Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Namazsız gün, güneşsiz gün gibidir



An be an tüketiyoruz hayatı

Tükettiğimiz her bir zaman diliminden hesaba çekileceğimiz muhakkak. Kazanıyorsak da an be an, kaybediyorsak da.

İyilikler, kötülükler ‘her an’ muhatabımız. Nefes nefes tükettiğimize göre, nefes nefes hesabı olacak hayatın.

Kabri ve sonrasını düşünüp, yaşananları ciddiye alarak, dobra dobra konuşmak kendimizle ve çareler üretmekten başka bir yol yok.

Günler saatlerin, saatler anların kaybıyla kaybediliyor. Toptan değil yıkılışlar.

Onun için hayatın bütününü sorgularken, yaşananlardan ziyade, içinden geçiyor olduğumuz ‘an’ı yakalamak ve oraya bir şeyler katmak anlamlı. Çünkü ‘dün’ de yok, ‘yarın’ da. İkisi de bizim elimizde değil. Elimizde var olan sadece içinde yaşanılan ‘şimdi’dir.

Gün saatlerde, haftalar günlerde ve aylar haftalarda gizli. Güne müdahale, saatlere, saatlere müdahale ‘an’lara müdahaleyle mümkün.

Hayatın anlamı,’anlam’ı anlamakta gizli

Günü sabah namazıyla başlatıyor büyükler. Günün güneşi, sabah namazıyla doğuyor. Ondandır ki ezandan önce uyanıp, ezanı beklerler. Hayatı boyunca uykuda, üzerine güneş doğurmamış olanlar var.

Namazlarını kurallarına uygun kılanlar, günün en güzel işini yapmış oluyorlar. Tadili erkânıyla, huşu içerisinde, manevî zevkler alarak, tam hissederek, zikirleriyle, fikirleriyle tam bir huzur hali, kulluk hali içerisinde namazlar, insan olmanın hazzını tattırıyor insana.

110 yaşları devirmiş rahmetli dedemin, gece namazlarını hatırlıyorum. Sabah namazı başlamadan, epeyce bir gece namazları kılardı. Biz, çocukça uykular içindeyken, o hafifçe seslerle sûreler okur, odamızın maneviyatını süslerdi. Tabiî o zamanlar neden bu kadar namazlar kıldığını anlayamazdık dedemin. Meğer gece (teheccüt) namazları kabri nurlandıran bir namaz imiş. Rabbim mekânını nurlu eylesin.

Her sabah namazına kalkışta kulaklarımda dedemin o gönlüme dokunan, ‘haydi namaza kalk yavrucuğum, sana yarın şeker vereceğim’ sözünü duyuyorum.

Onun için o zamanlar sabah namazına kalkışlar hiç zor gelmezdi bana.

Namaz, tesbihat, cevşen, Kur’ânı Kerimle öyle bir anlam kazanıyor ki vakitler, seccadeden kalkasınız gelmiyor.

Hayatın anlamı, ‘anlam’ı anlamakla mümkün.

Sabahı kazanılmamış bir gün, büyük oranda kayba uğramış bir gün demektir.

Namazı kılınan vakit, kurtarılmış vakittir

Namazları olmayan gün, güneşi olmayan gün gibidir. Ya da namazı eksik olan gün, sıkıntı halinden başka bir şey değildir. Hatta hiçbir gerekçe yok, ama sıkıntılar yaşanıyor ise, namazsız vakitler yaşanıyor demektir.

Namazları kılınan gün, kurtarılmış gündür. Sonrası nasıl olsa oluyor, gerçekte de en iyisi oluyor.

Namazları olan bir gün, aydınlatılması mükemmel bir sokak gibi, pırıl pırıldır.

Sabah namazı ile birlikte cıvıltıları gelen kuşların canlılığı, topluca bir zikir halinden başka bir şey değil.

Canlı, cansız bütün mahlûkatın Yaratıcı bağı ortak.

Her şeyin her şeyle alâkalı olduğu apaçık ortada.

Dosdoğru namazlar, dosdoğru davranışlar getirmeli hayata. Hayat, din ile anlamlı. Hayatın nuru, esası, ihyası din ile olacaktır.

Elmadaki kâinat!

Bir elmanın varlığı için, koca bir kâinatın varlığını düşünüyor birileri. Tebrikler!

Öyleyse gün doğurmamak üzerimize önemli. Güneşten önce başlamak güne ve ondan önce doğmak hayata anlamlı. Güneşin, ‘Bir san’atı İlâhî olarak’ doğuşunu seyretmek, ancak insana yakışan bir hal.

Tefekkür, önce namazlarda yükseliş demektir. Manevî yükselişin en doruğu namazdır. Başı secdeye eğilen insan, hakikî insandır.

Elde edilenler, emek sarf edilen kadardır

İnsan günü, ya sabah kazanıyor ya da sabah kaybediyor.

Gelinip gidilen dünyadan, insanın nasıl gittiği dikkat çekici. Neticesinde ebedî bir saadeti kazanmak ya da kaybetmek olan bir hayat, nasıl an be an doyurulmasın. Anlamlı kılınmasın.

Zahmette rahmet var, ama hiçbir kazanım da öylesine, rastlantı eseri değil.

Her elde edilen, emek sarf edilen kadardır.

‘Hayranlık uyandıracak bir başarı için, hayranlık duyulacak şekilde çalışmak gerekir’ diyen Dr. John Zanicchi, çalışmanın yoğunluğuna ve sonucunda oluşacak getirilerine dikkatleri çekmektedir.

Ebedî bir hayatı kazanmak, emeğimizin, niyetlerimizin ve amellerimizin sonucu, Rabbimizin bize bir lütfudur.

Neyse ki, bir şey bütün bütün elde edilmezse, tamamen de terk edilmemeli.

‘Büyüklerin namazları nerede, bizimki nerede’ dememeli. Çünkü, eda edilen her bir namazın çekirdekten meyve vermiş ağaca kadar mertebeleri vardır. Bizim namazımız velev çekirdek derecesinde olsa bile, meyve vermeye namzettir.

Sabah namazında, ev ışıklarımızın çiçekler gibi açması duâsıyla.

10.03.2007

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

NE olduğumuzu bilelim



Takvimler 12 Mart’a doğru yaklaşırken, içimde sevinç ve hüzün yığınları oluşur. Öyle bir hâl alır ki bu yığınlar, gölgesinde düşünebileceğim yükseklikte tepecikler oluşur düşünce ufkumda. İstiklâl Marşı’nın kabul yıldönümüyle birlikte, bildik satırlardan dem vurmak ve işin en trajik yanı da bu satırların muhatabını zar zor bulabilmek gibi bir durumla karşılaşmak, en azından beni üzüyor. Buna karşın, bunca şuursuzluğun ortasında yine de satırlarımı yerden kaldırıp değer biçecek ve bir şekilde hayatının en mutena yerlerinden birine yerleştireceklerin varlığı da beni sevindiriyor.

Maalesef hatıraları ya cansız ve donmuş bir kalıp şeklinde dile getirilen yahut da hiçe sayılan bir topluma şâhitlik eder hâle geldik. “Vatan, millet, Sakarya” gibi yakın tarihimizin dönüm noktalarından olan kavramlarımız âdeta alay konusu yapılarak, “vatan, millet, Sakarya edebiyatı” diye vasıflandırılıp mizah konularına meze hâline geldi neredeyse. Diğer taraftan bu kavramların, aslı astarı olmayan, yöntemsizlik içinde soyut olmaktan öte gitmeyen ve ortaya somut bir öneriyle çıkmayan düşünceler içinde sos niyetine kullanıldıkları da oluyor. “Hangi çağdayız? Bırak bunları. dünyaya entegre olmak lâzım” gibi ucu açık ve moda ifadelerin küçümseyici ağırlıkları altında ezilmenin duygusu anlatılamaz meselâ.

İş sadece bununla da kalmaz. “Özümüze dönelim” gibi emrivaki ifadeler öte yakada peşinizi bırakmaz. Çünkü ister istemez, “Peki; ama nasıl?” gibi yöntemi sorgulayan sorular beyninizi kemirir. Çünkü buna da net bir cevap yoktur. İşte âdeta iki taraftan bağlı halatların gerdiği bir beden gibi sallanır dururuz. Çünkü denge dediğimiz kavramın epey uzağına düşmüş oluruz bile. Söz gelimi, “Tamam, kuru kuruya vatan millet, Sakarya edebiyatı yapılmaz. Bunun için hamasî söylemlerden vazgeçip geçmişimizi şimdi ile bağdaştırıp geleceğe taşımalıyız” gibi bir düşünce neden çoğunluk tarafından lisan-ı hâl tadında gerçekleşmiyor? Evet, lisan-ı hâl, diyorum; zira bu tarz durumlarda hep lisan-ı kal mertebesinde bulunup bir türlü ötesine geçemiyoruz.

Söz lisan-ı kalden(sözde durum) açılmışken, bir de bu dönemde “kendini tanımaya” yönelik nice düşüncelere değinmek elbette yerinde olacaktır. Biz, nedense toplum olarak hep ne olduğumuzu sadece düşünmekle yetiniyoruz. İş böyle olunca, sadece düşünce safhasında kalıyoruz. Tipik insanı soyutlayan Hintlilerin Nirvana’sı gibi bir şey. Halbuki ne olduğumuzu düşünmek, çok çabuk geçmemiz gereken bir merhale olmalı. Zira ardından ne olduğumuzu bilmek zorundayız. Çünkü “ne olduğumuzu bilmek”, içinde aktifliği barındıran bir hayat tarzıdır. Ve bence, biz bunu mazi, hâl ve istikbal çerçevesinde gerçekleştirdik mi; dünya sahnesinde hakkıyla yer alabiliriz.

İşte İstiklâl Marşı’nın serencamını bu bakış açısıyla irdeleyip mazi, hâl, istikbal dengesini gerçekçi bir değerlendirmeye tâbi tuttuğumuzda, kişilik sahibi bir toplum olarak söz sahibi olabiliriz dünya divanında. Yok, eğer hâlâ kendimizi arıyorsak ya da işin “nasıl”lığını çözmeden hamasî nutuklara başvuruyorsak, gerçekleştireceğimiz tek şey, “iki ileri bir geri” modu olacaktır ki, bu da “Eller gider aya, biz kaldık yaya” sözünün tahakkuku demektir.

10.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Miniklerin yağmur duâsı



6 Mart Salı günü gazetemizde çıkan bir haberde yağmur altında yapılan yağmur duâsından söz ediliyordu. Bursa Karacabey ilçesinde üç aydır süregelmekte olan kuraklık sebebiyle çocuklar da alınıp yağmur duâsına çıkılmıştı.

Miniklerin de hazır bulunduğu duâda daha eller yere indirilmeden yağmur sağnak sağnak boşalmaya başlamıştı.

İnsan gerçekten aciz bir varlık. Her an Allah’a muhtaç. Hayat kaynağımız olan güneş her sabah doğar batar da önemini pek idrak edemeyiz. Havayı her an teneffüs ederiz de ne kadar vazgeçilmez bir nimet olduğunu ancak pis veya havasız bir yerde kaldığımızda anlarız.

Ya rahmet adıyla yâd ettiğimiz yağmur? Onun da ancak kuraklık anında kıymetini anlar, yağmur duâsına çıkma ihtiyacını hisseder ve duâlarımıza cevap verildiğini görünce de yüzlerimiz güler.

Aslında Kur’ân bize sadece sıkıntı ve yokluk anlarında değil her an, her dakika Allah’a muhtaç olduğumuz dersini verir. Günde beş defa durduğumuz İlâhî dergâhta, “Ancak Sana ibadet eder ve ancak Senden yardım dileriz” duâsını en az kırk defa zikretmez miyiz? Allah, kulunun ihtiyacını her an Rabbine dile getirmesinden hoşlanır. Rahatlık ve bolluk dönemlerinde hatırlamayıp da sadece sıkıntı anlarında Ona yönelmek saygısızlık sayılmaz mı?

Fotoğraflarını eğer görmüşseniz minikler bayağı yer tutuyor yağmur duâsında. Belki de Cenâb-ı Hak o masumlar hürmetine rahmetini gönderiyor. Ve duânın kabulü için o masumlar gibi günahlardan ciddî bir tevbe edip tertemiz olmak, hepsinden önemlisi Rabbimize olan ihtiyacımızı her an, özellikle böylesi sıkıntı anlarında daha çok hissetmek ve ona göre içtenlikle duâ etmek gerekiyor.

“Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir, fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyette anlar ki, onun tayinini veren babası, hanesi, dükkânı değil, belki onun tayinini ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zât, onu besliyor, rızkını veriyor. Hatta en küçük bir çocuk da—daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken—o yağmur duâsında küçük fikrinde büyük ve geniş bu mânâyı anlar ki, ‘Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zât, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese başkalarının faydası olmaz. Öyle ise Ona yalvarmalıyız’ der, tam imanlı bir çocuk olur.”1

Evet, Allah’ı daha çok hatırlatıyor kuraklık gibi musibetler.

Dipnotlar: 1- Emirdağ Lâhikası, s. 31.

10.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Düşmanın yapamadığını kendi elimizle mi yapıyoruz?



Yeşilay Haftası içindeyiz. Acaba Yeşilay hakkında ne biliyor, ne yapıyor; ne yapmalıyız? Hilâl-i Ahdar (Yeşilay Cemiyeti), 5 Mart 1920’de, Cumhuriyet’ten evvel kurulan en eski yaşayan hayır müessesemiz. Batı, Osmanlı’ya, Tanzimat ile başlattığı hulûl hareketini, “kardeşlik-müsâvât-hürriyet-adalet” sloganlarıyla süsleyerek, şirretliğini maddî işgale kadar dayandırdı. Birinci Cihan Harbi sonunda, bütün yurdun işgal edilmiş olmasına rağmen, milletimizde istiklâl ve mücadele azminin sönmediğini gören düşman; top ve tüfekle yenemediği Müslüman varlığı, içten çökertmek için alkol ve uyuşturucu gibi maddelere başvurmuştu. Limanlarımıza uğrayan düşman gemileri beraberinde getirdiği yığın yığın alkol kasalarını indiriyor ve bunlar el altından halkımıza ve bilhassa yurt müdafaasının faal unsuru gençlerimize ulaştırılıyordu. Alkol ve uyuşturucu madde iptilâsı, kısa zamanda bir salgın halini almaya yüz tutmuştu. İşin vehametini kavrayan vatansever aydınlar, halkı ve gençliği uyarmak ve bu yolda mücadele etmek için “Türkiye Yeşilay Cemiyeti”ni kurdular.

İrfân ve kültür hayatımızda, en eski ve önemli yeri işgal eden Yeşilay Cemiyeti nasıl kuruldu? Dr. Mazhar Osman Bey, bazı arkadaşları ile birlikte, İstanbul Vilayet binası yanındaki “Metbuât Cemiyeti”ne gider. Şeyhülislâm—protokolde başbakandan sonra gelen ve dinî teşkilâtı idâre eden makam—Haydarizade İbrahim Efendi Hazretleri de toplantıya şeref verenlerden. Dr. Hacı Emin Paşa, Dr. İbrahim Paşa (Askerî Sıhhiye Reisi), Dr. Milaslı İsmail Hakkı (Sıhhiye Umumî Müfettişi), Galip Paşa (Pasinler), (Sabık Hicaz Valisi), Dr. Şinasi Paşa (Bahriye Merkez Hastahanesi Ser Tabibi), Hasan Bey (Saka), Hüseyin Kázım (Eski Meb’uslardan), Said Efendi (Bediüzzaman Said Nursî, Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye azâsı), Eşref Edip Bey (Sebilürreşad Mecmuası sahibi), Prof. İzmirli İsmail Hakkı Bey, Ahmet Emin (Yalman) (Vatan Gazetesi Baş Muharriri) gibi bir çok gazeteci, yazar ve öğretmen bu toplantıda hazır bulunmuş.

Cemiyetin gayesi, “Ülkemizde ahlâkî ve kültürel bir kalkınma atmosferi içinde; içki ve uyuşturucu madde tüketimini, devlet organları ile de iş ve gönül birliği yaparak, asgarîye indirmektir.” Cemiyet’in temel stratejisi; başta uyuşturucular olmak üzere bütün çirkin ve zararlı alışkanlıklara zemin hazırlayan “uyuşturucu kültürü”ne cephe almaktır. “Uyuşturucu kültürü”, istilâcı süper güçler; toplum yapısının temelini teşkil eden millî ve mânevî değerleri, mistik inanç ve mukaddesleri yok etme faaliyetidir. Hedef; uydu haline getirilmek istenen ülke ve toplumun, millî mukavemet ile savunma gücünü yok ederek, sömürüye müsâit hâle getirilmesidir.

Uyuşturucu kültürünün unsurları: Fuhuş, rüşvet, kumar, ırza tecâvüz, intihar, cinsî sapıklık ve uyuşturucu kapsamına giren madde alışkanlıkları, âilenin yıkımı gibi cemiyeti çözen, çökerten iptilâ ve eğilimlerdir.

Vâsıtaları: Müstehcenliği, fuhşiyat ve her türlü sapıklığı, yıkıcı modaları teşvik ve telkin eden, karşıt ideolojilerle toplumu ve bilhassa gençliği kamplara ayıran, kezâ fırsat buldukça bunları çatıştıran, ülkeyi terör arenasına çevirmeyi görev edinen bütün yazılı-sözlü, canlı-cansız basın-yayın araçları, başta eğitim olmak üzere bütün devlet kademelerinde yuvalanmış 5’inci kollar, mensupları ve uydularıdır.

Şimdi elimizi vicdanımıza koyup kendimize sormalıyız: Acaba bilerek veya şuursuzca bunlara mı destek oluyoruz; yoksa milletimize, yani Yeşilay’a mı?

10.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Nejat EREN

Kıymetini bilemediğimiz değerler



“Kıymet” ve “insan”. Bu iki sırlı kelime ve kavram, nasıl bakarsak bakalım, nasıl düşünürsek düşünelim, bu dünyada sadece insan unsurunda, onun kafasında, onun muhakemesinde yer bulabilecek kavramlardır. “Kıymeti”, canlı organizmalardan ancak insan denen varlık takdir edebilir. Kadir, kıymet, vefa duygusu ancak insanın takdir edebileceği değerlerdir.

Sahip olduğumuz kıymet ve değerlerin sayısını tahmin edip kaleme ve söze dökmek mümkün değildir. Sahip olduğumuz zerreler adedince de ayrı bir değer ve kıymete haiz olduğumuz hem dinin, hem de ilmin tespitleriyle sabittir.

Hayatta sahip olduğumuz değer ve kıymetleri sayılara dökemeyiz ama, kalbimizi ayıltacak, gözümüzü açacak, hislerimizi heyecana getirecek, idrakimizi, basiretimizi açacak günü birlik büyük nimetlerin yanında, uzak kalabildiğimiz büyük belâ ve musibetler de vardır. Nimetlerin varlığından haberdar olabilmek ne kadar bize mutluluk veriyorsa, belâ ve musibetlere duçar olmamak ve onlardan uzak olmak da bir o kadar başka bir nimettir ve mutluluk kaynağımızdır. Anlamlı ve mühim olan bu nimetleri nimet olarak bilmenin tadını, idrakini ve zevkini yaşamaktır.

Meselâ en öne çıkan nimetlerden olan: Konuşuyor olmak. Görüyor olmak. Yürüyor olmak. Camit ve cansız değil, canlı olmak. Yiyip içiyor olmak. Sağlıklı olmak. Sağ olan anne babaya ve dostlara sahip olmak. Evlât sahibi olmak. Alım gücü olmak...

Nefes alıyor olmak. Ameliyat masasında yatıyor olmamak veya ameliyattan başarıyla çıkmış olmak. Kanser, felç, AIDS gibi amansız bir illet ve hastalığa yakalanmamış olmak...

Birilerine herhangi bir konuda yardım edebilme ve birilerinden yardım görebilme potansiyeli bulunmak. Birileriyle ilgilenmek ve birilerinden ilgi görmek, görebilmek. Bir sevgiliye, bir dosta sahip olabilmek. Onlarla konuşabilmek, dertleşebilmek, sohbet edebilmek.

Ve daha yüzlerce, binlerce, milyonlarca… nimet üstüne nimetler! Ne kadar büyük nimetler! Ne büyük bir devlet ve hazine! Milyonlar şükür isteyen varlıklar...

Bütün bunların ne zaman bir kıymet ve değer olduğunu anlıyoruz? Maalesef elimizden çıktıktan sonra! Veyahut çıkma noktasına gelince. Ama günlük hayatta, bunlar bize göre ne kadar sıradan şeyler değil mi? Yani bir yazı konusu olabilecek değerde şeyler mi?

Allah’ın en büyük nimeti, ihsanı, hidayeti, rahmeti ve bereketi muhakkak ki iman nimetidir. Çünkü bütün bunların idraki ve takdiri onunla kaimdir. Bu münasebetle ibret verici bir hikâyeyle yazımızı bitirelim:

Kanser olan yavrusuna bütün ilgi ve sevgisini ancak o illete yakalanınca idrak edebilen bir annenin hazin ve ibretlik birkaç cümlesi:

“Bu sabah için, içimden ağlamak geldiği halde yüzünü gördüğümde gülümseyeceğim.”

“Bu sabah için, ne giymek istediğinin seçimini sana bırakacağım gülümseyerek ne kadar yakıştığını söyleyeceğim.”

“Bu sabah, çamaşırları yıkamaktan vazgeçip seninle parkta oynamaya gideceğim.”

“Bu sabah bulaşıkları lavaboda bırakıp bulmacanın nasıl çözüldüğünü bana öğretmeni izleyeceğim.”

“Bu öğleden sonra dondurma arabası için çığlıklar attığında sana hiç kızmayacağım ve gelirse bir tane alacağım.”

“Bu öğleden sonra büyüdüğünde ne olacağın hakkında hiç canımı sıkmayacağım.”

“Bu öğleden sonra kurabiye pişirirken bana yardım etmene izin vereceğim.”

“Bu gece seni kollarımda tutacağım ve nasıl doğduğunu, seni ne kadar çok sevdiğimi anlatacağım.”

“Bu gece küvette suları sıçratmana izin vereceğim ve sana hiç kızmayacağım.”

“Bu gece geç saate kadar oturmana ve balkonda oturup yıldızları saymana izin vereceğim.”

“Bu gece yanına uzanıp en sevdiğim TV programlarını bir kenara bırakacağım.”

“Bu gece sen duâ ederken parmaklarımı saçlarında dolaştırıp bana en büyük armağanı verdiği için Allah’a şükredeceğim. Kayıp çocuklarını arayan anne ve babaları düşüneceğim.”

“Yatak odaları yerine çocuklarının mezarlarını ziyaret edenleri ve hastahane odalarında donuk bakışlarla, daha fazla içlerinde tutamadıkları çığlıklarıyla hasta çocuklarını seyreden anne babaları düşüneceğim.”

“Ve bu gece yanağına iyi geceler öpücüğü verirken biraz daha uzun tutacağım kollarımda.”

“Allah’a senin için teşekkür edip bize yalnızca bir gün daha vermesi için yakaracağım”

Dostlarımıza olan ilgi, alâka ve sevginin coşması, taşması ve ebed âlemlerine kadar gitmesi dilek ve temennisiyle.

10.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Amel defteri üzerine



İzmir’den okuyucumuz: “Amel defteri ne demektir? Nasıl bir defterdir? Önemi nedir?”

İnsanın ömrü boyunca işlediği iyi-kötü amellerinin yazıldığı manevî defter demektir. Başka bir ifadeyle; yazıcı meleklerce tutulan insanın davranışlar kütüğü, ya da insanın yaşadığı bütün hayatın ayrıntılarıyla kaydedildiği ana defter veya insanın kendi davranışlarıyla yazılan ve mahşer günü için esas tutulan büyük defter.

Kur’ân’a göre, kendilerine Kirâmen Kâtibîn denilen şerefli melekler insanın her yaptığını bilip1 kayda almaktadırlar. Bu melekler insanla birlikte bulunmakta, insanın sağında ve solunda oturmakta ve insanın söylediği her sözü zabta geçirmektedirler.2

İnsanın ömür boyu yaptıklarıyla yazılıp doldurulan amel defteri Mahşer gününde insana sağından, solundan veya arkasından verilebiliyor. Amel defteri sağından verilenlerin hesabı çok çabuk görülüyor; bunlar ailelerinin ve yakınlarının yanına sevinçle dönüyorlar.3 “Alın!” derler, “Okuyun kitabımı! Ben, gerçekten hesaba uğrayacağıma inanmıştım.” Bu kimseler pek hoş bir hayata adım atıyorlar. Yüksek bir Cennetin içindedirler. Yanı başlarında Cennetin meyveleri salkım salkımdır. Kendilerine, “Geçmiş günlerde yaptıklarınıza mükâfat olarak yiyin ve için!” deniliyor.4

Kur’ân-ı Kerîm’e göre, bir kısım insanların da amel defterleri solundan veya arkasından verilecektir. Bu kimseler, dünyada âhireti unutup zevk ve eğlence içinde bulunanlar, dirilip Allah’a döneceklerine inanmayanlardır. Bunlar amel defterleri kendilerine arkalarından verilince, “Eyvah; mahvoldum!” diye bağırırlar ve çılgın alevli bir Cehenneme girerler.5

Amel defteri solundan verilen kimseler de, “Keşke, kitabım bana verilmeseydi! Hesabımı öğrenmeseydim. Keşke ölüm her şeyi bitirmiş olsaydı! Malım bana fayda vermedi. Gücüm kuvvetim kaybolup gitti” derler. Bunlar Şanı büyük olan Allah’a inanmayan ve yoksulları doyurmayan kimselerdir. Orada bu kimselere: “Tutun, bağlayın onu! Sonra, Cehenneme atın! Sonra da, yetmiş arşın zincire vurun!” denir. Bu kimseler için artık ne bir candan dost vardır, ne de kanlı irinden başka bir içecek! Çünkü bunlar kâfirdirler ve bilerek günah işlemişlerdir.6

Tohumların ve çekirdeklerin baharın amel defterinin sayfaları hükmünde olduğunu ve içindeki programların ikinci baharda yeniden, daha parlak ve daha alımlı bir biçimde neşredildiğini vurgulayan Bediüzzaman Said Nursî, insanın hayatının neticesi olan amel defterinin de insanın hizmetine ve ibadetine çok büyük sevap verilmek ve işledikleri günahların hesabı sorulmak üzere muhafaza edildiğini ve mahşer gününde neşredileceğini kaydeder.7

Bediüzzaman’a göre Cenâb-ı Hakkın Âdil, Hakîm8, Hafîz ve Rakîb9 isimleri insan için amel defteri tutulmasını ve yaptıklarının harfiyen yazılmasını gerekli ve hattâ zorunlu kılmaktadır. Nitekim koca baharın çiçekli meyveli bütün bitkilerinin amel defterleri eksiksizce tohumlarında yazılmakta ve ikinci bir baharda onlara göre eşsiz bir muhasebe içinde sayfa sayfa neşredilmektedir. Böylece kocaman diğer bir baharın, önceki baharı aratmayacak derecede yeryüzünü kaplaması Cenâb-ı Hakkın Hafîz isminin ne derece şiddetle tecelli halinde bulunduğunu göstermektedir.

Anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Hak, mülkünde cereyan eden her şeyin yazılmasına ve zabt edilmesine çok büyük önem veriyor. Öyle ki, en küçük bir olayı, en ufak bir hizmeti küçük görmüyor; yazıyor, yazdırıyor. Mülkünde gerçekleşen her şeyin sûretini, yaşanan her olayın bütün ayrıntılarını çok çeşitli araçlarla muhafaza ediyor.

Hafîz isminin bu yüksek tecellisi gösteriyor ki, insan için ehemmiyetli bir amel muhasebe defteri açılacak, mahiyetçe en büyük, en şanlı ve en şerefli olan insanın büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri, mühim bir hesap ve mizana girecek. İnsanın amel sayfaları neşredilecek.

Âhiret işlerinde iş birliği yapmanın ve cemaatleşmenin, amel defterine daha fazla hayır ve sevap yazdıracağını beyan eden Bediüzzaman Said Nursî, bunu ticaret şirketlerinin katlamalı kazançlarıyla izah eder. Fakat bir fark vardır: Ticaret şirketlerinde kazanç ortak sayısına bölünür ve her birisine sermayesi oranında bir kazanç verilir. Âhiret işlerinde ise sevapların ve manevî kazançların tamamı uhuvvet ve kardeşlik bağlarıyla bağlanan ve hayır işlerinde yardımlaşan her bir mü’mine bölünmeden ve eksiksiz verilir.10

Bediüzzaman; eksiksiz yaşadığı her ânın kaydı tutulan insanın kabre girip rahatla yatmasının, uyandırılmamasının, yokluğa gidip kaçmasının, toprağa girip saklanmasının, küçük-büyük her amelinden suâl edilmemesinin, mahşere gitmemesinin ve mahkeme-i kübrâyı görmemesinin mümkün olmadığını bildiriyor.11

Dipnotlar: 1- İnfitar Sûresi, 82/11-12 2- Kaf Sûresi, 50/17, 18 3- İnşikak Sûresi, 84/7,8, 9 4- Hâkka Sûresi, 69/19-24; İsrâ Sûresi, 17/71 5- İnşikak Sûresi, 84/ 10-15 6- Hâkka Sûresi, 69/25-37 7- Mektûbât, S. 222 8- Sözler, S. 67 9- Sözler, S. 75 10- Lem’alar, S. 164 11- Sözler, S. 76, 77

10.03.2007

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

İlim ve fenlerin en parlağı



21. yüzyıl, teknoloji ve bilimin en parlak yıllarını yaşadığı bir yüzyıl haline gelmiştir. Elektronik ve bilgisayar dünyasında her şey o kadar süratli bir şekilde gelişiyor ki insanların havsalası bile almayacak derecede yeni yeni icatlarla karşılaşıyoruz.

Herhalde kıyamete kadar bu gidiş durmayıp devam edecektir. Araştırma ve geliştirmeye önem vermeyen şirketler nasıl ki iflâs edip rakiplerine meydanı bırakmaktadır, bir Müslüman olarak bizler de dünya üzerindeki yerimizi ilim ve fenlerde kendimizi geliştirerek iyi bir noktaya getirmek zorundayız. Aksi takdirde gelecek nesillere karşı borçlu duruma düşeceğiz.

Bediüzzaman, Kur’ân âyetlerini tefsir ederken ilim ve fenlerin önem kazanacağını yıllar önce söylemişti. Daha önce abartılı gibi görünen onun bu sözlerinin gerçekleşmiş olduğunu artık gözlerimizle görebiliyoruz. Gerçekten de nev-î beşer bütün kuvvetini ilimden almış, hüküm ve kuvvet ilmin eline geçmiştir.

Savaşlar artık yerinden kalkmadan yapılmakta, akıllı füze denilen güdümlü mermiler bir düğmeye basmak sûretiyle binlerce kilometre ötedeki hedefi sıfır hata ile imha etmektedir.

Orduların gücü asker sayısına göre değil envanterindeki güdümlü mermi sayısına göre sınıflandırılmaktadır. Yani savaşlar kol ve silâh gücü ile değil teknolojiyi kullanma becerisine göre kazanılmaktadır. Falkland, Irak ve Yugoslavya Savaşları tezimizi güçlendiren en önemli örneklerdir. Bu yazımızda ilim ve teknolojinin bir adım ilerisinden bahsetmek istiyorum. Evet, yanlış duymadınız, ilim ve fenlerden daha ileride olan bir husus vardır ki belâgat ve cezalet denilir, kıyamet kopmadan evvel en çok rağbet edilen şey olacaktır.

Bu söz kuru kuruya ileri atılmış bir söz değildir. Yine Bediüzzaman tarafından söylenmiştir. Nasıl ki Peygamber Efendimizin (asm) en büyük mucizesi Kur’ân’dır ve Kur’ân’ın da en büyük özelliği belâgat ve cezaletidir, insanlık da en son olarak o noktaya gelip dayanacaktır.

Belâgat; hitap edilen kimseye göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatli söz söyleme san’atı olarak ifade edilmektedir. Cezalet ise söylenişinde tatlılığı bulunan veya heybet, ululuk, çarpışma, korkutma yıldırma ifade etmeye yarayan kelimelerle konuşmaya denilir.

Kur’ân-ı Kerim’de “De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine onun benzerini getiremezler” ve “Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’ân’dan bir şüpheniz varsa haydi onun benzeri bir sûre getirin” âyetleri insanların nazarlarını belâgat ve cezalete çevirerek onlara meydan okumaktadır.

Günümüzde önem kazanmaya başlayan ve gitgide daha da önem kazanacak olan “kendi fikrini başkalarına da kabul ettirmek ve hükümlerini icra ettirmek” konusunda en etkili silâh, cezaletli ve belagatli konuşabilme san’atıdır.

Elbette sınırsız hazinelerle dolu Kur’ân’ı anlamak ve istifade etmek, onun tefsirlerini okumak ile mümkündür. Meâlinden okumak ile o definelerden yeterince istifade etmek mümkün değildir.

Tefsir seçerken de zamanın güzelini bulmalı ve onun eserlerinden istifade etmeliyiz. Daha önce yazılmış tefsirlerden de istifade edilebilir. Lâkin her devrin öncelikleri farklı farklıdır. Nasıl ki teknolojinin geliştirmiş olduğu cihazları kullanmaya önem veriyoruz, başarılı olmak için çoğu zaman bunları zorunlu görüyoruz, Bediüzzaman’ın eserleri de aynen son teknoloji ürünleri gibidir. Ondan istifade edersek zamanımızı daha verimli kullanmış, son gelişmelerden istifade etmiş oluruz.

Güzel ve etkili konuşma san’atının teknolojiden dahi önemli hale geldiğini askerlik mesleği ile ilgili bir misâl ile anlatmak istiyorum.

Malûmunuz teknolojiyi özellikle de silâh teknolojisini en etkili biçimde kullanan ülke Amerika’dır. Nitekim Irak Savaşında çok az kayıpla sayıca üstün olan Iraklıları yenmiştir. Fakat oldukça güçlü propaganda araçlarına rağmen bütün insanlar Amerikalıları işgalci ve zalim olarak görmektedir. Hatta kendi ülkesindeki insanların çoğunluğu dahi böyle düşünüyor. Bunun sebebi işte yukarıda değinmeye çalıştığımız husustan ileri gelmektedir. Sermaye ve kapital gücü, hatta teknolojik güç insanları aldatmaya yetmemiştir. En cahil ülke insanı dahi Amerikalıların “toplu imha silâhlarını imha etmek için” saldırmadığını biliyor. Şimdilerde girmiş olduğu bataklıktan en az zararla nasıl kurtulabilirim diyen Amerikalılar, bilmem iyi bir örnek oldu mu? İyi bir örnek olmasa dahi ifade etmeye çalıştığım belâgat ve cezalet, geleceğin en etkili silâhı olacaktır. Buna sahip olmak için bol bol Risâle okumalı ve istifade etmeye çalışmalıyız, vesselâm...

10.03.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Andıç ve yandıç



Resmen hepimiz yandık. İkinci andıç vak’asından sonra görüldü ki “TSK’ya taraftar olanlar ile TSK’ya ve askerî harekâtlara karşı olanlar" diye akreditasyona tâbi tutulmuşuz. Daha net söylemle askerî cenahtan gelen her uygulama ve tavra alkış tutanlar ile demokrasi, insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü, cuntacılığa karşı çıkma gibi özelliklerinden dolayı fişlenen, listelenen gazeteciler yandı. Andıç mantığına, daha doğrusu bu andıcı hazırlayan vatansever kahramanlara(!) göre bu tip gazeteciler vatan-millet ve Sakarya için potansiyel tehlikedir. Sakıncalı piyade gibi yani. Diğerlerine gelince yorum yok. Herkesin listesi kendine…

Eğer mesele fikir ve düşünce özgürlüğü ise, eğer mesele demokrasiye sahip çıkma, cuntacılığa, askerî ihtilâllere karşı durma ise andıçta olumsuz not alan, isminin yanına eksi puan konulan gazeteciler için mesele traji/komik bir mizansenden ibarettir. Ben kendi hesabıma bilsem ki—hoş bizi adamdan saymazlar ya—ismimin karşısına 27 Mayıs İhtilâline, 12 Mart Muhtırasına, 12 Eylül Harekâtına ve 28 Şubat Sürecine karşıdır. Yeni Asya gibi bir Said Nursî öğretilerinin sesi olan gazetede yazardır. Nurcu’dur, gerici ve yobazdır. AB’ye, hukuk devletine taraftardır. Herkesin ve her inancın özgür ortamda kendini ifade etmesine destek verecek kadar hürriyetçidir. İdeolojik devlet anlayışına, kimden gelirse gelsin askerî zihniyetli yönetime muhaliftir” gibi notlar düşülmüş, inanın ki bu özelliklerimle iftihar ederim. Bunu şahsî şerefim ve fikir namusum açısından tarihe bir not düşme ve sağlam bir vesika sayarım. Ve bu tür andıç listelerinde olumsuz not almış olmayı değil, gazeteciler için belki bütün vatandaşlar için bir şeref vesilesi sayarım.

Eğer mesele gerçekten bir demokratik sosyal, laik bir hukuk devleti ise o zaman bu tür ideolojik devlet anlayışlarıyla ciddî ciddî meşrû zeminde mücadele vermek gerektiğini hatırlamakta yarar var. Çünkü bu tür uygulamalar demokrasinin gövdesine kurt girdiğinin alâmetleridir. Bu kurtların zamanla her kavramın içini boşalttıkları gibi, demokrasinin de, adaletin de içini boşaltacakları gün gibi açıktır. Böyle ulu orta ahkâm kesmek herkes için vahim sonuçlar doğurur. Söz gelimi orduyu kurum olarak sevdiği halde, cuntacılara, askerî cumhuriyetlere karşı olduğunu ifade eden bir kişiyi kavram kargaşasıyla askere ve orduya düşman kategorisine yerleştirmek asker ocağına yapılacak en büyük kötülüktür. Gün gelir bu şekilde subjektif ve indî fişlemeler o kadar ayağa düşer ki artık sabahtan akşama kimin vatan haini olacağı, kimin kahraman olacağı, kimin sakıncalı vatandaş sayılacağı, bir takım çok bilmişlerin insafına kalacaktır. Bunun ne demek olduğunu toplum mühendisleri daha iyi bilirler.

Bu tür spekülasyonlarla Türkiye ve halkımız çok ağır bedeller ödemiştir. Cumhuriyetimiz çok ağır yaralar almıştır. Vatanı, milleti gerçekten seviyorlarsa ve akılları gerçekten başlarındaysa vatandaşları kendi kafa fenerlerine göre andıçlamaktan vazgeçmelidirler. Yine de kendileri bilir. Buyurun biz böyleyiz efendim.

10.03.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Affedilmeyen



“Affedilmeyen” (atv) yeni bir dizi... Ama konusuna bakıyorsunuz, bildik... Yani konu eski.

Mafya, intikam, her şey var. Ha, bu dizide “baronlar” bile var.

Dizinin sloganı bile bildik:

“En büyük intikam affetmektir!”

Güneydoğu’da gazi olarak dönen dizi karakterimiz, nişanlısı ile evlilik hazırlığı içindedir.

Birden babasının meşhur bir kabadayı olduğunu öğrenir. Babası onu yıllar sonra hatırlar ve yanına çağırır, gitmez. Kabadayı öldürülür. Düşmanları kahramanımızın nişanlısını da öldürür. Olaylar gelişir, falan filan.

RTÜK biliyorum incelemeye alacaktır.

Konu bu değil.

Madem Kurtlar Vadisi’ni kaldırdınız, onun benzeri dizileri ne yapacaksınız?

Yeni dizilerin çoğunu, bu kategoriye sokmak mümkün.

ŞEKER UYARISI

Bir okuyucum uyardı. Diyor ki:

“Arasıra internetten gıda raporlarına bakıyorum. Birinde jelatinli bir şekerin domuz jelatini ile yapıldığını gördüm. Geçen haftanın birinde televizyonda bu tür şekerlemelerin reklâmını izlediğimde konuyla sizi bilgilendireyim dedim. Çok üzüldüm.”

Bunun üzerine internetten adı geçen şekerle ilgili ufak bir araştırma yaptım.

Meğer “net” dünyasında da tartışılıyormuş.

Araştırmada çıkardığım sonu şu:

Jelibon’un Türkiye’ye gelişi 1980’lerin ortasına rastlar. Bu pazarda ilk ürünü Jelibon-gummy bears adıyla piyasaya sürülmüş. Daha sonra ayıcıklı modeli takip eden ve yaygınlaşan ikinci jelibon türü kolalıymış.

1990’larda üreticiler ağırlıklı olarak tropikal hayvanlardan oluşan jelibon tam-tam serisini üretmiş.

Jelibon popülaritesinden yararlanmak isteyen şekerleme sanayii, ilginç girişimlere imza atmış. Büyük plastik bir kavanozda, açık satılan yüzlerce küçük jelibon olarak özetlenebilecek bu girişimin en büyük özelliği, bakkallardan ambalajsız olarak satılan şekerlemelerdi. Bakkallar bu açıkta satılan şekerlemeleri kuşe kâğıtlı gazete ekinde külah yaparak koyarlardı.

Bakkallar 90’larla beraber açık yiyecek olayından vazgeçti... Halley, Topitop ve Çokonat devri başladı. Amatör mamuller ve ithal şekerler gırla..

Meyve özlü, sağlıklı vitaminli sloganları piyasayı hallaç pamuğu gibi savururken, jelibon ve türevlerinin sağlıksız olduğu imajı yayıldı. 90’ların başında zirveye ulaşan jelibon piyasası geri plana düştü.

Lâfı şuraya getireceğim:

Jelibon’un 200’li yıllarda tekrar canlanmasının sebebi Haribo’nun iç piyasaya girişidir deniliyor. Yıllardır Almanya kanalıyla yenilen bu şekerleme piyasaya girmiş oldu.

İddialar da peşi sıra geldi. Okuyucumuzun hassasiyeti bu yönde... Domuz jelatini filan.

Şeker firmasının açıklaması da internet sitesinde yayınlanan görüşü şöyle:

“Bu jelatinli yumuşak şekerlemelerde kullanılan jelatinin domuz jelatini olduğu Almanya’daki firmanın yazısı ve laboratuar test raporu ile ortaya konmuştur. Kaldı ki, sığır, koyun ya da tavuk kökenli olsa bile helâl kesim olmadığı için bu hayvanların kemik ve derilerinden yapılan jelatinin de helâl olamayacağı açıktır. Bu defa Almanya’dan bir kardeşimiz, firmaya yaptığı bir müracaat üzerine, firmadan gönderilen bir yazıyı bize de göndermiştir. Almanca yazılmış yazı metni şöyledir” deniyor ve Almanca metni aynen yayınlıyor.

Bir başka açıklamada ise:

“Jelâtin içeren ürünlerimiz özel olarak domuz jelâtini ile üretilmektedir. Mamafih, ayrıca vejeteryanlar ve İslâm inancına sahip olanlar için de modifiye nişastadan ve agaragardan yapılmış yumuşak şekerlerimiz vardır. Bunlar hayvansal maddelerden yapılmamıştır” diyor.

Anlaşılıyor ki, okuyucumuzun uyarısı yerinde. Firmanın ismini vermeyeceğim, ama ebeveynler çocuklarına alacağı şekerlere biraz daha dikkat etsin.

10.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Unutturamazlar...



8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ydü. Günün mânâ ve ehemmiyetini anlatan nutuklar atıldı, kadınların haklarının ihlâl edildiği söylendi. Ama bir kesim vardı ki, seslerini duyuramıyor, ya da duymak istemeyenler tarafından duyulmuyor. Bunlar da başörtülü oldukları için okuma ve çalışma hakları ellerinden alınan “kadın”larımız, “kızlarımız”… “Kadına yönelik ayrımcılığı” konuşanlar, “kılık kıyafetinden dolayı ayrımcılığa maruz kalanlar”dan hiç söz etmiyorlar.

Oysa kanunsuz başörtüsü yasağı olanca hızıyla devam ediyor. Başını örtenlere uygulanan “ayrımcılık” özgürlükleri kısıtlanıyor.

Bu yasağı kaldırma durumunda olanlar, bunu unutturmaya çalışsalar da yasak her alana sirayet etmiş durumda. Seçim öncesinde yasağı kaldırma konusunda söz verenler, şimdi, “Biz başörtü sorununu çözme konusunda söz vermedik” bile demeye başladılar.

“Bazı kurumlar’ın tepkisini çekmemek” adına bu konuda sessiz kalan hükümet, 4.5 seneden beri bu işi çözme konusunda herhangi bir irade ortaya koymuyor.

Durum böyle olduğu halde, Başbakan Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısındaki konuşmasını gün dolayısıyla “kadınlar”a ayırırken, “kadınlara sağladıkları imkânları” öve öve bitiremedi. “Haydi kızlar okula” kampanyasının başarısından bahsetti. “Kadına karşı ayrımcılık ırkçılıktan kötüdür, daha tehlikelidir, daha ilkel bir anlayıştır” dedi. Ancak, kadınlara ayırdığı konuşmasında en azından inançları için başlarını örtenleri bir nebze de olsa rahatlatacak tek kelime söylemedi.

Oysa, Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmaları da başörtüsü üzerinden yapılıyor. Eski paşalar bile, eşi başörtülü olduğu için, “Sayın Erdoğan Çankaya’ya çıkmamalı, asker türbandan dolayı Çankaya’yı protesto eder” diyorlar.

Bir yandan “kadınların okutulması”, “cehaletle mücadele edilmesi” gerektiği söylenirken, diğer yandan okula başörtüsüyle gelen kız çocukların okula girmesi yasaklanıyor. Bu çelişki görmezden geliniyor. Oysa, bu kızların eğitim ve öğrenim hakkının ellerinden alınması, insan hakları ve hukuk devleti ile bağdaştırılamaz. Zira, Anayasanın 42. maddesi, “Kimse eğitim ve öğrenim hakkından mahrum bırakılamaz” diyor. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 26. maddesi “herkesin eğitim hakkı vardır”, 18. maddesi “Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir” hükmü yer alıyor. Bu maddelerin altında Türkiye’nin de imzası var.

Erdoğan, grup toplantısında “başörtülülere uygulanan ayrımcılık”tan hiç söz etmiyordu, ancak kulislerde gazetecilere konuşan Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu, “Kadın eğer başı örtülü olduğu için farklı muameleye maruz kalıyorsa, eğitim hakkı elinden alınıyorsa, burada düpedüz kadına yönelik şiddet vardır” diyordu. (Vakit,6.3.2007)

Çubukçu, eğitim hakkının engellenmesi konusunda hukuk ihlâli olduğunu kabul ediyor, başörtüsünü yasaklayan hukukî bir düzenlemenin olmadığını söylüyor. “Yasağın kaldırılmasını talep etmek meşrûdur. Gayr-ı meşru olan yasağın hukuka rağmen fiilen sürdürülmesidir” diye ekliyor. Bakanın bunu kabul etmesi olumlu bir gelişme, ancak bu ayrımcılığı kaldıracak olan onun da içinde bulunduğu hükümettir.

Mazlum-Der Cumartesi günleri Türkiye’nin değişik bölgelerinde yasağın kalkması için aylardır, yağmur, kar, soğuk demeden eylem yapıyor. Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan, bu eylemlere gidip veya bir temsilcisini gönderip, “Siz neyi protesto ediyorsunuz?” diye sormadı. Peki, onların sorunlarına çare olma konusunda çalışma yapılamaz mı? Elbette yapar, ama “gerginlik çıkmaması(!)” adına yapılmıyor…

Yasağın kalkması konusunda “toplumsal mutabakat” olduğunu kabul ediyor Bakan Çubukçu… Şimdi “Hadi çözün o zaman” denilse, hemen bahane hazır… “Hele bir cumhurbaşkanlığı seçimlerini gerginlik olmadan bir atlatalım...” Cumhurbaşkanı seçildikten sonra da “Seçim yaklaşıyor, seçime kadar da bir gerginlik olmasın” mazeretinin arkasına sığınılacaktır. Görülen o ki, bu durum 4.5 senedir olduğu gibi böyle devam edip gidecektir… Tâ ki, seçime kadar… Seçim de millet “toplumsal mutabakatı”nı gösterir mi, artık bekleyip göreceğiz.

Madem toplumsal mutabakat da var, sayısal çoğunlukta… O zaman haydi bu ayrımcılığa son vermeye… Madem yasağın kanunsuz olduğu söyleniyor. O zaman başörtüsünü serbest bırakan kanun çıkarın…

Şu da unutulmamalı. Birileri bu yasağı unutsa da, unutturmaya çalışsa da bu işin ıztırabını çeken onbinlerce başörtüsü mağduru unutmuyor. Unutturmaya ve uyutmaya çalışanlara duyurulur…

10.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Baykal da ‘andıç’ sırasını mı bekliyor?



Nokta dergisinin (8-14 Mart 2007) ifşa ettiği ve Genelkurmay’ın da “adlî soruşturma” başlatıldığını açıkladığı medya hakkındaki son ‘andıç’ tartışması alevlendi. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Basın Konseyi başta olmak üzere, gazeteci meslek kuruluşları bu değerlendirmeye tepki gösterdi. Ardından, ‘andıç’ta adı geçtiği ifade edilen gazeteci ve yazarlar da ‘rapora/andıç’a tepki göstererek, böyle raporlardan ‘demokrasi’nin zarar göreceğini ifade ettiler.

Konuyla ilgili görüş beyan etmesi beklenen siyasetçiler ise umumiyetle susmayı tercih ettiler. Bu kadar ciddî bir iddia sonrası siyasetçilerin görüş beyan etmemesi ‘normal’ kabul edilebilir mi? Bu tavır, her fırsatta eleştirilen ‘Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’ tavrını hatırlatmaz mı?

Ana muhalefet partisi Genel Başkanı Deniz Baykal, kamuoyunda tepki gören ‘andıç’la ilgili konuştu, ama bir siyesetçiye yakışan değerlendirme yapmadı. Baykal, ‘andıç’ı değerlendirirken, bunun “bir iç değerlendirme raporu olduğunun anlaşıldığını” ileri sürerek, ‘’Bunu dışa yönelik, kurumları, kişileri nitelemeye ve suçlamaya yönelik, topluma bu konuda bir mesaj vermek amacıyla yapılmış bir çalışma olarak anlamak doğru değildir’’ demiş. (AA, 9 Mart 2007)

Baykal’a bakılırsa ‘andıç’ hadisesi çok sıradan... Zaten her kurum yapıyormuş! Bir yanlışı her kurum yaparsa doğru olur mu? Başbakanlığın da benzer uygulamaları olduğu söyleniyor. Orada da eğer hakperest olunmuyorsa orası da hatalıdır. Ancak sözkonusu ‘andıç’taki yaklaşım çok farklı. Meselâ, bazı yazarların ‘darbelere karşı olması’ andıçlanmasına, yasak listesine ilâve edilmesine sebep gösteriliyor ki, asıl itiraz edilmesi gereken budur. Yanlış olan ‘darbelere taraftar olmak’ iken, ‘andıç’ta darbelere karşı olmak suç unsuru kabul ediliyor.

Bir noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor: Sözkonusu ‘andıç’ medyaya sızdırıldıktan sonra kısa bir açıklama yapan Genelkurmay, “8 Mart 2007 günü Genelkurmay Başkanlığının basın yayın organları hakkında değerlendirme raporu hazırladığı şeklindeki haberlere medyada yer verilmiştir. Konu ile ilgili adlî soruşturma başlatılmıştır. Saygı ile duyurulur” demiş. (www.tsk.mil.tr)

Genelkurmay bile aktardığımız ilk açıklamasında sözkonusu ‘andıç’ı muhteva anlamında değerlendirmez/ savunmazken, siyasetçi Baykal’ın ‘andıç’ın muhtevasını ve mantığını savunması normal midir?

Tabiî ki herkes istediği değerlendirmeye yapmakta serbesttir. Ancak bu tavır, CHP’ye itibar kazandırır mı? Düne kadar pek çok medya mensubu da benzer yanlış ve ‘andıç’lar karşısında sustu, sonunda ‘andıçlanma sırası’ onlara da geldi ve itiraz seslerini yükselttiler. Şu anda ‘andıç’ları savunur pozisyona düşen Baykal, gerçekleri görmek ve her şart altında demokrasiyi savunmak için kendisinin de ‘andıç’lanacağı günleri mi bekliyor?

Ya da şöyle soralım: ‘Andıç’ı savunur duruma düşen Baykal hakkında da gizli/açık ‘andıç’lar olmasın?

‘Sistem’in doğru işlemesi için hepimiz, üzerimize düşen görevi lâyıkıyla yapmak durumundayız. Siyasetçi siyaseti, tüccar ticareti, herkes kendi mesleğini en iyi yapmak durumunda. Türkiye’nin ‘andıç’larla vakit kaybetmeye tahammülü yok.

10.03.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Başörtüsü ve Çankaya



AKP’lilerin başörtüsü yasağı başta olmak üzere 28 Şubat ürünü mağduriyetleri izale noktasında hiçbir adım atamadıkları mâlûm.

Bu durumun yol açtığı mahcubiyet ve sıkıntının parti kadrolarında derinden derine hissedildiği ve zaman zaman beklenmedik “patlama”lar şeklinde açığa vurulduğu da biliniyor.

Özellikle taşrada başörtüsü yasağı karşısındaki çaresizliklerini gözyaşlarıyla dile getiren bazı yerel yöneticilerin hicranı medyaya da aksetti.

Buna karşılık evvelâ Millî Eğitim Bakanının, ardından Başbakanın “Başörtüsü için söz vermedik” beyanları, AKP’nin tepe yönetiminin bu konuda geldiği son noktayı gözler önüne seren son derece hazin ve ibretli bir tablo çiziyor.

Böyle bir lâfı söyleyebilen ve beş senelik bir iktidarın son demlerinde çözümü yine zamana havale eden bir anlayışa ne demek lâzım?

Aslında söylenecek çok şey var, ama galiba en iyisi cevabı yakında önümüze gelecek olan sandığa bırakmak ve oylarımızla konuşmak.

Tabiî, mağduriyetleri hâlâ devam eden ve çözüm ümitleri sürekli ertelenen kesimlerden alacağı bu cevaptan duyduğu endişe, AKP örgütünü hayli zamandır şöyle bir yola yöneltti.

Bu meseleleri hükümet olarak çözmeyi başaramayacaklarını gördükleri andan itibaren AKP’liler, tabanlarına şu tarzda telkinlerde bulunmaya başladılar:

“Her ne kadar çok büyük bir Meclis ekseriyetiyle iktidarı aldıysak da, bu işleri çözmek için hükümet olmak yetmiyor. Kilidi açmak için başka anahtarlara da ihtiyaç var. Üçü bir yerde ile olmuyor, beşi bir yerdeyi de almak lâzım. Bu sebeple biraz daha dişinizi sıkıp sabredin. Hele hayırlısıyla Tayyip Beyi Çankaya’ya da çıkaralım, ondan sonra inşaallah önümüz açılır.”

Yani, AKP tabanında bu telkinlere itibar edenler, şimdi Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olacağı günü bekliyorlar. Ondan sonra başörtüsü meselesi başta olmak üzere bilumum mağduriyetlerin daha kolay çözüleceğine inanıyorlar.

Ama işin gerçeği, biz o kadar ümitli olamıyoruz. Çünkü Erdoğan’ın Çankaya’ya çıksa bile özellikle başörtüsü meselesinde adım atmasına imkân vermeyecek amansız bir kuşatma ile abluka altına alınmasından endişe ediyoruz.

AKP iktidara geldikten sonra başörtüsü yasağını protokol üzerinden delme girişimlerinin, yasağı kamusal alan adı altında daha da yaygınlaştırmaktan başka netice vermediği mâlûm.

16 Mayıs akşamı Emine Erdoğan’la birlikte başörtüsünün Çankaya’ya taşınması halinde, bunu kendileri açısından çok stratejik bir mevzi kaybı olarak görecek kesimlerin daha da keskin bir tavra gireceklerinin işaretleri artıyor.

Doğan Güreş gibi genelde mutedil ve demokrat imaj çizen bir komutan dahi “Türban Çankaya’ya çıkarsa kaos olur, asker orayı boykot eder” diyorsa, ötesini varın siz hesap edin.

Böyle bir boykot olur mu? Olursa buna yüksek yargı, üniversite ve yüksek bürokrasi mensupları katılır mı? Olursa ve katılırsa ne olur?

İktidara geldiği günlerde başörtüsünde çözüm için toplumsal mutabakat gerekliliğinden söz eden Erdoğan’ın, sonra işi “kurumsal mutabakat”a çevirmesi ve orada takılıp kalması gayet anlamlı. Peki, Çankaya'ya çıkarsa bu kurumsal direniş çözülür mü, yoksa daha da artar mı?

10.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004