibadetini daha düzgün bir mekânda yerine getirmek için kendi devletinden bir istekte bulunmuş.

Namazın mehabeti sebebiyle, eğer Alparslan Özyazıcı romantik anların yaşanabileceği özel mekânlar istese acaba nasıl karşılardınız diye sormuyorum.

Efendim, TCDD Genel Müdürü’nün bunda ne suçu var. Gazete olayı böyle görmüştür diyebilirsiniz. O e-mail’i Süleyman Karaman vermese gazetenin haberi olmaz bu bir. İkincisi ise, Hürriyet öyle bir e-mail’i ancak böyle haber yapar. Bu da iki. Bunu da en iyi Süleyman Karaman bilir bu da üç.

Ayrıca, “Mescit isteyenlerin namazı kaza etme problemi varsa gitmesinler” demek de bu ülkede TCDD Genel Müdürüne kalmamış.

Bu ülke Cuma namazına gidenlerin mürteci yaftasını yediği günlerden buralara Süleyman Karamanlar gibi kendi değerlerini istihza konusu yapanlar sayesinde gelmedi. Mütedeyyin insanlar AKP’yi birilerine yaranma duygusuyla namazla dalga geçsinler diye getirmedi.

Alparslan Özyazıcı, Hac farizasını yerine getirirken, “Ben en az ne kadar uyurum, en çok ne kadar ibadet eder, Kâbe’de daha fazla nasıl tavaf ederim” diyerek dakikalarının dahi ibadet dışı geçmemesi için çırpınan örnek bir hacıydı. Böylesine kıymetli bir bilim adamı ve takva sahibini Hürriyet’e manşet yaptırmak Süleyman Karaman’a nasip oldu. Bu işte herkes bir sınav verdi. Munis bir insan olan Alparslan Özyazıcı ibadetine dile uzatıldığı zaman kaplan gibi kesilerek gösterdiği vakur duruşu ile, Hürriyet ibadet düşmanlığı ile Süleyman Karaman ise mescit istemeyi ihbar konusu yapmak suretiyle gündeme geldi.

Herkes kendine yakışanı yaptı.

06.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004