Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Gerçek yalanlar



TGRT’den satın aldığı kanalla yayına başlayan Fox TV’de Arnold Schwerzenegger’in başrolünü oynadığı “Gerçek Yalanlar”ı izliyorum. Schwerzenegger Amerikalı bir ajanı canlandırıyor. Birinci sınıf bir aksiyon filmi. Düşman “Arap”lar!

Malum Amerikalı ajan filmlerinde eski düşman “Sovyetlerdi.” Soğuk savaş sonrası düşmanın(!) rengi değişiyor.

Dikkat edin bu film vizyona girdiğinde daha 11 Eylül saldırıları olmamış.

Piyasada “El-Kaide” diye bir örgütten sözedilmiyor bile.

Ama Hollywood “düşmanını” çoktan belirlemiş. Senaryoyu yazmış. Önce gişe başarıları olan aktörlerle film çekerek, hafızalara “düşman”ı belletiyor, daha sonra da gerçek hayatta bunu bizzat uyguluyorlar.

İşte tipik “gerçek yalanlar.”

YALAN DÜNYADA YAŞAMAK

Hani bir şarkı vardı: Yalan dünya, herşey bomboş....

Geçenlerde bir kanalda, bu sözü doğrulatırcasına ünlü bir isim bir itirafta bulundu.

Bu itiraf aslında şöhretin ne kadar çekilmez bir hal aldığını gösteriyor.

İtiraf sahibi Yeşim Salkım. Evlilikleriyle gündeme gelen bir isim... Bir kadın programında şöyle diyor:

“Size bir şey söyleyeyim mi, o kadar yalan bir dünya içinde yaşıyoruz ki... Düzeni bozulmuş bir dünyanın içindeyiz ki... İçimizde bir iki tane doğru çıkınca, nasıl ayağını kaydırabiliriz, altından tutup çekeriz diye bakıyorlar. Bunlardan biri Ebru Gündeş’tir. Bir tanesi de benim. Başka tanımam. Hepsi yanar dönerdir. Hiçbirimizin hayatı iyi gitmiyor. Biz biraz şizofren ruhluyuz. Zaten öyle olmasak, bu mesleği yapmazdık. Aklı başında insan yapmaz bunu. (Seyircilere dönüp) Sizin yerinizde olmayı çok isterdim. Yeniden elime bir şans geçseydi, annemi/babamı dinlerdim.” (Esra Ceyhan, Kanal D)

Başka söze gerek yok. Yorumu içinde.

BELÇİKA’DA KUR’ÂN

Belçika’nın önde gelen bir gazetesi “De Standaard”ın Türkiye’de bile ancak kuponla verilen Kur’ân-ı Kerim’i okurlarına ücretsiz vermesi çok ilginç.

Sırf Avrupa’nın İslâma bakış açısını değiştirmek için yapılan bu organizasyonu kutlamak lâzım.

Gazetenin genel yayın müdürü açık açık diyor ki; okurlarımızı bilgilendirmek istiyoruz. Müslümanlar ve diğer dinlere mensup olanlar arasındaki anlaşmazlığı bir nebze olsun gidermek için adım atıyoruz.

Genel Yayın Müdürü Bart Sturtewagen, “Avrupa ve Belçika’da milyonlarca Müslüman yaşıyor. Yan yana değil, birlikte yaşamak için İslâmı öğrenmek zorundayız” diyerek ortak bir konsensüs sağlama çabası içine giriyor.

Sturtewagen’in söylediklerinin altını çizmeli:

“Biz Avrupalılar, İslâmın içimizde olduğunu kabul etmeliyiz. Onları, yani Müslümanları tanımadan birlikte yaşamdan söz edemeyiz. İslâmı bilmeden, Danimarka’da çizilen karikatürlere Müslümanların verdiği tepkiyi anlayamayız. İslâmın tarihini bilmeden Irak Savaşını ve savaş sonrasında oluşan çatışma ortamını algılayamayız. Avrupa genelinde ve Belçika’da milyonlarca Müslüman yaşıyor. Yanyana değil, birlikte yaşamak için İslâmı öğrenmek zorundayız. Sadece bu nedenle bile böyle bir kampanyanın gerekli olduğunu düşünüyoruz. Ne kadar zor olursa olsun, dostluğa giden yegâne yolun bilmekten ve tanımaktan geçtiğini unutmamalıyız...” (Sabah)

Meşrutiyet yıllarında Ezher şeyhlerinden Şeyh Bahid, Bediüzzaman Said Nursi’ye sorar: “Avrupa ve Osmanlı konusundaki görüşün nedir?”

Bediüzzaman şu cevabı verir: “Osmanlı Avrupa’ya, Avrupa İslâma hamiledir. Günün birinde doğuracaklardır.”

İşte doğum sancıları!

14.03.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

İki ilçe, bir il ziyaretleri



Nur mesleğinin temel prensiplerinden biri olan müfritâne irtibat çerçevesinde, önceden yapılan plân gereği Yozgat’ın Yerköy ilçesine gittik. Takside dört kişiydik. Kılavuzumuz aynı ilçeden olan değerli bir kardeşimizdi.

Kırıkkale ve Yozgat illerinden de gelen gönül dostlarımızla birlikte, Yerköy hizmet merkezi tamamen dolmuştu. Maâlesef uzun yıllar sonra gidebildiğimiz bu ilçede, Nur hizmetlerinin bir hayli inkişaf ettiğini gördük. Saatler süren ders ve sohbetten sonra ayrıldığımız bu ilçeden gayet memnun olarak dönmüştük. Karşılıklı şevk alış verişi hepimize bayram havası yaşatmıştı. Böylece, bir Salı akşamı rızâ dâiresinde değerlendirilmişti.

Ertesi hafta, yine bir Salı günü yollardayız. Hedef, Konya Ereğli’siydi. Öğleden sonra ulaştığımız Ereğli’de, şehrin su ihtiyacının karşılandığı İvriz kaynak suyu başta olarak, muhtelif mekânları ve esnaf dostları ziyaret ettik. Akşam hizmet merkezindeyiz. Girişinde, Yeni Asya Bürosunun bulunduğu binanın üstünde iki kat çok güzel tanzim edilmişti. Masraftan kaçınılmayarak tavanı ve duvarları ahşap malzemeyle donatılan seksen metrekarelik salon oldukça doluydu. Okuma programlarına da elverişli olan bu mekânda geç saatlere kadar ders ve sohbetler devam etti. Paylaşıma dayalı bu dersler hepimiz için feyiz kaynağı olmuştu. Gönül dostlarımız daha sık aralıklarla gelinmesini istiyorlardı. Çünkü en son gittiğimiz tarihten bu güne tam on yıl geçmişti. Yılların nasıl geçtiği fark edilmiyor bile.

Aynı hafta Cuma akşamı yirmi üç otobüsüyle yine yollardayız. Bu sefer gideceğimiz hizmet yeri daha uzaklardaydı. Altı yüz kilometre mesafedeki Aydın iliydi. Sekiz saat süren bir yolculuğumuz vardı. Yol arkadaşım bir memurdu. Pasaport işleri ile uğraşıyormuş. “Ahirete giden yolculara da, verdiğin pasaport geçiyor mu?” diye sordum. Güldü ve “Geçmez” dedi. “Pasaport yetmez, vize de olması lâzım, yoksa gidilecek ülkeye sokmazlar değil mi?” diye tekrar soru yönelttim. Gülerek, “Tabiî, vize şart” dedi. “İşte, ecel bir pasaportsa, beş vakit namaz Cennete gidecekler için bir vizedir. Beş vakitle aran nasıl?” dedim. “Maalesef kılamıyorum” dedi. Yaşı otuzun üzerindeydi. “Eyvah! O halde senin pasaport vizesiz olacak, tedbir almalısın” dedim. Güldü ve çok arzu ettiğini fakat bir türlü başlayamadığını söyledi. Toplumun genelinde bu zaaf vardı. Koskoca arabada gidiş ve dönüşte sabah namazını kılan tek kişiydim. Üzücü bir durumdu. İman zayıflığından kaynaklanan bu hâlin düzeltilmesi için daha fazla çalışmamız gerekiyordu.

Sabah yedide Aydın iline ulaşmıştık. Ahmet ve İbrahim kardeşlerimiz alıp hizmet merkezine götürdüler. Bir miktar istirahattan sonra, şehrin en yüksek tepesinden Aydın ilinin genelini temâşa ettik. Sonra, Bediüzzaman tarafından kendisine Risâle-i Nurun avukatı nâmı verilen Ahmet Feyzi Kul Ağabeyin Çamlık’taki kabrini ziyaret ettik, Fatihalar okuduk. Bu hususta bizlere zaman ayıran Davut ve İbrahim beylere teşekkür ediyoruz.

Akşam, üç saat süren toplantımızda Nazilli’den gelen dâvâ arkadaşlarımız da vardı. Bediüzzaman, son müceddiddi. Yeni Asya ekolü olarak yeni mücedditlere ve çıplak uyarıcılara ihtiyacımız yoktu. Tecdit vazifesi tamamlanmıştı. Sonradan istişâre ile yaptığımız şeyler, ihtiyaçtan kaynaklanan bir takım düzenlemelerdi. İman hizmeti, kıyamete kadar sürecekti. Toplumun genelinde meydana gelen dünyevîleşme hastalığından kısmen biz de etkilenmiştik. Yeniden rahle-i tedrise dönmeye ve Nurları okumaya şiddetle ihtiyacımız vardı. İhlâs, uhuvvet, tevâzu, mahviyet, terk-i enâniyet ve fenâ fi’l-ihvan gibi rûh-u aslîden olan değerleri ihyâ etmek zorundaydık. Çünkü, ülfet, ünsiyet ve ihmal sahillerinden bir hayli uzaklara açılmıştık. Kalp dâiresindeki merkezî hizmetlere ağırlık vermek mecburiyetimiz vardı. Bediüzzaman ve ilk talebelerinden bize kadar gelen hizmet tarzını, gelecek nesillere intikal ettirme sorumluluğumuz vardı. Şimdiye kadar bizi biz yapan değerleri ve genetik kodlarımızı Allah’ın yardımıyla korumuştuk. Her türlü farklılaştırma gayretlerine metânetle mukavemet etmiştik. Nûrun hakîki ve sâdık şakirtleri vasfını muhafaza için buna devam etmeliydik. Bir kişinin imanının kurtulmasına vesile olmayı dünya ile değişilmez bir vazife bilmeliydik. Heyecanımızı ve şevkimizi bu noktalara yoğunlaştırmalıydık. Sohbetimiz bu minval üzere uzayıp gitti.

Gece yirmi üç otuz otobüsüyle yola çıkıp Ankara’ya döndüğümüzde, küçük de olsa hizmete bir katkıda bulunmanın huzurunu yaşıyorduk.

14.03.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

İhmal ve şiddet



İstanbul’da, Dilara isimli kız çocuğu, annesinin gözleri önünde, üstü kartonla örtülmüş rögar boşluğuna düşüyor. Telâfisi imkânsız bir yara açılıyor anne yüreğinde. Sızısı zor geçecek bir evlât acısı anneyi sarıyor. İhmalin faturası bürokratik kurbanla ve idarî birkaç işlemle geçiştiriliyor.

İhmalin faturası, olayın öğrettiği daha sarsıcı ve kalıcı sonuçlar olmalıydı. Bu örnekten hareketle, bütün şehir içi kanalizasyon şebekelerinin, açılan çukurların daha inşaat aşamasında iken dikkat edilmesine yönelik uyarıcı ve ağır cezaî müeyyideleri kapsayan bir genelge yayınlanmalıydı. Bir kötü emsalden, bütün Türkiye için dersler çıkarılmalıydı.

Ders alınmamış olacak ki, benzer ikinci vak’a Adana’da meydana geldi ve bir çocuğun hayatı sona erdi. Üstü açık bir kanalizasyona düşen çocuğun dramı, yine bir aileyi acıya boğdu.

Eminim ki, yine demeçler patlayacak, en iyi ihtimalle aşağıdan birileri görevden alınacak ve mesele kapatılacak. Ancak, toplumun vicdanını kanatan bu aymazlıklar serisi ve onarılamayacak felâketin acısı hep birilerini kanatmaya devam edecek.

Laiklikten, başörtüsünden, Kürt’ten, Türk’ten, rejimden bir fırsat bulsak da, bu memleketin hazin tablolarına, gerçek gündemine dönsek, sanırım detayda gizli, üstü kabuk bağlamış ve kamunun laşkalığından beslenen binlerce ihmal ve vurdumduymazlık kendisini gösterecektir.

İhmali doğuran en büyük sebep, imtiyazlı sınıfların, özellikle bürokrasinin vatandaşın hesap soracağı caydırıcılıkta cesaret verecek bir kamu yapılanmasına sahip olmayışı. Şikâyet durumunda, hizmet kusurundan dolayı arzu edilen incelemenin ve sonunda cezai işlemlerin hızlı ve duyarlı bir şekilde yapılamayışının da ihmalkârlığa büyük etkisi var.

Vatandaş, güven debisi kaybolmuş ve şikâyetine duyarsız bulduğu kamu bürokrasisi karşısında çar naçar yutkunarak başını eğiyor, bir anlamda kabulleniyor. Bunu doğuran sebeplerin müsebbipleri, iki kat düşünmelidirler ki, bu elbise bu bedene dar gelmektedir.

Şeffaf hizmet ve anında hesap verme hızında, gerektiğinde canı yanacak birkaç ihmalkârla, ibret-i müessire olacak cezaî işlemlerin mutlaka tahakkuk etmesi gerekir. Ölümle sonuçlanan her ihmal, ciddî ceza görmeli.

Trafik kurallarının kültüre dönüşmemesi, kabullenme zorluğumuz ve beklenmedik kazalar zincirinin ya da münferit uygunsuzlukların sebebiyet verdiği yüzlerce kaza, binlerce cana mal oluyor. En acısı da, trafik canavarı olan belli kavşak ve yolların, teknik standardından kaynaklanan yanlış düzenlemeye rağmen, defalarca aynı kazaya maruz bıraktırması ve hatalar zincirinin sürekli tekrarlanması.

Her problemden ders çıkaran, yeni düzenlemeler dinamiğine dönüşen ve kendini ıslâh etmeyi başaran bir alt yapının hâlâ zihinlerde oluşmaması acıklı bir tablo.

Beni çok hüzünlendiren en son olay, iki gün önce Sarıyer’de yol verme kavgasından, trafik magandalarınca denize atılan bir gencin ve onu kurtarmaya çalışan kardeşinin aynı anda can vermesiydi. Ne acıdır ki, ihmallerin sıkıştırdığı psikolojik cinnetin ve tahammülsüzlüğün daniskasını toplumsal şiddetin kollarında yaşıyoruz.

Bu korkutucu göstergeler karşısında, kaç bilimsel çalışma, toplumsal analiz, yerinde inceleme ve tepkinin sebeplerini araştıran bir seferberliğe şahit olduk? Asla. Varsa yoksa cumhurbaşkanlığı seçimi ve rejim “göçüğü”.

Sathileşen siyasetin, ufuksuz ve çapsız yöneticilerin, sözüm ona kurtarıcıların cenderesinde toplum yaralarını ilkel metotlarla ve kuvvet zoruyla sarmaya çalışan bir yaklaşım, neyi çözebilir?

Çözüm demişken, İstanbul Gazi Mahallesinde ulaşım araçlarının yakılmasından dolayı, emniyet çok pratik bir formül bulmuş: Otobüsleri mahalleye sokmamak! Vatandaş ilk andan itibaren yarı yolda kalmanın tepkisini ortaya koyunca, hemen uygulamadan vazgeçildi.

İşte size, ihmal, onun doğurduğu sefalet ve sonuçta tepki duvarını aşan şiddet karşısında, bulunan çözüm(!).

Bir şey daha; vatandaş için trafikte hız sınırlaması olsa da, yargı mensupları için bu geçerli olmayacak bundan sonra. Nereden mi çıktı? Elbette ki yargının son kararından.

İmtiyazın istisna getiren her hükmü, ihmale dâvetiyedir. Sonra, olan oluyor.

14.03.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Yeni Asya ve akreditasyon



Genelkurmay’ın akredite basına da pek iyi not vermeyen andıçıyla ilgili tartışmalar sürerken, 28 Şubat’la birlikte akredite dışı tutulan basın organlarıyla ilgili ayrı bir andıç daha bulunduğu ve bu raporun çok daha sert değerlendirmeler içerdiği yolunda iddialar var.

“İslâmcı” yayın organlarına dair bu raporun, gündemdeki andıçın bir bölümü mü, yoksa müstakil bir çalışma mı olduğu henüz meçhul.

Ama varlığı herhalde kesin gibi. Dolayısıyla, bu belgede yazılanlar da merak konusu oldu.

Bakalım, Nokta dergisinde yayınlanan andıç gibi bu doküman da bir şekilde sızdırılıp kamuoyunun bilgisine sunulacak mı? Nokta’ya yapılan sızdırmanın soruşturulduğu bir ortamda zor görünüyor, ama bakarsınız olur. Burası Türkiye.

Gerçi belge açıklansa da, açıklanmasa da konuyla ilgili olarak kamuoyunda oluşan kanaati çok fazla etkileyip değiştirmesi beklenmemeli.

Çünkü ortaya çıkan tablo meydanda.

Peki, Genelkurmay bu akreditasyon uygulamasını hangi kriterlere dayandırıyor? Bu hususta şimdiye kadar resmî bir açıklama yapılmış değil. Ama üç sene önce, dönemin İkinci Başkanı Org. İlker Başbuğ şunları söylemişti:

“Cumhuriyetin temel nitelikleri ve evrensel değerlerde isteksiz olan ya da duyarlı davranmayan kurumları faaliyetlerimize davet etmiyoruz.” (Akşam, 17.1.04)

Bu sözlerin söylendiği Genelkurmay brifingine, ambargolu gazetelerden Yeni Şafak da çağrılmış ve Genel Sekreter Tümg. Sabri Demirezen bu sürprizin gerekçesini “Yeni Şafak’ı staja aldık, yaklaşımlarını test edeceğiz” sözleriyle açıklamıştı (Hürriyet, 17.1.04).

Ne var ki, bir sonraki brifinge Yeni Şafak yine çağrılmadı ve bu durum diğer gazetelere “Yeni Şafak stajı geçemedi” şeklinde yansıdı (Hürriyet, 28.2.04).

Tabiî, burada akreditasyon kriterleri olarak gösterilen hususların iyice tartışılması gerekiyor.

Evet, Org. Başbuğ’un ifade ettiği “cumhuriyetin temel nitelikleri ve evrensel değerler” neler?

Cumhuriyetin nitelikleri denilince, anayasanın 2. maddesinde sıralanan “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” ifadeleri akla geliyor. Evrensel değerler denildiğinde de, AB kriterlerinde ifadesini bulan temel hak ve özgürlükler.

Aslında ambargoya muhatap yayın organlarının, demokrasiyle de, doğru yorumlanması kaydıyla laiklikle de, hukukla da, sosyal devletle de problemleri yok. Aksine bunların uygulamaya tam olarak yansımamasını eleştiriyorlar.

Aynı şekilde, bu niteliklerin gerçek anlamlarını bulup o şekilde uygulanmasını sağlayacak olan AB kriterlerini de ısrarla talep ediyorlar.

En azından Yeni Asya’nın yaklaşımı böyle.

Bu bakımdan, kendimizi Başbuğ’un yönelttiği “isteksizlik ve duyarsızlık” eleştirisinin muhatabı saymıyor ve ambargoya itiraz ediyoruz.

Tam tersine, demokrasinin, hukukun, din karşıtı olmayan laikliğin, cumhuriyetin ve evrensel değerlerin en samimî ve ısrarlı savunucusu ve takipçisi olduğumuzu iddia ediyoruz.

Öte yandan, Genelkurmay’ın kendisini bu konularda bir müfettiş ve merci konumuna yerleştirmesinin yanlış olduğunu düşünüyoruz.

Ve soruyoruz: Hangi hak ve yetkiyle medya organları takip, teftiş ve kategorize edilerek, beğenilmeyenler haksız suçlamalarla dışlanıyor?

14.03.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Hangi milliyetçilik?



Başbakan rahatsızlandığı için bakanlar kurulu toplantısına iştirak edemeyince, Ankara’da söylentiler birbirini kovaladı. Bu yüzden İstiklâl Marşının yıldönümü dolayısıyla Mecliste yapılan törene, biraz da başbakanı görmek için gittim.

Birçok gazeteci ve AKP yöneticisi de benim gibi düşünmüş olmalı.

Bu yüzden Erdoğan gelip salona girene kadar kimse içeri girmedi. Erdoğan yanında Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’le geldi. Bir süre araçtan inmeden notlarını okudu, Başbakan antetli kâğıtlara bazı notlar yazıp, yakın korumasına uzattı. İçeri girdiğinde de doğrudan salona geçmeden bir süre yan taraftaki bir odaya geçti. O sırada Meclis Başkanı Arınç, birkaç bakanla ve parti yöneticisiyle birlikte kapıda kendisini bekliyordu. Arınç protokolde başbakandan önde, ama hem törene ev sahipliği yapması, hem de insanî bir durum olması açısından bir süre Erdoğan’ı bekleyip, salona birlikte girdiler.

İstiklâl Marşının yıldönümünde böyle bir toplantıya Meclisin ev sahipliği yapması çok yerinde bir karar.

Mehmet Âkif Ersoy Vakfı ile Yazarlar birliği arasındaki çekişmeden, merhum Akif’in İstiklâl Marşını kaleme aldığı Taceddin Dergâhının Âkif’in şahsı gibi mütevazi bir mekân olmasından dolayı zaten birkaç programdır, bu tür arayışlar vardı. Meclisin şahs-ı manevisinin ona sahip çıkması çok anlamlı.

Meclisteki program ilk kez yapılmasına rağmen seviyeliydi. Program İstiklâl Marşı için düzenlenmişti, ancak Çanakkale Şehitlerine şiiri programa damgasını vurdu.

Hacı Bayram Camiinden emekli hafızlardan Bünyamin Hocanın kaside şeklinde okuduğu Çanakkale şiiri başta Meclis Başkanı ve Başbakan olmak üzere birçok insanı duygulandırdı, hatta birçoğu ağladı.

Duygusuz insan olur mu?

Ancak bu işi sadece duygu boyutunda tutmamalıyız.

Milliyetçiliğin, diğer unsurları dışlayıcı ve saldırgan bir Türklük ya da Kürtlük olarak algılandığı bir dönemde Safahat’da kendini bulan müsbet milliyetçiliği benimsetmemiz gerekiyor.

İslâmın kahraman bir evlâdı olan ve asırlardır İlay-ı Kelimatullah’ın bayraktarlığını yapan bu millet, hiçbir zaman diğer İslâm unsurlarını, hatta insan unsurlarını dışlamamış, bizzat adalet içinde, kucaklayıcı bir yönetim ile huzur ve refah içinde bir hayat sunmuştur.

Bugün 100 yıl önce çekildiğimiz İmparatorluk mirası ülkelere gittiğimizde “Osmanlı, Osmanlı” diye itibar görmemizin sebebi işte bu. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül geçenlerde anlattı. “Ben Afganistan’da Kabil dışına çıkıp gezdim, her yerde saygı gördüm. Dick Cheney askerî kışladan dışarı adım atamadı” diye. Aynı olayı Hikmet Çetin defalarca anlattı.

Çünkü bu milletin amacı İslâm medeniyetini insanlığa ulaştırmak olduğu için, Kürt’ü ezmek, Çerkez’i yok etmek, Ermeni’ye soykırım uygulamak, Arap’ı asimile etmek gibi bir hedef gütmemiştir.

Bu millet İslâmla tanıştıktan sonra hiçbir zaman ırkçılık yapmamıştır. Osmanlı’nın parçalanma arefesinde de en son uyanan akım Türkçülüktür. Zaten Türkler de Türkçülük yapmaya kalkışınca, imparatorluğun Müslüman ve gayrimüslim unsurlarını bir arada tutan bağ çözülmüş ve devlet parçalanmıştır.

Bu noktanın akademik ve siyasî zeminlerde milliyetçilik tartışmasının referans noktası olarak kabul edilmesi gerekir.

Bu millete Ziya Gökalp’in, Nihal Atsız’ın Türkçülüğü değil, Âkif’in İstiklâl Marşında kendini bulan ruhu gerekiyor.

Yoksa ortalık, İslâmın reddettiği ırkçılık hastalığına tutulmuş, marazî ruhlardan geçilmiyor.

Çanakkale’de ki şehitliğimize bakanlar orada Diyarbakır’dan, Mardin’den, Şanlıurfa’dan, daha öte gidin Basra’dan, Halep’ten, bugünkü Filistin’den gelip orada şehit düşen ecdadımızın isimlerini görürler.

Balkan Savaşında Edirne’nin kurtuluşunda “Ekrad” yani Kürt Süvarilerinin yararlıkları saymakla bitirilemez. Demem o ki bu millet İstiklâl Savaşını birlikte yaptı.

Bu yüzden Türk’üyle, Kürt’üyle yedi düvele karşı savaşan bu milletin en büyük madalyası Âkif’in dizelerinde kendini bulan İstiklâl Marşıdır. Böyle bir istiklâl mücadelesine sahip olmak her millete lâyık olmamıştır.

Bu İstiklâl Marşı bu vatanın gerçek sahibi olan Kürt’üyle Türk’üyle bu şerefli millete aittir.

Dünya özgürlük şarkıları söylerken yüz yıllık İstiklâl Marşına sahip olmak ne denli büyük bir onur değil mi? Ancak kendini Kürt halkının temsilcisi olarak görüp, İstiklâl Marşından rahatsız olanlar da var. Orhan Doğan gibi. Kürtlüğü Kürtçülük, milliyetçiliği bölücülük olarak anlayan ve tatbik eden Orhan Doğan Kürtlerin temsilcisi olamaz.

Çünkü o İstiklâl Marşının her dizesinde Türk’üyle Kürt’üyle bu milletin kanı var. Aynen Çanakkale’de olduğu gibi.

Batman’da, Diyarbakır’da, Van’da, Mardin’de, Şanlıurfa’da Adıyaman’da hiçbir Kürt İstiklâl Marşından rahatsız olmaz. Artık Orhan Doğan gibi bölücülerin, Kürt kardeşlerimizin yakasından düşmesi gerekiyor.

14.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif cevaplar



Abdullah Bey: “Namazlarda nerelerde sesli kıraat yapılır? Nafile namazlarda sesli kıraat okunur mu?”

Gündüz kılınan Bayram ve Cuma namazları ile, cemaatle kılınması halinde akşam ve yatsı namazının ilk iki rekâtinde, sabah namazında, teravih ve vitir namazlarında imamın Fatiha ve Zamm-ı Sûreyi açıktan okumasının vacip olduğunu; cemaatle veya ferdî olarak kılınması fark etmeksizin, öğle ve ikindi namazının bütün rekâtleri ile, akşamın üçüncü ve yatsının üçüncü ve dördüncü rekâtlerinde ise Fatihayı ve Zamm-ı Sûreyi gizli okumanın vacip olduğunu biliyoruz. Tek başına namaz kılanlar, sesli kıraatli namazlar olan akşam, yatsı ve sabah namazlarında dilerse kıraati sesli yaparlar, dilerse sessiz yaparlar.

Kaza namazlarında da hüküm aynıdır. Kazasını yaptığımız namaz akşam, yatsı ve sabah namazı ise, tek başına kılmamız halinde–gündüz veya gece fark etmeksizin—sesli veya sessiz kıraat yapmak tercihimize bağlıdır. Bu namazların kazâsını cemaatle kılanlar ise–gündüz de olsa, gece de olsa—sesli kıraatte bulunurlar. Öğle ve ikindi namazı gibi sessiz kıraatli namazların kazası gece de yapılmış olsa, ister cemaat, ister ferdî olsun fark etmez, kıraatinin sessiz yapılması vaciptir.

Nafile namazlara gelince (hüsuf, küsuf, tahiyyetü’l-mescid... vs. namazları gibi); cemaatli veya cemaatsiz fark etmez, gündüz kılınan nafile namazlarda sessiz kıraatte bulunmak vaciptir. Gece kılınan nafile namazlarda ise istenirse sesli, istenirse sessiz kıraatte bulunulabilir. Yağmur namazı cemaatle kılınması halinde, kıraati sesli yapmak menduptur. Yağmur namazını ferdî olarak da kılmak mümkündür.

***

Işıkkent’ten okuyucumuz: “Akika kurbanının hükmü ve kesme zamanı hakkında bilgi verebilir misiniz? Üçüz çocuğu olan birisi kaç kurban kesmelidir? Kız çocuğu için bir, erkek çocuğu için iki kurban edilir deniyor, bu doğru mudur?”

Akîka, lügatte kesmek demektir. Istılâhta ise, doğan çocuğun, saçlarının kesilmesi ile eş zamanda kesilen hayvandır. Sağlık ve sıhhat içinde çocuk gibi bir meyve lütfetmesinden dolayı Allah’a şükrü ifade eder.

Akika kurbanının hükmü sünnettir. Doğumun yedinci günü kesilmesi tavsiye edilmişse de, ergenlik çağına kadar kesilebilmektedir. Akikanın sayısı, çocukların sayısına bağlıdır. Sünnet olan, her çocuk için bir kurban kesmektir. Üçüzler için üçünü de bir anda kesmek yerine, kesim zamanını ergenlik çağına kadar genişletmek ve değişik zamanlara yaymak, eğer uygulama açısından daha kolay olacaksa, bu tercih edilebilir.

Akîka kurbanını kesmemek günah değildir. Bu hususta, imkânlar ölçüsünde hareket edilmesi uygun olur. Peygamber Efendimiz (asm), “Bir çocuğu doğan kimse, ondan dolayı kurban kesmek isterse kessin” buyurarak1, tercihi anne babaya bırakmıştır.

Akika kurbanı çocuğun kız veya erkek olmasıyla ilgili bir kurban değildir. Çocuğun kız veya erkek olması Allah’ın takdiriyledir. Sünnet olan, kız olsun, erkek olsun bir kurban kesmektir.

***

E.Y. Rumuzlu okuyucumuz: “Ben gerek gusül, gerekse abdest alırken şüphe ve vesvese sonucu bol su kullanıyorum. İsraf etmiş olur muyum? Bu vesvese ve şüpheleri gidermenin çaresi nedir? Yirmi Birinci Söz İkinci Makamdaki vesvese bahsini hayata nasıl aktarabiliriz?”

Gusül veya abdest alırken azalarımızı birer defa yıkamak farz; üçer defa yıkamak Sünnet-i Seniyyedir. Yıkarken suyu israf etmemek; azalarımızı yıkamaya yetecek ölçüde su kullanmak da sünnettir. Ayrıca yıkanılan azaları güzelce ovmak da sünnettir.

Gusülde ve abdestte bu Sünnet-i Seniyyeleri icrâ ve ihyâ etmeye kifâyet edecek ölçüde su kullanmak israf değildir; ancak suyu daha fazla kullanmayı isrâf kabul etmek ve bu isrâfa yol açan evhamı da “vesvese” olarak değerlendirmek lâzımdır. Bu durumda azalarımızı, her yanına su gelecek şekilde üçer defa yıkadıktan sonra, aldığımız gusül veya abdestin artık tam olduğunu kabul etmeli; içimize daha fazla şüpheler atan vesveselere artık aldırmamalıyız, ehemmiyet vermemeliyiz.

Yirmi Birinci Sözün İkinci Makamındaki vesvese bahsi, şeytanın telkinatını tanıtır ve mahiyetini bildirir. Vesvesenin, ifrata kaçmamak ve galebe çalmamak şartıyla teyakkuza ve uyanık olmaya sebep olduğunu; ifrata kaçtığında ise hastalık halinde bütün davranışlarımıza sirayet ettiğini; bu durumun da bilhassa ibadetlerimizde sıkıntı kaynağı teşkil ettiğini misalleriyle bildirir. Dinde zorluk bulunmadığını ispat eder.

Bu durumda, gusül veya abdest alırken su kullanımında Sünnet-i Seniyye ölçülerinin dışına taşmak ve aşırı gitmek; ne faziletle ilgili, ne feyizle ilgili, ne de en iyisini aramakla ilgilidir!... Olsa, olsa; doğrudan vesvese ile ilgili evhamdan başka bir şey değildir.

Dipnotlar: 1- Ebû Dâvûd, 2842

14.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Dini anlatırken



Değerli dostumuz Ahmet Hoca, Nuri Beyin sponsorluğunda bir kısım ilim erbabını İstanbul Küçük Çamlıca Tesislerinde toplamış, bizi de dâvet etti. Şeref misafiri Prof. Dr. Hayreddin Karaman’ın sohbetini dinleme fırsatı bulduk.

Muhterem Prof. Dr. Hayreddin Karaman Hocamız imam-hatip okulunun mezunlarının ilklerinden. Okul bitince tayini Amasya’nın bir köyüne çıkmış, hizmetleriyle imam-hatipliye hayran kalan köylüler çocuklarını bir bir imam-hatip okuluna göndermeye başlamışlar. Prof. Dr. Süleyman Uludağ gibi bir çok profesör çıkmış bu köyden.

Tamamı dört saati bulan sohbetlerimizde isabetli tesbit ve yorumlarını dinlediğimiz hocamız sayesinde İslâmın her devre hitap eden, makul ve yaşanabilir bir din olduğu gerçeğini bir kere daha gördük.

Zamanın Japon prensi, Sultan Abdülhamid’den İslâmı anlatacak ilim adamları istediğinde, “Eğer istediğine cevap verebilecek ilim adamı bulsaydım onları Anadolu’ya gönderirdim” dediğini biliyoruz. O günlerde iki elin parmaklarıyla gösterilecek kadar İslâmı anlatabilecek az ilim adamı vardı Osmanlı’da.

Gerçekten dinî ilimleri de, müsbet ilimleri de iyi bilen, günün insanına hitap edebilecek; İslâmın ruhu, kalbi, aklı ve hissiyatı doyuran mükemmel bir din olduğunu gösterebilecek yetişkin ilim adamlarına her dönemde ihtiyaç var. Bediüzzaman Hazretleri, “Ben vaizleri dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum” der.

Bunları anlatırken de birinci olarak vaizlerin, şimdiki zamanı geçmiş zamana kıyas edip iddiâlarını tasvir ederlerken parlak gösterdiklerini, mübalâğaya kaçtıklarını söyler. Tesir ettirmek için iddialarını ispat edip hakikat araştıranları ikna edeceklerken bunu ihmal etmişlerdir.

İkinci olarak birşeyi teşvik ederlerken veya birşeyden sakındırırlarken ondan daha önemli bir şeyin değerini düşürdüklerinden dinin dengesini muhafaza edememişlerdir.

Üçüncüsü: Belâgatın gereği olan hâle, yani zamanın gereklerine, hastalığın teşhisine uygun söz söylememektedirler. Gûya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.

Sözün kısası vaizler hem tahkik ehli birer âlim olmalı, tâ ispat ve ikna etsinler. Hem hikmetli söz söyleyen birer müdakkik kişiler olmalılar; tâ dinin dengesini bozmasınlar. Hem belâgatlı konuşan muknî kimseler olmalılar. Tâ hâlin ve zamanın gereklerine uygun söz söylesin, dinin terazisiyle tartsınlar.1

Osmanlı döneminde de, Cumhuriyet döneminde de böyle âlimlere hasret kaldık. İşte Hayrettin Karaman Hocamız böylelerinden biri. İkna edici, doyurucu izahlarıyla dinleyicilerin hemen dikkatini çekiyor.

Birkaç saatlik sohbetimizden yarın da inşaallah bazı anekdotlar anlatalım.

Dipnotlar:

1- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 88-89.

14.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Esmâ tecellisini iman nuruna dönüştürmek



Bilindiği gibi iman, taklidî ve tahkikî/gerçek olmak üzere iki kısımdır.

* Taklidî iman; herhangi bir aklî, fikrî çaba göstermeksizin; yaşanılan toplumun, ortamın inancını sürdürmektir. Bu tür inanç, basit, icmâlî/özet, genel, üstünkörü, sathî, gelenekseldir. Tahayyül ve tasavvurda kalan, akıldan öteye geçemeyen inanma biçimidir. “Tevhid-i âmî” de denen bu tür inançta şöyle basit bir akıl yürütülür: “Cenâb-ı Hak birdir, şeriki/ortağı, nazîri/benzeri yoktur, bu kâinat Onundur.”

Bu imân mum ışığı gibidir. Küçük bir şüphe, basit bir inkâr rüzgârı, hafif bir vesvese darbesi karşısında çabuk söner, mağlup olur. Veya hiçbir dayanağı ve sağlam temeli olmayan bir duvar gibidir; yıkılmaya mahkûmdur.

* Tahkiki imân; zihnin bilgi merhaleleri olan tahayyül, tasavvur, taakkul (akıl etme, ölçme, değerlendirme), tasdik (doğrulama), iz’an (yüksek anlayışa varma), iltizamın (taraf olma) ötesinde zihnin en son merhalesi olan itikadda karar kılar. Bu aklî/mantıkî, ilmî, vicdanî, kalbî delillere dayanan güçlü bir iman türüdür. Aynı zamanda nûr, kuvvet, yani enerji kaynağıdır.

Bu imana, aklî, mantıkî, ilmî delillere dayanılarak, inceleme, araştırma ve derin tefekkürle varılır. Bu tür imân, yalnız kuru bir bilgi/ilimle değil, yüksek bir tefekkür ile elde edilebilir. Evet, akıl, kalb, vicdan, idrak, şuûr gibi duyguların ve lâtifelerin de payı vardır.

İman-ı tahkikî, ilmelyakinden hakkalyakine yakınlaştıkça daha yerinden oynatılamaz, zarar verilemez. Çünkü, tahkikî iman yalnız akılda durmuyor. Hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı yok olmaktan korunuyor. Gerçek, yüksek imanın üç mertebesi var:

a- İlmelyakîn (Kesin bilgi, ilim derecesinde imân)

b- Aynelyakîn (Gözlem/görme derecesinde kesin imân)

c- Hakkalyakîn (Yaşama seviyesinde iman)

İşte bu tahkikî imanın mertebelerini yakalamak ve onlardan herhangi birinde ilerlemek; esmâ talimi ve zikriyle mümkün. Şöyle ki:

Güneşin ısı, ışık ve renkleri; atom, hücre, yaprak, çiçek, tahıl, sebze-meyve, bitki, hayvan ve denizde başka başka şekillerde yansır. Yani aslında bütün gıdalar, sebze ve meyveler güneş enerjisinin tezahürleridir. Diğer bir tâbirle, yediğimiz bütün yiyecekler güneş enerjisidir...

İşte, güneş dahil, bütün bunlarda tezahür eden Esmâ-i Hüsnâ’dır. Yani, Allah’ın Rahman, Rahim, Nur, Rezzak, Kerim, Hakim, Cemil gibi isimleri tecellî eder. Bütün canlılar ve bitkiler “enerji kaynağı” olarak yaratılan güneşten beslenip geliştiklerine ve bunlar enerji olduklarına göre; esmâyı okumak, tefekkür etmek bize enerji verir, imanımızı güçlendirir. Ruhumuz/duygularımız, yani akıl, kalp, vicdan ve sair lâtifelerimizin de yegâne manevî enerji menba “vahiy”dir, Kur’ân’dır ve onların ders verdiği esmâdır.

14.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Afyon'da Bediüzzaman sevgisi



Geçen hafta sonu ziyaret ettiğimiz Afyon'a bundan on iki sene evvel de uğramış, oradaki aziz okuyucularımızla görüşüp sohbet etmiştik.

Aradan geçen bu süre zarfında, Afyon'un pek büyük bir ilerleme kaydettiğini yerinde bilmüşahade gördük.

En başta, lise ve üniversite talebelerinde gördüğümüz nuranî şevk ve dinamik hizmet meyelanı, cidden bizim de şevk ve heyecanımızı ziyadeleştirdi.

Gençler başta olmak üzere, sayısı yüzleri aşan pür dikkat bir okuyucu ve dinleyici kitlesine hem hatip, hem muhatap olduk.

Orada saatler süren seminer ve sohbetleri bıkıp usanmadan takip ettiler, düşünce ve kanaatleriyle de iştirak edip mevzuları zenginleştirdiler.

Aynı dinamik kitle, Pazar günü de Afyon'un hemen her tarafını Bediüzzaman posterleriyle donattılar; dâvetiye ve broşürlerle de Afyon'un nuranî teveccühünü şahlandırmış oldular.

Mâlumunuz, önümüzdeki Cuma günü Afyon'da Üstad Bediüzzaman'ı anma programı düzenlenecek. Hazırlıklar hummalı bir şekilde devam ediyor.

İşte, dağıtılan broşür, el ilânı ve posterler de, bu programa müteveccih faaliyetler cümlesindendir.

Demokrat Afyonluların, bilhassa Bediüzzaman'a gösterdikleri alâka ve teveccüh, her türlü takdirin üstündedir. Öyle ki, dükkân ve mağaza sahipleri, bu posterleri alıp vitrinlerinde asmak için adeta birbirleriyle yarışırcasına teveccüh gösterdiler.

Genç kardeşlerimiz anlattılar, hiçbir yerde hiçbir kimseden en ufak bir reaksiyon, bir hoşnutsuzluk görmemişler. Gördükleri olağanüstü teveccüh, onları da şaşırtmış.

Afyon, il ve ilçe merkezleriyle, hatta köyleriyle de cidden nur yüklü bir diyâr. Buranın insanları, Nur'a hem müştak, hem de müteveccih olmuşlar. Onlar, 1945–1953 senelerinde Afyon vilâyetinde ikamet etmiş ve sonradan da burayı zaman zaman ziyaretle şereflendirmiş olan Üstad Bediüzzaman'ı kendilerinden biliyorlar ve öyle de sahipleniyorlar.

Ne mutlu, bu Nur'lu sahiplenmeden hissesi ziyade olanlara.

Milliyetçilik

Neyin göstergesi?

Türkiye'de etnik temele dayalı "milliyetçilik" yükseliyormuş.

Bu durum, bir şekilde görünüyor ve biliniyor; da...

Asıl mesele şu: Zıt yönlerde gelişen bu milliyetçilik dalgası, acaba bir "değer" olarak mı, yoksa bir "tehlike" olarak mı yükseliyor?

Bize göre, halihazırdaki milliyetçilik, doğrudan doğruya bir tehlike sûretinde gelişiyor.

Tehlikeyi haber veren bir gösterge daha: Karşıt görüşlü milliyetçiler, birbirine "velinimet" gözüyle bakıyor.

Meselâ, "Ne kaa Türkçülük, o kaa Kürtçülük" gibi...

GÜNÜN TARİHİ 14 Mart 1964

Tetikçinin tetikçisine idam

Amerikan mahkemesi, başkan Kenedi'nin tetikçisini vuran tetikçi hakkında idam kararı verdi.

Hadisenin gelişme seyri

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı (35. başkan) John F. Kennedy, 22 Kasım 1963 günü Teksas eyaletinin Dallas şehrine yaptığı ziyaret esnasında bir sûikast neticesi öldürüldü.

Cinayetin ardından kaçarak izini kaybettirmeye çalışan Lee H. Oswald isimli tetikçi, bir saat kadar sonra kendisini takip ettiği zannıyla bir polisi de vurarak öldürdü.

Tetikçi tekrar kaçarak bir sinemada gizlenmeye çalışırken, aynı gün içinde yakalandı ve tutuklandı.

Cinayetten iki gün sonra, yani 24 Kasım Pazar günü, tetikçi Oswald, Dallas Emniyet Müdürlüğünden hapishaneye götürülecekti.

Sanığın öldürüleceği yolunda polise birçok ihbar yapıldığı halde, Oswald'ı büyük bir tedbirsizlik içinde, meraklılardan ve gazetecilerden oluşan bir kalabalığın arasından geçirdiler. Televizyon da bu sahneyi yayınlıyordu. İşte tam bu sırada, gazetecilerin bulunduğu yerden öne doğru fırlayan Jack Ruby isim şahıs, elindeki tabancayla Oswald'ı yakın mesafeden yaylım ateşine tuttu.

Elleri kelepçeli olduğu halde hastahaneye kaldırılan Oswald, tıpkı Kennedy gibi o da kurtarılamayarak öldü.

Başkan Kennedy'yi öldürmekten tutuklanan Oswald'ı herkesin gözü önünde çekip vuran Jack Ruby'nin geçmişi hayli karanlıktır. Kirli ve karanlık işlere girip çıkmış bir kişi olarak biliniyordu.

Fakat o, mahkemede Başkan Kennedy'ye yapılan suikastın kendisini çok etkilediği için katili öldürdüğünü ileri sürüyordu.

Yapılan yargılama sonunda, Jack Ruby, 14 Mart 1964 yılında ölüme mahkûm edildi. Bu sûretle, tetikçinin tetikçisi de ortadan kaldırılmış oldu.

Bütün bu gelişmelerin, özellikle Kennedy cinayetinin arka planında İsrail'in, daha doğrusu Yahudilerin parmağı olduğu yönünde pekçok yorum ve değerlendirmeler yapıldı.

Zira, İsrail ve Yahudiler, Demokrat Başkan Kennedy'den hiç hoşlanmıyorlardı. Tıpkı, Clinton'dan hoşlanmadıkları gibi.

Clinton öldürülmedi gerçi, ancak başına musallat edilen bir kadın vasıtasıyla tuzağa düşürülerek, adeta öldürmekten de beter bir hale sokuldu.

14.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kadınların gözüyle



Zaman zaman, yapılan istatistikî araştırmaların neticeleri kamuoyuyla paylaşılır. Neticeleri kamuoyuyla paylaşılan araştırmalardan biri de “Türkiye’de Kadın” konulu araştırma. Kadınların demografisi, hayat tarzları ve beklentilerini ortaya koymayı amaçlayan araştırmaya göre, kadınlar ‘kadın cumhurbaşkanı’ istiyormuş. Kadınların, hemcinslerinden birisini cumhurbaşkanı olarak görmek istemeleri tabiîdir, ancak bu talebin gerçekleşmesi pek de kolay görünmüyor.

A&G Araştırma Şirketi tarafından son 3-4 aylık dönemde Türkiye genelinde yapılan araştırmalar, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü sebebiyle Milliyet için derlenmiş. Türkiye’nin 7 bölgesinde yürütülen araştırmaya göre, 18 yaş ve üzeri her 100 kadından yüzde 15’i okuryazar değil, sadece yüzde 6’sı üniversite mezunu. Büyükşehirlerde yaşayan her 100 kadından 9’u okuryazar değil. Bu sayı şehirlerde 16’ya, köylerde ise 21’e çıkıyor. (Milliyet, 8 Mart 2007)

Araştırmanın bir kısım sonuçları şöyle: Yetişkin 100 kadından 72’si ev kadını. Her 100 kadından 15’i bir meslek sahibi ve çalışıyor. Büyükşehirlerde her 100 kadından 25’i çalışırken, bu sayı şehirde 13, kırda 10. Her 100 kadının yüzde 48’i haftada 1-2 gün bile olsa gazete okumuyor. Her 100 kadının 21’i internetle tanışmış.

Kadınların çoğunluğu küresel ısınmanın Allah’ın takdiri olduğuna inanıyor. Yüzde 43.5’i de tabiata verilen zararın sonucu olduğu fikrinde. Kadınlar, “Son zamanlarda artan şiddetin sebebi nedir?” diye sorulduğunda birinci sırada ekonomik sıkıntıları söylüyor.

Seçimler sonrasında kurulacak yeni hükümet ve Meclis’ten öncelikli olarak güvenlik sorunlarını çözmelerini bekliyor. Evliler eşlerinin, bekârlar aile büyüklerinin uyarılarını dikkate alıyor.

Kadınların en güvendikleri kurum yüzde 89.2 ile ordu. Bunu sırasıyla cumhurbaşkanı, TBMM, başbakan, hükümet, gazeteler, televizyonlar ve muhalefet partileri izliyor.

Kadınlar, işsizliğin olmadığı, şiddetten arınmış, cinsiyet ayrımının yapılmadığı bir Türkiye’de yaşamayı hayal ediyor.

Araştırmayı yorumlayan A&G şirketinin başkanı şöyle demiş: “Eğitim, Türkiyeli kadınların en büyük sorunu. Aslında yaşadıkları pek çok sıkıntının altında eğitimsizlik yatıyor. (...) Şiddete daha fazla maruz kalıyorlar, politikada seslerini duyuramıyorlar.”

Tabiî ki eğitim eksikliği Türkiye’de sadece kadınların problemi değil, herkesin problemi. Ancak araştırmayı sunarken, “Türkiye’deki kadınların bu halde olmasının sorumlusu dindir” demek temel bir yanlıştır. Kadınların çoğunun, ‘küresel ısınma’nın “Allah’ın takdiri” olduğunu düşünmesi—yansıtıldığının aksine—iyi bir göstergedir. “Evliler eşlerinin, bekârlar aile büyüklerinin uyarılarını dikkate alıyor”sa bu da hayırlı neticeler verebilir. Ancak, kadınların en güvendikleri kurumlarla ilgili sonuçların, gerçeği ne ölçüde aksettirdiği şüphelidir. Kadınlar cumhurbaşkanına niçin güvensin? Başörtüsünü Çankaya’ya sokmadığı için mi?

Türkiye’de yapılan onlarca araştırma, hem başörtüsü takanların nisbetinin yüksek olduğunu, hem de başörtüsü takmayanların bile başörtüsünün yasaklanmasını tasvip etmediğini gösteriyor. Eğer bu araştırmalar doğru ise, cumhurbaşkanlığı, güvenilirlik listesinde ikinci sırada yer alabilir mi? Alamaz ve almamalı.

Araştırma farklı açılardan yorumlanabilir. Ancak unutulmaması gereken şudur: “Kadın”ların bulunduğu noktayı beğenmeyenler var ise, sorumluları da kendileridir. Bu güne kadar Türkiye’yi onlar ‘idare’ etmedi mi?

14.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Cinsiyet ve din ayrımına son’



Küreselleşme ile birlikte değerler dumura uğruyor. Bu, Amerikalıların deyimiyle hem iyi, hem de kötü bir haber. İyi haber eşitliğin sağlanması, kötü haber ise herkesin birbirine benzemesi. Beyaz ve siyahın ortadan kalkarak herkesin ve herşeyin gri renge bürünmesi. Modernizm küreselleşmeyi intaç etmiş, o da değerleri bitirmiştir.

Modernizm sonucunda renkler melezleşirken mevsimler de teke inmiştir. Şimdi ilkbahardayız, kimilerinin bu bağlamda şöyle dediklerine şahit oluyorum: “Kışı geçirmeden sonbahardan ilkbahara geçtik...” Yani mevsimlerden birisi yok oldu. Veya bütün mevsimleri bir arada iç içe yaşıyorsunuz. Ya yok oluyorlar ya da anarşik bir biçimde bir arada oluyorlar. Hâlâ birileri bunun farkına bile varmış değil.

Erkek ve kadınlar da bir arada karma bir şekilde oldukça karakterlerini kaybediyorlar ve erkek ve kadınlar arasında gri alan artıyor ya da gayri fıtrî bir üçüncü sınıf türüyor. Eskiler istircalü’n nisa (kadınların erkekleşmesi) dedikleri şey bu olsa gerek. Buna mukabil, tahannüs eden veya pembeleşen erkeklere de rastlanıyor.

Karma alan genişledikçe tanımsız sınıflar da artıyor. Kompleks nedeniyle kanaat önderleri de “Erkek erkekliğini bilsin, kadın kadınlığını bilsin; ortamları ve dolayısıyla sıfatları ve karakterleri birbirine karışmasın. Karakter ve sıfatlarını değiştirmesinler” diyeceği yerde bunu diyemiyorlar. Bu zıtlar dünyasında mutluluk, renklerin grileşmesi değildir. Ancak gri siyah ve beyazın arasında yaşayabilir.

Siyahın ve beyazın tükendiği alanda gri de ölüm yolculuğuna çıkmış demektir. Zira gri temel renk değil, sadece geçiş rengidir. Geçişlerin yumuşak olmasını temin eder. Sonbahar ile ilkbahar gibi. Vücudu ve ortamı değişime alıştırır. Kadının mutlu olması erkek karakterinin korunmasındadır. Erkeğin mutlu olması da kadın karakterinin muhafazasındadır. Bağışıklık veya gayri tabiîliğe alışmak onu tabiî hale getirmez. Baharın zevki kışta, kışın zevki bahardadır. Eğitim ve öğretim ve modern hayatın tamamı karma ve gri alanın sınırlarını genişletiyor. Bu ise maksadın aksiyle tokat yememizi sağlıyor. Maksadını aşan herşey zıddına inkilâp ediyor. Kıvam tutturulamazsa güzellik çirkinliğe, zevk eziyete dönüşüyor.

***

Mısır’da bugünlerde iki ayrı, ama özünde tek bir tartışma var. “Kadınlardan devlet başkanı olur mu? Veya azınlık statüsünde olan Kıptiler devlet başkanlığına getirilebilir mi?” Birincisinde, cinsiyete dayalı siyasî sınırların kaldırılması isteniyor. İkincisinde de, Müslümanlarla gayrimüslimler arasında inanca dayalı siyasî sınırların kaldırılması isteniyor. Aslında hem cinsiyet meselesi, hem de gayrimüslim veya Müslüman arasında velâyet-i amme noktasındaki ayrım neticede dine dayanıyor. Şimdi ise bu hususlarda ne erkek ile kadın, ne de Müslüman ile gayrimüslim arasında bir fark kaldı. Artık vatandaşlık cinsiyetler arasındaki farkları ortadan kaldırdığı gibi, dinler arasındaki farkları da ortadan kaldırıyor. Sözgelimi, Mısır’ın anayasasının birinci maddesi vatandaşlar arasındaki eşitliği öngörürken, ikinci maddesi de yasamanın temel kaynaklarından birisinin İslâm hukuku olduğunu ortaya koyuyor. Bu madde bilhassa Sedat tarafından konulmuştu. Bu durumda birinci maddeye göre seçilen bir Kıpti anayasanın ikinci maddesini nasıl uygulayacaktır? Dolayısıyla bu çelişkinin kaldırılması gerekir.

Modernizm bu tarz birçok çelişkiyi de beraberinde getirmektedir. Bir kadın bakan olabiliyorsa tutarlılık gereği onun devlet başkanı olması da mümkündür? Bu bağlamda geçenlerde Pakistanlı bir kadın bakan aynı tartışma bağlamında öldürüldü. Bu hususta görüşleri sorulan Yusuf Kardavi selefi ve dostu Muhammed Gazali’nin çizgisinden ayrılmıyor ve kadının devlet başkanı olmasında bir mahzur görmüyor. Tevbe Sûresinin 71’inci âyetinden delil getirerek Müslüman kadın ve erkeklerin birbirinin velisi olduğunu ve iyiliği emretmekte ve kötülüğü nehyetmekte birbirlerine yardımcı olmaları itibarıyla böyle bir hükme ulaşmaktadır. Kardavi selefi Muhammed Gazali gibi Sebe Melikesi Belkis’den yola çıkarak kadınların devlet başkanı olabileceğine hükmetmektedir. Kardavi’ye göre mahzurlu olan imamet-i uzma meselesidir onun ötesindekiler ihtilâf ve tercih alanına girmektedir. Bu yönde aynı doğrultuda bir fetva da Mısır Müftüsü Ali Cuma tarafından verilmiştir.

***

Ocak ayında bu mesele Mısır’da epeyce tartışılmış ve Ahbar el Yevm gazetesi bazı hocalara nisbetle kadının namazda imametinin caiz olmadığını söyleyerek bu yüzden imamet-i uzma görevine de atanamayacağını yazmıştı. Şimdi orta bir yol bulunarak kadının hulafa-i raşidin gibi imam olamayacağı, ama modern devlet sisteminde devlet başkanı olabileceği öngörülüyor. Bir şey usulen değişmişse fer’en de değişmek zorundadır. Bu yüzden modernizmin çelişkisi dindarların çelişkisi haline gelmiştir. Bugün Habil ile Kabil birbirine karışmıştır. Bütün bunların sorumlusu da modernizmdir... Hukuk alanındaki farklılıkları bitirdiği gibi fizikî farklılıkları da yok ederek aslında dünyanın ontolojik sonunu da hazırlıyor. ‘Modernizmin arkasından gitmek mi zor kalmak mı zor?’, bütün insanlığın ortak sorusu ve sorunudur.

14.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004