Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Aidiyet psikolojisi



İnsan sahipsiz değildir

Bir yerlere ait olmak, mutlu ediyor insanı. Bir vatana, bir şehre, bir mahalleye, bir haneye ait olmak, oldukça güçlü bir duygudur. Aynı duyguya bir inanca, bir fikre, bir ideale sahip olmak da ilâve edilebilir.

Bir ailenin bireyi olmak ve öylece bilinmek tanımlanması kolay bir özelliktir. Bu hem ait olan kişi için, hem de onun oraya ait olduğunu bilen insanlar için önemlidir. Çünkü insanın kimlerden olduğu, soylarının nerelere dayandığı, nasıl bir aile geçmişinin bulunduğu dikkat çekicidir.

Soylarında büyükler, âlimler bulunan aileler, özlerinde bir büyüklük ve soyluluk barındırırlar. Böyle bir ortamda yetişen insanlar, geleneklerinde ve göreneklerinde hayatın alt-üst çizgilerini belirlerler. Belki de her insanın taşıyabileceği bir soyluluk, bir olgunluk, bir farklılık ‘insan olma’nın özünde vardır.

İnsan, bir babadan, bir anadandır. Böyle başlar tanımlanması. Sonrası biraz da kendisine aittir. Bazen babasından dolayı tanınır ailenin diğer bireyleri, bazen de bireyleri tanıtır aileyi.

Ne ailenin geçmiş şanı bireye direkt ulaşır; ne de kötü şöhreti. Etkisi vardır ancak, değerler içerisindeki yürüyüş bireye aittir.

Birey o geçmişe aitliğini, kabulüyle/reddiyle belirler. Onun için her birey kendi işlediği günahların/sevapların taşıyıcısıdır.

Bir eve ait olmalı insan

Aidiyeti olan en güçlü birlikteliklerin temeli ailedir. Çocuk aidiyet kültürünü orada öğrenir. Nitekim sevgi aidiyetin adeta besin kaynağıdır.

Doğduğu/doyduğu bir evi olması insanın, vazgeçilmez bir aitliktir.

Sabah çıktığı kapıya, akşam tekrar geri dönebilmesi bir güven ifadesidir insan için. Dönüp varacağı bir evinin olması, insanın huzur kaynağıdır.

Elindeki anahtarla kapısı açılan bir evinin bulunması, orada onun hatıralarını saklaması, hayallerini, rüyalarını barındırması insanı oraya bağlayan bir olgudur.

İnsanın bir eve aidiyeti anlamlıdır. İnsanı evine bağlayan da duygu bağından başkası değildir. Her ev belli değerler yükler bireye. Onun için her ev, kendi içinde şartları bulunan bir hayat alanıdır. Her insan bir evde dünyaya gelir ve bir evden diğer dünyaya gider.

Her insanın ait olduğu bir ortamı vardır

İnsanlar zamanla belli ortamlarda bulur kendilerini. Bu ortamlar onların kafa yapılarına, düşüncelerine, anlayışlarına, algılamalarına göre değişir. Adam olma antrenmanlarının ilk alıştırmaları buralarda başlar. Belki de ilk kavgaları, ilk barışmaları, ilk terk edişleri, ilk dönüşleri önce bu çevrelerde tadar insan. Onun için çevresi, ait olduğu hayat atmosferidir insanın. Alışkanlıklarını, sevgilerini, ilgilerini ve hatta diğer insanlardan farkını bu ortamlarda anlar birey.

Zaman, ait olma zamanıdır

Yanlış ya da doğru, insan bir yerlere ait olma ihtiyacı hissediyor. Yanlışa bulaşan insanın bile tahrik edilmiş duygusu aitlik psikolojisinin insandaki etkisidir.

İnsana, ‘hiçbir yere ait olma’ denmez. Bu telkin ‘olma’ demek gibi bir şeydir. Oysaki artık yanlışlar da doğrular da bir aitlik duygusu içerisinde varlığını sürdürüyor. Tabiî her aitliğin de kendisine mahsus bir takım kuralları vardır. Aitlik duygusu kazandırılamamış bireyin, kontrolü mümkün değildir.

Kendisine, ailesine, vatanına, milletine, insanlığa faydalı bir yapı içerisinde yer bulan bir birey, burada kendi kabiliyetlerini sergileyebilecektir. Onun için ailelere, devlete, kurumlara böyle zeminler hazırlamak düşmektedir. Yoksa ‘şuraya-buraya dahil olma’ cümleleri ve telkinleri pek de gerçeği yansıtmamaktadır. İnsan fıtraten sosyal bir varlıktır. Bir yerlere ve bir şeylere ait olma duygusu onun ciddî bir ihtiyacıdır.

Yaratıcısı bir, peygamberi bir, dini bir, kitabı bir, memleketi bir, milleti bir; onlarca, yüzlerce birliklerden oluşan ortak noktalar, bireyin aitlik psikolojisini içerdiğinden vazgeçilmezdir.

Uğrunda yaşayacağı bir şeyleri olmalı insanın

Uğruna yaşayabileceği ve uğrunda ölebileceği bir şeyleri bulunmalı insanın. Bedenen ve ruhen aitliğini taşıyabilen bir bağı olmalı. Bir dâvâsı, bir fikri bulunmalı onun için yaşadığı.

Kişi dâhi de olsa, aitlikleri bulunan teşekküller karşısında adeta bir hiçtir. İnsan bir şeylere, bir yerlere ait olmalı. Yanlış doğru, bütün düşüncelerin bir çatı altında bulunma ihtiyacı da bundandır.

Dünyadaki aitliklerimiz, ahiretteki birliktelikleri de beraberinde getirecektir. Çünkü ‘insan sevdiği ile haşrolacaktır.’

Dünyamıza da ahiretimize de saadetler getirecek aitlikler temennisiyle…

28.04.2007

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Hayatımız formalite



Orhan Veli “Bedava Yaşıyoruz” adlı şiirinde hava, bulut, dere ve tepeden dem vururken, bize bir nimet olarak verilmiş hayatı nasıl yaşadığımız üzerine kafa yormuş mudur acaba? Meselâ; hayatın hakkını vererek yaşıyor muyuz? Deyim yerindeyse, hayatı kana kana içiyor muyuz? En azından yaşadığımız çevrede öylesine bir hayat mı yoksa etrafımızla ilgili duygu ve düşüncelerimizi lâyıkıyla uygulayabildiğimiz bir hayat mı yaşıyoruz?

“… Bey, şu belgeleri bir yetiştiriver. Bir şeyler bulup yetiştir. Maksat formalite…” gibi düşüncelerin kol gezdiği bir iş hayatımızın neredeyse büyük bir çoğunlukla formalite gayretlerle yürüdüğünü, bazen de bilerek ya da bilmeyerek kendimizin de formaliteden bir iş hayatını yaşadığımızı fark ediyor muyuz acaba?

Son günlerde hemen herkesin dilinde karşılaştığım ve aklıma takılan bir giriş cümlesi var: “Yanlış anlamayın…” Bu ve benzeri cümleler, ilk bakışta çok samimî ve masum gözükebilir; ama bence bu cümle sosyal hayatta birlikte oluşturduğumuz formalite davranış şekillerinin dayatmasıyla ortaya çıkmış bir cümledir. Diyelim ki, bir iş toplantısındasınız. Yetkili kişi demokratik olmaktan dem vuruyordur. Söz hakkı istendiğinde savunduklarına paralel olmayan düşüncelere karşı cephe aldığında, ister istemez karşınıza formalite bir davranış kalıbı çıkıyor. Buna karşılık isteyerek veya istemeyerek, siz de “Yanlış anlaşılmak istemem… Yanlış anlamazsanız, bir şey diyeceğim… Yanlış anlamayın…” gibi ifadelerle kendinizi ve düşüncenizi takdim etmek zorunda kalırsınız ki, söyleyecekleriniz de zoraki söylenmiş, lâf olsun torba dolsun gibisinden sözler olacaktır. Şunu da belirtelim: Verdiğimiz örnek olay, yetkili kişi için de geçerlidir. Bu sefer yetkili kişi de sorumlu olduğu yer her neyse, “yanlış anlaşılabilir” gibi bir düşüncenin etkisiyle formalitenin hapsine girebilir. Bir düşünün bakalım, hiç mi karşılaşmadınız öyle bir tabloyla?

Garip olan şu ki, bu formalite sadece iş hayatımızda değil, hayatımızın hemen her köşesinde kendini göstermektedir. Birisi fazla mı güldü? Bir taraftan, “Neden güldü acaba?” derken, diğer taraftan yapmacık bir gülüşle eşlik etmeyi ihmal etmiyoruz. Bir bakıma “formalite”lik tebessümlerle birbirimize formalite yüzlerimizi sunuyoruz. Çok yakın arkadaşımız başarılı mı oldu? Evvela biz tebrik ederiz; fakat tebrik ettikten sonra küçümsemeyi, alay etmeyi ve yeri geldiğinde aleyhine konuşmayı da geciktirmeyiz. İster kabul edelim, ister etmeyelim; aslında başarılarının devamını dilememiz birer formaliteye bürünmüştür artık. Avunduğumuz, formalite davranışlarımızı mantığa büründürmek ve böylece kendimize bile formalite doğrular icat etmekten başka bir şey değil.

İsterseniz, biraz daha özel hayatımıza doğru uzanalım. Meselâ hemen her zaman geçtiğimiz yola ne kadar dikkat ediyoruz? Her an almak zorunda olduğumuz nefesi hiç düşündük mü? Belki de evimizin karşısında yahut sokağımızın köşesinde duran ağaca, ağacın dallarına şuurlu bir nazarla baktık mı? Söz gelimi baharın gelişiyle açan rengârenk çiçeklere, Yunus Emre misali, “Sordum sarı çiçeğe/Annen baban var mıdır?” gibi sorular soracak kadar bir farkındalık içinde miyiz? Hayatımızın mihrak noktalarından birisi olan suya tanıdık bir sesle sesleniyor muyuz? Kana kana içerken, yahut elimizi yüzümüzü yıkarken tanıdık bir dostla kucaklaşır gibi, bir duygu ve düşünceye sahip oluyor muyuz? Eğer bu soruların cevapları olumluysa, formaliteden çıkıp hayatın özünü yakalamışsınız demektir. Yok eğer olumsuzsa, sıraladıklarımın hemen hepsi sadece sıradan hayatı yaşamak adına formaliteleştirdiğiniz nesnelerden ibaret kalacaktır.

Aslında bütün iş, insanın insan olma şuurunu yakalayıp evvelâ kendini ve daha sonra çevresini idrak etmesidir. Eğer bunu başarabilirse, kendinden başlayarak çevresini formalitenin tuzağına düşmekten kurtaracaktır. Tipik Orhan Veli’nin, “Deli eder insanı bu dünya/Bu gece, bu yıldızlar, bu koku/Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç” şeklinde belirttiği yaşama sevinci hemen her yeri kaplar.

Unutmayın; formalite hayat, çok bayat…

28.04.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Televizyon nasıl kapanır?



Ayşegül Akakuş’un (Akşam Sefası, Bizim Radyo) programındayım.

Soruyor: “Televizyon nedir?”

İki kelime... Ama cevaplandırması zor bir soru.

Diyorum ki:

“İllüzyonist... Davetsiz gelen bir misafir. Ona kızamıyoruz. Kovamıyoruz. İlgisiz gibi muhatap oluyoruz, ancak tamamen onunla ilgiliyiz. Çocuklarımız çizgi film izler, yetişkinler haber, kadınlar ise ya dizi yahut magazin izler. Televizyon muhatabını bulur. Televizyon evimizdeki basit bir kutu... Ama bizi kendisiyle meşgul etmesini bilen tuhaf bir âlet.”

Telefonla bağlanan bir bayan dinleyici... Adı Pervin... Mesleği reklâmcılık... Televizyondaki “kadın programları”na bir isim takmış, “Gıybet programları” diyor. İsabet.

Magazin programlarının hedefi doğrudan “kadın”lar. Kadınların en çok merak ettiği husus “dedikodu.” Genelleme yapmayayım ama bu bir vâkıadır. Uyanık programcılar kadınların bu “damarı”nı çok iyi kullanıp, “dedikodu”yu pazarlıyor. Daha önce de yazdım. Aslında dedikodu, yani gıybeti meşrû hâle getirme çabasıdır bu programlar. “Aman dikkat” diyoruz.

Akakuş soruyor:

“Ne alıp veremediğiniz var şu televizyonla?”

El-cevap:

“Benim değil, milletin bir alıp veremediği var. Zaten bu köşenin sahibi televizyondan rahatsız olan izleyici... Ben, bana gelen eleştirilere ayna tutmaya çalışıyorum. Bu sütun bir havuz... Eleştirileri veya ‘değerlendirme’leri bir yere kanalize etmeye çalışıyorum. Trafik memurluğu gibi birşey.”

Soru: “Ya TV’leri kapatın çağrısı?”

“Televizyonu kapatmak çare değil. Çare olsaydı, bu çağrının vatanı olan ABD yapardı bu işi. Zaten ABD’de sayısı bilinmeyen binlerce kanal mevcut. Hangi birisi kapatmış ki... Bu kampanya her yıl yapılır. Yılda bir kez kapanınca, ders alınıyor mu? Yok. Hayat devam ediyor. Sen kapatsan bile, bir başkası zaten açıyor. Mesele şu; bu televizyonları günlük denetime tâbi tutmalı. Belli saatlerle sınırlamalı ve bunu her gün yapmalı.”

Bu arada söz dönüp dolaşıyor, televizyonda bir zamanlar dansöz oynatılmasına.

Ne yazık ki, günümüze baktığımızda “dansöz” bile çok masum(!) kalıyor. Artık kadın bedenlerinin pazarlandığı programlar çoğaldı. Hepsi birbirinden pespaye yayınlar artış göstermeye başladı. RTÜK’ün bu konuda acil bir çağrıda bulunması gerekiyor.

Son olarak: Televizyonu kapatıp, hayatı açmalı. Doğru. Ama bunu bir haftaya sığdırmamalı. Düzenli bir alışkanlık haline getirip “sınırlamalı.”

KANAL 7 BASKINI

Kanal 7 televizyonunun Almanya’daki Avrupa merkezine otomotik silâhlı 60 Alman polisi, baskın yapıyor. Kapılar kırılıyor.

Neden?

Güya, “Deniz Feneri” isimli kuruluş, “kuruma” para aktarmış. Yani amaç dışı kullanılmış.

Garabete bakın.

Alman polisi otomatik silâhla terör evine mi baskın yapıyor? Sanki karşılarında, bir yardım veya medya kuruluşu değil, ellerinde otomatik silâhla bekleyen “terörist.”

Nitekim Alman polisi terörist muamelesi yapmış. Hem Deniz Feneri çalışanlarına, hem de Kanal 7 Genel Müdürü Mehmet Gürkan olmak üzere iki kişi tutuklanıyor. Üstelik Kanal 7 çalışanlarını en temel ihtiyaçlardan da mahrum bırakarak.

İkinci garabet:

Deniz Feneri E.V’ye düzenlenen baskın, sırf aynı binada Kanal 7 Avrupa televizyonu bulunuyor diye baskına “dâhil” edilmiş...

Biz dilerseniz açıklamalara yer verelim.

Deniz Feneri diyor ki:

“Kapılar kırılarak büromuz tarumar edilmiştir. Maliye tarafından yapılan denetimler devam ederken, kendilerine istedikleri tüm evrakları verdiğimiz halde böyle bir baskının mahiyetini anlamış değiliz”

Kanal 7 ise yaptığı açıklamada:

“(Alman savcının iddiasına cevaben) Bu bir iddiadır ve kesinlikle yalandır. Kanal 7, Avrupa televizyonu Deniz Feneri E.V’den Kanal 7 Avrupa’ya tek bir kuruş dahi aktarmamıştır.

“Kanal 7 yönetimi olarak; bir Türk basın kuruluşuna yapılan çağdışı, zorba baskını görmezden gelen, ama bu asılsız iddiayı gündeme taşımakta zerre kadar tereddüt göstermeyen, bazı Türk gazete ve televizyonlarının tavrını esef verici bulduğumuzu belirtiyoruz.

“Soruşturma sonunda gerçekler ortaya çıkacak, bu akıl almaz baskını görmezden gelenler mahcup olacaktır.

Her fırsatta Avrupa değerleri ve özgürlüklerine vurgu yapan Almanya hükümetinin bu çağdışı, yüz kızartıcı baskın karşısında sessiz kalması da ayrıca ibret vericidir.”

28.04.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Hangi medeniyet?



Medeniyet kelimesi, insanlığın sosyal, ilim, sa’nat, fen ve teknikte ileri gitmesi, hayat kalitesinin yükselmesi gibi anlamlara gelmektedir.

Ayrıca şehirleşme, sanayi ve ticarette ileri gitme, yönetimde halkın mutluluğunu sağlama, düzenli ve kaliteli hayat seviyesi gibi kriterler de medeniyetin esaslarındandır. Demek ki medeniyetin maksadı, insanlığın saadet ve mutluluğunu sağlamak, hayattan daha ziyade zevk almasını temin etmektir.

Bugün medenî ülkeler deyince, sanayide, teknikte, sosyal ve ekonomik alanda ileri gitmiş, zengin ülkeler akla gelmektedir. Bunların da Avrupa, Amerika ve Japonya’da toplandıklarını görüyoruz. Hepsine birden “Batılı Ülkeler” diyoruz. 19. yy’dan itibaren, sanayi devriminin getirdiği yenilikler ve teknolojik gelişmeler, Batı ülkelerinin kalkınmasını ve ilerlemesini sağlamış, böylece medeniyetin de buralarda geliştiği kabul edilmiştir. Onun için Türkiye Cumhuriyeti de kurulduktan sonra yönünü Batı’ya çevirmiş, “muâsır medeniyet seviyesini” hedef almıştır.

Batı ülkelerinin başkalarına verdikleri zararlar ve yaşattıkları acılar göz önüne alındığında, Batı medeniyetinin hiç de medenî kıstaslara uymadığı görülmektedir. Dünyada yaşanan en kanlı savaşlar, çekilen en büyük acılar, işlenen en vahşî cinayetler, medenî kabul edilen milletler tarafından gerçekleştirilmiştir. İki defa tekrarlanan dünya savaşı, bu savaşlarda milyonlarca insanın hayatını kaybetmesi, daha sonra ortaya çıkan soğuk savaşlar ve bu gün de yaşanmakta olan sıcak ve kanlı savaşlar, hep medeniyet adına işlenen cinayetlerden ibarettir. İlâhî nizamı dikkate almayan bir medeniyet anlayışının, insanlığa huzur ve mutluluk vermediği, yaşanan tarihî gerçeklerle ortaya çıkmıştır.

Batı medeniyeti belki insanlığa bir miktar refah seviyesi sağlamıştır ama, huzur seviyesini de oldukça aşağılara düşürmüştür. Zira beşerî sistemler ne kadar mükemmel olursa olsun, İlâhî nizamlara uygun olarak düzenlenmezse, beşere huzur ve emniyet sağlamıyor. Bediüzzaman Hazretleri, Batı Medeniyeti’nin gaddar yüzünü şu şekilde ortaya çıkarmaktadır: “Medeniyet-i hâzıra-i garbiye (Şimdiki Batı Medeniyeti) semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiâtı hasenâtına, hatâları, zararları, faydalarına râcih geldi.” Demek ki İlâhî esaslara uygun olmayan her türlü düzenleme ve uygulama, insanlığa huzur ve saadet vermekten uzaktır. İnançları kamusal alandan çıkarmak isteyenlerin kulakları çınlasın.

Hayat düsturu olarak sadece aklı referans alıp, dini devre dışı bırakanların kurduğu medeniyet, insanlığın pek az bir kısmına menfaat sağlayabilir, az bir kısmını geçici olarak mutlu edebilir. Onlar da vicdanlarını çıkarıp atmak zorundadırlar. Yoksa, kalbi ölmemiş, vicdanı körelmemiş olanlar, kendileri refah içinde olsalar bile, yanı başlarındaki insanların acı çekmesinden rahatsız olurlar, kendi rahatlarının lezzetini yaşayamazlar.

İlâhî kanunlardan uzak, sadece beşerî kanunlar üzerine kurulan medeniyetlerin marifetleri, bugün Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de, Çeçenistan’da ve dünyanın daha pek çok yerlerinde sergilenmektedir. Irak’ta masum çocukların üzerine misket bombaları yağdıranlar, böyle bir medeniyetin mensuplarıdır. Filistin’de ellerindeki taşlarla vatanını müdafaa etmek isteyen çocukların üzerine tanklarla ateş açanlar da bu mimsiz medeniyetin memesinden süt emen çocuklardır. Batı medeniyetinin ortasındaki Bosna-Hersek’te daha birkaç yıl önce yaşanan katliâmlar, pazar yerlerinin can pazarına dönmesi karşısında, katliâmları seyretmekten başka bir şey yapmayan “medenî” milletlerin duyarsızlığı, Batı medeniyetinin çirkin yüzünü gözler önüne sermiştir. Mehmed Âkif’in “tek dişi kalmış canavar” olarak tarif ettiği ve Bediüzzaman Hazretlerinin “mimsiz medeniyet” dediği, işte Batı medeniyetinin bu çirkin yüzüdür.

Bu ifadeler, Batı Medeniyetini toptan itham eden sözler değildir. Batı Medeniyeti’nin de “kemâlâta medar bazı seciyeleri” vardır. Fakat, kötülükleri iyiliklerinden, zararları faydalarından fazla olduğu için gaddar ve çirkin kabul edilmiştir. Getirdiği güzellikler ise reddedilmemiş, aksine takdir edilip taltif görmüştür. Zira bu güzelliklerin menbaı, İlâhî kanunlardır.

Elemsiz lezzet imanda olduğu gibi, hakikî saadet ve en yüksek medeniyet de yine imanda ve İslâmdadır.

28.04.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Demokrasi sınavı



Türkiye, cumhurbaşkanlığı seçiminde tam bir demokrasi sınavı veriyor. Nedense herkes cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde hukuktan, demokrasinin kurallarından, anayasadaki maddelerden, şartlardan bahsediyor, Meclisin kritik pozisyonu üzerinde duruyor, ama yapılanların çoğu, demokratik kural ve geleneklerle pek bağdaşmıyor.

Milletin emrinde bir Meclis, Meclisin emrinde bir hükümet, hükümetin emrinde bir ordu denkleminde geçtiği gibi, milletin kalbi mesabesinde olan Türkiye Büyük Millet Meclisi kendi bünyesinden oy çokluğuna dayanarak bir cumhurbaşkanı çıkaracakken, birden bire bütün güçlerin, kurum ve kuruluşların üzerinde muvazaa ettiği bir alana dönüştürülebiliyor. Tabiî ki bu tür dönemeç noktaları, ülkemizdeki demokrasi kültürü ve seviyesini göstermede net ve yorumsuz bir tablo olarak dünya âlemin karşısında arz-ı endam ediyor.

Cumhurbaşkanlığı seçimi hususunda söz ve yetki sahibi Meclis olduğuna göre, her türlü çaba orada gösterilecektir. Milletin adına oraya gönderilmiş vekiller, elbette ki milletin genel kanaatini yansıtacak tavırları, ancak ve ancak orada sergileyecektir. Kabul veya red oyu verirken, gerekçeleri demokrasinin ruhuna uygun olması gerekir. Aksi takdirde genel gerekçeler yerine, özel veya indî veya fırsatçılık sayılacak tavırlar hem Meclisin, hem vekilin, hem partinin, hem de nihayetinde demokrasinin saygınlığını zedeleyecektir.

“Cumhurbaşkanlığı seçimini halk yapsın, derseniz bu millet ya Said Nursî’yi, ya da Ali Fuat Başgil’i seçer” diyenlerin bulunduğu bir ülkede, irade ve karar Meclise gelmişken gevşeklik göstermek, bu tür zihniyetin devamına yardımcı olmak sayılır.

Cumhurbaşkanlığına aday olan Prof. Ali Fuat Başgil’i ayaklarına çağırıp, bellerindeki silâhları çekerek şakağına dayayan ve “Adaylıktan derhal istifa et, yoksa…” şeklindeki ikna odalarının bulunduğu ortamda, Meclisin dik durması demokrasi açısından hayatî önem arz eder.

“İçerde kiminle görüştünüz?” sorusuna, “Mr. Tomson ve Mr. Sten’le…” diyerek tabanca markalarını açıklayan Başgil Hoca’nın o gün arkasında duracak bir siyasetçi ve halk kitlesi yoktu. Meselâ bir 12 Mart Muhtırasında Başbakan Demirel, muhtıracıların isteği üzerine, “İkinci bir silâhlı kuvvetlerim mi var?” deyip istifa etmişti, ama Meclisin açık tutulmasını sağlayarak demokrasinin direnç kazanmasına yol açmıştı.

Cumhurbaşkanı olmak için olanca ağırlığını koyan Faruk Gürler, bununla yetinmeyip yüce Meclisin üzerinden jetler uçurup dışarıda gözdağı verirken, içerde de Meclisin dinleyicilere ait bölümlerinde oturan subayların bellerindeki tabancaların ışıltısını oylamaya katılacak vekillere göstermeyi ihmal etmemişlerdi. Neticede tepeden inmecilerin hevesleri kursaklarında kalmıştı ve ehven-i şer kabilinden bir başka asker kökenli kişi cumhurbaşkanı olmuştu.

Bu gün çok daha olumlu ve demokrasiye uygun ortamda bir cumhurbaşkanlığı seçimi sınavı vermekteyiz. Abdullah Gül, dışarıdan biri değil, Meclisten gelen bir milletvekili. Geçmişte bakanlık yeni hükümette ise, başbakanlık ve dışişleri bakanlığı yapmış bir vekil. Öyle dışarıdan baskılarla, tehditlerle gelmeye çalışan biri değil. Kişiliği dışta ve içte kabul gören bir şahsiyet. Partisinin icraatlarını beğenmeyebilirsiniz. Seçim meydanlarında eleştirebilirsiniz. Oy vermeyebilirsiniz, ama cumhurbaşkanlığı seçiminde kurallara ve yasalara göre aday gösterilip Meclisin huzuruna çıkmışsa, milletin kalbi olan Meclise gelir, orada lehte veya aleyhte oylarınızla millî iradenin tecellisine katkıda bulunarak misyonunuzu tamamlarsınız. Aksinde yarın sine-i millete döndüğünüzde ondan aldığınız temsil/vekil emanetini nerede tükettiğinizin, neler uğrunda harcadığınızın hesabını vermek zorunda kalacaksınız. Millete söyleyecek makul ve tutarlı gerekçeniz yoksa, bu kendinizi tükettiğiniz anlamına gelir.

Demokrasi herkese lâzımdır. Hak ve hürriyetler sadece kendimiz için değil, herkes için istenir. Otoriter, totaliter, cuntacı icraatlara karşı çıkmak sadece kendimize değil, en amansız muhalifi olduğumuz kişi veya partiye yapılınca da bizi harekete geçirmelidir. Unutmayalım ki, faziletli insanların bulunduğu ortamda demokrasi fazilet rejimidir. Ahlâksızların, cahillerin bulunduğu ortamda demokrasi çapulculuk, haydutluk ve yolsuzluk üretir. Velhasılı kelâm demokrasimizin kalite belgesi böyle günlerde belirlenir.

NOT: Bu yazıyı Cuma günü (dün) saat 10.00’da yazmak zorundaydım. Saat 15.00’daki cumhurbaşkanlığı seçimi ilk turu milletimize, memleketimize hayırlı olsun. Z. A.

28.04.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Hayat, ancak âhiret hayatıdır”



Başlıktaki cümle bir hadis-i şerifin meâli. Allah Resûlü (asm) öyle buyuruyorlar: “Allah’ım, hayat ancak ahiret hayatıdır.”1

Dünya veya ahiret hayatını iyi anlayabilmek için âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerin gözlüğüyle bakmak gerekir. Tâ ki her şey yerli yerine otursun, kamet-i kıymetince değeri olsun.

Ahireti bilmeyenler dünyanın cazibesine kapılır, ebedî dünyada kalacakmışcasına dünyaya sarılırlar. Oysa ne kazansalar ahirette kazanabilecekleri yanında ismi bile edilmeyecek kadar küçük, eğer kaybederlerse kaybettikleri de dünyada kaybettikleri yanında bir hiç hükmündedir.

Bir hadis-i şeriften öğrendiğimize göre bir insan elini bir deryaya daldırsa ancak eli ıslanır. O parmağa bulaşan suyla derya arasında fark dünya ile ahiret arasındaki fark gibidir.2

O halde dünyanın bütün şaşaa ve güzelliğine rağmen Cennetin yanında çok sönük, hatta zindan gibi kalacağını düşünmek gerekir.

Ya dünyanın ıztırapları? Dünya sıkıntı ve ıztırapları da Cehennem azabı yanında çok cılızdır.

Eğer Cennetin güzelliğini dünya gözüyle görebilseydik, dünyaya iltifat bile etmezdik. Peygamberimiz (asm) dünyanın onca sıkıntı ve ıztırabını çekmiş, âdetâ çekmedik birşeyi kalmamış bir kimsenin Cennete bir kere daldırılıp, “Ey Âdemoğlu, sen hayatında hiç çile, sıkıntı ve ıztırap çektin mi?” diye sorulduğunda, “Hayır vallâhi, hiçbir sıkıntı ve ıztırap çekmedim” diyeceğini bildirir.

Yine dünyada en lüks, konforlu, şatafatlı hayatı yaşamış bir kimse de Cehenneme bir kere daldırılıp, “Dünyada hiç gün gördün, hayattan tat aldın mı?” diye sorulduğunda onun da, “Vallahi, görmedim ya Rabbi”3 diyeceğini anlatır.

Demek dünyanın bütün zevk ve lezzetleri, Cehennem azabının yanında bir hiç hükmündedir. Yine dünyanın ne kadar çok çekilirse çekilsin bütün çile ve ıztırapları, Cennetin güzelliklerini görünce hiç yaşanmamış gibi unutuluverecektir.

Bu durumda insanın en önemli meselesi orada azaptan kurtulmak, mutluluğa ermek olmalı değil midir?

Oraya ise insan ancak amelini götürür. İman ve imanın gereği olarak yaptığı ibadet ve hayırları… İnsanın gerçek sermayesi bunlardır. Para-pul, makam-mevki, şan şöhret, dünya namına ne varsa hepsi burada kalır.

Dipnotlar:

1- Riyâzü’s-Sâlihîn Terc. ve Şerhi, (Müslim’den), 1: 499.

2- A.g.e. (Müslim’den).

3- A.g.e., (Buhârî ve Müslim’den), 1: 498.

28.04.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tevhid tasnifleri



* Tevhid-i ef’âl: Mevcudâtın yaratılmasında ve yönetilmesinde sebeplerin yalnızca Onun izzet ve azametine bir perde olduğunu; hiçbir tesirlerinin olmadığını bilmek; yegâne ve tek yaratıcının ancak Allah olduğuna kesin olarak inanmaktır. Hayat, rızık vermek, hayatı almak, öldürmek, şifa bahşetmek, hidayete erdirmek ayrı bir fiildir. Bu sayısız fiiller, “hayat, ilim, kudret, sem’, basar, irade, kelâm, tekvin” sıfatlarına dayanır. İşte yaratılanlar âleminde icra edilen sayısız fiillerin tümünü bu İlâhî sıfatlardan bilmek, tevhid-i ef’âldir.

* Tevhid-i sıfat: Varlıklara takılan ilim, kudret, irade, görme, işitme gibi sıfatları, Allah’ın yarattığını bilmektir. Yani, varlıklardaki sıfatların, müstakil bir varlık olmadıklarına itikattır. “Çiçek ne güzeldir” yerine, “Çiçek ne kadar güzel yaratılmıştır!” veya “Yağmur yağmıştır!” demek yerine, “Yağmur yağdırıldı!” demek gibi...

* Tevhid-i Zât: Yaratılanların tek tek ve topyekûn, Onun varlığının yanında bir hiç hükmünde olduğuna imandır. Matematikte, sonsuz sayıya, ne kadar rakam ilâve ederseniz veya ne kadar çıkarırsanız çıkarın, sonuç değişmez. Allah, Vacibü’l-Vücud’dur, isim ve sıfatları sonsuzdur. Dolayısıyla, kâinat, Onun varlığı yanında bir hiç mesabesindedir. Şöyle düşünebiliriz: Bir toplu iğnenin başının insana göre varlığı nedir? Ya dünyaya göre nedir? Peki, güneş sistemiyle kıyaslandığında esâmesi okunabilir mi Samanyoluna göre? Milyarlarca samanyolunu barındıran galaksiye göre kapladığı yeri tahayyül bile edemeyiz! Ya quarklara göre?

Şimdi de o toplu iğnenin başını bir kefeye, kâinatı bir kefeye koyun! Sonsuz isim ve sıfatlar sahibi Yaratıcıya göre kâinat, bir toplu iğne başı bile değildir!

Özetle, gerçek tevhide, Allah’ın kâinattaki isim ve sıfatlarının yansımaları okunarak varılır. Buna marifet/ilim, yani marifetullah denir. Marifetullah, muhabbetullahı gerektirir. Zira, Onu tanıdığımız oranda, bizi nasıl Kendisine muhatap kabul ettiğini, sayısız dahilî ve haricî nimetler ikram ettiğini anlarız. Bu; sevgiyi, muhabbetullahı getirir. Muhabbetullah da, lezzet-i ruhâniyeyi, yani huzur ve mutluluğu netice verir.

28.04.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İttihatçılar, 10 yıl sonra aynı mahkemenin önünde



Savaş suçlusu (I. Dünya Savaşı) olarak kabul edilen asker–sivil İttihatçıları yargılamak üzere kurulan Divân–ı Harb–i Örfî (Sıkıyönetim Mahkemesi), 28 Nisan 1919 günü İstanbul'da fiilen çalışmalarına başladı.

Kaderin garip tecellisine bakın ki, İttihatçılar aynı isimli mahkemeyi 10 yıl önce (Nisan 1909) kurmuşlar ve kendilerine muhalif gördükleri pekçok mazlûmu idam dahil en ağır cezalara çarptırmışlardı.

* * *

Divân–ı Harb–i Örfî'de ilk duruşmaların yapıldığı günlerde, mahkemenin başkanlığını Nâzım Paşa yapmaktaydı. Bir müddet öyle devam etti.

Ancak, daha sonra mahkemenin başkanı değişti. Nazım Paşanın yerine "Nemrut Paşa" lâkabıyla bilinen Kürt Mustafa Paşa getirildi.

Bu görev değişikliğinin, işgalci İngiliz Yüksek Komiserliği tarafından dayatıldığı biliniyor.

Nitekim, aynı işgalci tahakkümün tesiriyle, 8 Nisan günü "Ermeni tehciri"ndeki menfî tutumu gerekçesiyle Boğazlıyan Kaymakamı M. Kemâl Bey, Bayezid Meydanında asılarak idam edildi.

Hadiselerin gelişme seyri

Tecrübeli devlet adamı Sadrazam Tevfik Paşa, yine işgal kuvvetlerinin baskı ve dayatmaları karşısında 3 Mart günü istifa etti.

Ertesi gün ise, Sadrazamlığa meşhûr Damat Ferid Paşa getirildi.

Damat Ferid'in iş başına gelmesiyle birlikte, hadiselerin seyri büsbütün değişmeye başladı.

10 Mart'ta geniş çaplı tevkifler yapıldı. Yakalanarak Bekirağa Bölüğüne götürülenlerin ekseriyeti İttihatçılar ile İngiliz işgaline muhalif görünen tanınmış kimselerdi.

Tevkif edilenler arasında eski Sadrazam Said Halim Paşa, eski Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi, Fethi (Okyar) Bey, Ziya Gökalp, Abbas Halim Paşa, Ahmed Emin (Yalman) gibi isimleri saymak mümkün.

Bakanlar Kurulunun (Meclis–i Vükelâ'nın) aldığı karara göre memleketi harbe sokanlar, İslâm, Ermeni ve Rum "tehcir" ve "katliâmı"nı düzenleyenlerle vatandaşı birbirini öldürmeye teşvik edenler, ayrıca ulaşım vasıtalarını vurgun yolunda kullananlar da yakalanacak ve kurulan mahkemeye sevk edileceklerdi.

İttihatçıların ileri gelenleri (Talat, Cemal, Enver), zaten aylar öncesinden yurt dışına kaçıp gitmişlerdi.

Geri kalanlar ise, geniş çaplı aramalar neticesinde birer birer tutuklanıp Bekirağa Bölüğüne sevk edildiler.

Bekirağa Bölüğü, bugünkü İstanbul Üniversitesi ana binasının bulunduğu yerdeydi. Yakalananlar buraya getiriliyor ve buradan da mahkemeye çıkarılıyordu.

Bir–iki ay zarfında mahkemeye çıkarılmak üzere yakalananların sayısı 250'nin üzerine çıktı. Bunların arasında, meselâ Kars İslâm Şûrasının 11 üyesi de vardı.

Yakalananlar, Nisan ayı başından itibaren mahkemeye çıkarıldılar ve çeşitli cezalara çarptırılmaya başlandılar.

İlk etapta, "Ermeni tehciri" meselesinden yakalananlar yargılandılar.

28 Nisan'dan itibaren ise, ülkeyi savaşa sürüklemekle suçlanan İttihat ve Terakki'nin ileri gelenleri yargılanmaya başlandı.

Muhakeme edilen ilk isimlerden biri Said Halim Paşa idi. Kendisiyle birlikte beş kişi daha idamla yargılanıyordu.

Ne var ki, 15 Mayıs'ta Yunanlıların İzmir'e asker çıkarması ve şehri işgale başlaması, İstanbul'daki yargılama sürecinin seyrini de değiştirdi.

Mahkeme üyeleri ve hükümet erkânı, yakalananların yargılanmasını, hele hele idam edilmesini göze alamadı. Aksi halde, milletten büyük tepki göreceklerdi.

Bu şartlarda, bir "ara formül" bulundu. Tutukluları serbest bırakmayı da göze alamayan Damat Ferid hükümeti, İngiliz işgal komiserliğiyle anlaşarak, zanlıların hiç olmazsa önemli bir kısmını İtalya yakınlarındaki Malta Adasına sürgün edilmesini kararlaştırdı.

İngiliz gemileriyle Malta'ya sürülenlerin muhakemesi ileri bir tarihe tehir edilirken, İstanbul'da bırakılanların ise, Divan–ı Harbe sevk edilmesine devam edildi.

Dr. Nazım, Enver, Talat ve Cemal Paşa gibi bazı şahısların muhakemesi ise, gıyabî şekilde yapıldı.

Bu şahısların durumunu 13 Temmuz'da görüşen mahkeme, haklarında idam kararını verdi.

Ayrıca, mahkemenin 20 Temmuz'da vermiş olduğu önemli bir karar daha vardır ki, bu husustaki bilgi pek az insanın malumudur.

O karar şudur: 20 Temmuz'da "Ermeni kırımından sanık" olarak yargılanan eski Urfa Mutasarrıfı ve Bayburt Kaymakamı Nusret Bey, tıpkı Boğazlıyan Kaymakamı gibi o da mahkemenin kararıyla idam cezasına çarptırıldı. Bu ceza da, tıpkı 8 Nisan'da yapıldığı gibi, 5 Ağustos'ta yine Beyazid Meydanında infaz edildi.

Hudut haricinde bulunan gıyabî cezalı İttihatçıların ileri gelenleri, daha sonra yurda gelip muhakeme edilmelerine zaman, fırsat kalmadan birer birer öldürüldüler. Said Halim, Talat ve Cemal Paşalar, Ermeni teröristlerce öldürülürken, Enver Paşa ise Ruslarla çarpıştığı Buhara'da şehit düştü.

28.04.2007

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Cehalet hakkında



Almanyalı ve dünyanın büyük dahilerinden, inançlı bir ilim adamı olan Einstein şöyle diyor:

“İki şey var: Birisi, kâinatın sonsuzluğu. Buna inanıyorum. İkincisi, cehaletin sonsuzluğu.”

Allah’ın ilmi ile bütün insanlığın ilmini mukayese ederken de, “Allah’ın ilmi ‘okyanus’ ise, insanlığın ilmi de okyanus kıyısında duran bir insanın, elindeki iğneyi okyanusa batırdığında iğnede kalan ıslaklık kadardır” diye müthiş bir kıyaslama yapıyor.

Bu ifadeler, Allah’ın verdiği aklı, onun yolunda sarf etmenin büyük bir nimet olduğunu gösteren harika ifadeler.

Cehaletin tehlikesine işaret eden mükemmel tesbitler.

Cehalet, insanlığın oldum olası en büyük düşmanıdır.

Dünya tarihi, iyilerle kötülerin birlikte yaşadığı çok farklı ve çarpıcı şahıs, millet, olay ve mekânların şahitleri ve kayıtlarıyla doludur.

Tevekkeli değil, akıl, iman, adalet, cesaret ve kahramanlık yolunda olduğu kadar, cehalet, küfür, inat, zulüm, istibdat ve korkaklık sahalarında da dünya çapında “meşhurlar!” az değildir.

Peygamberler başta olmak üzere, onların yolunda giden Habiller, Veysel Karânîler, Gavs-ı Âzamlar, Mevlânâlar, Fatihler, Yunuslar, Bediüzzamanlar, vb. iyiliğin, güzelliğin, doğruluğun temsilcileri ve varisleridir.

Kabiller, Nemrutlar, Firavunlar, Ebûcehiller, Neronlar, Stalinler, Leninler, vb. olanlar da kötülüğün, pisliğin, zulmün, karanlığın temsilcileridir.

Her iki grup ve güruhun soylarını ve yollarını devam ettirenler de elbette vardır.

Ama Allah’a binlerce şükür olsun ki, ekseriyet-i mutlaka ile bu dünyada “galibiyet”, yine hayır ve hasenât yolundan ve izinden gidenlerde, “hak ve hakikati” takip edenlerde olagelmiştir.

“İmtihan dünyası” olması hasebiyle, “kaderin cilvesi” olarak hayır ve hak üzerinde olanlar çok çeşitli sıkıntı, belâ, musibet, iftira ve hakaretlere maruz kalmışlar, ama sabır ve tahammülle, sadakat ve metanetle bu badireleri atlatarak hem dünya, hem de ahiret hayatlarını kurtarmayı becerebilmişlerdir.

Boş konuşan, esip savuran, bağırıp gürleyen nice “cahil” ve “nadanlara” karşı ehl-i imanın imtihanı devam ediyor. Şirazeden çıkma noktasına gelmiş bu dünya ve hayat şartlarında cehalete rağmen, ilim ve fennin ışığında, iman, akıl, kalp, ruh, mantık dengesinin rehberliğinde sebat ve metanetle birbirimize sarılarak, yardım ederek, dayanışma ve kardeşlik içerisinde, istikamet üzerine, inandığımız manevî değerlerden hiç taviz vermeden yolumuza devam etmek zorundayız.

“Cahil cesaretli olur!” gerçeğini de göz önünde bulundurarak, Kur’ân ve sünnet ışığında, materyalist felsefenin tesirine kapılmadan “iman dâvâsındaki” samimiyet ve hasbîlik dâvâsını gelecek kuşaklara örnek ve emanet bırakma yükümlülüğümüz devam ediyor.

Asrın en büyük hastalığı olan “cehalet” ve küfrün sığlığına bulaşmadan, “Nurun Hakikatlerini” ilkönce kendi nefsimizde yaşamak, daha sonra da en dar çerçeveden başlayarak muhtaç olanlara iletmek en büyük emelimiz, mesaimiz, gayretimiz ve dâvâmız olmalıdır.

Muhyiddin ibni Arabî’nin “Hastalık gibi şeyler ârizîdir, gelir geçer; fakat ‘cehalet’ Allah’ın bir gazabıdır” dediği gibi “cehalet” gazabından nefislerimizi ve nesillerimizi kurtarmak en büyük “cihaddır.”

Gazaptan uzak, rahmete yakın gün, ay ve yıllarda yürümek dilek ve temennisiyle.

28.04.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Tecvid ve Kur'ân



İstanbul’dan bir bayan okuyucumuz:

*“Kur’ân-ı Kerim’in tecvidli okuyuşu ile tecvidsiz okuyuşu arasında anlam farkı var mıdır? Meselâ dört elif miktarı uzatılması gereken yerlerde uzatılmadığında anlam bozulur mu?”

Tecvid, Kur’ân’ı okurken harflerin hakkını vermek, harfleri mahreç ve aslına uygun olarak okumak demektir. Tecvid kuralları, Hazret-i Cebrail’in (as) Peygamber Efendimiz’e (asm) Kur’ân’ı nazil buyurduğu–tâbir caizse—şivedir. Yani Cebrail (as) Kur’ân’ı âyet âyet indirirken nasıl okumuşsa, harflerin boğazdan çıkış biçimlerini nasıl göstermişse, harfleri hangi gırtlak, hançere, boğaz ve ağız sesi ile okumuşsa, Peygamber Efendimiz’e (asm) Kur’ân’ı vahy ederken nasıl kıraat etmişse, bütün bu okuyuş ve kıraat biçimleri Tecvid kuralları olarak tesbit edilmiş ve bir araya toplanmıştır. Yani “Tecvid” adı altında öğretilen okuyuş kuralları Hazret-i Cebrail’den (as) Peygamber Efendimiz’e (asm) intikal eden en güzel okuyuş biçimlerinden ve kurallarından başka bir şey değildir.

Kur’ân’ın tecvid kuralları ile nâzil olduğunu yine Kur’ân’dan öğreniyoruz: “Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık. O’nu tertil üzere indirdik.”1 Bir diğer âyette Cenâb-ı Hak Kur’ân’ı tecvid üzere okumayı şöyle emreder: “Kur’ân’ı açık açık, tâne tâne, tertil ile oku.”2

Âyetlerde geçen tertilin ne olduğu sorulduğunda Hazret-i Ali (ra) şöyle cevap vermiştir: “Tertil, harflerin tecvidini, sıfatlarını, okuyuş biçimlerini, mahreç özelliklerini ve vakıfları bilerek okumak demektir.”

Kur’ân’ı okurken anlam bozulmasına sebep olmayacak kadar tecvid bilmek ve uygulamak her Müslüman için vaciptir. Hazret-i Enes (ra) diyor ki: “Hazret-i Peygamber’in (asm) Kur’ân okuyuşu medli (uzatılacak yerlerde uzatmalı) ve tertil üzere idi (tecvidli bir okuyuştu). Besmeleyi, Bismillâh’ı, Er-Rahmân’ı, Er-Rahîm’i med ederek (uzatarak) okurdu.”3

Her tecvid kuralı hüküm olarak aynı şiddette değildir. Sünnet olan kurallar vardır, vacip olan kurallar vardır. Tecvid ilminde iki türlü vacip vardır:

1- Yapılmadığında anlam bozulmasına sebep olan, harflerin öz yapılarını değiştirmemek için uyulması zorunlu olan vacip. Meselâ, Fatiha Sûresinde ve birçok sûrede geçen “EL-RAHMAN” kelimesini, yazıldığı biçimde okumak kelimenin öz yapısına uygun düşmez. Bu kelimeyi “ER-RAHMAN” biçiminde okumak, yani L harfini okuyuştan kaldırmak vaciptir. Hatta kıraat âlimleri L harfiyle okumanın namazı bozacağını söylemişlerdir. “EL-RAHÎM” için de aynı hüküm söz konusudur. Yani harf-i târif dediğimiz “Elif-Lam”lı isimlerden bir kısmında Elif-Lam okunuyor, bir kısmında okunmuyor. Bunu bilmek, öğrenmek ve uygulamak vaciptir ki, bu Tecvid ilminin konusudur.

2- Yapılmadığında anlam bozulmasına sebep olmayan, fakat Kur’ân’ın okuyuş biçimini güzelleştiren vacip. Meselâ Kur’ân’ı (Tecvid literatürüne göre) ihfa, idğam ve izhar ile okumak vaciptir. Medd-i Muttasıl, yani tek kelime içindeki medleri en az üç, en çok beş elif miktarı uzatarak okumak vaciptir. (Medd-i Munfasıl denilen iki kelime arasında yapılan medler ise caizdir.) Keza Medd-i Lâzım denilen okuyuş biçimi vaciptir. (Medd-i Lin caizdir.) Medli okunan kelimelerde hiç med yapılmazsa kelime tahrif olur, yani kelime kökten bozulur. Kelime kökten bozulunca, anlam da zarar görür. Fakat med yapılmak şartıyla, uzunluğu kestirilemezse kelime kökten bozulmaz. Yani dört elif miktarı uzatılması vacip olan bir kelimeyi hiç uzatmadan okursak kelimeyi tahrif etmiş oluruz. Fakat yanlışlıkla iki elif miktarı uzatarak okumakla kelimeyi kökten bozmuş olmayız. Dolayısıyla bu durumda anlamı da bozulmaz.

Ancak Allah hiç kimseye güç yetiremediği bir teklif yüklememiştir. Kişi, gerek dilindeki bir konuşma özründen dolayı, gerekse kendisine öğretecek bir kimse veya imkân bulamadığından dolayı tecvidi öğrenememişse Allah katında mazurdur, mesul değildir. Öğrenebildiği kadar öğrenerek, öğrenebildiklerini uygulaması kişiye yeterlidir.

Fakat elinde öğrenme ve uygulama imkânı olduğu halde sırf ihmalkârlıktan dolayı öğrenmeyen veya öğrenip unutan, ya da bildiği halde Kur’ân’ı tecvid üzere okumayanlar mesuldür.

Dipnotlar:

1- Furkan Sûresi, 25/32

2- Müzemmil Sûresi, 73/4

3- Buhari, 6/112

28.04.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Farklı tepkiler



Atatürkçü ve ulusalcı kesimlerin, özellikle cumhurbaşkanı seçimini etkileme amaçlı mitingleri devam ediyor. Bunlardan 14 Nisan günü Ankara’da yapılanı hakkında değerlendirmelerde bulunduğumuz yazılarımız üzerine, o cenahtan hayli farklı tepkiler aldık.

Cenk Akşar imzasıyla gönderilen mesajda “Mitinge gelenlerin sayısını küçümsemişsiniz. Keşke Ankara’daki mitinge katılsaydınız da yüzünüz kızarsaydı biraz. Sizin ve polisin verdiği rakamlara herkez gülüyor. Kendinizi küçük düşürmekten başka birşey yapmıyorsunuz. Böyle komik komik rakamlar yazıp kendinizi güldürmeyin. Herkez biliyor neyin ne olduğunu” deniliyor ve “Saygılar...”la mesaj tamamlanıyor.

O yazıda bizim kendiliğimizden uydurduğumuz bir sayı yok. Olması da mümkün değil. Aktardığımız örneklerin kaynağı medya. Ama mesaj sahibini güldürmüşüz. Bizce mahzuru yok!

Cumhur Us imzasıyla gelen ve hiç dokunmadan nakledeceğimiz mesaj ise son derece öfkeli:

“Siz öle gastenizde laf salataligi yaparken Malatya’daki olayi görmuyorsunuz heralde 3 kisinin bogazi kesilerek ölduruldu gastenizde bu habere yer bile vermediniz siz böle muslumansiniz iste asiriligin ne oldugunu herkes gördu pakistanda bile milyonlarca insan yurudu asiri dincilik icin bir gun umarim sizlerinde bogazlarini böyle keserler.”

Bu “zarif ve düzeyli” ifadeleri Kemalist fanatizmin tipik bir örneği olarak kayda geçirdikten sonra, Sadettin Güzeloluk’un gönderdiği şu mesaja da bakalım:

“80 yılı aşkın bir süreci tamamlamış siyasal rejim tehdit altında olabilir. Ama tehlikede hiçbir zaman olamaz. Sayın Sezer’in tespitine ben de aynen katılıyorum. Ancak siyasal rejim dediğimiz demokrasi ve cumhuriyet. Adı demokrasi ve cumhuriyet olunca bunu söyleme yeri bir askerî garnizon olmamalı idi. Demokrasinin sahibi asker değildir. 14 Nisan’da Ankara Tandoğan Meydanında toplanan halktır demokrasinin ve cumhuriyetin sahibi. Keşke Sezer bunu MGK’de hükümete söylemiş olsa idi.

“Askeri savcının talebiyle bir dergi binasının basılıp evraklarına, dokümanların el konması ile Malatya’da bir basımevinin yobazlar tarafından basılıp insanların öldürülmesi aynı şeydir.

“Öyle zannediyorum ki bizim problemimiz hoşgörüsüzlük, tahammülsüzlük.

“Sizin hangi dinden, hangi inançtan olduğunuz beni hiç ilgilendirmiyor. Üstelik, Türkiye gibi, her dinden, her inançtan, hatta her mezhepten vatandaşımızın yaşadığı bir ülkede.

“Soruyorsunuz ya ‘Tartışma niye tehlike oluştursun?’ Benim inancıma hor bakarsanız, kendi inancınızla beni yönetmeye kalkarsanız, bir Meclis Başkanı olarak, demokratik ve laik bir ülkede dindar cumhurbaşkanı seçeceğiz dayatmasını yaparsanız, toplumu gerersiniz tehlike oluşturursunuz. Saygılarımla.”

Bu mesajda, aramızdaki derin görüş farklılıklarına rağmen, hiç değilse demokrasi ortak paydasında buluşabileceğimiz mutedil, sivil ve mantıklı bir Atatürkçü profili ile tanışıyoruz.

Evet, sayın Güzeloluk’un yazdığı gibi, bizim problemimiz hoşgörüsüzlük, tahammülsüzlük.

Bu tesbitte uzlaşır ve izalesi için birlikte çaba gösterirsek, çözüm bulmamız da kolaylaşır...

28.04.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Şiddeti kim üretiyor?



Kamuoyunu meşgul eden kalıcı problemlerden biri de ‘şiddet’in yükselme eğilimi göstermesidir. Evde, işte, okulda, sokakta velhâsıl hemen her yerde az ya da çok ‘şiddet’e başvuruluyor.

‘Kapkaç’ ve ‘cinayet’ler büyük şehirlerin en önde gelen sıkıntısı. Bu hadiselere bir de ‘profesyonel cinayet’ler ilâve edilince, toplumun cinnet geçirdiğine hükmediliyor. Konu ile ilgili görüş beyan eden uzmanlar, hemen tedbir alınmazsa durumun daha da kötüye gideceği konusunda hemfikirler.

Yakın zaman önce, okullarda yükselen şiddet hadiselerini değerlendiren bir UNICEF yetkilisi, Amerika’daki durumu da hatırlatarak “Bugünden ciddî tedbir almazsanız, çok yakında okullarda silâh kontrolü yapmak durumunda kalırsınız” demişti. Hatırlamak lâzım: Amerika’daki son şiddet hadisesinde bir üniversite öğrencisi 33 kişiyi katletmişti. Bugün itibarıyla Türkiye için böyle bir ihtimal belki hepimize uzak görünüyor, ama bugün yaşadığımız durum da 20 yıl önce ‘imkânsız’ görülüyordu. Gerekli tedbirler ve ıslâh çalışmaları yapıl(a)madığı için, ‘imkânsız’ları yaşar hale geldik maalesef.

Tecrübe edilen doğruları tekrarlamak zorunda kalmış olmaktan memnun değiliz. Ama bu ‘hastalık’lara, bu ‘dertler’e doğru teşhis konulmadığını görmek insanı üzüyor. Meselâ, ‘provokasyon’ kokan YÖK suikast teşebbüsü sonrası değerlendirme yapan profesör ünvanlı bir sosyolog/yazar; ‘şiddet’in yükselmesini açıklarken işi dönüp dolaştırıp ‘başörtülü kızlar’a getirdi. NTV’deki bir programda konuşan ‘uzman,’ düzenlenen bir ‘anma toplantısı’nda piyes sahneye koyan ‘başörtülü kız çocukları’nın, oyun gereği bir ‘ejderha’yı öldürmesine vurgu yapıyordu. Ona göre, ‘başörtülü kız çocukları’nın, sahnede ‘ejderha’ öldürmesi, hem de bunu ‘üç defa’ tekrarlaması şiddetin yayılmasına en büyük sebepti!

Oyun gereği de olsa bir ‘öldürme’ fiilinin işlenmesi, ‘sosyolojik gözle’ belki bu şekilde de değerlendirilebilir. Ama yükselen şiddeti sadece bu ‘küçük’ hadise örneğine bağlayıp; üstüne üstlük bunu yapanların da ‘başörtülü küçük kızlar’ olduğuna vurgu yapmak Türkiye gerçeklerine uyar mı?

Suçlu aranıyorsa, en başta şiddet uygulayanları ‘itibarlı’ gösteren TV dizileri söz konusu edilmelidir. Hele hele, güya çocuklar için hazırlanan bilgisayar oyunlarına ne demeli? Bir, iki, üç değil, üç yüz defa öldürme hadisesi yaşanan bu oyunların ve hazırlayanların suçu yok mu? Daha doğrusu, asıl suçlu olanlar bu oyunlar değil mi?

Şiddeti önlemek istiyorsak, en önce TV kanallarını işgal eden şiddete son vermenin bir yolunu bulmalı. Akabinde de bilgisayar oyunları, şiddetten arındırılmalıdır. Bunlar yapılmadan, sadece bir tiyatro oyunundaki ‘öldürme’ hadisesine dikkat çekip onu ‘suçlu’ ilân etmek hastalığa yanlış teşhis koymak anlamındadır.

Bilhassa ‘uzman’larımız buna dikkat etmeli...

28.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Meclis'te tarihî gün



Dün Meclis tam mânâsıyla tarihî günlerinden birini yaşadı. 11. cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili takvim devam ediyor. Bu çerçevede dün Abdullah Gül ve Ersönmez Yarbay’ın aday olarak yarıştıkları cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turu yapıldı.

Meclis’te sabah saatlerinden başlayan gergin bir hava hâkimdi. Meclis’in Çankaya kapısında Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığını protesto eylemleri vardı. Meclis’in Çankaya kapısı yüzlerce polis tarafından korunmaya alınmıştı.

Aylardır süren “Cumhurbaşkanı kim olacak?” tartışmasının ardından adaylar açıklandı, ancak bu kez Sabih Kanadoğlu’nun ortaya attığı ve CHP’nin “mal bulmuş mağribi” gibi üzerine atladığı “367 şartı” tartışması her köşede yapılıyordu. Meclis bahçesinin her köşesi karnavalları andıran bir şekilde televizyonların canlı yayınları yapılıyordu. Cuma namazını kılmak için Meclis’te bulunan camiye giden yolda bile herkes birbirine son gelişmeleri soruyordu. Hatta ezan beklenirken, saflarda yerini alan milletvekilleri namaz kılmak için hazırlık yapan gazetecilerin yanına giderek, “Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu açıklama yaptı mı?” diye soruyordu.

İşte böyle heyecanlı bir ortamda, sabah saatlerinde AKP Grup Başkanvekili Sadullah Ergin, sürpriz bir şekilde, 10. Reform paketini açıkladı. Tabiî AKP’deki bu manevra hem ANAP’ın kararını değiştirmek için, hem de DYP-ANAP arasında ortak hareket etmeye sekte vurmak için olduğu kulislerde konuşuldu. Hatta bu çıkış iki parti arasında ileride yapılacak bir ittifakı dağıtmaya yönelik bir manevra olarak değerlendirildi.

Peşinden Başbakan Erdoğan’ın önceden plânlanmamış bir basın toplantısı yapacağının duyurulması, gazeteciler arasında heyecana yol açarken, başbakanın bu aşamada ne söyleyeceği merak konusu oldu. Erdoğan’ın Erkan Mumcu’nun teklif ettiği reformlar ile Ağar’ın teklif ettiği “sandık” tekliflerini kabul ettiklerini söylemesi, biraz sonra açıklama yapacak iki liderin kararlarını etkilemeye yönelikti. Erdoğan’ın milletvekillerine yönelik, “Milletvekillerini milletimize ve vicdanlarınızın sesine kulak vermeye çağırıyorum” sözleri ile “Milletvekillerinin iradesine ipotek koyanları milletimize şikâyet ediyorum” sözleri ise dikkat değerdi.

Ancak, Erdoğan’ın bu çağrısı, DYP ve ANAP tarafından “samimî” görünmediği için reddedildi.

Ağar’ın partisine mensup 3 milletvekili ile yaptığı ile birlikte yaptığı kısa açıklamasında, sürecin başından beri söylediği sözlerin arkasında durduğunu söyledi. Siyasetin mahkemeye gitmemesi, oturumun açılması için de 184 milletvekilinin yeterliği olduğunu söyledi. “Başbakan iki parti çıkar diyerek bizi seçimle tehdit ediyor. Ne AKP fırsatçılığına, ne CHP reaksiyonuna dahil olmayarak 1. tur oylamaya katılmayacağız” diyerek oylamaya katılmayacaklarını açıkladı.

Bundan sonra Meclis kulislerinde AKP’nin açıkladığı reform paketlerinin ANAP’ın kararını değiştirdiği konuşuldu. Ancak, Erkan Mumcu oylamaya yaklaşılan dakikalarda oylamaya katılmayacaklarını açıkladı. Grup kararı alınmasının mümkün olmadığını, ancak ağırlıklı olarak katılmayacaklarını bildirdi.

Ağar ve Mumcu’nun açıklamalarına rağmen, her iki partiden de milletvekilleri oturuma katıldı. Bu açıklamalardan sonra bütün gözler Meclis Genel Kurulu’na çevrilmişti. ANAP’lı Miraç Akdoğan ile DYP milletvekilleri Ümmet Kandoğan ve Mehmet Erarslan’ın CHP’li Esat Canan ile birlikte 5 bağımsız milletvekili katıldı. AKP ve bu milletvekilleri ile birlikte oturuma 360 milletvekilinin katıldığı ifade edildi. CHP’li Kemal Anadol da “yoklama” istemek için Genel Kurula girdiler. Anadol’un yoklama talebi ise, Arınç tarafından reddedildi.

Arınç’ın tutumu üzerine yapılan konuşmalarda CHP’li Anadol aleyhte, AKP’li Sadullah Ergin ve DYP’li Ümmet Kandoğan lehte konuşma yaptı. Kandoğan konuşmasında aynı anayasa ile 3 cumhurbaşkanının seçildiğini hatırlatarak, “Meclis iradesinin üstünlüğünü savunduk. 376 şartı aranarak Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi karşısında bir tavır koymak, demokrasinin yanında olduğumu göstermek için TBMM’deyim” dedikten sonra oylamaya geçildi.

Bu yazıyı kaleme aldığımız saatlerde henüz ilk turla ilgili sonuçlar netleşmemişti. Bu yüzden “hayırlı” olsun veya “ikinci tura kaldı” diye yazamadık. Son olarak da şu notu aktaralım: CHP, Genel Kurul’da 367 milletvekili olmadığı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesine başvurulacağını açıklamıştı.

28.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004