Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

İlim kalbe aksederse



Kanunî’ye, bir kaç metre öteden, yere diktiği iğnenin deliğine iplik saplayan becerikli bir adamdan söz etmişler. Merak eden sultan adamı getirttirip maharetini hayranlıkla izlemiş. Sonra da sormuş: “Bu san'atı öğrenmek için kaç sene çalıştın?” “Kırk sene efendim” demiş adam.

Adama yüz altın verilmesini, sonra da yüz sopa atılmasını emretmiş padişah. Şaşıran adam, “Sultanım, altın neyse de dayağın sebebini anlayamıyorum” diye şaşkınlık ve endişesini ifade etmiş. Kanunî ise şu ibretli cevabı vermiş: “Maharetin için yüz altın veriyorum. Bir ömrü boş bir iş için harcadığın için de yüz değnek attırıyorum.”

Bu örnek bize boş, faydasız, dünya ve ahirette işe yaramayacak lüzumsuz şeyleri öğrenmekle ömrü tüketmenin anlamsızlığını anlatır.

“Faydasız ilimden Allah’a sığınırım” buyurmuyor mu Peygamberimiz (asm)

Mevlânâ da çok güzel söylemiş: “İlim kalbe aksederse sahibine yâr olur / Yalnız kalıpta kalırsa sahibine bâr olur.”

Bediüzzaman da çift kanatlı kuş misâli aklın nurunun fen bilimleri, vicdanın ziyasının da din ilimleri olduğunu, ikisinin birleşmesiyle ise hakikatin elde edilebileceğini söylüyor. Maksadımız hakikate ulaşmaktan başka ne olabilir ki? Sırf fen bilimleri insanı hile ve şüphe, sırf din bilimleri ise taassupta bırakıyor.

Demek fen bilimleriyle din bilimleri birlikte okunmalı ki öğrendiklerimiz anlam ifade etsin, faydalı olsun.

Faydalı ilim; okudukça, öğrendikçe bilgisizliğimizi öğreten; gurur, kibir ve kendini beğenme duygularını yerle bir eden Allah adına öğrendiğimiz ilimlerdir. Felsefenin üstatlarından Sokrat, “Bildiğim birşey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir” derken ilmin insanı ulaştırması gereken tevazu noktasını anlatır. Kendini keşfedilmemiş kocaman bir gerçekler okyanusu içerisinde kıyıda oyalanan, arada bir ya daha yumuşak bir taş veya güzel bir deniz kabuğu bulan bir çocuk gibi gören İsaac Newton ilimdeki maksadı ne güzel yakalamış.

İlmin kazandırdığı en büyük fayda hiç şüphesiz marifetullahtır. Bizi marifetullaha götürmeyen ilmin faydası yoktur. Allah Resûlü de, (asm) “Beni Allah’a yaklaştırmayan günde hayır yoktur” buyurmamışlar mıdır? Tabiî öğrendiklerimiz de bizi Allah’a yaklaştırmalı; aczimizi, fakrımızı, zaafımızı hissettirip imanda terakkî ettirmeli.

Yine hiçbir şey olmasa bile bir otun Allah’ın varlığını haykırdığını, onun toprağı yarıp çıkışı kadar harika olamayacağını söyleyen Newton, bütün öğrendiklerimizin Allah’ın kâinata nakşettiği bilgi sayesinde olduğunu, Allah’ı tanımaksızın mümkün olamayacağını söylerken ilmin kazandırdığı marifete de dikkat çekiyor.

Demek ilim de marifetullahla anlam kazanıyor.

15.01.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Güzellikleri paylaşabilmek



Konuşmak, biz insanlar için büyük bir nimettir. Özene bezene seçtiğimiz kelimelerle, kalbleri en güzel bir şekilde fethedebilecek cümlelerle karşımızdaki insanlara çok güzel şeyler anlatabilme imkânımız vardır. Yeter ki dağarcığımızda bir şeyler bulunsun. Yeter ki hayatımızı inandığımız değerlerle süslendirebilelim ve inancımızdan aldığımız huzuru başka insanlarla paylaşma gereğine inanalım.

Uğruna çaba göstermemiz gereken bir inancımız varsa ve biz inancımızın mesajlarına tam güveniyorsak, düşüncelerimizi başkalarına aktarmaktan kesinlikle çekinmememiz gerekir. Bu durum aynı zamanda bizim için bir görevdir. Zira güzelliğine ve hak oluşuna inandığımız, insanlara huzur getireceğine iman ettiğimiz inancımızı başkalarına anlatıp, hemcinslerimizi de zamanın karanlıklarından ve insanlığa yakışmayan, insanı hayvanlardan bile aşağı derekelere düşüren yaklaşımlardan kurtarmaya çalışmamız gerekir.

İnancı konusunda tereddüdü olmayan insanlar, olabildiğince insanlarla diyalog kurup onlarla sohbet kurma imkânını elde etmek isterler. Çünkü onlar inançlarından ve dolayısıyla kendilerinden emindirler. Konuşmakla ve görüş alışverişinde bulunmakla bir şey kaybetmeyeceklerini bilmektedirler.

İnsanlarla diyalog içinde olmanın inançlı insanlar için çok avantajları bulunmaktadır. İnanan insanlar diyalog ortamlarında konuşmalarıyla anlatamadıkları inançlarının güzelliklerini, yaşayarak beden diliyle de çevresindeki insanlara ifade etme imkânına sahiptirler. Bu durum kimsenin engelleyemeyeceği bir anlatım tarzıdır.

Olabildiğince insanlarla barış içinde yaşamanın, insanlığın huzur ve sükûnu açısından büyük yararlar ihtiva ettiğini, Peygamber Efendimizin (asm) gayr-i müslimlerle yaptığı antlaşmalardan anlayabiliriz. O, silâh zoruyla değil, konuşarak dinini yaymaya çalışmıştır. Yüce Peygamber öncelikle Medine’deki Yahudilerle barış içinde yaşamak istemiştir. Buradaki diyalogları bozan ve anlaşmalara ihanet edenler her zaman müşrikler ve Yahudiler olmuşlardır.

Resûlullah’ın (asm) Hudeybiye’de müşriklerle yaptığı anlaşma da, İslâm’ın barış ortamlarında daha fazla yayıldığını göstermektedir. Rehber-i Ekmel olan Resûl-i Kibriya bütün davranışlarıyla insanların gönlüne hitap etmiş, zorlamanın İslâm’da var olduğunu gösteren hiçbir davranışın içine girmemiştir. O zaman biz Müslümanlar neden diğer inanç sahipleriyle iletişim kurmaktan korkalım ki?

Peşinen, başka dinlere ve inançlara mensup olan insanlarla diyaloğa karşı olan ve diğerleri ile hep düşmanlık duyguları içinde ilişkilerini devam ettirmek isteyen Müslümanların Peygamber-i Zişanın hayatlarını iyi bir şekilde okumaları gerekir. O yüce Önderin hadislerini iyi tetkik etmeleri gerekir. Böyle yaptıkları takdirde göreceklerdir ki, inancına sımsıkı sarılı olan ve dininin bütün mesajlarını zerrelerine kabul ettirmiş olan Müslümanlar, başka inançlardan olan insanlarla iyi ilişkiler içinde olmaktan her zaman kazançlı çıkacaklardır.

Dininin hükümlerine yabancı olan veya inancının mesajlarıyla başkalarının akıl ve kalbine hitap edemeyen insanlar elbette kendilerinden emin olamazlar ve her zaman insanlarla görüş alış verişinden kaçınırlar. Böyle insanlar körü körüne inanmışlardır. Böyle insanlar akıllarını kullanmaya başladıkları zaman inanç dünyalarında değişikliklere gitmek zorunda kalacaklardır.

Biz Müslümanlar olarak, inancımızı diğer insanlara anlatmanın ne kadar büyük ehemmiyet arz ettiğini bilmemiz gerekmektedir. Zira inandığımız değerler cihanşümuldur. Yeryüzündeki bütün insanların İslâm inancına şiddetle ihtiyacı bulunmaktadır. Kendi duygularımızla hareket edip İslâmın yüce ahlâkî değerlerini diğer inançlardan olan insanlara iyi bir şekilde aktarabilecek zeminler ihdas etmezsek, büyük bir vebal yüklenmiş olacağız. İslâm’ın yüce hakikatlerine perde olmak ve onları ihtiyacı olan insanlara güzel bir şekilde aktarmamak tüylerimizi diken diken etmelidir.

Halis duygularla değil de, siyasî tarafgirliklerle meselelere yaklaşan insanlara âlet olursak bizlere çok yazık olacaktır. Maddî menfaatlerin olduğu yerde ihlâs ve samimiyetin olmayacağını da unutmamamız gerekir. Hâsılı, Hakta sebat etmeli ve yanlışlardan ise tez elden dönme iradesini gösterebilmeliyiz.

15.01.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Cesaret ve sadâkat örnekleri



I sparta'da 1950'li yılların sonlarında Üstad Bediüzzaman'ı evinde ziyaret eden Hakkı Yavuztürk Ağabeyin, Ceylan Çalışkan ve Abdurrahman Nursî ile alâkalı dinlemiş olduğu hatıralardan söz ediyorduk. Devamını bugünkü yazıda aktarmaya çalışalım.

Sohbet esnasında "evlâd–ı maneviyem" dediği Ceylan ile Abdurrahman'ın cesurane kahramanlıklarından söz eden Üstad Bediüzzaman, aynı zamanda kendini hizmete adayanların hiçbir hadise karşısında korkmamaları gerektiği dersini de veriyor.

Hakkı Yavuztürk'ün Ceylan Çalışkan'ın "küçük vukuat"ı ile alâkalı olarak Üstad Bediüzzaman'dan bizlere nakletmiş olduğu aynı hatırayı, Ceylan Ağabeyin torunu olan Ceylan Morgül de aynen teyid ve tasdik ediyor.

Kendisiyle geçtiğimiz yaz mevsiminde yakından tanışıp sohbet ettik. Sohbetimiz bu noktaya gelince, o da yakın çevresinden ve bilhassa Ceylan Ağabeyin hanımı olan anneannesinden duyduklarını bizimle paylaştı. Paylaştığımız mâlûmatı yine onun lisanıyla aktaralım: "Dedem Ceylan Çalışkan, yanına bir tabanca alarak kendisine ve Üstadına iftira atan zorba herifi takip ediyor. Onu bir tenhada kıstırarak silâhı ağzına dayıyor. Adamın ağzı açık vaziyette iken tetiğe basıyor. Mermi dilini, dişini parçalayıp ense kökünden dışarı çıkıyor. Adamı hastahaneye kaldırıyorlar. Ağzı yaralı ve kanlar içinde olduğu için ifade veremiyor. Sonradan da 'Beni, falan sebepten dolayı filan çocuk vurdu' demeye utanıyor. Allah dedemi koruyor tabiî. Yalnız, o müfteri adamın diş masrafı fazla gidiyor herhalde. Hastahanedeki tedâvinin ardından, diş tedâvisi için ayrıca özele de gidiyor. Üstad bu durumu öğrenince adama haber gönderiyor: 'Eğer kabul ederse, onun diş tedâvi masrafını biz karşılayalım' diyor. Ancak, adam bu teklifi kabul etmeyerek meselenin kapanmasını istiyor."

Abdurrahman'ın cesareti

Daha başka şahitler tarafından da teyid ve tasdik edilen Ceylan'ın vukuatı ile ilgili hatırayı bizlere nakleden Hakkı Yavuztürt Ağabey, bağlantılı olarak ayrıca merhum Abdurrahman ile alâkalı benzer bir hatırayı da aktardı. Şunları anlattı:

"Ceylan Ağabeyin cesaretinden sitayişle bahseden Üstad Bediüzzaman, devamla 'İşte benim Abdurrahman'ım da böyle cesur bir talebeydi' diyerek, otuz beş sene evvelki bir hatırasını anlattı.

"Biliyorsunuz, Üstad Bediüzzaman 1923 yılı başlarında Ankara'da bulunuyor. Yeğeni Abdurrahman da o esnada Meclis'te kâtip olarak çalışıyor. Üst tabakadan bazı adamlar tarafından amcası olan Üstad'a ise, Ankara'da kalması ve yine Meclis'le beraber çalışması için çok parlak teklifler yapılıyor. Abdurrahman'ın arzusu da bu yönde. İstiyor ki Ankara'da kalsın ve üst düzey yönetimle birlikte çalışsın.

"Ne var ki, Üstad Bediüzzaman'ın niyeti ve düşüncesi çok farklı. O, hiç uyum sağlayamadığı adamlardan uzaklaşmak, bu sebeple Ankara'dan ayrılıp Van'a gitmek istiyor.

"Üstad, Ankara'dan hareket edecek olan trene binmek için istasyona geliyor. Yeğeni Abdurrahman da yanında. Ayrıca, istasyonda bekleşen ekâbirden bazı adamlar da var.

"Genç Abdurrahman, kafasını kurcalayan bir suâli Üstad'ına yöneltiyor: 'Ey amuca, senin bu haline bir türlü akıl–sır erdiremedim. Sana yapılan o parlak teklifleri neden kabul etmedin? Halbuki, bu teklifler bir tek sana yapıldı, başka hiçkimseye yapılmadı. Muhterem amucam ve üstadım, acaba benim bu müşkilimi halletmeyecekler mi?'

"Hz. Üstad, yeğeni Abdurrahman'a orada diyor ki: 'Bak evlâdım. Bazı rivâyetlerde haber verilen âhirzamanda gelecek ve din–i mübin–i İslâma darbe vuracak dehşetli adam(lar)ın kim olduğunu yakînen gördüm. Bütün alâmetleri yüzlerinde ve efallerinde okudum. Böyleleriyle çalışamam'

"Bu açıklama üzerine, Abdurrahman birden celâlleniyor ve belindeki kamasına dahi davranarak, amcasından emir beklercesine diyor: 'Demek ki öyle ha... Madem öyle, muhterem amuca siz bana izin verin, hemen gidip onu burada hançerimle öldüreyim.'

"Ancak, Üstad Bediüzzaman onun böyle bir teşebbüste bulunmasına müsaade etmiyor, mani oluyor ve ona şu hakikatli rivâyetleri hatırlatıyor: 'Bak evlâdım, yine rivâyetlerde var ki, onun zamanına yetiştiğinizde, ona karşı kuvvetle ve siyasetle mukabele etmeyin' diye tavsiye ediliyor. Çünkü, bu cihetiyle o galiptir, yani daha kuvvetlidir. Hem, eğer haber verilen şahıs o adam ise, zaten sen onu öldüremezsin. Zira, eşhâs–ı âhirzaman öldürülmekten mahfuzdur. Herbiri kendi vazifesini yapacaktır. İşte bu sebep ve hikmete binaen, ben de onlarla çalışmayıp çatışmayarak Van'a gitmeyi ve uzun vâdeli bir ilmî mücahede içine girmeyi tercih ediyorum."

Hakkı Yavuztürk Ağabeyin zaman zaman bizlere anlatmış olduğu bu hatırayı, Tevfik Demiroğlu başta olmak üzere, özellikle son şahitlerden daha başka kimseler de naklediyor.

1920'de işgal altındaki İstanbul'da "Hutuvât–ı Sitte" isimli broşürün neşir ve dağıtımında hizmet eden, 1923'de ise Ankara'da memur olarak bulunan Tevfik Demiroğlu, hatıralarında özellikle Üstad Bediüzzaman'ın Ankara'daki vaziyeti ve niçin Ankara'dan ayrılmak istediğini daha başka boyutlarıyla da anlatıyor. (Bkz: Son Şahitler–1, s. 216)

Bediüzzaman Said Nursî'nin Ankara'dan ayrılma gerekçesinin bir başka şahidi ise, jandarma Hasan Ergen'dir. (Bkz: Son Şahitler–2, s. 295.)

Son ziyaret hatıraları

Hakkı Yavuztürk Ağabeyin son rahatsızlığında vefatından kısa bir süre önce bir grup arkadaşla birlikte evinde ziyaretine gittik.

Her zamanki gibi, yine şevk, şükür, ihlâs, gayret ve hamiyet hisleriyle yüklüydü.

Şiddetli hastalığının aslında "ölümün keşif kolu" olduğunu hissettiği halde, zerrece bir korku veya endişe duymuyordu. Merdane bir şekilde ölümün yüzüne bakıyordu. Sadece, "nimetlerin şükrünü hakkıyla edâ edememek"ten yakınıyordu. O kadar.

Hakkı Ağabey, bizlere o ölüm döşeğinde de birçok hatırasını anlattı: Siirt'te, İzmit'te ve İstanbul'da bilfiil yaşamış olduğu manidar hatıraları nakletti.

Arkadaşlarla birlikte onu dinlerken, ayrıca öğrendik ki, kendisi İstanbul'da uzun yıllar ikindi vakti namazı ile bilhassa bayram namazlarını gidip Bayezit Camiinde kılmış. Yıllar yılı gidip oradaki hatipleri ve yine o camideki "ihlâslı hafızları" dinlemeyi tercih etmiş.

İşte, bize anlattığı son bir hatırası da, yine bu camide cereyan etmiş.

Yine kendi ifadelerinden aktaralım: "Yıllar önceki bir bayram namazı için Bayezit Camiindeyim. İmam efendi minbere çıkıp hutbeyi okurken, Siyer–i Nebevi'den hakikatli şöyle bir vak'ayı nakletti: Medine'de bir ihtiyare kadın, Peygamberimizin (asm) sabah namazlarını kılmış olduğu mescidin temizliğini yapıyormuş. O kadın, hergün henüz namaz vakti girmeden gelir, etrafı süpürüp temizler ve çıkıp gidermiş. Bir müddet sonra onu göremeyen Peygamberimiz (asm) nerede olduğunu sorunca, o kadının vefat ettiği haberini almış. Hz. Muhammed (asm) hemen o gün sabah namazından sonra kabristana gidip, o kadına mezarı başında duâ eder ve ayrıca bir kez daha onun cenaze namazını bizzat kendisi kıldırır."

Hakkı Yavuztürk, bu mevzuyu hiç unutmaz ve aradan bir zaman geçtikten sonra imam efendiye giderek bu hadisenin zikredildiği kaynağı öğrenmek istediğini söyler.

Namazdan sonra birlikte caminin kütüphanesine giderler. İmam efendi kütüphane raflarından eski ve kalınca bir kitabı alarak, o bahsin geçtiği yeri göstermek ister. Ne acip tevafuktur ki, söz konusu bahis, imam efendinin kendi eliyle o koca kitabı ilk açtığı sayfada karşılarına çıkar.

Dolayısıyla, ikisi de meseleye daha bir ehemmiyetle eğilerek bakar ve bir kez daha okurlar.

Hakkı Ağabey, "Bu hatırayı şunun için anlatmak istedim" diyerek devam etti: "İhlâsla, sebatla ve sadâkatla yapılan bir hizmetin, ne kadar küçük ve basit gibi görünse de, aslında ne derece büyük ve ehemmiyetli olduğunu nazara verdiği için, bu rivâyeti kaynağını da bilerek hep anlatmak istedim."

Evet, bu anlattıkları Hakkı Yavuztürk Ağabeyden yedi kişiyle birlikte dinlediğimiz son hatırasıydı. Cenâb–ı Hak, onu dâr–ı âhirette Hz. Muhammed (asm) ve Üstad Bediüzzaman Hazretlerine komşu ve arkadaş eylesin. Amin.

15.01.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Peygamber Efendimiz'in (asm) evlilikleri üzerine



Çağkan Oral: “Peygamber Efendimizin (asm) evliliklerini ve çok evliliğinin hikmetlerini açıklar mısınız?”

Bir din müessisi olarak Peygamber Efendimiz’in (asm) sadece evliliğinde değil, her adımında, her nefesinde, her hareketinde elbette olumlu birçok hikmet bulmak mümkündür. Ne var ki, meseleyi önce abartmadan, cam gibi, olduğu gibi görmekte yarar var:

Peygamber Efendimiz (asm) Hazret-i Hatice validemiz (ra) ile evlendiğinde yirmi beş yaşında idi ve henüz kendisine Peygamberlik verilmiş değildi. Hazret-i Hatice validemiz (ra) ise o sırada kırk yaşında bulunuyordu ve dul idi. Peygamber Efendimiz’e (asm) kırk yaşında peygamberlik verildiğinde yalnız Hazret-i Hatice validemiz (ra) ile evli bulunuyordu. Hazret-i Hatice validemiz (ra) o sıralarda elli beş yaşlarında idi. Kendisine ilk inanan, ilk teselli veren, ilk yardım eden, ilk kol kanat geren Hazret-i Hatice validemiz (ra) oldu. Peygamberlik döneminin ilk dayanılmaz çilelerine birlikte göğüs gerdiler, müşriklerin ilk baş döndürücü eziyetlerine birlikte katlandılar. Hicretten üç sene öncesine kadar Mekke döneminin ilk on senelik fırtınalı hayatında Hazret-i Hatice validemiz (ra) hep Peygamber Efendimiz’le (asm) birlikte bütün müşrik baskılarına göğüs gerdi, Allah Resulünü (asm) tek başına bir an yalnız bırakmadı. Vefat ettiğinde altmış beş yaşında idi. Peygamber Efendimiz (asm) ise o sıralarda kırk dokuz yaşlarında bulunuyordu, Hazret-i Hatice validemizden (asm) başka da eşi yoktu.

Resul-i Kibriya Efendimiz (asm) elli yaşlarında, yine kendisinden beş yaş büyük olan ve o sıralarda elli beş yaşlarında bulunan beş çocuk annesi Hazret-i Sevde validemiz (ra) ile evlendi. Kocası öldükten sonra Mekke’nin o sıkıntılı günlerinde müşrik akrabaları yanına dönmek zorunda kalan mücahide ve kahraman Hazret-i Sevde validemiz (ra) böylece Peygamber Efendimiz’in (asm) himayesi altına girmişti. Resul-i Kibriya Efendimiz (asm) üç yıl sonra Medine’ye hicret etti.

Peygamber Efendimiz (asm) hicretin birinci yılında Hazret-i Âişe validemiz (ra) ile evlendi. Hazret-i Âişe (ra) genç bir kabiliyet idi. Zeki, kabiliyetli, hafıza ve muhakeme gücü yüksek ve fakih olan Hazret-i Âişe validemiz (ra) dînimizin kadınlarla ilgili bir çok hükmünü ve sünnetin kadınları ilgilendiren kısmını rivâyet etmiştir.

Allah Resulü (asm) hicretin üçüncü yılında sâlihâ bir hanım olan ve kocası öldüğü için dul kalan Hazret-i Hafsa validemiz (ra) ile evlendi. Daha sonra Ubeyde bin Haris’in (ra) Bedir’de şehit olduktan sonra dul kalan asalet sahibi eşi Hz. Zeynep (ra) ile evlendi. Hazret-i Zeynep validemiz (ra) üç ay sonra vefat etti.

Peygamber Efendimiz (asm) hicretin dördüncü yılında, Uhud’da şehit olan Abdullah bin Abdu’l-Esed’in (ra) mübarek hanımı Hazret-i Ümmü Seleme (ra) ile evlenerek yetim dört çocuğu ile birlikte himayesi altına aldı. Ümmü Seleme validemiz fıkıh ilmini iyi biliyordu.

Peygamber Efendimiz (asm) hicretin beşinci yılında, yani elli beş yaşlarında iken Hazret-i Zeynep bint-i Cahş (ra) ile evlendi. Hazret-i Zeynep validemiz (ra) akıllı, dirayetli, zeki ve asil bir kadındı. Peygamberimizin (asm) Hazret-i Zeynep (ra) validemiz ile nikâhı bizzat Cenâb-ı Hak tarafından kıyılmıştır.1

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) aynı sene Müreysi gazasında öldürülen müşrik Müsâfi bin Safvan’dan dul kalan ve esir alınmış bulunan Hazret-i Cüveyriye (ra) ile evlendi. Hazret-i Cüveyriye validemiz (ra) âlim, fâdıl ve takva sahibi idi.

Peygamber Efendimiz (asm) hicretin yedinci senesinde, elli dokuz yaşlarında iken Hazret-i Safiyye (ra) ile ve daha sonra da kocasının ölümü ile dul kalan Hazret-i Meymûne (ra) ile evlendi.

Bilindiği gibi Mekke’de tevhid mücadelesi veren Peygamber Efendimiz (asm), Medine’de İslâm dîninin sosyal, siyasal, kişisel, âilevî tüm hükümlerini teşrî kılmıştır. İslâm dîni Medîne’de gelişmiş ve toplumun tüm kesimlerini içine alan, insan hayatının tüm ayrıntılarını, inceliklerini ve esaslarını kucaklayan hükümler getirmiştir.

Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, Peygamber Efendimizin (asm) sözleri gibi, fiilleri, halleri, tavırları ve davranışları da İslâm dîninin kaynağı idi. İslâm dîninin zâhirî hükümlerini nasıl sahabeler yüklenmişlerse, gizlilik taşıyan mahrem meselelerini de yüklenen ve rivâyet eden akıllı, dirâyetli, fâdıl, kâbiliyetli ve takvâ sahibi hanımlara ihtiyaç vardı. Çünkü dînimizin kadınlarla ilgili meseleleri, getirdiği hükümlerin hemen yarısını teşkil etmekteydi. Bu önemli görevi yüklenecek, kadınlarla ilgili sünneti yaşayacak ve Müslümanlara bildirecek farklı kabiliyetlere sahip birden fazla hanım olmalıydı. İşte Peygamber Efendimizin (asm) pak zevceleri bu vazifeyi bilfiil yapmışlardır.2

Allah onlardan razı olsun.

Dipnotlar: 1. Ahzab Suresi, 33/37 2.Mektûbât, s. 31

15.01.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

MİT ve devlet yorumu



Osmanlı döneminde “Teşkilât-ı Mahsusa” olarak fonksiyon icra eden istihbarat teşkilâtı, millî mücadelede önemli roller üstlenmiş, ancak hayatı ve zamanı doğru okuyamamanın ve geç kalmanın etkisiyle son dönemlerinde fazla müessir olamamıştı.

Bugünkü Millî İstihbarat Teşkilatı (MİT) ise 1927 yılında Millî Amele Hizmeti (MAH) olarak kuruldu. 1983 yılında çıkarılan yeni teşkilât kanunu ile şimdiki adıyla resmileşti.

MİT ismi, çağrıştırdığı kapalılık içinde bir endişe ve kaygı duygusunu insana hissettirdiğini ve genelde iç istihbarat ile düşünce grupları üzerinde plan ve operasyon amaçlı bir zorluk yaşattığı kanaatini verdi.

Devlet millet kaynaşmasında, açık, vatandaşın güven ve desteğini arkasına alacak bir şeffaflığı görülemedi. Kendi konumu ve işleyişi gibi öncelikli faaliyet alanları, iç tehdit algılamasındaki farklılıklar yüzünden, insanımıza hep soğuk geldi.

Özellikle askeri ve irtica tehdidinin dillerde pelesenk yapıldığı yoğun dönemlerde, iç istihbarat olarak dindar ve belli bir gruba mensubiyeti olan insanların mağdur ediliş biçimi, jurnalcilik ve görev atamalarına müdahaleye varan tasarruflar, hep ideolojik bir mantıkla ve öteki denen bir süreçte yapıldı. Bunlar, genel anlamıyla istihbaratın etkisi diye algılandı. Coğrafi bölgeler değiştikçe ve tehdit algısı farklılaştıkça, asla anlaşılamayacak, ancak insanların geleceğini etkileyecek sonuçları itibariyle anlaşılan veya tahmin edilen çatışma alanlarına kapı aralamıştır.

Resmen olmasa da JİTEM olarak adlandırılan Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele faaliyetleri, bir yanda Askerî İstihbarat birimleri, diğer yanda Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı ve MİT düşünüldüğünde, karmaşıklık, koordinasyon ve hedef belirleme noktasında çok içe dönük etki hiyerarşisine ağırlık verildiği izlenimi doğmaktadır.

MİT Müsteşarı Emre Taner’in kuruluşun 80. yılı münasebetiyle kamuoyu ile paylaştığı yeni yaklaşımları, kayda değer bir açılım olarak görülebilir. Daha önce 2000 yılında ilk defa basının karşısına çıkma girişiminin ardından bu ikinci bir açılım niteliğinde.

Basın, açıklamaya oldukça önem atfetti. Bir hayli görüş serdedildi. Hâlâ da yazılıyor. Bu vesileyle şunu fark ettim; devlet katında ve “derin” olarak ifade edilen kapalı alanda, şüphe veren geçmiş uygulamalardan hareketle, ilgili kurumların açılım niteliği taşıyan yaklaşımları ve toplumu rencide etmeyen çözüm arayışları kamuoyu nezdinde görüş teatisine yol açmaktadır.

Metinden anladığım kadarıyla,

1- Kavramlar doğru seçilmiş, ancak metin farklı yorumlara dâvetiye çıkaracak nitelikte. Belki de her düzeyde tartışmaya kapı aralansın diye böyle bırakılmış olabilir.

2- Resmî söylemlerden uzak bir metin olması ve ezberlenen devlet ideolojisine atıf yapmaması olumlu bir yaklaşım. Müzakere imkânı veriyor.

3- 1990’da dünyada yaşanan değişimin farkına varamama ve çoğu zaman savunma amaçlı dış istihbarat birimlerinin ülkemiz üzerindeki psikolojik etkilerini bertaraf edememe tesbitleri yerinde.

4- Sanal tehdit algılarının tekrar edilmemesi ve herkese daha geniş bir perspektiften bakma, 2007’nin kritik süreçlerini doğru okuma ve bölgesel dinamikleri dikkate alma uyarısı devletin belli mahfillerine yeni bir ev ödevi olarak yorumlanabilir.

5- Ortadoğu, Ortaasya ve Balkanların üç önemli sac ayağı olduğu ve bizim bu üçgenin bütün karmaşık, istikrarsız veya çatışma potansiyeli taşıyan konumlarından etkileneceğimize ait dış etkileri nazara veren perspektif de yerindedir.

6- Bütün devlet kurumları ile siyasî partilerin, sivil toplum kuruluşlarının ve vatandaşın kamu vicdanında makes bulacak “güçlü devlet” kavramına itirazı yok. Yeter ki bu gücü üreticinin emeğine saygılı, savunmayı dış tehditler öncelikli gören ve toplumun değerler sistemine ve inancına duyarlı ve destekçi bir çerçevede gücün kaynağını milletin temel yapısında arasın.

Son olarak, 100 yıllık bir geçmişi olan Said Nursî ve Nurculuk konusunda, hâlâ iftira dolu hezeyanların ve kayıtların el altında resmî ortamlarca paylaşıldığı düşünüldüğünde, ne kadar insanî ve demokratik şeffaflıkla doğruyu tesbit ciddiyetinin olduğu tartışılabilir.

Bundan sonra daha insanî ve iç bütünlüğümüze katkı yapacak bir üst söylem ve bunun deklare edilerek milletin güvenine lâyık olacak uygulamalar elbette takdir görecektir.

Yeni açıklama, devletin yeni yorumunu beraberinde getirirse faydalı olacaktır.

15.01.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Asrın en büyük ihtiyacı: Doğruluk



Şu an İslâm âleminin çözmesi gereken en önemli problem nedir? Bu problem aslında 1900’lerin başında tam da dünyanın önemli bir yol ayrımına geldiği noktada Bediüzzaman tarafından Şam Hutbesinde dile getirilmiş. İlginç bir şekilde üzerine vurgu yapılan önemli nokta doğruluk. Bu emrolunduğu gibi dosdoğru olması emrinin ardından saçları ağaran Hazret-i Muhammed'den (a.s.m.) asra ulaşan bir mesaj ve aynı ruh halinin asrın temsilcisi tarafından dile getirilmesi olsa gerek.

“Ne olacak bu Müslümanların hali?” sorusu sıklıkla dile getirilirken akla gelen çözümler ekonomik açıdan güçlenme, nükleer silâhlar edinilmesi, güçlü İslâm orduları gibi daha makro planda ortaya konabiliyor. Oysa Bediüzzaman Şam’da tüm İslâm âlemine hitap ederken çok daha basit ve uygulanması çok kolay olan bir çözüm yolu ortaya koyuyor. Doğru olmak, yalan söylememek, güvenilir olmak… Bunun için maddî güç, ekonomik güç ve savaşmak gerekmiyor. Uygulanması çok kolay ve etkileri de çok kuşatıcı olabilecek bu yaklaşım pratik hayata en zor yansıyan durumlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. “Ne olacak Müslümanların hali?” sorusu ferdin dünyasında “Ne olacak benim halim?” mânâsına dönüştüğünde belki tüm dünyanın çözüm yolu daha kolaylaşacak.

1994 yılında psikiyatri stajı için İngiltere’ye gitmiştik. Birlikte olduğumuz iki Hindistanlı doktor arkadaşın tebliğ cemaatı ile irtibatı vardı. Londra’da Merkez Camii’nde (Central Mosque) gideceğimiz şehre ulaşmadan önce dört gün kaldık. Bu esnada camide faaliyet gösteren tebliğ cemaati ile tanışma ve hizmet tarzlarını görme imkânı bulduk. Çoğunlukla İngiltere’de yaşayan Pakistanve Hindistan asıllı vatandaşlara yönelik bir gayret içindeydiler. Cemaatin önde gelenlerine İngiliz vatandaşlarına yönelik bir planları olup olmadığını sordum. Cevap çok ilginç ve etkileyiciydi: “İngilizlere gittiğimiz zaman 'bizler gibi olun' diyebilmeliyiz, bunu diyebilmek için Müslüman toplumun en azından yarısı davranış ve yaşantısında İslâma ve Kur’ân ahlâkına örnek olmalı. Oysa şu anki Müslüman topluluk bu halden çok uzak. O yüzden öncelikle Müslümanlara yönelik çalışıyoruz.”

Bu aslında bütün dünya açısından üzerine odaklanmamız gereken noktayı da ortaya koyan bir yaklaşım. Şu an İslâm âleminin en büyük ihtiyacı İslâm ahlâkı ile ahlâklanmak olmalı. Bunun da merkezini sırat-ı müstakim ve emrolunduğu gibi dosdoğru olmak teşkil ediyor. Bu sonucun elde edilmesi için ne para, ne siyasî ve ekonomik güç ne de silâh ihtiyacı var. Kendini ila-yı kelimetullah ve İslâm dâvâsının yükselmesi konusuna adayan herkesin bu noktaya ağırlık vermesi durumunda doğacak sonuç ise para, siyaset ve silâhla elde edileceklerden çok daha fazla ve çok daha etkili olacak. Aslında o kadar basit ki, bir Müslümanın İslâma en büyük hizmeti doğru, sözünde duran ve ticaretinden emin olunan bir insan olmak. Müslümanın maddî güç elde etmesi gereği ve bu şekilde İslâm dünyasının güçleneceği tezinden hareketle yapılan ahlâkî ve ticarî yanlışların İslâm anlayışına ve Müslüman imajına ne kadar derin ve tedavisi güç yaralar açtığı ortada.

Asr-ı Saadetin en büyük farklılığı belki de bu. O dönemin anlayışı ve Müslüman algısı her Müslümanın potansiyel doğruluğuna işaret ediyor olmalıydı. Müslüman kavramının doğruluğa işaret etmemesi bile çok acı bir halken yalancılıkla ve güvensizliğin alâmeti olarak algılanması nasıl kabullenilebilir. “Sakallı ile, hacı-hoca ile iş yapmayacaksın” türünden sözlerin söylenmesine zemin hazırlayan uygulamalar hangi toprakların elde edilmesi, hangi ekonomik güç ve hangi nükleer silahla düzeltilebilir?

Artık gideceğimiz yönü ve hedeflerimizi doğru belirlemenin zamanı geldi. Duyguların hakim olacağı önümüzdeki asırda en çok ihtiyaç duyulacak güven duygusu doğruluğun üretileceği zemin İslâm coğrafyası olmalı. Bunun da başlangıcı her ferdin kendi hayatında ciddî bir adım ile kıldığı namazların her rekatında dile getirdiği sırat-ı müstakim mânâsını yaşamak duâsı ve ciddî gayreti olmalı. “Ben İslâma hizmet etmek istiyorum, ne yapmalıyım?” diyen birine ve kendime şunları söylemeliyim diye düşünüyorum:

1- Kesinlikle ve hiçbir şekilde yalan söyleme.

2- Verdiğin sözü yerine getirmek hayatının en önemli maksadı olsun.

3- Borcunu zamanında öde ve alacaklıyı istemek zorunda bırakma.

4- Duyguların ve davranışların örtüşsün. Basit hedefler için tebessümün safiyetini içtenliğini heba etme.

5- Her işinde samimiyet ve ihlâs esas olsun.

6- Bunları sağlayamadığın durumda Müslüman kimliği ile ortaya çıkma.

15.01.2007

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Doğru yolda sabit kalmak



Son günlerde elimden düşmeyen bir kitap var. “Gönül Tahtımızın Eşsiz Sultanı Efendimiz (a.s.m.)” adlı kitap. Daha önceleri sayısını hatırlamadığım kadar çok kaynaktan okumuştum Efendimiz’in (a.s.m.) hayatını. Hatta bu kitabı tam da bu sebeple biraz zor aldım elime. “Biliyorum, farklı birşey söylemeyecek ki, hep aynı şeyler” düşüncesi hakimdi bende. Ne kadar da yanlış düşünmüşüm meğer.

Evet defalarca Kâinatın Efendisi’yle (a.s.m.) ilgili notlar geçmişti elime, fakat hiçbiri beni bu kadar içine almamıştı. Peygamberliğin gelişi, çekilen eziyetler, nurun yavaş yavaş ve dalga dalga yayılması, hemen hepsi bende bambaşka ufuklara yelken açtı. Zaman mefhumu ortadan kalktı. İslâmiyet daha dün gelmiş gibi, biz halihazırda Efendimiz’in (a.s.m.) dizinin dibindeyiz gibi, öyle heyecanlı ve öyle coşkulu okuyorum bu kıtabı. Okuyorum diyorum çünkü 630 sayfalık bir kitap, hiç bitmesin istiyorum.

Arkadaşımın katıldığı bir seminer sonrası yaptığı şu tesbit çok hoşuma gitmişti: “İslâma ait değerlerin artık klişeleşmiş söyleniş tarzından uzaklaşması gerektiği, farklı bir bakış açısıyla İslâma yaklaşan ve nedense ‘hiç hoca gibi durmayan’ hocaların söylediklerinin önem taşıdığı.” Bildiğimiz şeylerdi belki ama o kadar farklı bir tarzda söyleniyordu ki, sanki biz bunları ‘ilk defa duyuyor gibiydik’. Aslında bizim ihtiyacımız olan da bu, yeni bir bakış açısı, farklı bir pencere. Mehmet Şevket Eygi’nin, Müslümanların geri kalışı üzerine yapmış olduğu tesbitler bu görüşü destekler nitelikte. Özet olarak; estetikten yoksun, san'at anlayışı olmayan, dil bilmeyen, kitap okumayan, belli bir vizyonu olmayan, diksiyonu bozuk “tekdüze” Müslümanların ne kadar yükselmesini bekleyebilirsiniz?

Birisi kalkıp da konferansta konuşmacı oluyorsa, o kişi isterse profesör olsun, hitabeti düzgün olmalı. Üslûp kaygısı gütmeli. Bunun için kurslar var, gerekirse ders almalı. Söylediklerine ehemmiyet verilmesi, sözünün dinlenmesi için, en önemlisi de kendisini dinleyenlere saygısından bunu yapmalı. Neden din üzerine konuşma yapanlar bunu biraz olsun dikkate almazlar (çok azı hariç) hiç anlamıyorum. Allah’a (c.c.) olan sevgisi, verilecek İlâhî mesajların dinlenebilirliği, bütün bunların hiç mi ehemmiyeti yok?

Neden din üzerine yazılmış bir kitap, en çok satanlar listesinde birinci olmasın? Neden İslâm adına birşeyler söyleyenlerin konuşmaları, İslâm düşmanlarının bile takdirini kazanmasın?

Yanlış anlaşılmasın, her “farklı olan” güzel demek değildir. Ama artık birşeylerin değişme zamanı çoktan geldi de geçiyor bile. Nedir bu yerimizde sayma inadı?

***

Yazıya başlarken çok başka şeyler vardı aklımda, nerden nereye geldim. Bakış açısı, üslûp dedik ya işte ona güzel bir örnek, asırlar öncesinden günümüze…

Ubeydullah İbn Cahş, Habeşistan’a hicret eden taifenin içinde yer alan bir Müslümandı. Hicretin ardından gittiği yerdeki farklı kültür ve yaşayıştan etkilendi, Hıristiyan oldu. Kısa bir süre sonra da vefat etti.

Müslüman olup da din değiştirenler azınlıkta da olsa hâlâ var. Yazar kitabında farklı kültürle karşılaşmanın risk taşımasından bahsediyor. Hemen aklıma Amerika’daki çok kültürlü hayat geldi. Sayısı belirsiz din ve kültürle iç içe yaşıyoruz. Hangimiz diyebilir, “Ben Müslümanim, öyleyse kurtuldum?”

15.01.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

İşaratü’l-İ’câz: Örnek bir tefsir



Risâle-i Nur Külliyatının yeni tanzimle hazırlanan 14. ve son kitabı olan İşaratü’l-İ’câz da yayınlandı.

İşaratü’l-İ’câz, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin 1. Dünya Savaşında cephede Arapça olarak telif ettiği, Kur’ân’ın kırk mucizelik yönünden biri olan ‘nazm’ındaki mucizeliği ispat ve izah eden şaheser bir tefsirdir. Eser, daha sonra Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecid Nursî tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş ve Risâle-i Nur Külliyatı içerisinde yer almıştır.

Eserin yazılış maksadını, bizzat Bediüzzaman şöyle açıklar: “İşârâtü’l-İ’câz adlı eserden maksadımız, Kur’ân’ın nazmına, lâfzına ve ibaresine ait i’câz işaretlerini ve remizlerini beyan etmektir. Çünkü, i’câzın mühim bir vechi, nazmından tecellî eder ve en parlak i’câz Kur’ân’ın nazmındaki nakışlardan ibarettir.” (İşaratü’l-İ’câz, s. 17.)

Kur’ân’ın nazmından maksat, âyetlerinin, kelimelerinin, harflerinin dizilişindeki mucizeliktir. Bu anlamda meselâ Bediüzzaman Hazretleri, her bir âyetin, diğer âyetlerle olan münasebetlerini, ayrıca her bir âyetin kendi içinde cümlelerinin, kelimelerinin ve harflerinin dizilişindeki mucizeliği harika bir şekilde izah ve ispat etmiştir.

Eserde Fatiha Sûresi ve ardından Bakara Sûresinin ilk otuz iki âyetinin tefsiri yer almaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri, 1. Dünya Savaşı hadiseleri ve sonuçları olmasaydı, eserin Allah’ın izni ve yardımı ile 60 cilde tamamlanacağını ifade etmiştir.

Müellif, bir mektubunda, bu eserin Risâle-i Nur’un fatihası, başlangıcı olduğuna dikkat çekmiştir. Nitekim Risâle-i Nur Külliyatının diğer eserleri, bir anlamda eserde yer alan son âyetin, yani Bakara Sûresinin 32. âyetinin tefsiri niteliğinde olmuştur.

Kur’ân’ın hakîkî tefsirinin nasıl yapılacağının şartlarını da izah ettiği eserinde Bediüzzaman Hazretleri, İşârâtü’l-İ’câz tefsirini, Risâle-i Nur Külliyatından diğer bazı eserlerle birlikte, ileride bahtiyar bir heyet tarafından yazılacak yüksek bir tefsire, örnek ve kaynak olarak sunmuştur. O bunu şöyle ifade etmiştir: “Şu cüz-ü tefsir ve altmış altı adet, belki yüz otuz adet Sözler ve Mektubât risâleleriyle beraber me’haz olursa, ileride bahtiyar bir heyet öyle bir tefsir-i Kur’ânî yazsın, inşaallah.” (İşaratü’l-İ’caz, s. 9, Tenbih.)

***

Külliyat tamam

Risâle-i Nur’u yeni tanzimle yayınlama projesi tamamlandı. Yeni Asya Neşriyat, alt yapı hazırlığıyla birlikte üç sene süren bir çalışma sonunda hazırlanan; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar, Asa-yı Musa, İman-Küfür Muvazeneleri, Tarihçe-i Hayat, Mesnevî-i Nuriye, Kastamonu Lahikası, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Muhakemat, Emirdağ Lâhikası, Barla Lahikası ve İşaratü’l-İ’câz’dan oluşan 14 kitaplık külliyatı renkli, büyük boy tarzıyla satışa sundu.

Metne ait lügatçenin aynı sayfalarda verildiği kitaplarda âyet ve hadis mealleri ile indeks, dipnot ve kronolojik bilgiler de yer alıyor. 12300’ü bulan sayfa sayısı, tarih cetveli ve renkli baskısıyla benzerlerine göre farklı özellikler taşıyan külliyat, lüks bir kutu içinde ve kampanya özel fiyatlarıyla okuyucularına ulaştırılacak.

Hikmet Neşriyat işbirliğiyle geçen hafta başlayan kampanyamızı, ileriki günlerde düzenlenecek diğer kampanyalar izleyecek.

***

Kampanya tanıtımları

Birbirinden değerli eserlerin hediye edildiği kültür kampanyamızın son halkasını teşkil eden Rüya Ansiklopedisi adlı eserin kupon neşrine 1 Şubat’ta başlanacak. Eserin ‘tanıtım çalışmaları’nda kullanılacak örnek baskıları, el ilânları, kâğıt ve bez afişler ile radyo ve tv reklâm cd’leri talep eden büro ve temsilciliklerimize gönderilecek.

Kampanyamızın abone çalışmaları, ulusal ve mahallî radyo ve TV’lerde önümüzdeki günlerde yayınlanacak reklâmlar ile desteklenecek.

Gayret bizden, tevfik Allah’tan...

Hepinize hayırlı haftalar dileğiyle.

15.01.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Türban yasağı koyan kaç ülke var?



Okuyucuyu yanıltmak konusunda Türkiye medyasını geçebilecek başka bir medya var mı, merak etmek lâzım. ‘Türk medyası’nda hemen her gün, birbirinden ‘yanıltıcı’ yazı, haber ve fotoğrafları görmek mümkün.

‘Yanlış bilgi’lerin kasıtlı olmadığını düşünmek de mümkün değil. Böyle olmuş olsa, hataların sonraki günlerde düzeltilmesi ve tekrarlanmaması gerekir.

Meselâ, “Peçe, terörle mücadele kapsamında!” başlıklı bir yazıda şu ifadelere yer verilmiş: “Müslüman kadınlar bu ülkelerde türban hoşgörüsü yaratıyor. Yine de, türban yasağı koyan ülkelerin sayısı hiç az değil.” (Yalçın Doğan, Hürriyet Pazar eki, 7 Ocak 2007)

“Bu ülkeler”den maksadın, Avrupa ülkeleri olduğunu hatırlatalım. “Peçe”nin Avrupa’da geniş tartışmalara sebep olduğu doğru. Ancak, ‘türban yasağı koyan ülkelerin sayısı hiç az değil’ bilgisi tamamen yanlış ve yanıltıcı. Çünkü herkesin bildiği üzere, bugün itibarıyla Avrupa’da ‘yaygın’ bir başörtüsü yasağı yok. Bazı sıkıntılar var, ama meselâ yasağın en katı uygulandığı ülke olarak bilinen Fransa’da bile, sadece devlete ait ilköğretim ve liselerde başörtüsü yasağı var. Fransa’da özel ilköğretim ve liselerde yasak olmadığı gibi, devlete ait üniversitelerde de başörtüsü yasağı yoktur. Bunun yanında, Almanya başta olmak üzere hiçbir AB üyesi ülkenin üniversitelerinde başörtüsü yasağı yoktur. Öğretmen, hakim v.b. bazı görevlilerin başörtüsü takmasına itiraz ediliyor, ama o bile yaygın değil. Meselâ, bugün itibarıyla Almanya’nın bazı eyaletlerinde başörtülü öğretmenler engelleniyorsa da, diğer bazı eyaletlerde başörtülü öğretmenler görev yapıyor.

Tekrarlayalım: Öğrenciler açısından hiç bir AB üniversitesinde başörtüsü yasağı yoktur. İlköğretim ve lise açısından da sadece Fransa’da ve devlet okullarıyla sınırlı bir ‘yasak’ sözkonusu. ‘Sade vatandaş’ için ise hiç bir yerde ‘yasak’ uygulanmıyor. Yasak yok, ama olsa bile önemli olan böyle yasaklara karşı alacağımız kişisel tavırdır. Her hal ve şartta, özgürlükleri savunmalı değil miyiz?

Bütün bu gerçeklere rağmen, “Türban yasağı koyan ülkelerin sayısı hiç az değil” diyen, yasakçı ülkelerin listesini yayınlamalıdır. Aksi halde, itham edilebilir...

*

Avrupa’dan rakamlar

1 Ocak 2007 tarihi itibarıyla 27 üye ülkeye ulaşan “Avrupa Biriği”nden bazı rakamlar aktarmak istiyoruz. Almanya Dışışleri Bakanlığı (Berlin) katkılarıyla yayınlanan “Politika, Kültür ve Ekonomi Forumu Deutschlan” adlı dergide (sayı: 6/2006 Aralık/Ocak) yer alan bilgiler şöyle:

*Finlandiya’ya ait ada ve kayalık adacıkların sayısı: 30.000

*Belçika’nın kent nüfusunun toplam nüfusa oranı: Yüzde 97

*AB’nin en dağlık ülkesi: İspanya

*Yunan Millî Marşı’ndaki kıta sayısı: 158

*Letonya’daki göllerin ve nehirlerin sayısı: 2250 ve 768

*Hollanda’nın deniz seviyesinin altında kalan topraklarının tüm topraklarına oranı: Yüzde 27

*İsveç’teki göl sayısı: 100.000

*Almanya’nın en küçük yerel yönetim birimi olan Schelswig-Holstein’daki Wiedenborstel’in nüfusu: 5

*Avrupa’daki en uzun yer ismi: Llanfairpwllgwyngyllgogerychwyrndrobwyll-llantysiliogogogoch, Galler (Büyük Britanya)

Ağır aksak da olsa ilerleyen bir ‘üyelik süreci’miz olduğuna göre, AB’yi yakından tanımakta fayda var...

15.01.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Kerkük Fatihi



İlginç politika değişiklikleri yaşanıyor. Başbakan Erdoğan çok ama çok kritik bir siyasi hamle yapmaya soyunuyor. 2007 yılının ilk günlerinden beri bunun sinyalleri verilmeye başlandı. Önce, al bayraklı bilboardlar geldi. Bunun, başbakanın 2007 yılında AB’den sonra Irak’la uğraşacağımız yönündeki beyanatları izledi.

“Kerkük’ün yeni Karabağ olmasına izin vermeyiz” şeklindeki beyanat ise bunun zirve noktasıydı. Ne oluyor? Ankara’da neler yaşanıyor, perde arkasında ne tür tezgahlar dönüyor? Bir gazeteciyi sıkıntıdan ülser edecek ya da zona hastalığına yakalatacak çapta sıkıntılı gelişmelerle karşı karşıyayız. Neden sadece gazeteciyi diyorum? Çünkü hissedip, parametrelerini çözemediğimiz kritik bir durumla karşı karşıyayız.

ABD’nin Irak’ı bir felaketten diğerine sürüklediği noktasında bir kaygımız yok. Başkan Bush’un yeni Irak açılımı, Başkan Nixon’un Wietnam sürecinde tekrarladıklarından farklı bir şey değil. ABD, Wietnam’da batağa her saplandıkça asker sayısını artışmış. Ancak Irak’ın, Wietnam’dan önemli farkları var. O ayrı bir analiz konusu, ama tüm bunlar Ankara’nın önceliğinin değişmesini izah etmek için yeterli değil.

Kontrollü bir gerginlik mi tırmandırılıyor, yoksa Kerkük konusunda bizim bilmediğimiz, ancak devletin bildiği bir peşkeş mi söz konusu? Aslında bu peşkeş lafını pek sevmiyorum. Ota, çöpe peşkeş çekiliyor denile denile içi boşaltıldı, değeri düşürüldü bu sözün.

2007’de Kerkük’te bir referandumun olması bekleniyor. Bu takvim Anayasa değişikliği ile birlikte karara bağlanmıştı.

2007 referandumu için Kerkük’e yüz binlerce Kürt nüfusunun yığıldığı da bir vakıa… Ancak bunlar biliniyordu. Benim açımdan Ankara’nın Kerkük konusunda ayranının kabarmasını açıklamaya yetmiyor. Geçmişte Kardak kayalıkları konusunda Yunanistan’la savaşın eşiğine geldiğimizi unutmadık. PKK kampları için İran’ı vurmak üzere havalanan uçakları dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in havadan geri çevirdiğini de biliyoruz. İşte bu bilgiler bizi tedirgin ediyor.

Tansu Çiller varını yoğunu Öcalan’ı Türkiye’ye getirmenin üzerine kurmuştu. Öcalan’ı yakalayan lider olarak tarihe geçmek, ”çelik yürek” görüntüsünü parlatmak istiyordu. Öcalan’ı getirmenin prim yaptığını Ecevit’in bu olaydan sonra girdiği ilk seçimde iktidar olmasıyla gördük. Kardak olayındaki tutumu da Çiller’i kahraman yapmıştı. Demek istediğim o ki, hırslı siyasetçiler bu tür işleri seviyor. Erdoğan’ın Kerkük çıkışının arkasında böyle bir manevra olmasın?

Kesin var diyecek bilgilere sahip değilim. Sadece kuşkularımın üzerinde kafa yormaya çalışıyorum. ‘Kıbrıs Fatihi’ sözü ölene kadar Ecevit’in en büyük mirası oldu. Türkiye’nin son 30 yılına darbe vurması bir tarafa ama Ecevit’e yaradı.

Çünkü bu tür olaylar, toplumların akıllarıyla değil, duygularıyla hareket ettiği dönemler oluyor. “Kıbrıs Türktür Türk kalacak” mitinglerinde bir milli heyecan vardı. Kıbrıs Fatihi denilince akan sular duruyordu. Peki gözünüzün önüne getirin, yüz binlerin toplanıp, ”Kerkük Türktür Türk kalacak” mitinglerini tertip etmelerin… Beni kuşkulandıran asıl nokta da bu işte.

Kıbrıs Fatihi’nden sonra yoksa bir de Kerkük Fatihimiz mi oluyor? Kıbrıs fatihini kaybederken, Kerkük Fatihine mi kavuşuyoruz.

Bunların çok iddialı sözler olduğunun farkındayım. Kulağıma bazı söylentiler gelmiyor değil.

Genelkurmay Başkanı’nın önümüzdeki ay ABD’ye yapacağı ziyaret bu açıdan önemli. Ama şurası bir gerçek ki, Tayyip Bey Kerkük konusuna takmış durumda.

Cumhurbaşkanlığı için layık olup olmadığı tartışılırken, Kerkük hamasetini körükleyip, bir de milli kahramanımız olmaya görsün.

Türkiye’nin kuzey Irak’a girmesi planlanıyor mu bilmiyorum. Ancak ona dair işaretler artıyor. Peki ABD’den izinsiz bölgeye müdahale mümkün mü? Askerinin başına çuval geçirilmesini izale edemeyen bir ülke, bunu nasıl becerecek? Burada Başbakan Erdoğan çok tehlikeli bir role soyunuyor. Dikkatle izlemenizi öneririm ama şunu bilin ki, ‘Kıbrıs Fatihi’nden sonra bu kez de Kerkük Fatihi ile karşı karşıya kalabiliriz. Başbakan bu role hevesli olur da, kimsenin Türkiye’nin elini kolunu sallayarak Kerkük’e izin vermesi söz konusu değil.

Kontrollü olarak tırmandırılan bir gerginliğimiz, yönetilebilecek bir krizimiz, Kerkük sınırına kadar ilerleyen bir Fatihimiz mi olacak? Daha doğrusu tüm bunlar, ABD ile birlikte hem de ABD’ye karşı kontrollü olarak yürürlüğe sokulan bir savaş oyununun parçası mı?

İzleyip, öğrenmekte yarar var.

15.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Ehl-i Beyt gerçeği



Şii-Sünni tartışmalarını tetikleyen üç yeni gelişme oldu. Bunlardan birisi, ABD’nin Irak’ı işgal etmesi ve bu işgalin oradaki statik yapıyı bozmuş olmasıdır. İkincisi, bu işgalle birlikte İran’ın Irak’ta artan nufuzudur. Sonuncusu ise, İsrail’in Lübnan’a daha doğrusu Hizbullah mevzilerine saldırısı olmuştur.

Bu meseleler hem Lübnan’da hem de Irak’ta oturmuş Şii-Sünni dengelerini sarsmış oldu. Keza Hatemi’den sonra Nejad’ın yeni politikaları da bunun etkilerini artırmıştır. Bu bozulan dengenin yeniden tamiri ve yerine oturtulması lâzım. Bunun için yapılması gereken; öncelikli olarak, ABD’nin Irak’tan defedilmesi ve buna müteakiben İran nufuzunun eski sınırlarına çekilmesidir. Bu olursa, Şii-Sünni birliği sağlanamazsa bile en azından yeni bir kamplaşma yaşanmaz. Buna mumasil, İsrail’e karşı mücadele de ortak zeminde olmalıdır.

Bu şu demektir: Şii siyasi veya dini hareketler bu meseleyi Lübnan topraklarını korumayı manipülasyon ve dolayısıyla hizipçi propoganda veya partizanlığı güçlendirmek için kullanmamalıdırlar. Amaçlardan birisi, İsrail üzerinden mezhebi veya Şii nufuzu artırmak olursa o cephede de kutuplaşma kaçınılmazdır. Öyleyse, Sünnilerin de desteğini ihraz edebilmek için mücadelenin mezhebi boyutları aşıp dini bir eksene oturtulması lazımdır. Bunun iki yolu var. Şeba çiftliklerini kurtarmak için devlet siyaseti izlemek ve bu meyanda Hizbullah’ın silahtan arındırılmasıdır. Bu İsrail veya ABD’nin planı denilirse, o taktirde, Hizullah örgüt olarak kapsamını mezhebi sınırlarını aşacak şekilde genişletmeli ve mezhebi eksenden ulusal eksene kaymalıdır.

Yani Hizbullah karma bir yapı haline getirilmeli ve bu yapıda Sünniler ve öteki gruplar da temsil edilmelidir. Dolayısıyla teşkilanlanma ve örgütlenme avantajını mezhep avantaja dönüştürme gayretleri er geç kutuplaşmaya ve ardından çatışmaya dönüşecektir. Şiiler ABD’ye karşı da olsa Irak’ta kendilerinden izinsiz Sünni eksenli silahlı direnişi onaylamıyorlarsa Sünniler Lübnan’da tersini niye yapsınlar? Dolayısıyla ortak bir merciiyet oluşturulmalıdır. Bunun için Kardavi’nin başkanı olduğu Müslüman Alimler Birliği iyi bir zemin oluşturabilir. Maksat bağcıyı dövmek değilse, taraflar, üzüm yeme konusunda anlaşabilirler. Buna engel yok. Niyetler halis olursa çıkış kapısı her zaman var..

***

Yeni mezhep geriliminin fitilinin ateşlenmesinde doğrudan veya dolaylı olarak İran veya Şii teşekküllerin etkisi var. Öyleyse Fehmi Huveydi’nin yazdığı gibi, mezhep savaşını İran durdurabilir ve öncelikli olarak görev onun alanına girmektedir. Aksi taktirde, kutuplaşma kendiliğinden gelecek ve karşı kutup da oluşmakta gecikmeyecektir. Böyle bir kutuplaşmanın iki tarafın da akılsızlarını tatminden başka kimseye hiçbir yararı yoktur. Fiili durum nedeniyle bugün mezhep tartışmaları alıp başını gidiyor. Hangi gazeteye veya yayın organına el atsanız bunun izdüşümlerini görüyorsunuz. Bu yeni dönemin bir gerçeği. Bu bağlamda, Ehl-i Beyt meselesi ve mesleği de yeniden perdenin önüne gelmiş durumda. Sık sık bizlere de bu konularda sualler tevcih ediliyor. Bu hususa girmeden önce Şamil Yayınları arasında çıkan Ehl-i Beyt Gerçeği adlı kitabını meraklılarına tavsiye edebilirim. M. Bahaüddin Varol’un bu kitabı bir doktora tezi. Yazarın Ehl-i Beyt nesli, Hilafet mücadelesinde ve Siyasallaşma sürecinde Ehl-i Beyt gibi başka kitapları da var. Konu etrafında tafsilatlı bilgi isteyenler sözkonusu kitaplara müracaat edebilirler.

***

Bu husustaki sorulardan birisi de şu: Günümüzde Ehl-i Beyt sevgisi nasıl olmalı veya ne anlama geliyor? Bu sorunun cevabı Ehl-i Beyt kimdir sorusunun cevabıyla aynıdır. Elbette bugün Ehl-i Beyt sevgisi, sevgi adına başkalarına nefret teksif etmek değildir. Eslafımızın atlattığı veya verdiği ağır imtihanı yeniden vermek veya güncelleştirmek değildir. Bu bedbahtlığımız olur. Bugün Ehl-i Beyt sevgisi, Abbasilerin önce Emevilere yaptığı gibi onları kabirlerinden çıkararak yeniden idam etmek değildir. A’zamiyeyi tahrip değildir. Ehl-i Beyt iddiasında olan Abbasiler önce bunu Emevilere ardından da Talibilere karşı yapmışlardır. Bugün Ehl-i Beyt’i kim temsil ediyor? Bu sorunun cevabı spekülatif olduğu oranda manipülatiftir.

Tartışmayı dindirecek tek şey, Ehl-i Beyt muhabbetini Peygamberimiz ve aile efradıyla sınırlandırmaktır. Onun ötesinde 12 İmam’ın ve bu bağlamda son imamının yaşayıp yaşamadığı ve bugüne kadar Samarra’nın sirdap ve girdaplarında kaybolup kaybolmadığı bizim işimiz değildir. 12’inci İmam’ın fiziki varlığı tartışmalı olduğu gibi Ehl-i Beyt’i ne kadar ve nasıl temsil ettikleri de tartışmalıdır. Ve bunun icaplarının ne olduğu da tartışmalıdır. Bu sevgi siyasi odaklarla somutlaştırılmak isteniyorsa yeniden nefretleşmeye dönüşeceği aşikardır. Ki bugün, Ehl-i Beyt’i kimin temsil ettiği sorusunun da gerçek ve tek bir cevabı yoktur. Yoksa, onlar adına çıkan her siyasi veya dini bir cereyana tabi olmamız mı gerekiyor?

Adamın birisi sürekli olarak bu konular etrafında takıntılı yazılar yazıyor. Bu işi kurcalayanlar arasında, dinlerini terkettikleri halde mezheplerini terketmeyenler bile var. Sözkonusu zevat Şeytan Rivayetleri gibi kitaplarında guya Selman Rüşdi’ye cevap verirken sevgi adına bütün hadisleri de ayıklamış. Bu red mi muzaharet mi sizlerin taktirine bırakıyorum. İbni Haldun gibilerine dayanarak sadece 17 hadisin veya benzer sayıdaki hadislerin sıhhatli olabileceğine kail oluyor. İbni Haldun’u Mehdi meselesinde reddedenler ve sevmeyenler ne hazindir ki hadis konusunda onu referans alabiliyorlar. O meselede de onu anladıklarını sanmıyorum. Ona göre başörtüsü meselesi de ‘İslami’ değil. Kaderin bir cilvesi olsa gerek, o zevat Sünnilerden ziyade, dinlerini sadece sevgi üzerine kurmuş ama bu sevgileri İslâmın hakaikini görmelerine perde olmuş Hıristiyanlarla dost, sarmaş dolaş. Buna da bir sözümüz yok ama bu sevgisinin bir parçasını İslam dairesindeki kardeşlerine de gösterse ya! Bizim sevgide de nefrette de dengeye ihtiyacımız var. Allah (c.c) sadece kendisini şiddetle sevmemizi emrediyor. Onun ötesindekiler tali dir. Bu ne sevgi ah diyesi geliyor insanın.

Hadis-i şerifte: Utanmıyorsan dilediğini yap deniliyor. Onların meşrebi de şu olmalı: Seviyorsan dilediğini söyle... Zaten sevgi ifrat makamında olunca karşıtını tefrit makamını yani nefretini doğurmaması imkânsız. Aman itidal...

15.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004