Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdurrahman ŞEN

2006 yılı kültür ödülü kimin hakkı?



T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, 2006 yılında vereceği özel kültür ödülünün, bakanın telefonlarına bile çıkmadığı basında yer alan Orhan Pamuk’a verileceğini öğrendik.

Ben de buradan diyorum ki… Orhan Pamuk’a ne verirseniz verin! Ama “yılın kültür adamı” ödülü de “yılın kültür olayı” ödülü de aslında bir tek kişinin anasının ak sütü gibi helâldir: İhsan Işık’ın!

Ömrünün çeyrek yüzyılını harcayarak, son yüzyılın en kapsamlı biyografi ansiklopedisi olan 10 ciltlik “Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi”ni yayınlayan İhsan Işık’ın.

Daha önce yayınladığı, “Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi” çalışması için Türkiye Yazarlar Birliği, İLESAM gibi yazar kuruluşlarının özel hizmet ödüllerine değer görülen İhsan Işık, kültürümüze hizmetin en büyük ödülünü almaya alnının akı ve 26 yıllık çabasıyla hak kazanmıştır.

TC Kültür Ve Turizm Bakanlığı, İhsan Işık’ın hazırladığı “Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi”nin, “Encylopedia of Türkish Authors” adıyla yapılan İngilizce çevirisini Bakanlık olarak 2005 yılında Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarında dış basına tanıtmıştı…

İşte şimdi de aynı beyinden, aynı kalemden aynı sabrın ürünü olarak 26 yıllık terin, kültürel birikimin sonucu olarak ortaya konulmuş 10 ciltlik devasa bir kültür hazinesi var.

TC Kültür Ve Turizm Bakanlığı’na düşen görev, uluslar arası kültür arenasında bakanlığın koltuklarını da kabartmış olan İhsan Işık’ın bu yeni çalışmasına gerçek anlamda sahip çıkmak olmalıdır. İlk adım olarak, 2006 yılı kültür ödülünün İhsan Işık’a verildiği, gerekçeleriyle açıklanmalı… Ardından da bakanlığa bağlı bütün kütüphanelere birer takım “Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi” satın alınmalı…

İnanın… Bu işe Orhan Pamuk bile çok sevinir!

Kafaları karıştıran nobel/li...

Geçen haftaki yazımda; “Malûmunuz… Artık bir de Nobel’imiz var… Ve bu Nobel etrafında keskin ayrılıklarımız da… Nobel’i ve alanı göklere çıkaranlar kadar yerin dibine batırmak isteyenler ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar… Her ayrı düşünmede yaşadığımız gibi gerçekler ve fikrî kırıntılara bile tahammül etmeden hem de!” demiştim önce… Sonra da Banu Avar’ın programında dillendirilen iddialardan basında özetlenenlere yer vermiş, yazının sonunda Banu Avar’a karşı uygulanan çifte standarda da dikkat çekmiştim. Daha sonra da Prof. Dr. İlber Ortaylı Hocanın bir konuşmasından Orhan Pamuk’la ilgili bölümü sizlerle paylaşmıştım ya…

Nevşehir’den Cemil Yüzer isimli bir okurumuz bu konuda bir şeyler söylemek istemiş… Önce Cemil Beyin söylediklerine kulak verelim: “Merhaba Sayın Abdurrahman Sen Bey; bugünkü yazınız hakkında bir şeyler söylemek istemiştim... Yazınızda Orhan Pamuk hakkında yazdıklarınıza dair sizden farklı düşünüyorum. Türkiye’deki ırki açıdan marjinal grupların Orhan Pamuk hakkındaki ‘cahil, hiçbir şeyi bilmez, vatan haini’ gibi söylemlerinin küçük bir yansımasını yazınızda hissettim. Yani okurken Orhan Pamuk’a Nobel’in sadece ‘Türklüğü kötülemesinden’ verildiği sonucunu çıkardım. Fakat neden öyle olsun ki? Bana göre Orhan Pamuk iyi bir edebiyatçıdır. Romanları (tümü olmasa da; meselâ Cevdet Bey ve Oğulları, Kar) akıcı, kurmacalar çok güzeldir. Peki, bizim Nobel gibi büyük bir ödülü sadece o sebepten dolayı Pamuk’a verildiğini düşünmemiz ona ağır bir hakaret değil midir? Yani ben aynı sözleri söylesem değil Nobel, Altın Portakal’ın portakalını dahi bana verirler miydi? Ayrıca Orhan Pamuk’un da Türklükle ilgili sözlerini de Nobel’i almak için söylediği de meçhul. Bana göre ise onları kendi inandığı şekilde söylemiştir ki bana göre buna hakkı vardır. Yani bir kere kendisi neden böyle bir riski alsın ki? Ticari düşünen birisi, tepki duyacağını bile bile (ki kitapları uzun süre boykot edildi) neden bunları söylesin ki? Ayrıca sözünü ettiğiniz TV spikeri Banu Avar’a karşı yapılanlar da bana göre doğru değildir. Orhan Pamuk’un nasıl düşüncelerini özgürce söylemeye hakkı varsa, Avar’ın da vardır, bunu engellemek aslî itibariyle temel sorunumuzdur.

“Eğer ki yazdıklarınızı yanlış anlayıp buna göre yorum yaptıysam bu beni üzer. Fakat sizin, yorumum karşısında dile getireceklerinizi anlayışla yaklaşacağımdan emin olacağımı bilmenizi isterim. Yorumlarımda ön yargı sezerseniz nakıs ve nahif anlayışıma verin. Çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Kalbi saygı ve selâmlarımla... Cemil Yüzer / Nevşehir”

Sevgili okurumuz Cemil Beyin bahsettiği gibi geçen yazımda konuyla ilgili düşüncemi özellikle açıklamadım. Orhan Pamuk’un Nobel almasıyla ilgili olarak da keskin ayrılıklar yaşandığına dikkat çektim sadece… Sonrasında da dikkatlerden kaçabilenler içinden bir iki alıntı yaptım, o kadar.

Elbette Orhan Pamuk’a Nobel, sadece “Türklüğü kötülemesinden” verilmedi… Ama olayın fotoğrafına bütün olarak bakılınca, bu kanaati taşımak haksızlık da değil, yanlış da… Çünkü bu konunun doğrusunu bilen tek kişi Orhan Pamuk’un kendisi.

Evet… Sizin de ifade ettiğiniz gibi Orhan Pamuk bir edebiyatçıdır… Ama yazdığı her roman, edebî otoriteler tarafından tartışılmış, eleştirilmiş bir edebiyatçıdır… “Çeviri roman” dalı söz konusu olsa mesele kalmayacak da… Öyle değil!

Nobel’in “…sadece o sebepten dolayı Pamuk’a verildiğini düşünmemiz ona ağır bir hakaret” de değildir. Aynı sözleri siz de söyleseniz ben de söylesem değil Nobel, hiçbir ödülü elbette alamayız. Özellikle uluslar arası arenada uluslar arası ölçüler vardır ve tartışılmaz tek ölçü –meselâ- san’at ve edebiyatın uluslar arası ölçüleri değildir maalesef.

“Ticari düşünen birisi, tepki duyacağını bile bile (ki kitapları uzun süre boykot edildi) neden bunları söylesin ki?” de diyor Cemil Bey… Hesap kitap fazla bilmem ama… Cemil Beyden ricam; Türkiye’de boykota uğramayıp da kaç kitap satarsa Nobel’den aldığı para ödülünü kazanabilirdi? Nobel sayesinde adını duyup eserlerini okumak isteyenlerin alacağı kitapların toplamı ile de benzer bir hesap yapılabilir…

Son olarak… Cemil Beyin yorumlarında asla bir önyargı sezmedim… Yeni Asya okurunun ön yargısız olduğunu bilenlerdenim… O bakımdan gönlünüz rahat olsun, düşünce farklılıklarımızı paylaşmak gibisi var mı Cemil Bey? Yeter ki düşüncelerimizi paylaşalım, konuşalım… Anlaştık mı?

24.12.2006

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

“Ankara’nın sisli yamaçları”



‘Erdi bahar Ankara’nın sisli yamaçlarına.’

Ankara Rüzgârı şarkısında geçen bu mısraın muhayyilemizde canlandırdığı renkli bahar manzaralarının cazibesine kapılarak gelmiştik Ankara’ya.

Maksadımız, Anadolu bozkırının anası sayılan bu çorak topraklarda, çıplak tepelerde ve kıraç yamaçlarda, ender rastlandığından sisler arasında saklanarak korunmaya çalışılan tabiî renklenişi yerinde müşahede ederek, memleketin bir köşesine daha âşinâ olmaktı.

Ankara'da, cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul’a nisbet edercesine dünyevî bir cennet hâline getirilmek istendiğini bildiğimizden, mânevî bir bahar renklenişi görmeyi beklemiyorduk. Fakat yamacıyla, düzlüğüyle, sırtıyla, tepesiyle bütün Ankara’nın bu kadar betonlaşmış olabileceğini de tahmin edememiştik.

Onun için sisli yamaçlarda müşahede edemediğimiz bahar renklenişini, bürokrasinin soğuk resmiyeti ruhuna sirayet eden ekser Ankaralı’nın yüzlerinde de göremeyince sükût-u hayale uğradık ve şarkının bir başka mısraını yaşadık.

‘Olmadı kaldı benim, her hevesim yarıda.’

***

Aslında, Ankara’nın mâkus talihinin ifadesiydi bu mısra. Zira, tarih boyunca burada yaşanmak istenen her heves yarım kalmış ve pek çok insan hayal kırıklığına uğramıştı.

Meselâ, iki bin üç yüz yıl kadar önce buraya gelip yerleşen Galatlar, asırlar boyu huzur içinde yaşamayı düşünürken, daha çevreyi tanımadan Etilerin istilâsına uğramışlardı. Onların benzer heveslerini Frigler, onlarınkini de Hititler yarım bırakmıştı.

Hititlerin, Romalıların heveslerini de önce Araplar, ardından Selçuklular kursaklarında bırakınca, onlar da payidar olamamışlar ve Moğol mezalimine maruz kalmışlardı.

Yıldırım Beyazıt, büyük bir zafer kazanma hevesiyle geldiği Ankara ovasında mağlûp olup Timur’a esir düşmüş; savaşı kazanan Timur’sa kalıcı bir hâkimiyet kuramadan dönüp gitmişti.

Ankara’nın mâkus talihi ondan sonra da pek değişmemişti. Ankara’da rahat bir hayat yaşama hevesine kapılarak koca bir köşk yaptıran Mustafa Kemal, Çankaya’yı kızıl karıncaların istilâ etmesi üzerine köşkü de, şehri de terk etmişti.

Onun ısrarla Ankara’ya çağırdığı Bediüzzaman Said Nursî de ‘İslâmın erkânına ilişecek olan ejderhayı durdurmak’ ve millî uyanışa mânevî dirilişle destek vermek için gelmişti Ankara’ya.

Kendisi mutantan bir törenle karşılanıp Mecliste ağırlanmasına ve Ankara’da kalması kaydıyla mükemmel imkânlar, müstesna makamlar teklif edilmesine rağmen, gizlice alınan ‘Din öldürülecektir’ kararının tezahürleri görülmeye başlanınca, hayal kırıklığına uğrayarak ‘Ankara’da en kara bir hâlet-i ruhiye gördüğünden’ şehri terk etmişti.

Biz de o hâlet-i ruhiye içinde şehri terk etmeye hazırlanırken içtimaî yönden Ankara’nın Hacı Bayram’ı mesabesindeki arkadaşlar, şehirdeki Nur Menzillerini gezmeyi teklif ettiler.

Yakın zamana kadar bazı devlet adamlarının mahalle bakkalına bile nur adının verilmesine tahammül edemediklerini bildiğimiz için Ankara’da Nur Menzilinin olabileceğini hiç düşünmemiştik.

Halbuki Ankara da Üstadın zaman zaman gelip gittiği ve Nur hizmetlerinin hızla inkişaf ettiği bir yer olduğundan bu yönüyle bütün şehir Nur Menzili sayılabilirdi.

Bunları düşününce, Ankara’nın boynuna asılan ‘mabetsiz şehir’ yaftasını indiren Menderes yadigârı Kocatepe Camii’nde kıldığımız namazı müteakip harekete geçince rengârenk tayfların tenevvür ettiği bir mâneviyât pınarının başında bulduk kendimizi. Sesi arştan duyulan ve semanın nuranî sakinlerince dinlenen bir ışık akışının menbaı olan Hacı Bayram Velî Hazretlerinin menziliydi burası.

Yerden ziyade göğe yakın olan ve hep semavî hâller yaşanan bu uhrevî mekâna ancak Ankara’nın en kara hâletini terk ederek girebildiğimiz için kendimizi bir anda bambaşka bir âlemde buluverdik.

Yolun yorgunluğu, günün gerginliği, şehrin yılgınlığı ve kabalalıkların bıkkınlığı hep bu ışık kaynağının muhitine yaklaştıkça küçülen binaların ötesinde kalmıştı. Burada zahir sisli, batın berraktı ve huzurun, sükûnun, mutluluğun dışındaki her hâl menzilden uzaktı.

Biz Ankara’nın mütemadiyen kasvet kusan boğucu dalgalarından kaçıp bu maneviyat limanına sığındığımız zaman daha iyi anlamıştık Üstadın mecliste zehirlenince neden buraya geldiğini.

Çünkü bu uhrevî iklimden başka hiçbir yerde, onun tifo aşısı vurma bahanesiyle göğsüne enjekte edilen ve bir parçası bile birkaç kişiyi üç beş dakikada öldürecek kadar kuvvetli olan zehir kana karışmadan katılaşıp derinin altında öylece kalmazdı.

Takriben altı asır kadar önce Ebubekir Hamdanî tarafından Hacı Bayram Veli adına yaptırılan ve zaman içinde aralarında Mimar Sinan’ın da bulunduğu pek çok mimar tarafından tamir edilmesine rağmen uhrevî havasını kaybetmeyen camiye girdiğiniz anda bütün dünyevî heveslerin, acıların ve zaafların dışarıda kalması da bu tesiri teyit ediyordu.

İçi kadar dışının da itina ile tezyin edilmesinden, iç dış farkının gözetilmediği anlaşılan camiyi gezip asırların ve nesillerin mânevî müterakimi olan uhrevî havadan nasibimizi alarak ayrıldığımızda kendimizi bir ışık huzmesi kadar hafif, renkli ve şeffaf hissediyorduk.

Arzı arşa bağlayan ve ebede giden ruhların güzergâhı olan o nuranî inşirah hattı hâlâ açıktı. Kendimizi, istesek hemen kanat açarak yükselecek kadar hafif hissediyorduk ama henüz gezmediğimiz başka Nur Menzilleri olduğu için ayağımızı yerden kesmeden yükselmeyi tercih ettik.

***

“Yüksek bir tepenin zirvesinde beyaz taştan yapılmış dört katlı metin ve yüksek bir kale.”

Evliya Çelebi’nin de ifade ettiği gibi Ankara Ovası’nın ortasındaki en yüksek tepeye Frigyalılar tarafından yaptırılan ve Selçuklular, Osmanlılar, Mısırlılar zamanında defalarca tamir edilen kale, hâlâ tarihi değerini ve tabiî haşmetini koruyor.

Lâkin tabiî havası zaten sisli olan Ankara’nın mânevî havasını saran ‘en kara hâlet’ dağa, taşa da sirayet etmiş olmalı ki, beyaz taşlar kararmış ve kartal yuvasını andıran kale metruk bir cadı kulesi hâline gelmiş.

978 rakımlı tepeye tırmanırken daha iyi anladık kaleye ne kadar isabetli bir adın verildiğini. Çünkü bizim hiçbir yükümüz olmadığı hâlde güçlükle çıktığımız tepeye, bidayette o taşları, harçları ve diğer malzemeleri taşıyarak kaleyi inşa eden insanlar çok zorlanmış olmalılar.

Üstelik bu ağır işleri meccanen yapmak zorunda kaldıkları için kaleye Yunanca’da ücretsiz ve isteksiz yapılan iş mânâsına gelen angarya adını vermişler. Zaman içinde ‘angarya’ kelimesi ‘ankara’ şeklinde telâffuz edilerek kaleye, dolayısıyla da şehre ad olmuş.

Kalenin, hâlâ on binlerce insanın âhını taşıdığını anlayınca maddî yapısı ile fazla ilgilenmedik. Harabezârı andıran ahşap evlerin arasından geçtik ve II. Kılıçarslan’ın oğlu Mesut’un yaptırdığı Aladdin Camii’nin avlusunda biraz dinlenerek yokuşun yorgunluğunu attık.

Dizlerimizde tekrar yürüyecek mecali bulunca kalenin, hâlen ayakta olan on beş burcundan ayrı cephelere bakan ikisini gezmenin yeterli olacağını düşündük ve ilk olarak Şark Kalesi’ne çıktık.

Orada bir süre etrafı temâşâ ettikten sonra kalenin en yüksek yeri olan Akkale burcuna geçtik, Alitaşı denen yere oturduk ve Ankara’nın sisli yamaçlarını seyretme hevesiyle nazarımızı ufka bıraktık.

Gel gör ki, manzara göze haz, ruha huzur vermekten çok uzaktı. Zırhlara bürünmüş muhasara ordusu şehrin resmî kasveti dış kaleyi aşmış, iç kaleyi kuşatarak kulenin dibine kadar sokulmuştu.

Kaleye, Ankara’ya ilk geldiği günlerde çıkan Bediüzzaman da böyle bir manzara ile karşılaşmış olmalı ki “Güz mevsiminin ahirinde Ankara’nın, benden ziyade ihtiyarlamış, yıpranmış, eskimiş kalesinin başına çıktım. O kale, tahaccür etmiş hadisât-ı tarihiye sûretinde bana göründü” diyerek de ifade ettiği gibi manzaraya bakmak yerine bazı tarihî hadiseleri hatırlamış ve tahassüslerini Fârisî münacât hâlinde terennüm etmişti.

Hâl böyle olunca biz de o zaman Hubab Risâlesinde neşredilen o münâcâtı, İhtiyarlar Risâle’sinin Yedinci Ricası’nda bulunan Türkçe tercümesinden okuyarak bir süre o mahzun anları tahattur ettik.

Kaleden inerken Samanpazarı semtinden geçtik. Maksadımız, dört mevsimi içinde yaşayacak şekilde inşâ edilen eski Ankara evlerinden birini gezmekti, ama mesai saati bitmeden müzeye yetişmemiz gerektiğinden sadece birkaçının önünden geçerek eski meclis binasına geldik.

Kesme taştan yapılan iki katlı, kemerli, yüksek pencereli, dik çatılı, geniş saçaklı, önden ve yandan girişli büyük bir konak olan binanın o iş için yapılmadığı ilk bakışta anlaşılıyordu.

Meclisin ilk azalarından Abdülgani Ensarî Efendinin gördüğü, Said Nursî’nin de “Ey Ensarî, bu rüya işaret ediyor ki, artık sizin meclisinizden iman nuru, mâneviyât ve ruhaniyât uçtu gitti” diyerek tabir ettiği bir rüyada da işaret edildiği gibi, önce mânen boşalmıştı bu bina.

Ardından başka bir yere daha büyük meclis binası yapılıp Türkiye Büyük Millet Meclisi oraya taşınınca fiilen de boşaldı ve ruhsuz bir ceset terk edilmişliğiyle orada öylece kaldı.

Bu yüzden içinde Bediüzzaman Said Nursî’ye ve diğer mâneviyât ehli insanlara ait hiçbir iz bulamayacağımızı bile bile içeriye girdik ve loş koridorları, boş odaları, ıssız salonları hızlı adımlarla dolaştık.

Bediüzzaman’ın, Mustafa Kemal’le hiddetli münakaşalar ve heyecanlı münâzarâlar yaptığı bu binada, onlardan söz edilmese bile, onun ‘Ey mücahidîn-i İslâm ve ey ehl-i hâl ve akd’ diye başlayan ve mecliste yükselen akl-ı selîmin tek örneği sayılan beyannâmesinin aslı çerçevelenip bir kenara asılsaydı, millet meclisinin müzesi, müstesna bir fikir hürriyeti belgesi ile zenginleştirilmiş olurdu.

Heyhât!..

***

Bu tahassür içinde ayrıldık metruk meclis binasından.

Aslında Taşhan, Ankara Oteli, Beyrut Palas gibi Üstadın geldikçe kaldığı otelleri ve tenezzüh için gittiği yerleri de gezip görmek istiyorduk, ama o binayı istilâ eden menhus ruhun ufûneti ruhumuzu öyle bir sıktı ki, kendimizi istasyona zor attık.

Tren istasyonu eski meclis binasından daha şanslı. Çünkü hem büyük ölçüde aslını korumuş, hem de hâlâ yapılış maksadına uygun olarak hizmet vermeye devam ediyor.

Meclis binası gibi, onun da içinden pek çok insan gelip geçti. Hâlâ günün muayyen saatlerinde gelen, giden, karşılayan, uğurlayan her çeşit insanın kaynaştığı bir mahşer. İçlerinde dünyaca meşhur pek çok insan da var elbette. Lâkin Van’a gitmeye hazırlanan Bediüzzaman Said Nursî de yok, onun yanına gelip şehir meydanlarına diktireceği heykeller için fetva almaya çalışan Mustafa Kemal de.

Bediüzzaman, Denizli Mahkemesine sevk edilirken, onu başında sarıkla yakalayıp cürm-ü meşhut yaparak zorla başına şapka giydirmeye çalıştığı hâlde küçük bir pire yüzünden menfur emelini gerçekleştiremeyen Ankara valisi de yok.

Şimdi hepsi hayat istasyonunun kabir tarafında. Burada sadece o ‘Ankara’nın en kara hâleti içinde’ yaşanan o elim hadiselerin hafızalarda kalan sisli hatıraları var.

Biz de bu vesile ile o hadiseleri, yaşandıkları yerlerde şöyle bir hatırladık ve Bediüzzaman’ın yaptığı gibi ilk gelen kara trene atlayıp Ankara’dan ayrıldık.

24.12.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Hacca yönelmek



(Geçen haftadan devam…)

Sabah’ın erken saatinde uyanan eşi, telâşla kendisini uyandırmaya çalışıyordu. “Beyim sana müjde. Hacda seni bekliyorlar.” Beyi pek bir şey anlamamıştı. “Hayrola hanım?” demekle yetindi.

Eşi, başladı rüyasını anlatmaya: “Baktım ki, hacdan dönmüşsün ve bize hediyeler getirmişsin” dedi ve rüyasından aldığı mesajı aktarmaya çalıştı: “Şimdi anlıyorum ki, sen hacca gitmelisin. Biz sonra seninle yine gideriz. Allah şimdiden kabul etsin. Bu süre içinde babam gelir, bizde kalır.”

***

Çok rahatlamıştı Mesut Bey. Bütün yollar aynı kapıya çıkıyordu. Arkadaşının bir gün önce kendisinden habersiz kaydını yapıp, gece geç vakitte haber vermesinden de eşinin haberi yoktu. Söylemeye fırsatı olmamıştı. Müjdeler pekişmişti. Ufak bir engeli kalmıştı. Onu da halledecekti inşallah. İşyerinde, bu süre içerisindeki ödemelerini planlaması gerekiyordu. Başka da haccı düşünmek ve zihnen hazırlanmak dışında bir problemi kalmamıştı.

Keyifli bir sabah kahvaltısı yaptı eşiyle. Eşinin ona hacı gibi davranması ve rüyasının etkisinde olan yaklaşımı, kendisini fazlasıyla mutlu etmişti.

Bir an önce işe gidip, bulunmayacağı dönem için tedbirlerini alacaktı.

***

Hisli bir dünyanın doyumsuz hazlarına aşina olmaya hazırlanıyordu artık Mesut Bey. Yılların özlem kesitleri bir karede buluşmanın arefesindeydi. Bunun içten içe yükselmeye başlayan bir heyecan olduğunu önceden fark edemediğine üzülse de, şimdi bile bu güzel duygu ve düşüncelerin nimetine kavuştuğunu ve bu yolun etki sınırına girmesinin ayrıcalığını gördükçe, başkalaşımın izlerini sürme niyeti arttı.

İşyerindeki arkadaşlarına bugün farklı yaklaştığını, personelden biri söyleyince, bu başkalaşımını dışarıya vurduğunu anladı. Bundan da mutluluğu arttı. Demek ki, uyarlanmış bir ruh halinin ortama katacağı güzel haller mümkündü. Hac gibi, henüz personele açıklamadığı bir niyetin yansıması bu kadar fark ediliyorsa, yaşanacak haccın etkileşimdeki pozitif katsayısını düşünmeye başladı.

Her düşünce, yeni bir keşfin kapısıydı. Her adım, yeni bir yolun habercisiydi. Her mutluluk, katlanarak artan bir hazine gibi manevî sermayesini arttırıyordu.

***

“Yarın akşam, beraber bir yemek yemeye ne dersiniz arkadaşlar?” dedi birden. Personel memnuniyetle karşıladı. Bir-iki ufak mazeret; “Efendim, yemek olmasa da, işlerimizi yarın konuşabilir miyiz?” biçiminde gelince, Mesut bey; “Ailelerimizle birlikte, sadece yemek yiyeceğiz. İş konuşması yapmayacağız. Mutlu bir beraberlik yaşayalım diyorum” şeklinde mukabelede bulundu.

Bunun üzerine, gözler parıltılı ve sessiz bir baş işareti ile “Peki efendim” dercesine anlaştı.

***

Akşam eve geldiğinde, oğlu Murat’ın karşılama biçimi görülmeye değerdi. “Baba ben de geleceğim” cümlesi ile karşılamıştı babasını. Baba, bir şey anlamadan, “Peki oğlum” demeyi tercih etti. Odaya geçtikten sonra “Nereye oğlum?” diye sorunca, Murat bütün muzipliğiyle, “Sanki bilmiyorum? Hacca gidiyormuşsun. Annem söyledi” dedi.

Baba ve oğlunun hac muhabbetini gören anne, çok mutlu bir şekilde katıldı konuşmalara: “Oğlum, benle sen bir dahaki sefere babanla gideriz” dedi. Annesinin tavsiyesine itiraz eden Murat, “Hayır ben şimdi gideceğim babamla. Çocuklar hacca gitmez mi?” diyerek ısrarını sürdürdü.

Baba, “Yemeğe geçelim mi?” diyerek hazır sofraya yöneldi ve hac sohbeti sofrada devam etti.

Murat, “Baba hacca niçin gidilir? Senin yerine Osman Abiyi gönder” deyince anne-baba gülüşmeye başladılar.

Mesut Bey, “Bu şirketin işi değil oğlum. Benim yükümlülüğüm” demekle yetindi. Murat isteğine devam etti; “Baba, madem şirketin işi değil o zaman beraber gidelim.”

Annesi ile birden yüz yüze geldi babası. Akşamki benzer sohbet aklına geldi. Taahhütte bulundu oğluna: “Bir dahaki sefere inşallah oğlum.”

Mesut Bey, ismiyle müsemmâ, daha şimdiden hayalen, zihnen ve niyeten hacca yönelmişti, haccı yaşıyordu.

24.12.2006

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Yaşayan değerimiz: Mehmet Âkif



Bundan birkaç yıl önceydi sanırım. Yer, Taceddin Dergâhı; İstiklâl Marşı’nın yazıldığı yer. Mehmet Âkif’i anma dolayısıyla toplanmış minik ve büyük yürekler hep birlikte Ankara’nın yüksek yerlerinden birinin en mütevazı yerinde bulunan bu mânâ yüklü yapıda Âkif’i dillendiriyor mısralarda. Minik yüreklerin dilinden bir çağlayan olup akan “İstiklâl Marşı” ve mümtaz şâirlerimizin dilinde şahlanan “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiir, bir yankı olup gökkubbede çınlıyordu sanki. Hemen herkes bir araya gelerek, yeni Âkiflerin doğuşunu müjdeleyecek fecri bekleyen gözcü rolündeydi sanki.

İmanla yoğrulmuş ahlâkın duygu ve düşünce imbiğinden süzülmüş parıltılarıydı ortada rakseden. Ve bu raks, “Şi’r için gözyaşı derler; onu bilmem, yalnız / Aczimin giryesidir bence bütün âsârım / Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem / Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım / Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa / Oku, zira onu yazdım, iki söz yazdımsa” deyişlerinin hisli yürek çarpıntıları eşliğinde, uhrevî bir âhengi yaşatıyordu sanki: Saf, temiz, parlak ve bir o kadar da ışıltılı…

Bu tablo çoğumuz için çok da şâirane gelebilir. Yahut hele, “Mehmet Âkif’in şiirleri sadeleşmeli mi, sadeleşmemeli mi?” gibi soruların yer yer ortaya çıktığı bu hengâmda, sözünü ettiğim ortam pek de gerçekçi gelmeyebilir. Ama son günlerde şâhit olduğum olaylar, söylediğimin Mehmet Âkif için az bile olduğunu, en azından toplumun büyük çoğunluğunun da bu görüşte olduğunu bana gösterdi.

Evet, yetmişinci vefat yıldönümü dolayısıyla yapılan faaliyet bu açıdan sevindirici. Açıkoturumlar, belgesel-film gösterileri ve şiir dinletisi gibi faaliyetlerden bahsediyorum. Özellikle okullar arasında düzenlenen şiir dinletisi yarışmasının birinde karşılaştığım manzara, beni tarifi imkânsız duygular içinde bıraktı. Ezberlenemez, anlaşılması zor olduğundan okunamaz, diye tereddüt içinde kaldığımız nice şiirler, körpe dimağlardan pınar olup aktı. Meselâ “Necid Çöllerinde” şiiri, peygamber sevgisinin şâirâne duyuşunu tattırdı bize âdeta. “Çanakkale Şehitlerine” şiiri, nasıl bir emanet aldığımızın en açık göstergesiydi. Yüreğimizi alıp hudut boylarına kadar götürdü. “Seyfi Baba” manzum hikâyesi, açlık ve sefalet içindeki hayatın mısralardaki gözyaşlarıydı sanki. “Küfe”, vefat eden bir babanın ardından hayatın ağır yükü altında ezilmişliğin verdiği ruh ıztırabını yaşattı. Bu kadar şiirin arasında, “Âtiyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak” diye başlayan şiir ise, hayatın çalkantıları içinde güzel nağmeler peşinde koşan gönül telimizi bambaşka bir yönden titretmeye yetti. Hele, “Davransana… Eller de senin, baş da senindir” sözlerinden sonra utana sıkıla başımı eğip de tembellikten kambura dönmüş sırtımı koltuğa yaslama ihtiyacı hissetmişken, “His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?” sözleri bir balyoz gibi bütün duygu ve düşünce dünyamı târümâr etmeye yetmişti. Bu sözler, geri kalmışlığın ve yerinde saymanın yanında, şuursuzca sürülen hayatın orta yerine şaklayan bir şamardı sanki.

Şimdi bundan birkaç yıl önce ile son günlerde yaşadıklarımı karşılaştırdığımda, her ne kadar olumsuzluklar bir ur gibi etrafımızı sarmış da olsa, Âkif’le parlayan olumlu gelişmelerin hiç kesintiye uğramadan ilerlemesi beni sevindiriyor. Dün olduğu gibi, bugün de daha fazla değerlendirilme imkânı buluyor Âkif. Âsım’ın nesli tadında boy gösteren fidanlar âdeta, “Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince / Günler şu heyulayı da er geç silecektir / Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma / Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?” diyen Âkif’in sesine ses veriyor sanki.

Kim ne derse desin, Namık Kemal’in dediği gibi: Yere düşmekle, cevher kadir ve kıymetten düşmez…

24.12.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Altın formül



Takva ve amel-i salih için “Kur’ân’ın nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan” prensipler nitelemesini yapan Bediüzzaman, “günahlardan kaçınma” anlamındaki takvanın bu zamanda öne çıktığını vurgularken şu altın formülün altını çiziyor:

“Farzları yapan, kebîreleri (büyük günahları) işlemeyen kurtulur.” (Kastamonu L., s. 110)

Burada dikkat çekilen önemli hususlardan biri, farzların vazgeçilmezliği. Namaz, oruç, tesettür, şartlarını haiz olanlar için zekât ve hac gibi. İçi boşaltılmış bir dindarlığın yükselişinden dem vuranlarca öngörülen namazsız veya tesettürden uzak bir “Müslümanlık” modelini tervic ve teşvik çabaları karşısında özellikle önem kazanan bir vurgu bu.

Farzlar mutlaka yapılacak.

Üstadın farzlardaki ısrarının diğer bir muhatabı da dinin âdâb boyutundaki son derece ince detayları yerine getirme hassasiyetiyle “şahsî kemâlat” peşinde koşarken çok önemli ve temel esasları gözden kaçırabilen tavır.

Öncelikle farzlar olabildiğince eksiksiz yerine getirilecek; ondan sonra şartların ve imkânların elverdiği ölçüde sair füruatı tamamlamak için gayret edilecek.

Kaçınmamız istenen büyük günahlara gelince; Bediüzzaman Hazretleri bunları şöyle sıralıyor:

“Katil, cinayet, adam öldürmek; zina; şarap; anne-baba hukukunu çiğnemek ve sıla-i rahmi (akrabalarla ilişkiyi) kesmek; kumar; yalancı şahitlik ve dine zarar verecek bid’alara taraftar olmak.” (Barla Lâhikası, s. 178)

Said Nursî, sıraladığı bu büyük günahların “ekberü’l-kebâir ve mûbıkat-ı seb’a,” yani “insanı felâkete götüren en büyük yedi günah” olarak tabir edildiğine de dikkatlerimizi çekiyor.

Günümüzde pompalanan hayat tarzına baktığımızda, bu listeye giren ağır günahların da teşvik ve tervic edildiğini görüyoruz.

Zinanın hukuken suç olmaktan çıkarılmasına paralel olarak, evlilik dışı ilişkileri yaygınlaştırmaya yönelik telkinlerin tamgaz devam etmesi veya şarap propagandasının fütursuzca sürdürülmesi, bunun örneklerinden sadece ikisi.

İşin garibi, gayrimeşru ilişkiler de, şarap ve alkol de “çağdaşlığın ve laik hayat tarzının gereği” olarak savunulurken, bunların, kişinin Müslümanlığına zarar vermeyeceği iddiasının dile getirilebilmesi; hattâ “orucunu tutup Cuma’sına da giden, ama kafayı da çeken” bir “Türk tipi Müslüman” modelinin uydurulması.

Peki, aynı zihniyetin alkolizme tedbir arayışlarını veya Diyanet’in bir çeşit kumar olan millî piyango için verdiği “haramdır” fetvasını gericilik olarak suçlamak suretiyle sergilediği saldırgan cür’etkârlığın açıklaması ne?

Bu cür’etkârlığın en önemli sebeplerinden biri, her hal ve şartta hakkı savunmakla görevli olanların pısırıklığı ve acziyeti olmasın!

Bu çok önemli konunun bir başka boyutu da şu: Hiçbirimiz “Bizim böyle büyük günahlarla işimiz yok ve olamaz” rehaveti içinde olmamalıyız. “Dine zarar verecek bid’alara taraftar olma” ve onları savunma durumuna düşmemeye de özellikle dikkat etmeliyiz.

Ve insanları büyük günahlarla ebedî felâkete sürüklenmekten koruyacak iman temelli bir hizmeti en önemli görev saymalıyız.

24.12.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yanlışa ‘doğru’ dememek gerek



“Sultan Süleyman’a kalmayan dünya,” haliyle başka ‘sultan’lara da kalmıyor. Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Niyazov’un anî vefatı dünya gündemini meşgul etti. Niyazov, kendisini “Türkmenbaşı” ilân etmiş ve bu ünvanla anılıyordu.

Vefatının hemen ardından; halkının kendisini çok sevdiği ve vefatına üzüldüğü yazıldı, çizildi. Bu tesbitlerin doğruluk derecesini bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz bir şey var: Yapılan bazı icraatlar çok ve de çok yanlıştı.

Tabiî ki “Türkmenistan” ve “Türkmenbaşı” uzmanı değiliz. Ancak, zaman zaman haberlere konu olan ve vefatından sonra da özetlenen bazı icraatlarının yanlışlığını görmek için ‘uzman’ olmaya da gerek yok. Yanlış olan, söylemesi gereken ‘gerek dost’larının bu durumu Türkmenbaşı’na sağlığında söylememiş olmasıdır. (Yoksa, gerçekleri tüm açıklığıyla söyleyen ‘dost’ları oldu da, ‘onuncu köy’e mi sürüldü, bilemiyoruz.)

5 milyon nüfuslu Türkmenistan’ı 1991’den bu yana yöneten ve 66 yaşında ölen Türkmenbaşı neler yapmış, kısaca bakalım: *Altın heykelini diktirdi. *Kendi ve akrabalarının adlarını ay ve günlere verdi. *Aylara ve meteora kendi adını verdi. *”Ruhname” adını verdiği bir ahlâk kitabı yazdı. Bunu anayasa ilân etti. 3 kez okuyanların doğrudan cennete gideceğini iddia etti. *2001’de kendisini doğum gününde peygamber ilan etmek istedi. Tepkiler üzerine vazgeçti. *11 kilometre uzunluğunda “nehir”, 40 metre yüksekliğinde piramit ve Türkmen masalları oyun parkı yaptırdı. *Kendi adını limanlar, çiftlikler, askerî birlikler ve hatta bir meteora verdi. *Ocak ayı Türkmenbaşı’nın, Nisan annesinin, Eylül ise Ruhname’nin adını aldı. Günleri Başgün, Yaşgün, Boşgün, Ruhgün, Dinçgün diye değiştirdi. *Anne ve babasını millî kahraman ilân etti. Türkmence’de çörek denilen ekmeğe annesinin ismini verdi. *Bir Türkmenle evlenmek isteyen yabancılardan 50 bin dolar alınmasına karar verdi. * “Sıradan Türkmenler kitap okumaz” diyerek Aşkaabat dışındaki kütüphaneleri kapattı. *Arabalarda radyo dinlemeyi, erkeklerin sakal bırakmasını ve saç uzatmasını, altın diş taktırmayı, şarkıcıların “playback” yapması yani banttan şarkı söylemelerini yasakladı. (Sabah, 22 Aralık 2006)

Sıralanan ‘liste’de abartma ya da ‘yanlış bilgi’ler olabilir. Ancak bunların yarısı bile doğru olsa, ortaya çıkan portrenin, yakın çevresi tarafından ‘ciddî ikâz edilmediği’ hükmüne varılmaz mı? Bütün bunlar yapılırken, yakın çevresi de ‘dostları’ “İsabet ettiniz efendim!” mi dedi?

Türkmenistan’daki ‘dost’ları gerek mevki/makam korkusu, gerekse başka sebeplerle bu ikazları yapamadıysa, dünyanın jandarmalığını da yapan büyük devletler ve devlet adamları niye sustu? “Menfaatlerimize zarar gelir” düşüncesiyle, yanlışlar karşısında susmak doğru mudur?

Muhtemeldir ki Türkmenbaşı’nın yaptığı ‘doğru’ icraatlar da olmuştur. Tarih elbet gerçek hükmünü verir. Ancak, Türkmenbaşı ya da benzerlerinin gerçek dostlarının olmadığını söylemek de mümkün.

1985’te dönemin Sovyetler lideri Mihail Gorbaçov tarafından Türkmenistan’daki ‘Komünist Parti’nin başına getirilen Niyazov, Sovyetler’in dağılması sonrası ülkenin ‘tek lideri’ olarak ortaya çıktı. Haberlere bakılırsa, Türkmenbaşı’nın yerine oğlu, ya da koruma müdürü gelebilirmiş. (Milliyet, 22 Aralık 2006)

Umalım ki gelişmeler Türkmenistan’ın menfaatine olsun.

24.12.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Niyazov'un kararları ve ölümü



Haberlerde diyor ki,

"Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurad Niyazov beklenmedik bir şekilde öldü"

Hayrola ölüm gelmeden önce "haber" mi veriyordu?

Hem, Niyazov'a ayrıcalık mı yapacaktı?

...

"Tak tak!"

"Kim o?"

"Sayın Niyazov haber vermedim, biliyorum ama, beklenmedik şekilde canınızı almaya geldim."

"Ya oldu mu şimdi? Halbuki daha çok ilginç kararlar alacaktım."

"Meselâ?"

"Aniden gelen ölümleri yasaklayacaktım!"

"Aldığınız başka kararlara bakabilir miyim?"

"Hay, hay!"

"Meselâ:

-2004 yılı Nisan ayında Türkmen gençlere seslenerek onlardan altın diş kullanmamalarını bunun yerine dişlerini korumalarını isterdim.

-2005 yılı Şubat ayında Aşkaabat dışındaki hastahaneleri kapatarak hasta olan Türkmenlerin başkente gelebileceklerini söyledim.

-2005 yılı Şubat ayında ayrıca “sıradan Türkmenler kitap okumaz" diyerek Aşkaabat dışındaki kütüphaneleri kapattım.

-2005 yılı Kasım ayında, doktorların Hipokrat Yemini’ni bırakarak kendime yemin etmelerini istedim.

-2005 yılı Aralık ayında Türkmen gençler için çok fazla şiddet içerdiği gerekçesiyle bilgisayar oyunlarını yasakladım.

-Her yıl Ağustos ayının ikinci Pazar’ını Türkmen Karpuzu günü ilan ettim.

-Genç Türkmenlerin sakal bırakmasını yasakladım.

-Arabalarda radyo dinlemeyi yasakladım.

-Benim yazdığım kitabı okuyan her Türkmenistan'lı Allah'a daha çok yakınlaşacak!

"Ya gerçekten ilginç kararlarmış. Ama şimdi bunların hiçbir hükmü yok. Hadi bakalım gidiyoruz."

Ölüm böyle her zaman beklenmedik şekilde gelebilir, haberiniz olsun.

Geçen hafta Şili Diktatörü Pinochet gitti. Bu hafta Türkmenistan'ın dediğim dedik lideri Niyazov gitti. Aldığı ilginç kararlarıyla birlikte.

"3 T"

Testis haberinden dolayı, Hürriyet "test"ten geçemedi.

Sınıfta kaldı.

Hatta "tersköşe" oldu.

Karizma ise yerle bir…

İlk kez yalan bir haber yüzünden bu kadar afişe oldu.

Halbuki o kadar çok yalanları vardı ki, doğruya yakın.

İşte böyle, geçen hafta en çok üç "T" konuşuldu.

-Tesettür

-Testis

-Ters-köşe!

KÜBA VE DEMOKRASİ

Küba'da parlamento Castro'suz toplanmış.

İşte fırsat:

Hemen demokrasiye geçin!

BELGELİ HABER

Uğur Dündar mor ötesi renge büründüğü haberini yine de savunuyor.

Diyor ki:

"Her şey belgeli."

Merak etmesin. Rüşveti'nde bir belgesi var.

KİMLİK ve GÖBEK

Zenginin kimliği "gözbebeğinden belirlenecek"miş.

Ne lüzum var:

Göbeğine bakın yeter!

24.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Yasaktan haberdar olmak



Türkiye’de uygulanan kanunsuz başörtüsü yasağı değişik yöntemlerle de olsa tekrar gündemimize giriyor.

Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmaları bile başörtüsü üzerinden yapılıyor. Bir taraftan “büyük” gazete iddiasındaki gazeteler hiç yoktan başörtüsü tartışmasını gündeme getiriyorlar. Verdikleri haberlerin gerçek olmadığı, yalan olduğu ortaya çıktıktan sonra bile yüzleri kızarmayanlar “ultrason çekmediğini iddia edilen doktor ya da teknisyenlerin başörtülü olmadıklarını” dahi yazma cesaretini gösteremiyorlar. Hata ettiklerini dolambaçlı yollardan kabul ediyorlar, ama bir özür bile dileyemiyorlar…

Seçim yaklaştıkça bazıları yine meydanlarda bu konuda söz vereceklerdir. Muhalefette “başörtüsü meselesini çözmek namus borcumuzdur” deyip iktidarda çözmeyenler, başörtüsü sorununu “çözerek” çözenler, “erkek” sözü verenler yine, “Bize oy verin, sorunu çözelim” diyeceklerdir. Demeye de başladılar bile...

Bunlar işin başka bir boyutu…

***

Bugün başörtüsü konusunda yapılan bir anket çalışmasından söz etmek istiyorum.

“Başörtüsü Yasağının Yol Açtığı Sorunların Boyutlarını Araştırma Projesi” kapsamında Hazar Derneği başörtüsü yasağından olumsuz etkilenen bayanlar üzerinde, “Türkiye’nin örtülü gerçeği” isimli bir anket çalışması yapıyor. Projeyi AKDER de destekliyor.

İzmir, Adana, Konya, Samsun, Diyarbakır, Bursa, Ankara, İstanbul, Malatya, Kayseri illerinde başörtüsü yasağı sebebiyle mağduriyete uğramış başörtülülerin sorunlarını ortaya koyacak olan bu çalışmada anketini ANAR yapacak.

Projenin özeti şöyle anlatılıyor: “Başörtüsü yasağının ortaya çıkardığı sorunların çözümüne katkıda bulunmak amacıyla başlatılan bu projenin iki ana ayağı vardır. Birincisi problemin tespitine ve boyutlarını ortaya koymaya yönelik istatistiki araştırmalar ve bu araştırmaların bulgularını destekleyecek çalışmaları yapmak; ikincisi ise araştırmadan çıkan sonuçları kullanarak kamuoyu çalışmaları yapmak ve sorunun çözümünü destekleyici yönde kamuoyu oluşturmak…”

Bu proje, başörtüsü yasağının ortadan kaldırılmasını ve yasak sebebiyle ortaya çıkan sorunların çözümüne katkıda bulunmayı amaçlıyor. Projenin hedefi “ırk, dil, din, cinsiyet ya da başörtülü-başörtüsüz ayrımlarının meydana getirdiği adaletsizliğin yaşanmadığı, eşit hak ve fırsatlara sahip bireylerden oluşan bir toplumun tesis edilmesine katkıda bulunmaktır” olarak belirlenmiş.

Bildiğiniz gibi, gazetemizin de geçmişte bu yönde bir çalışması olmuş, ortaya çıkan sonuçlar, mağdurların kendi dilinden gönderdikleri mektuplardan gazetemizde yayınlanmıştı. Yazı İşleri Müdürümüz Faruk Çakır bütün bunları toplayıp, “Bu zulmü tarihe mal etmek için…” (kitabın arka yüzünden) “Başörtüsü mağdurları” isimli kitap hazırlamıştı. Bu kitapta başörtülülerin 28 Şubat’ta yaşadıkları mağduriyetler gün yüzüne çıkarılmıştı.

***

Bu çalışmanın neticesinde ortaya çıkacak neticeler, binlerce mağdurun yaşandığı sıkıntılar belki bazılarının yüreklerini sızlatır. Çünkü, bugüne kadar yasağın boyutlarının çok azı tesbit edilebildi. Mağdur olanların büyük bir kısmı yaşadıklarını içine attı, bir köşesine çekildi. İçlerinde iş, aş v.s. “kaygısı” olanlar da mağduriyetlerini anlatmak istemedi… Ve yasak bugüne kadar derinleşerek devam etti.

Ancak bunların gün yüzüne çıkması lâzım ki, bu sorunun ne kadar derin olduğu tesbit edilebilsin ve bir çözüm bulunabilsin. Mağdur olan herkesin bu konuda duyarlı olması ve başkalarının da mağduriyetlerinin önlenmesi için üzerine düşeni yapması gerekir.

Yasakçılar da, bu yasağın nasıl toplumsal, ekonomik ve psikolojik yıkıma yol açtığını, istatistiki verilerle görürler de belki insafa gelirler(!) diye ümit etmek istiyoruz… Yasak sebebiyle ortaya çıkan bu problemleri görmezden gelenler de böylece “sorunun varlığından (!)” haberdar olurlar.

Umarız, böylece başörtüsü yasağından kaynaklanan olumsuz ve elverişsiz sonuçların giderilmesi yönünde katkı sağlanmış olur.

Bu çalışma neticesinin kanunsuz başörtüsü yasağının kalkmasına vesile olmasını temenni ediyoruz.

***

Son olarak şu notu da aktarmak istiyorum. Bazı sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu “Düşünceye Özgürlük Platformları”nın Kocaeli, Ankara ve Van’daki “başörtüsüne özgürlük” eylemleri de devam ediyor. Kocaeli’nde eylemlerin 88’cisi, Ankara’da 46’ncısı yapılmış durumda.

Birileri buna rağmen hâlâ yasağı görmemezlikten geliyorsa, insaf demek lâzım.

Başörtüsü yasağının bir an önce kalkması gerekiyor, çünkü kanunsuz, çünkü vicdanî değil…

24.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hakkın hatırı için



Dünyanın üç yüzü bulunduğunu, birinin nefse hitap eden fanî, diğerlerinin Cenâb-ı Hakkın esmâsının aynası ve ahiretin tarlası olduklarını; dünyayı birinci yönüyle sevmenin felâket getireceğini, diğer yönleriyle sevmenin ise büyük kazançlara vesile olacağını biliyoruz.

“Hakkın hatırı âlidir. Hiçbir hatıra fedâ edilmez” hakikatini hayatlarının gayesi hâline getiren İslâm büyükleri Allah rızasını kazandıran dünyanın bu iki yönü dışında her şeye bir tekme atmış; günahlarla dolu, fani dünyaya dönüp bakmamışlardı bile. Onlar için Allah rızasına götürmeyen, onun namına olmayan dünya şaşaa, şatafat ve tantanasının hiçbir kıymeti yoktu. Varsa yoksa Allah katında mertebe ve derece kazanmak, yükselmekti. Kırılacak cam parçası hükmündeki dünya menfaatini asla elmas hükmündeki ebedî hakikatlerle değiştirmezlerdi.

Büyük Allah dostu Malik bin Dinar yeri gelince Basra valisini cesaretle ve şiddetle uyarır, onlar da tek bir cümleyle olsun karşılık veremezlerdi. Birgün vali ona, “Sizin bu cesaretinizin, bizim de size karşı bir kelime olsun karşılık veremeyişimizin sebebi nedir biliyor musun?” diye sorunca, Malik bin Dinar, “Bilmiyorum” diye cevap vermiş, vali de sebebini şöyle açıklamıştı: “Çünkü sen dünya menfaatine hiçbir değer vermiyor ve bizden hiçbir şey istemiyorsun.”

Birgün Ömer bin Abdülaziz’e bir hizmetçisi elma getirmiş, ısrarla hediye olduğunu belirtmesine rağmen yememiş, “Resûlullah hediye kabul ediyordu” dediğinde de şu cevabı vermişti: “Doğru. Ona verilenler şüphesiz hediyedir. Bize verilenlerde ise rüşvet ihtimali var.”

Çünkü Halife-i Zişan, Allah Resûlünün (asm) görevlendirdiği bir zekât memuru, getirdiği malları ikiye ayırıp, “Şunlar şunlar zekât malı. Şunlar da bana verilen hediyeler” dediğinde, “Babanın evinde otursaydın yine sana getirirler miydi bu hediyeleri?” diye yaptığı şiddetli ikazı çok iyi biliyordu.

Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman da nicelerinin elde edebilmek için yüz takla attığı fânî dünya malını elinin tersiyle itmiş, Said Halim Paşa, İstanbul Boğazındaki harika yalısını İslâma hizmet maksadıyla kendisine vermek istediğinde, “Beni dünyaya çağırma. / Ona geldim fenâ buldum” diye başlayan On Yedinci Söz’deki nesirimsi şiirini yazmıştı.

O büyük insan tevekkül, kanaat ve iktisadı öyle bir servet olarak görürdü ki, onu hiçbir şey ile değiştirmezdi. Mektûbât’ta “İnsanlardan ahz-ı mal edip, o tükenmez hazine ve defineyi kapatmak istemem. Rezzak-ı Zülcelâle yüz binler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinaden, bakiye-i ömrümü de o kaide ile geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum” demişti.

İşte bu istiğna onu kimseye boyun büktürtmemiş, hak ve hakikatin âli olduğu ve hiçbir hatıra fedâ edilmeyeceğinin canlı örneklerinden birini göstermesine sebep olmuştu.

24.12.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif sorular



Denizli’den okuyucumuz: “Bir danayı yedi kişi kestiği zaman nasıl pay edecekler? Biri az, biri fazla alabilir mi? 2- ‘Kasaplar ücretsiz kurban kesiyoruz ancak derisi bizimdir’ demektedirler. Halk da buna umumen uymaktadır, bu husustaki dinimizin görüşü nedir?”

1-Ortaklık eşit hissedarlardan oluşur. Eğer ortağın birisi fazla hisse almak istiyorsa, iki hisseye, üç hisseye, yani birden fazla hisseye girebilir. Meselâ üç hisse kendisi alır (üç hisse parasını öder); kalan dört hisseyi de birer hisse olarak dört kişi alır. Bu durumda sığır, eşit olarak yediye bölünmüş olur ki, caiz olan şekil budur.

Eğer birden fazla kişi bir danaya ortak olarak katılacaklarsa, ortaklar hayvana eşit haklarla katılırlar ve ortakların sayısı yediyi geçmez.

2-Kurbanın her bir parçası “birr”dir, hayırdır, feyiz kaynağıdır; hiçbir parçasını satamayız. Derisini kasap ücreti olarak bıraktığımızda ise derisini satmış oluyoruz.

Kasaplara kesim ücreti vermekte bir sakınca yoktur. Fakat bu ücret kurbanın içinden olmamalıdır. Kasabın ücreti ayrıca verilmelidir. Eğer derisini ücret olarak bırakırsak, fakir fukaraya veya hayır kurumlarına deri ücreti kadar ayrıca tasadduk etmemiz (bağışta bulunmamız) gerekir.

***

Balıkesir’den okuyucumuz: “Tek olarak namaz kıldığımızda 4 rekatlı bir namazda 2. rekatta tahıyyattan sonra namaz bitti zannıyla selâm verdim 1. veya 2. selâm anında hiç kımıldamadan namazın bitmediğini anladım. Eğer hemen kalkıp kaldığım yerden devam edip selâmdan sora sehiv secdesi yapsam yeterli olur mu? Yoksa namazı iade mi edeceğim?”

Dört rek’atli bir namazda yanlışlıkla, sehven veya unutarak ikinci rek’atte (yalnız sağa veya hem sağa hem sola) selâm veren kişi, namazı bozacak bir konuşma veya davranışta bulunmadan hemen kalkar ve namazına devam ederse, namazı bozulmaz. Bu davranış (verilen selâmlar) birer sehivdir; namazdan çıkma değildir. Bu sehviyle yalnız vacibi geciktirmiş olur. Bu durumda, namazın sonunda sehiv secdesi yapar ve namazını böylece tamamlar.

Fakat ikinci rek’atte kasten selâm verirse, ya da yatsı namazının farzını kıldığı halde iki rek’atli bir namaz kıldığını zannederek selâm verirse, namazdan çıkmış olur. Bu defa kıldığı namazı iade eder.

Dua

Allah’ım! Bizi hayırlı işlerde muvaffak kıl! Şerli işlerden koru! İyiliklerde başarılı kıl! Kötülüklerden koru! Salih amellerde muvaffak kıl! Salih olmayan amellerden koru! Rızâna erdirecek işlerde hidâyet ver! Gazabını çeken işlerden koru! Bize emrettiğin gibi dosdoğru olmayı nasip kıl! Yalandan, dolandan, hîleden, sahte işlerden ve nifaktan koru! Cennetine ulaştıran yolda bize yardımcı ol! Cehenneme varan yoldan bizi koru!

Âmîn… Âmîn… Âmîn…

24.12.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Kusur ve günahlarımızı küçük görmeyelim



Doğru olan İslâmı öğrenme ve yaşamadaki bazı yanlışlarımız ve tezatlarımız tedavi edilmediği vakit, zamanla daha başka ve ciddî yanlışlara ve vartalara kapı aralanıyor. Dinî yaşantımızda bilerek veya bilmeyerek yaptığımız bazı hataların ve işlediğimiz bazı kusur ve gühahların, eğer tez elden vazgeçilip tashihi cihetine gidilmezse, meleke haline gelen bu gibi yanlış alışkanlıklar, insanda artık ülfet halini alıp, terk edilmesi iyice zorlaşıyor.

Hiç de hoş olmayan ve maalesef bazı ehl-i dinde vukû bulan bu tuhaf ve tehlikeli hal—yani günahlarda ısrar hali,—zamanla küçük görülmeye ve hatta onu savunmaya kadar gider ki, işte manevî hayatımızı tehlikeye sokan da bu hal olsa gerek. Doğru olanı araştırıp bulup ve doğru bir biçimde hayata geçirmedeki bazı ihmallerimiz ve yanlış anlayışlarımız; zamanla bu yanlışları, aykırılıkları doğru ve isabetli bir duruş imiş gibi algılama tuhaflığı herhalde geleceğimiz için iyi neticeler vermeyecektir.

Geçmişten bu güne konumuzla ilgili tesbit ve müşahadelerim sonucu; bu garip, tuhaf durum ve tutumların hepimiz için hiç de iç açıcı bir durum arz etmediğini ifade etmek zorundayım.

Namaz kılmayan birisinin, “Namaz kılanlar benden çok mu iyi?” demesi, faiz ile iştigal eden bir ehl-i dinin “Bu zamanda buna mecburum” demesi, ömür dakikalarını kumar masasında geçirenin “Canım bizim ki kumar değil, zaman geçirmek” demesi, hiçbir direnç göstermeden başını açarak okuluna veya mesaisine giden bir bayanın da “Canım ne yapalım bundan başka çaremiz mi var? Başımı açmak zorundayım” demesi...

Sizce bu ve benzeri ifade ve duruşların arka planındaki saik ve niyet ne olabilir? Açıktan olmasa da, istemeyerek, gizli ve üstü örtülü günah ve kusurları hafife almak değil midir? İşlenen hata ve kusurlara mazeret arama, kılıf uydurma bahaneleri değil midir?

Nice ehl-i dinin, dinî yaşantılarındaki kusur ve hatalarını bu şekilde görmezlikten geldiklerine, kamufle etmeye çalıştıklarına ve hatta uygun bir ikaz veya küçük bir uyarı karşısında da hemencecik savunmaya geçtiklerine defalarca şahit olmuşumdur şahsen.

Bu hâlet-i ruhiye içinde bulunan bazı ehl-i dinin bu nevî yanlışlara sapmalarının en belirgin sebebi, inanç ve itikatlarının doğru ve olması gereken kaidelerini yaşantılarına yansıtmadaki ihmalleri olsa gerek. Yani inandıkları şekilde bir hayat tarzını yaşayamadıkları için, yanlış hal ve yaşantıları benimseyerek, savunma garabetine giriyorlar. Diğer bir ifade ile inandıkları gibi yaşamayanlar; yaşadıkları gibi inanmaya başlıyor. İşte işin garip ve tehlikeli yönü de bu olsa gerek.

Beşer olmamız hasebiyle bazı hata ve kusurlarımız olabilir. Bilerek veya bilmeyerek bazı haramlara ve günahlara da girmiş olabiliriz. Her zaman için inançlarımıza uygun ve mütenasip bir hâl ve tavır içinde bulunmamış olabiliriz de. Önemli olan her zaman için, istemeyerek de olsa dûçâr bulunduğumuz bu hata ve kusurlarımızdan bir an önce vazgeçebilmenin çabası ve gayreti içinde bulunmak olmalıdır. Bu gayret ve çabada muvaffak olmanın yolu da kusur ve hatalarımızı görebilme basiretini gösterebilmekten geçiyor. Kusur ve hatalarımızı görmemek, onları ciddiye almamak daha büyük bir kusur ve eksiklik olsa gerek. Çünkü kusurunu gören, tövbe eder, istiğfarda bulunur, istiâze eder. Samimi bir şekilde bu halde bulunan bir kul, Allah’ın affına ve mağfiretine mazhar olur inşaallah.

İsteyerek veya istemeyerek işlediğimiz kusur ve günahlar bir de basit hata ve kusurların ötesinde uhrevî hayatımızı riske sokacak cinsten, dinimizin kesin olarak yasakladığı hal ve fiillerden ise, o zamam ehl-i din olarak çok daha dikkatli ve duyarlı olmak durumundayız. Sözgelimi namazı terk etmek, tesettüre riâyet etmemek, kumar, içki gibi hemen herkesin bildiği bu ve benzeri fiillerde bulunmak, kebîreden sayıldığı gibi, istemeyerek de olsa bu gibi durumlarla başbaşa kalan insanın bu nevî fiilleri küçük görerek hafife alması, uhrevî hayatı yönünden büyük tehlike arz eder. Bu gibi durumlarda yapacağımız ilk iş istiğfar ve istiâzede bulunarak, Allah’tan affımızı dilemektir.

24.12.2006

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Ne olmuş bu kadınlara?



İlmi bir gerçekti, erkeklerin kadın konusundaki zayıflıkları. ABD’de son yapılan araştırmalar, kadınların cinselliği haftada bir iki kez, erkeklerinse yaklaşık her 58 saniyede bir düşündüğünü gösteriyordu. Her iki toplum birbirinden farklı olsa da erkeğin ve kadının yapısı neticede değişmiyordu. (Tesettür âyetlerini bir de bu açıdan düşünmekte fayda vardı!)

Erkeğin cinsellik noktasındaki zayıflığının farkında olan kadınların, bunu adeta bir silâh gibi kendi menfaatleri için kullanmaları garipti! Adeta kadınlar bu noktada erkekleşiyor, erkekler de kadınlaşıyordu…

Kadınlara neler oluyordu?..

Bizim Aile dergisinin Aralık sayısını bir inceleyin bakalım. Sizler ne düşüneceksiniz?..

Not: Derginin kapağını görüp ince bir noktayı hatırlatan pek çok okuyucumuz oldu. Sizlerle paylaşmak isterim. Ahi Evran’a ait olan sözün orjinali “Eline, diline, beline hakim ol!” şeklindeydi. Zira, “EDB” dizilişi, aynı zamanda şimdilerde müziği, sineması, gazete haberleriyle toplum hayatından kaldırılmaya çalışılan “edeb” kavramına işaret ediyordu.

Hatasız kul olmaz…

Hatasız, kusursuz olmak Allah’a mahsus. İnsan bir iş yaparken farkına varmadan yanlış bir adım atabilir, bunu fark edip anladığında onun bunun üstüne yamamaya çalışmadan hatasına sahip çıkar ve problemi çözüme ulaştırır. Belki de bir krizi fırsata dönüştürme imkânıdır bu.

Hatalarına sahip çıkma cesaretini gösterebilenler, zamanla daha az hata yapmayı öğrenirler. Hatta, zamanla başkalarının hatalarını düzeltecek düzeye gelebilirler…

Hiç hata yapmayanlar, hiç iş yapmayanlardır. Riski göze alma cesaretini gösteremezler.

İşte bir anne babanın çocuklarına verebileceği en önemli hayat derslerinden bir tanesi, hatasına sahip çıkıp düzeltebilmeyi öğretmektir.

Bu dersi ne derece öğretebiliyoruz, kendimizi sorgulamamız gerek.

Sözgelimi, “Beceremiyor” diye evlâdına basit ev işlerini bile yaptırmayan anne, şefkatini suistimal ettiğinin ve aslında ona en büyük kötülüğü yaptığının farkında mıdır?

Yavru kuşlar bile düşe kalka acemi kanat çırpışlarıyla ebeveynlerinin kılavuzluğunda uçmayı öğrenirken, anne babaların evlâtlarına hata yaptırıp sıkıntı çektirmemek adına hayat denizinde yüzmeyi öğretemeyişi ne acı!

Hayvanlar âlemini ibret nazarıyla tefekkür edip, dersler almamız gerek… Hele de kuşları…

Bilim dünyasından

hatalarıyla yükselenler…

Yaratılış âleminin sırlarını keşfetmekle meşgul olan bilim adamlarının dünyasından hatalar eksik olmuyor. İşte ilim dünyasında hatasını fırsata dönüştürebilenlerden iki örnek:

1- 20. yüzyılın en büyük keşiflerinden birisi olan ışığın sabit hıza sahip olduğu gerçeği bir hata neticesinde keşfedildi.

İki Amerikalı fizikçi, ışığın boşlukta yayılamayacağını ispat etmeye çalışıyorlardı. Yaptıkları deneyler sonunda, teorilerindeki hatayı fark edip, kabul ettiler ve doğruya ulaştılar. Işığın hızı sabitti. Hatta bu keşifleriyle Nobel ödülü bile aldılar.

2- Ampulün mucidi Thomas Edison’a sorarlar: “999 kez hata yapmanıza rağmen, bininci deneyi yapacak gücü nereden buldunuz?”

Edison’un cevabı ilginç: “Ampulün icadı bin aşamalı bir süreçti. Hata gibi görünen ilk 999 aşama, bininci ve son aşamaya götüren öğretilerle doluydu. Bu hataları yapmasaydık, ampulü bulamazdık.”

Hakikat nurunun peşinde olup, hata yapmaktan korkmamak gerek!

Hata yeter ki, maksatlı ve hileyle yapılmamış olsun…

24.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Mizana vurmak



Ölçüye vurmak mânâsında zaman zaman mihenge vurmak veya mizana vurmak tabirleri kullanılır. Sözgelimi Gazali, "Mihekku'n nazar"da akliyatın ve akli alanın ölçülerini belirlemeye çalışır. Mihek veya mihenk aslında farsça bir tabir olup altını ölçüye vurmak ve bu işlemde kullanılan alet anlamındadır. Mihenk, altının ölçüsüdür. Mecazen kelâmı şer'i şerifin ölçüsüne vurmak mânâsında mihenge vurmak tabiri kullanılır.

Ali Şeriati güç ve adaleti demir ve mizanla remz ve sembolize eder. Bu anlamda ikili sistem bir bütünlük içinde işler. Demir yoksa mizan yoktur. Mizan yoksa da adalet yoktur. Mizansız demir adaletsizliktir, demirsiz mizan da zafiyettir. Hazreti Osman da bu anlamda kitabın yani ölçünün uslandırmadığını kılıç uslandırır buyurmuştur. Yani ölçüden anlamayanı kılıçla tedip ederler. 'Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir' demişlerdir.

Medenilere galebe ikna iledir. Gayri medenilere, mütecavizlere galebe ise anladıkları dildendir. Bazı ülkeler var ki burada denge güce bağlıdır. Güç olmadığında dengeyi muhafaza etmek zordur. Bu ülkelerin başında da maalesef Irak gelmektedir. Irak'ta dengeyi daima güç korur ve sağlar. Bundan dolayı, Osmanlı, Belgrad ve Bağdat seferleriyle meşhur olmuştur. İki mekân da baş ağrıtan ve gaileli mekânlardır. Birisi şarkta, diğeri garpta serhat boyları olmuştur. Bugün yine Irak gösteriyor ki binbir elin müdahil olduğu bu toprakların korunması gücü ve otoriteyi gerektirmektedir. Buraya müdahale pandoranın kutusunun açılmasına neden olmuştur. Amerikalılar fitne kapısını açmışlar ve içinde boğulmuşlardır.

***

Eskiden bir mizan geleneği vardı. Bu gelenekte mizanlar veya mizan adlı eserler mezhepler ve meşrepler arasında sınırları ve ateşkes hatlarını belirlerlerdi. Bunların ilklerinden birisi de Abdulvehhab Şarani'nin Mizan adlı kitabıdır. İnsafa dayalı bir şekilde dört mezhep arasındaki farkları ele almış ve hikmet diliyle bunların arasını telif etmiştir. Bediüzzaman buna işaret sadedinde Mesnevî-i Nuriye'de şöyle der: "Mizan-ı Şarani mizanıyla, şeriat mizanlarını bu suretle muvazene edebilirsen, et..."

Mizan geleneğini oluşturan kitaplardan birisi de Kâtip Çelebi'nin "Mizanu'l-Hakk Fi İhtiyari'l-Ahakk" adlı eseridir. Osmanlı'daki mühim eserlerden birisidir. Koçi Bey'in risâlesiyle birlikte Osmanlı'daki hacmi küçük ama tesiri büyük en önemli eserlerden birisidir. Bu eser gerçekten de çatışma bölgelerini belirler ve aralarına barış gücü yerleştirir. İmam Rabbani Hazretleri Mektubat'ında hendesenin felsefi ilimlerden olduğunu ve tahsilinin veya öğrenilmesinin şer'an caiz olmadığını söyler. Hey'et veya hendese ilimlerinin kadim-i Yunan'da böyle olmaları ilelebed böyle olacakları anlamına gelmez. Astroloji-astronomi veya kimya-simya ayrım ve farklarındaki gibi.

Bazen bağlamına göre ilimler felsefi bir mahiyet kazanabilir bazen de şaraba tuz koyunca sirke olması gibi felsefi ilimler de şer'i ilimlere inkılâp edebilir. Kesin ayrım yapmak pek doğru değildir. Kişiye veya zamana veya maksada göre mahiyeti değişir. Sonra felsefenin mutlak mânâda haram olduğunu söylemek de caiz değil. Gazali sadece mead veya gaybiyatla alâkalı olarak filozofların yanıldıklarını ve tutarsız olduklarını söylemiştir. Bu felsefenin bir dalıyla veya geleneğiyle de alâkalı ve sınırlı olabilir. Halbuki şer'i ilimlerle pozitif ilimler birbirine muhtaçtır. Ne gibi? Aritmetik ve matematik bilmeyen feraiz hocasına itimad edilmez. Keza Kâtip Çelebi'ye göre hendese bilmeyen müftüler fetva verirken yanılabilirler. Bundan dolayı müftülerin hendese bilmesinde faydalar vardır. Aksi takdirde, müftülüğü sınırlı veya kasır kalabilir.

Gazali genel bir muhakeme ölçüsü koymak için âlimler için mantığı zorunlu kabul etmiştir. İlimlerde çeşitlilik esastır. Âlimlerin de ilgi alanları geniş olmalı ve karşılaştırma imkânına sahip olmaları gerekir.

***

Hızır Aleyhisselâm'ın hayatta olup olmadığına dair bir takım hususlarda zahiriler veya selefiler ile sufiler arasındaki niza, abes ve lüzumsuzdur. Keza teganni, raks ve devr konularına ilâveten tütün konusu, Peygamberimizin ebeveyninin ahiretteki durumları, Firavunun imanı gibi meseleler hep tartışılmıştır. Kâtip Çelebi bu ve benzeri konuları hallü fasl etmeye ve araları bulmaya çalışır. Bugün fitnetü't taifiyye denilen mezhep kavgaları meselesi de yeniden güncelleşmiştir. Bu meselenin de mizanını ve ölçüsünü bulmak gerekiyor. Bu alanın da Şarani'lerine ve Kâtip Çelebi'lerine ihtiyaç vardır.

24.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004