Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Bir futbol sahası büyüklüğünde düşünce özgürlüğü



Şu futbol stadlarındaki kadar özgürlük istiyorum düşüncelere. Belki o kadarı fazla, Atatürk heykelinin önünde sakız çiğnemenin bile suç sayıldığı bir ülkede, ama isteklerime gem vuramıyorum. Pazarlığa açığım, yarım, hatta onda bir futbol sahası kadar bir özgürlükle de yetinebilirim.

Çılgınca çiğnemek 301’leri, 216’ları, 288’leri, 5816’ları ve adımın bile anılmaması meselâ; nasıl olurdu?

Ben halkı kin ve düşmanlığa açıkça tahrik edince, daha doğrusu savcının yorumuna göre tahrik etmiş sayılınca, İstanbul’un trafiği İzmir’e verilsin: Çocuklar top oynasın TEM otoyolunda. Köprüde ip atlasın küçük kızlar. E-5’te saklambaç oynasın, aklı beş karış havada büyükler.

Benim en hafifinden, ama nedense hakaret sayılan sözlerimle kendini aşağılanmış hissedince kimi kurumlar; Marmara Bölgesi boşaltılsın. Bir haftalığına memleketlerine gönderilsin insanlar. Şöyle doya doya sirkülasyon yapsın İstanbul havası. Biraz özlensin bu güzel şehir, özlemek diye bir duygu kaldıysa.

Ben bazı şeylerin ilerlemeye değil, aksine gerilemeye tekabül ettiğini söyledim diye; hiçbir polis beni arayıp sormadığı, hiçbir savcı hakkımda takibat başlatmadığı, hiçbir mahkeme, adıma dosya açmadığı gibi, televizyonlar da bir ay yayın yapmasın. Ceza olsun onlara, ceza olsun.

Halk askerlikten soğutuldu diye, (ki aslında o benim, ama madem stadlardaki kadar özgürlük istiyorum, kimse “kim soğuttu halkı şimdi askerlikten, sıcak sıcak oturuyorduk ne güzel” demiyeceği için) askerler ikinci bir emre kadar evlerine gönderilsin. Ya da bir süre içtima yapılmasın. Ya da belki “asker gülmez” özdeyişi askıya alınsın, “asker yorulmaz” varsayımı kulak arkası edilsin.

Başka şeylerden etkilendiği halde etkilenmez görünen, ama bir gazete yazısından hiç etkilenmediği halde çok etkilenen yargımız, 288. madde ihlâl edildi diye, kanunları özgürlükten yana yorumlasın, bireyi devlet karşısında korusun; maksat ceza değil mi, değişik bir şey yapsın ve resmî ideolojiden bağımsız olsun…

Özgürlük istiyorum, bir futbol sahası büyüklüğünde özgürlük. Kimsenin kafasını yarmak için değil, küfretmek için değil, sesim kısılana kadar bağırmak için hiç değil, insanlar düşüncelerini özgürce ifade etsin diye… Bir futbol sahası büyük mü geldi, gelin onda bir futbol sahasında anlaşalım…

22.05.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

İki medya patronu



Her seçim öncesinde olduğu gibi, araştırma şirketleri kanal kanal dolaşıyor şimdilerde.

Kanaatlerini belirtiyorlar ve seçim sonrası Türkiye’nin nasıl olacağı yönünde kehanette(!) bulunuyorlar.

Bir medya patronu kolay kolay canlı yayına bağlanmaz. Eğer telefonla yayına bağlanıyorsa, ya programcı onu kızdırmıştır yahut söyleyecek mühim sözleri vardır.

Belli ki, “Seçime Doğru Gerçek Gündem” (Flash TV) programında konuk olan ve aynı zamanda bir araştırma şirketi sahibi olan Erhan Göksel, Aydın Doğan’ı kızdırmış.

Göksel, seçim tahminlerini açıklarken, Türk basınının iktidara göbekten bağlı olduğunu vurguladı.

İlâve olarak, programı yöneten Yılmaz Tunca da ‘POAŞ’ örneğini verince gürültü koptu.

Telefonla yayına katılan medya patronu Aydın Doğan’dı.

Direkt Göksel’i muhatap alarak çıkıştı:

“İşte buradayım, Türkiye’nin en büyük medya kuruluşunun POAŞ dolayısıyla iktidara göbekten bağlı olduğunu söylediniz. Ben Türkiye’de görsel ve yazılı medyada birinci patronum. Buradayım işte. Nasıl göbeğimizden bağlı olduğumuzu açıkla. Açıklayamazsan seni müfteri ilân ediyorum...”

Göksel, “Efendim benim ağzımdan POAŞ kelimesi çıkmadı. Herhalde size birileri şimdi telefon etti ve benim böyle birşey söylediğimi ifade etti. Ben POAŞ’ı ağzıma bile almadım. Türkiye’de basının iktidara bağımlı olduğunu bildirdim. POAŞ kelimesini yanılmıyorsam Yılmaz (Tunca) etti” dedi.

Doğan öfkesini alamamış olacak ki,

“Bak kardeşim, ben Türkiye’de en büyük medya patronuyum. POAŞ’ta nasıl bir göbek bağımızın olduğunu açıkla. Lâfı dolama ağzında. Topu taca atma. Yoksa müfterisin”

Aydın Doğan, konuşmasını bitirip canlı yayından ayrıldıktan bir süre sonra, araştırmacı Erhan Göksel’in gözyaşlarına hakim olamadığını kameralar tesbit etti.

Aslında medya patronu Aydın Doğan’ın “POAŞ” meselesi zaman zaman gündeme geliyordu. Kendi gazetelerinde bu konu hakkında bir takım belgeler yayınlandı. Ama mukabil bir raporla çürütülüyordu. Yine de istifhamlar vardı. Doğan iddiaları cevaplamaktansa, “iddiaların ispatlanması” yönünde bastırması bir taktik olabilir.

Demek ki neymiş “ezbere” konuşmamalı. Maazallah, yoksa telefonla adamı böyle ağlatırlar!

*

Gelelim bir diğer medya patronuna: Tuncay Özkan’a...

Gözlerimiz Pazar günü yayınlanan Samsun mitinginde Kanaltürk’ün patronunu aradı. Hasretle kürsüde ne konuşacağını merak ettik.

Ama o da ne?

Kürsüde Özkan’ı görememenin şaşkınlığı içinde kaldık. Peki Özkan neredeydi? Halbuki bu son mitingte görünmeli, “halkını selâmlamalıydı.”

Yoksa Baykal’ın “veto”suna mı üzüldü, binlerce insanı kendinden mahrum bıraktı?

Eh, böyle düşünmemiz normal... Derken Kanaltürk’ten bir açıklama yayınlandı.

Dendi ki:

“İslâmcı basında bir süredir kampanya haline dönüştürülen ‘Tuncay Özkan Cumhuriyet Halk Partisi’nden milletvekili adayı olmak istedi ancak Deniz Baykal veto etti’ yalanı bir karalama kampanyasına dönüştürülmüştür...

“Tuncay Özkan İzmir Mitingi’nde yaptığı konuşma ile Cumhuriyet Meydan Mitingleri’ne bir son verdiğini, artık Kanaltürk ile ilgileneceğini milyonların önünde açıklamıştır. Samsun Mitingi’ne Kanaltürk ailesinden Hulki Cevizoğlu katılmıştır.”

Demek ki, neymiş:

Tuncay Özkan, Deniz Baykal’dan milletvekilliği istememiş. Deniz Baykal da kendisini veto etmemiş.

Peki doğru olan ne?

Açıklamaya göre:

Tuncay Özkan kendisine gelen bütün milletvekilliği tekliflerini reddetmiş... Siyaset yapmayı düşünmediğini açıkça kitlelere duyurmuş.

Peki, bu karar, Baykal’ın “veto” haberinden önce mi alınmış, sonra mı... bu da merak konusu...

Sahi, CHP’den Kanaltürk’e aktarılan 3 milyon doların bir açıklaması var mı?

Dindarlara “iftira” atmak kolay... Onları “yobaz” diye aşağılamak kolay... İnsanların mukaddesatına sövmek kolay... Aslolan, kendi hakkındaki iddialara cevap verebilmek.

22.05.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Yağmur duâsı



Duâ etmek insan olmanın en bariz özelliklerinden birisidir. İnsan her ne kadar kendini akıllı, güçlü, yetenekli olarak bilse de, aslında dünyadaki en âciz varlıklardan birisidir. İhtiyaçları pek çok, istidadı çok az, eli pek kısadır. Mars’a mekik gönderir, Ay’a insan indirir, ama gökten bir damla yağmur indirmeye gücü yetmez. Küresel ısınmanın getireceği muhtemel felâketler, çoklarının uykusunu kaçırmaktadır. Bir zamanlar dünyanın bir sonu olduğuna inanmayıp kıyameti inkâr edenler, şimdi kıyamet senaryoları yazıyorlar. Bu kâinatın bir sahibi olduğunu, her şeyin O’nun emri ve iradesi ile hareket ettiğini, sebepler tahtında devam eden hayatın bir gün yine sebepler eli ile sona erdirileceğini bilen iman sahipleri ise, tevekkül ve teslimiyetin verdiği huzur içinde hayatlarına devam etmektedirler. İbadet ve duâlarını da vakti geldiğinde huzur ve huşû içinde yerine getirirler. Bu yağmursuzluğun da bir duâ vakti olduğunu bilerek, şu kuraklık günlerinde yağmur duası yapmak sûretiyle ibadetlerini ifa etmektedirler.

Yağmur duâsı, yağmur yağdırmak için yapılan bir ibadet değildir. Yani “Bu sene yağmur yağmadı, haydi duâ edelim de yağmur yağsın” diye duâya çıkılmaz. Sabah namazını kılarken, “güneş doğsun” diye kılmıyoruz. Sabah namazının vakti girdiği için güneş doğmadan sabah namazını ifa ediyoruz. Ay ve güneş tutulmalarında kılınan namazlar da, bir an önce tutulmalar sona ersin diye kılınmaz. O muhteşem işleri yapan sonsuz kudret sahibini hayret ve takdirle tesbih etmek için namaz kılınır. O zaman anlıyoruz ki, “husuf ve küsuf” namazlarının vakti gelmiştir. Kuraklık olduğu zaman da anlıyoruz ki, yağmur namazı ve yağmur duâsının vakti gelmiştir. Hem bu ibadeti yerine getiririz, hem de âcizliğimizi şefaatçi yaparak Cenâb-ı Hak’kın rahmet ve merhametine iltica ederiz. Sonra da O isterse yağmuru gönderir, istemezse göndermez. Yağmur duâsından sonra yağmur yağmazsa, “Duâmız kabul olmadı” diyemeyiz.

Dünyada sahip olduğumuz nimetleri Rabbimiz bize duâ ve ibadetlerimizin karşılığı olarak vermemiştir. Eğer biz ibadetimize güvenerek O’ndan bir şey talep edecek olsak, ömür boyu yaptığımız veya yapacağımız ibadetler bir damla yağmura karşılık gelmez. Bize her ne nimet vermişse, rahmetinden, lûtfundan ve kereminden vermiştir. Ücret olarak da, kendisini tanımamızı, fikir, şükür ve zikir gibi çok cüz’î bir bedel ödememizi istemiştir. Gerçi Rabbimizin hazineleri sonsuzdur, dilerse dilediği kadar verir ama, biz de bunları tâzimle karşılayıp şükrünü edâ etmekle mükellef olduğumuzu unutmamalıyız. Zira “Şükür nimeti ziyadeleştirir.”

Her türlü nimet ile dolu ve her şeyi ile mükemmel olarak bize teslim edilen dünya gibi bir sarayı hor kullandık, havasını, suyunu, ormanını okyanusunu israf ettik. “Bir ırmak kenarında abdest alırken bile suyu israf etmeyiniz” diye yapılan ikaz-ı Nebî’ye kulak asmadık. Muazzam bir denge içinde olan ekoloji dediğimiz bitkiler, hayvanlar, canlı ve cansız diğer varlıklar arasındaki denge, insan eli ile bozuldu. İnsandaki hırs ve israf, cennet gibi olan dünya sarayını cehenneme çevirmek üzere.

Onun için de Rabbimize ne kadar yalvarsak, tövbe etsek, kusurlarımız itiraf ederek affımızı talep etsek azdır. O Rahmandır, Rahimdir, Kerimdir. Yarattıklarının rızkına da kefildir. Ama insan olarak, bize verilen nimetlerin kıymetini bilmez ve nimeti vereni tanımazsak, bazı felaketlere de müstahak olacağımızı akıldan çıkarmamalıyız.

BULUTLAR

Rüzgârların kanadına tutunmuş,

Bulutlar pürtelâş, nere gidiyor?

‘Yağmur başına arş’ emrine uymuş,

Katar katar, sıra sıra gidiyor.

Rahmetini damla damla indirir,

Yeryüzünün çehresini güldürür,

Bahar vagonuna erzak doldurur,

Bir bahardan bir bahara gidiyor.

İmdadına koşar bahçenin bağın,

Dal ucunda titreyen bir yaprağın,

Hararetten bağrı yanan toprağın,

Yarasını sara sara gidiyor.

Bulutlar var, perde olmuş tül olmuş,

Bulutlar var, bir vadiye oturmuş,

Yamaçların eteğine tutunmuş,

Zirvelere doğru kara gidiyor.

22.05.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Kalplerin ve kâinatın kandili



Yunusun karnında Yunus (a.s.), kuyunun koynunda Yusuf (a.s.) kederin, kimsesizliğin ne olduğunu senin kadar bilebilir mi? Ateşlere atılan İbrahim (a.s.) senin atıldığın ateşlere dayanabilir miydi? Firavun zulmüne maruz Musa (a.s.), kavminden gördüğün zulümlere sabredebilir miydi?

Yeryüzünde tek başına Âdem (a.s.) yalnızlığın acısını senin kadar çekmiş midir? Hızır senin yolculuğuna dayanabilir mi? Rabbü’l-Âlemîn’in huzuruna bütün yaratılmışlar adına çıkan, Rabbü’l-Âlemîn adına âlemlere Rahmet olarak inen kul ve elçisin sen…

Esen rüzgârlar, kıpırdayan yapraklar, yağan yağmurlar, ışık saçan güneş, parlayan şimşekler, dönen yıldızlar, raks eden kehkeşanlar, çekirdek etrafındaki elektronlar, çekirdekle elektron arasında dolu âlemler; senin elest bezmindeki hamd zikrinin coşkusuyla çağlıyorlar çağlardan beri… “Ân”ların olmadığı zamanlar nurun vardı, bütün “ân”larda var, “ân”sız sonsuzluklarda da var olacak.

Mekânsızlık mekânı, mekânın bütün kesitleri, kesintisiz mekânlar sensiz değil seninle. “Ân”larda varlıkla yokluk arasında titreşip duran mekân, elest coşkusu ve yokluğa yuvarlanma arasında gidip geliyor. “Belâ” demeseydin kim var olurdu?

Gülü görebilir, bülbülü dinleyebilir, rüzgârla nefeslenir, yıldızlarla yaldızlı gökyüzünü seyredebilir miydik?

Her “ân” senle doğuyor, sensizlikte ölüyor… Kutlu doğum, mutlu ölümün öncüsü sensin… Sensizlik, Hz. Yunus ve Hz. Yusuf'un kederlerden daha büyük bir keder, ayrılığın Hz. İbrahim'in atıldığı ateşlerden daha yakıcı, Hz. Âdem'in yalnızlığından daha büyük bir yalnızlık…

Nurun gelmezse, ne kâinat ayakta durabilir, ne de kalpler… Semâvât ve arz tesbihatına dâhil oluyor, kalpler duâna âmin diyor… Yaratılış ağacının tûba-i cennetisin; peygamberler köklerin, veliler meyvelerin…

Dermansız dert; seni kâinatla birlikte bilmemek, kâinatı sensiz bilmek… En büyük şifâ sünnetine sarılmak, gönlü kevserinle yıkamak…

Günah kirlerinden arınmak, hevâdan soyunup takvaya kuşanmak, zihin zindeliği duygu duruluğuyla salât ve selâm getirmek; sana vuslatın muştulu habercileri…

Karanlık kâinatı kandilinle seyretmek; her bir nesnede, her bir hadisede ayrı güzellikleri görmek, gönlü gül bahçesine çevirmek demek… Yılda bir hafta gül dağıtmak seni anmak ve anlamaktan uzak… Sense bize hep yakınsın… Yakınlığın olmasa yakînimiz olur muydu? Rahman ve Rahîm olan Allah’ı Kur’ân ve kâinatla birlikte anmaya ve anlamaya…

Kederlerden kurtulmak, dertlerden dermana erişmek, şifâ bulmak, yalnızlıklarda yanmamak, zulümlerden necat bulmak; kalpleri kandilinle aydınlatmanın, mekânda ve “ân”da elest hamdini duymanın sonsuz mutluluğu…

Daralan dünyanın, kararan kalplerimizin geniş güneşi… Hz. Yusuf yürek, Hz. Yunus nidâ ile Hz. İbrahimî bereket duâsını kâinatın zerreleri, Kur’ân’ın harfleri ve kelimeleri adedince sana salât ve getirerek ediyoruz yâ Resûlallah (a.s.m.)…

Yokluğun boşluğunda bizi boş çevirme. Elestte yokluğa yuvarlanmaktan kurtardığın gibi, dünya ve ahiret yokluklarında da şefaatçimiz ol. Çünkü sen, “Ol” diye hükmeden Hâkim-i Zülkemâl’in Rahmet Peygamberisin…

Not: Elim bir trafik kazasında “gayb” ettiğimiz Cevdet Cevleyan arkadaşımız, inşaallah Resûl-i Ekrem (a.s.m.) şefaatiyle karşılananlardan olmuştur. Hayatımızın imanı sağ olsun.

22.05.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Dünden bugüne



Türkiye’de başörtüsü yasağı, 12 Eylül’ün bir eseri. İhtilâl hükümeti işbaşı yaptıktan kısa bir süre sonra iki yönetmelik çıkararak kamu kurumlarında ve okullarda yasağı başlattı.

Yasak zaman içinde tavsar gibi olunca, ihtilâlin Cumhurbaşkanı Evren işin takipçisi oldu.

Bunun üzerine sıkıntı büyüyünce dönemin Başbakanı Özal, yasağın hiç değilse üniversitelerde kaldırılmasını öngören bir kanun çıkardı.

Hadisenin bugünkü noktaya gelişinde çok önemli kilometre taşlarından biri bu kanundu.

Çünkü kanunun çıkması, Evren’in yaptığı iptal başvurusu ile, konunun Anayasa Mahkemesine intikalinin sebebi ve gerekçesi oldu.

O gün bugündür yasakçıların yegâne dayanak olarak gösterdikleri mâlûm mahkeme kararı, bu iptal başvurusunun ardından alındı.

Ancak bu karara rağmen, ilerleyen süreçte yasak uygulaması yine yumuşadı. O kadar ki, bir ara bir-iki üniversitenin bir-iki fakültesiyle sınırlı hale gelecek kadar marjinalleşti. Bu durum, DYP-SHP iktidarıyla güçlenen demokratikleşme atmosferinin sonuçlarından biriydi.

Ne var ki, tam da bu noktada, bazı mevziî sıkıntıları gerekçe gösteren Millî Görüş, liderinin ağzından “İktidarımızda rektörler başörtülülere selâm duracak” çıkışını yapınca, 28 Şubat’a giden yolun taşları döşenmeye başlandı.

Sonrası mâlûm. Millî Görüş, koalisyonla da olsa iktidar oldu. Ve 28 Şubat patlak verdi.

28 Şubat, bahane olarak kullandığı Refahyol hükümetini çekilmek zorunda bırakıp RP’yi kapattırdı; ama bununla yetinmeyip, bu iktidarın faturasını öncelik ve özellikle başörtülülere çıkardı.

Yasağı özeller dahil tüm eğitim kurumlarına yaydı. Üniversite bahçe ve otoparkları dahi başörtülülere kapatıldı. KKTC üniversiteleri bir sığınağa dönüşmüştü ki YÖK müdahalesi ile yasak oralara da taşındı.

Bu talihsiz süreçte yaşanan utanç verici hadiseler, “ürkekçe değil erkekçe” çözüm vaad eden MHP’nin yelkenini şişirdi. 18 Nisan 1999 seçiminde bu rüzgârla ikinci parti olan MHP, bahsettiği çözümün ne olduğunu, başındaki örtüyle oy toplayıp seçilen milletvekiline Meclisteki ilk oturumda başını açtırarak gösterdi.

Kapatılan RP’nin halefi durumundaki FP’nin yasağı Meclise başörtülü milletvekili sokarak delme girişimi ise, tam bir hüsranla sonuçlandı.

Başörtülü vekile yemin bile ettirilmedi ve kısa süre sonra, halkın oylarıyla kazandığı milletvekilliği sıfatı düşürüldü; içinde bulunduğu girişim partinin yeniden kapatılma gerekçesi oldu.

İşin bir başka ibretli boyutu da, partinin bu hadisede öne sürdüğü vekili, statüko cenahından gelen şiddetli tepki karşısında tamamen sahipsiz bırakarak kendi haline terk etmesiydi.

Bugünkü AKP’nin en tepe noktalarındaki isimler de o son derece kritik anlarda söz konusu vekile “Hiç şansın yok, daha fazla direnme ve çekil” tavsiyesinde bulunanlar arasındaydı.

AKP’nin tek başına iktidar olmasından sonra yaşananlar ise, ortada. Bu dönemde ne yasağı protokol üzerinden delme girişimleri bir sonuç verdi, ne de Başbakanın “İnsaf edin, hiç değilse özel üniversitelerde yasak kalksın” ricaları...

“Kamusal alan” garabeti, Danıştay kararlarıyla yasağın sokağa da taşınması ve Ahsen Unakıtan modeli de AKP döneminin ürünleri...

22.05.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Futbol diye diye



Şükür ki futbol uzmanı değilim. Ancak Türkiye’de yaşadığımıza göre; sporda, özellikle de futbol karşılaşmalarında yaşanan çirkinlikleri duymamamız mümkün değil.

Futbolda bir yıl sonu daha yaklaştı. Hemen her yıl olduğu gibi ligin son haftalarında ‘dostluk’ unutuldu, ‘düşmanlık’ teşvik ediliyor. Sporun, futbolun ‘dost’luk olduğu hep söylenir. Ancak bu dostluk, ‘öz’de değil, ‘söz’de kalmaktadır. Nasıl bir dostluktur ki, taraftarlar imkân bulsa karşı takımın taraftarlarını gözü kapalı dövecek. Geçen hafta sonu İstanbul Mecidiyeköy’de yaşananlar; gözü kapalı futbol taraftarlığını destekleyenlerin kalp gözlerini açmalıdır. Benzer karşılaşmalarda çıkan kavgalarla hem maddi hem de manevî zararlar meydana geliyor. Neredeyse koca stadlar yakılıp yıkılıyor.

Tabiî ki bu hadiseler ilk değil. Keşke son olsa. Ama bu kavga ve kargaşanın son olabileceği hususunda kim garanti verebilir? Üzücü olan nokta, gençleri körü körüne taraftarlığa teşvik eden ‘futbol otoriteleri/ uzmanları’nın, kavga ve kargaşa sonrası ahkâm kesmesidir. Sanki bu neticede onların payı, dahli yokmuş gibi; ‘fanatik’leri suçluyorlar. Oysa spor basını denilen mecrayı izleyen ve ‘futbol otoriteleri’ni dinleyen herkes ‘fanatik’ olmak durumunda. Çünkü bu yorum ve değerlendirmelerde ‘fanatik’ olmak kötülenmiyor ki? Hangi taraftar kendi takımını körü körüne destekler ve her zaman onun peşinde koşarsa o ‘vefalı taraftar’ sayılıyor. Hemen her gün televizyon ve gazetelerle bu yönde desteklenen gençlerin, daha farklı davranması mümkün müdür?

Her şeyin aşırısı kötü olduğuna göre, futbol tutkunluğunun aşırılığı, fanatikliği de kat be kat kötüdür. Hayatını futbola göre düzenlemiş, günlerini oynanmış ve oynanacak maçların yorumlarıyla heba etmiş bir gençlikten başka ne bekleyebiliriz?

Emin olun, asıl suçlular; çıkan kavga ve kargaşa sonrası ‘fanatik gençler’i itham eden ‘futbol uzmanları’dır! Çünkü onlar, her konuşma ve yazılarında sadece tarafgir davranmakla kalmıyor, futbol karşılaşmalarının elektriklenmesi için gayret sarfediyorlar.

Türkiye ve dünya gerçeklerinden haberdar olan gerçek uzmanlar ise, başta futbol olmak üzere bütün spor kollarının bir bakıma ‘mafya’ gibi çalışır hale geldiğine işaret ediyorlar. İşin içine ‘para’ girince, dostluk ve kardeşlik unutuluyor ve ‘menfaat’ler çarpışıyor. Hemen her sezon, gündemi meşgul eden ‘şike’ iddiaları bunu göstermez mi?

Başta futbol olmak üzere bütün spor karşılaşmalarında ‘dostluk’ isteyenler bu beyanlarında samimi iseler, lütfen normal zamanlarda insanları tahrik edici beyanlarda bulunmaktan vazgeçsinler. Yenmek ve yenilmenin ‘normal’ olduğunu kabul eden taraftarlar, ne yenildiklerine üzülürler, ne de yendiklerine aşırı sevinirler. Taraftarı oldukları takımın sadece yenmek için kurulduğunu kabul edenlerin olduğu ortamda, ‘dostluk’ olmaz. Madem futbol topu yuvarlaktır, o halde yenmek ve yenilmek de işin tabiatı gereğidir.

“Gençler boş kalmasın, bari sporla/ futbolla ilgilensin”ler demekle sadece kendimizi değil, gençlerimizi de aldatmış oluruz. Bugünden gerekli eğitim tedbirleri alınmazsa; daha vahim hadiseler kapımızda demektir...

22.05.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Diyalog-sağduyu



Çok tuhaf gelişmeler oluyor.

Kimilerine göre bu işin milâdı 27 Nisan Genelkurmay bildirisi.

Kimilerine göre ise Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığının açıklandığı 24 Nisan günü bir dönüm noktası oldu.

Ulaştığım bilgilere göre ise milât; Tandoğan mitingi.

Daha önce bildiri yayınlayalım, muhtıra verelim hatta müdahale edelim şeklindeki telkinlere karşı,”Halk bu tür şeyleri desteklemiyor” cevabını veren Büyükanıt ve onunla birlikte hareket edenlerin 14 Nisan’da Tandoğan’da yapılan mitinge yüz binlerin iştirak etmesi ile tavır değiştirdikleri ifade ediliyor.

İnanın ki bunlar koskoca bir buzdağından bir damla. Karargâhda mutlaka çok şey konuşuldu, çok önemli toplantılar yapıldı. Bunu, büyük fotoğrafı daha iyi görebilmek için aktarıyorum.

Asıl gözardı edilmemesi gereken nokta ise, ‘Polis zoruyla başımızı kapatacaklar, hayat tarzımıza müdahale edecekler’ propagandasının garson kızdan, serbest eczacıya, borsa çalışanından hemşireye kadar ulaşması ve onları ikna etmesi.

İşte bu yüzden Tandoğan’da, Çağlayan’da, İzmir’de katılımcıların büyük çoğunluğu belli bir hayat tarzını benimsemiş olan kadınlardı.

Bunu önemsemek, sosyolojik ve psikolojik boyutlarını çok iyi analiz etmek gerekiyor.

Son zamanlarda tekrar gündeme getirilen mayo tartışması, seçimlerde oy kullanmak için bu kesimin kanaat önderlerinin yaptığı,” Ömür boyu çarşafla gezeceğine bir gün bikinisiz ol” şeklindeki çağrıda hep bu hayat tarzı dayatmasına işaret ediyor.

Dikkatinizi çekti mi bilmem, ama ben bir süredir yakından ilgiliyim. Yine İran haberleri artmaya başladı. Polis zoruyla başı kapatılan kadınlar, başı kapalı olmadığı için uçağa alınmayan İranlı bayanlar. Peki bu size nasıl bir çağrışım yaptırıyor?

Bir gün İran gibi olmamak için hayat tarzına sahip çık.

Peki gerçek öyle mi?

Korkuları tahrik etmek çok usta bir psikolojik savaş yöntemi.

27 Mayıs’tan önce de Demokrat Parti’nin gençleri kıyma makinalarına attığı söylentisi yayılmamış mıydı? Asfalt sökülüp kıyma makinasında çekilen gençlerin etleri aranmadı mı?

Bu Halk Partisi zihniyeti işte böyle tehlikelidir.

Meselâ ben Cumhuriyet gazetesi’nde Millî Eğitim’le ilgili çıkan her habere bakarım.

O haber jet hızıyla yalanlanır. Bakanlık tarih, saat ve yer göstererek olayı yalanlar. Ama ne gam.

Haber adresine ulaşmıştır. Tabiî ki Cumhuriyet gazetesi bir gün sonra haberin yalanlanmasını okuyucularına duyurmaz.

Haber belirli merkezlere ulaşmış ve komutanlara sunulacak olan dosyaya girmiştir. Peki tekzip girer mi? Tekzip o dosyaya eklenir mi?

Geçmiş tecrübelerin ışığında bir politika oluşturmalı iktidar. Genelkurmay bildirisine cevap vermek yerinde bir tavırdı, ama yetmez. Yalanları deşifre edecek, iftiracıları zor duruma düşürecek ve sivil duruşu güçlendirecek onurlu bir hareket başlatılmalı.

Tabiî bu olay bir iktidar sorunu olarak görülmeden. Ülkenin bütün sivil güçleri ile dayanışma içine girip, ortak aklı çalıştırarak.

Zor mu? Neden zor olsun. Yeter ki sorunun önemi takdir edilip, o yönde bir çabanın içine girilsin.

Zor bir sürecin içinden geçiyoruz. 22 Temmuz’dan sonra her şeyin güllük gülistanlık olmasını ise kimse beklemesin.

Ülkemiz açısından da şahsımız için de sağırlar diyaloğuna değil, herkesin, hepimizin birbirini dört gözle görüp, dört kulakla dinleyip, sağduyu ile anlamaya ihtiyacı var.

Merkez sağ ve sol partiler birleştirildi. Bu çok önemli bir adım.

Eğer Meclise 4 parti ve DTP’nin bağımsızları girerse, AKP birinci parti olarak çıksa dahi, 28 Şubat’ta Demirel’in görevi Çiller’e değil, Yılmaz’a vermesi gibi bu kez de hükümeti kurma görevi AKP karşısındaki cepheye verilebilir. Bu ciddî merkezlerde dillendirilen bir senaryo.

Seçimlerden önce AKP için kapatma dâvâsı açılacağı söylentisi ise derinden derine bir fısıltı olarak dolaşmıyor değil.

Bir başka nokta. 22 Temmuz’dan sonraki Meclis’in iki önemli işi olacak. Biri Meclis Başkanlığı diğeri Cumhurbaşkanlığı seçimi.

Pek üzerinde durulmuyor ama Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra 367 sayısı Meclis Başkanlığı seçiminde de aranırsa ne olacak? Hadi o sorun aşıldı, Cumhurbaşkanını seçemeyen Meclis geldikten 2 ay sonra münfesih duruma mı düşecek? Seçim meydanlarından çıkıp gelen yeni parlamenterler 22 Eylül’den sonra tekrar seçimi göze alabilecekler mi?

1990’ın başında Yunanistan’ın üç kez üst üste seçime giderek yaşadığı süreci Türkiye 2007’de mi yaşayacak?

Bilinmeyeni çok. Tabiî bu soruların cevabı 22 Temmuz günü sandıklar açılınca ortaya çıkacak.

Ya millet öyle bir şamar vuracak ki sesi ta Çin’den, Maçin’den duyulacak, ya da çıkan tablo bu sorulara yenilerini ekleyecek.

Belirsizlik dolu ve zor bir dönem bekliyor ülkemizi.

22.05.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Mitinglerle cumhuriyeti öğrenmek



Cumhuriyet mitingleri devam ederken, seçim ile birlikte demokrasi mitingleri de çoğalacak.

CHP’nin can simidi ve yedeğinde DSP lastiği ile oya tahvil edilmeye çalışılan mitingler, organize sahiplerinin milletvekilliği adaylığı ile “promosyon” boyutunu tamamlamış oldu.

Halkın ortak değerleri olan bayrak ve cumhuriyet, yıllar yılı insanımızın millî şuurudur. “Bayrak ve ezan” simgeleri vatan parçasının milletimiz nezdindeki tapularıdır.

Eğer cumhuriyet, halk tarifine uygun bir idarî sistem ve milletin egemenliği ile demokrasi olgunluğu ise, bunu mitinglere ya da sınırlı kesimlere mal edip kısıtlayıcı olmak, kutuplaşmaya servis yapmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

“Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” diyen Bediüzzaman, birey ve rey gibi iki ana yapıyı barındıran seçim ve iradenin halka emanet edilmesini desteklemiştir.

Benzer şekilde “cumhur-u ulema” kadar “cumhur-u başkan”, “cumhur-u bürokrasi” beraberinde tesis edilirse, cumhuriyet hak ettiği mânâsını bulur.

Yoksa, keyfîliğe, rejim bekçiliğine ve belli dayatmalara cumhuriyet görüntüsü vermekle, cumhur ve cumhuriyet anlamını bulmaz.

Cumhuriyet; tek parti felsefesi değildir. Tek düşünme egemenliği hiç değildir. Darbenin gölgesinde halka onaylatılan askerî bir anayasanın çerçevesini sivilleştirmeden, cumhuriyet kavramı cumhur olma vasfını elde edemez.

Bediüzzaman, Asr-ı Saadeti ve hulefâ-i râşidîni “dindar cumhuriyetin reisleri” olarak tanımlar.

Cumhuriyet, bir sistem ve yönetim şeklidir. Bunun pozitif yorumu, halka güven duyulması ve sistemin inançla uygulanmasıdır. Bu halkın en büyük özlemidir.

Halkın özlem duyduğu ve yıllardır hazmettiği cumhuriyeti, benimsediği demokrasiyi, sol partilerin gösteri alanına çevirmek, olsa olsa cumhuriyetin ruhuna yabanî kesimlerin, bunu öğrenme ve halka yakınlaşma denemeleridir.

Bu halk, cumhuriyetçidir. İmtiyazsız, darbesiz, millî iradeye dayalı bir sistemin adı cumhuriyetse, bunun tersini yapanlar ve yaşatanlar, bu günlerde cumhuriyet mitinglerinin arka plan destekçileri oluyorlarsa, bu olumlu bir gelişmedir.

Yalnız bilinmesi gereken bir nokta gözden kaçırılıyor. Mitinglerden; demokrasi, cumhuriyeti kavrama, halkı anlama çıkar. Tersine, mitingler CHP, DSP, katı laikçilik, darbecilik ve din aleyhtarlığına âlet edilirse, buna sebep olanlar şamarı seçimde yerler.

Türkiye’de meşrû zemin, demokratik süreçlere saygılı olmak ve kuralları çiğnememektir. Belli bir zümrenin tahakküm vasıtaları, AB süreci ile birlikte ellerinden alınınca, çareyi sokağı şenlendirmekte buldular. İsterlerse Allah’ın her günü miting yapılsın. Yeter ki, kendini ifade etme özgürlüğü kullanılırken, tepki hakkı icra edilirken, başkalarını itham ve hakarete varan saygısızlıkta bulunulmasın.

Pozitif siyaset ve politika, kendimizi tanımlama ve anlatma önceliğini vermektedir.

Başkasını kötülemek ve ayrıştırmayı değil.

22.05.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Amerikan kulları



Maalesef Türkiye’de cepheleşmenin uçlarından veya kliklerinden birisi ‘Türkiye’de bizim borumuz öter’ havasında. Meseleye böyle bakınca ortada hak hukuk kalmıyor. 27 Nisan sürecine baktığımızda ve muhtıranın mahiyetini tetkik ettiğimizde bunun ülkenin sabitelerine ters düştüğünü görüyoruz. Esasen İsmet Özel’in dediği gibi Türkiye sosyolojik olarak Müslüman vasfını kaybettiğinde vatan olma vasfını da kaybeder. ‘Ne darbe, ne şeriat’ diyenler aslında şeriattan ziyade Türkiye’nin sosyolojik kimliğini esas alıyorlar.

İslâm’ın bu sosyolojik boyutunu şeair-i İslâmiye kavramı ifade eder. İslâm sosyal dokuda şeairi İslâmiye ile yaşar. Bundan dolayı İmam Rabbani mevlide bid’at demiş, ama sosyolojik boyutu sebebiyle Bediüzzaman ona taraftar olmuştur. ‘Ne şeriat, ne darbe’ diyenler aslında Bin Ladin’e değil, Yahya Kemâl Beyatlı’nın mısralarında yaşayan İslâm’ın serpintilerine ve sembollerine ve tarihî mirasına karşıdırlar. Bu anlamda kimi ulusalcıların ülkenin millî değerlerine yabancılaştıklarını görüyoruz.

Mustafa Akyol’un haklı olarak dediği gibi kültürü dinden arındırmak istiyorlar. Yani sosyolojik İslâm’a da karşılar. Bu anlamda ulusalcılık dine yabancılaşmada milliyetçi çizginin ötesine geçmiştir. Şimdiki ulusalcılar milliyetçi ve mukaddesatçı değildir. Aksini savunmak bu kavramlara iftiradır. Bu çizginin egemen olması millî felâketimiz olur. Bundan dolayı her darbe, geriye dönüş heveslerini de hortlatmakta ve körüklemektedir. Darbe heveskârlarının en temel öncelikleri dinde reform çabasıdır. Siyasî mühendislikle halkın değerlerini ötelemektir. Bundan dolayı her darbe sürecinde ezanın yeniden Türkçe okunması gündeme getirilmektedir. Yine Türkçe ibadet çağrıları darbe dönemlerinde ortaya çıkmaktadır. Hâlbuki Türkiye bunu aşalı 50 yıl olmuştur. Ezanın yeniden orjinaliyle okunması Türkiye’nin en önemli kazanımlarından birisidir ve İslâm âlemindeki stratejik derinliğini arttırmıştır. Yalnızlıktan kurtarmıştır. Sözgelimi ezan orjinaline döndüğü sıralarda ‘Irak’ın imâmı’ olarak anılan Emced Zehavi’nin huzuruna gelen birisi rüyasını anlatır ve yorumunu sorar. Rüyası şöyledir: Hazreti Peygamber Aleyhisselam Anadolu’da zuhur etmiştir ve görünmektedir. Zehavi, rüyayı yorumlamakta zorlanır ve muhayyir kalır. Tam o sırada birisi koşarak içeriye girer ve bir müjdesi vardır. Ve sevinçle Türkiye’de ezanın tekrar orjinaliyle okunmaya başladığını söyler. Bunun üzerine Zehavi rüya sahibine: “Rüyan yorumuyla birlikte geldi’ der. Maalesef ezanı Türkçeleştirme heveslileri bizi bu duygudaşlıktan ve Türklere karşı İslâm âleminin muhabbetinden mahrûm etmek istiyorlar.

***

Maalesef orgütlü çekirdek tabir edilen çevrelerin tertip ettikleri rejim mitinglerinde dine imâna hürmetsizlik edilmektedir. Bu uğurda güzelim türkülerimiz dahi tahrif edilmektedir.

Bunlardan birisi olan: “Çökertme’den çıktım da Halil’im /Aman başım selamet/ Bitez de yalısına varmadan Halil’im/ Aman koptu kıyamet/ Arkadaşim İbram Çavuş Allah’ına emanet...”

Burada “Allah’ına emanet”, “ordusuna emanet” veya benzeri ifadelerle değiştirilmiştir. Sanki Türkiye’de tehlikeymiş gibi ‘şeriat’a hayır’ şeklinde sloganlar ve nâralar atılıyor ve nümayişler yapılıyor. Yine 23 Nisan sürecine denk geldiği için Kutlu Doğum Haftası etkinlikleriyle ilgili saygısızca değerlendirmeler yapılıyor. Emin Çölaşan gibilerin başlattığı bir şey vardı: Camilere bayrak takılması. Camiler evrenseldir ve dinin mabedleridir. Bayrak ise ulusal bir semboldür ve Müslüman, gayri Müslim vatan evlatlarının hepsinin ortak şiarıdır. Dolayısıyla doğrudan dinin şiarı ile milletimizin şiarını birbirine karıştırmamak gerekir. İkisi de hürmete lâyık olmakla birlikte yerleri ayrıdır. Bu anlamda, İslâm’da millî bir kilise yoktur. Bir de onun dışında kimbilir bayrak kanununa muhalefet edilircesine bayrakların içine Mustafa Kemal’in kalpaklı silüeti gömülmektedir. Yine burada tarihin bir dilimiyle bağlantılı olan bir şahsiyetle tarih üstü olan bayrak içiçe geçiriliyor. Burada ihlâl üzerine ihlâl var. Birincisi, halkın dinî duyguları rencide ediliyor. İkincisi, hukuk her alanda ihlâl ediliyor. Üçüncüsü, halkın iradesi hiçe sayılıyor. Aslında bunlar içiçe suçlar. CHP ve benzeri partilerin yaklaşımı şudur: Halk bize oy verirse ne alâ! O nisbette, oranda demokrasidir. Aksi takdirde, demokrasi değildir ve iradesi meşkuktur. Gündüz Aktan gibiler bunu açıkça söylüyorlar.

***

Bir kandırmaca da ‘ABDullah Gül’ yakıştırmasında bulunanların gizli Amerikancı olmalarıdır. ABDullah ismine asıl mazhar ve müstehak olanlar onlardır. Bunun en son göstergelerinden birisi rejim mitinglerinin Washington’a taşınmış olmasıdır. Bu yürüyüşlerle oradakilerin dikkatini çekmek ve desteğini elde etmek istiyorlar. Türkiye’deki cumhuriyet mitinglerinden ilham alan ABD’deki bir takım çevreler, Washington’da, ‘’Sonsuza Kadar Laik Türkiye’’ miting ve yürüyüşü düzenlemişler. Mitinge katılanlar, ‘’ne şeriat ne darbe, laik Türkiye’’, ‘’laik ve demokratik bir Türkiye’’ benzeri pankartlar taşımışlar. Anlaşılan, ABD’de görücüye çıkmışlar. Ulusalcılar bu halleriyle milliyetçi olmaktan çıkıp din aleyhtarı bir kimliğe bürünmüşlerdir.

22.05.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Büyüklük ölçüsü



Büyükler neden büyüktür? Nasıl o noktaya ulaşmış, gönüllerde taht kurmuşlardır?

Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Kâmillerde büyüklük, mikyasıdır küçüklük. Nakıslarda küçüklük, mizanıdır büyüklük.”1

Yani kâmil insanların büyüklüğü kendilerini küçük görmeleri, kusur ve eksiklerle dolu insanların da küçüklükleri kendilerini büyük görmeleri sebebiyledir.

Hiç şüphesiz kâmil, olgun, büyük insanlar, büyüklüklerini Allah’tan bilmiş ve kendilerini değil büyük görmek, aksine bir hiç görmüşlerdir.

Mevlânâ, “Her üçü birden bir dirhem etmez, / Sarığım, cübbem, başım” diye kılığa, kıyafete, şatafata dikkat çekerek bütün bunları bir ihsan-ı İlâhî olarak görmüş, gurur ve kibirden uzak kalıp, “Sen âlemde benim ünümü duymadın mı hiç?” diye ününe dikkat çekip bunun sebebinin ilmin sembolü olan sarığı, cübbesi ve aklı, fikri olmadığını belirtmiş, büyük bir tevazuyla, “Ben hiç kimse değilim, / Bir hiçim hiç” demekte tereddüt etmemiştir.

İnsanı havalara sokan, övünmeye, gurur ve kibire sevk eden, kendinde birşeyler olduğunu vehmettiren hususlar nelerdir?

Servettir, makamdır, zekâdır, ilimdir, şöhrettir...

Eğer bunlar şerre âlet ediliyorsa övünülecek, büyüklenilecek hangi yanı vardır bunların? İnsanı Cehenneme sürükleyen bir şeyle hiç gururlanılır mı?

Eğer bunlar hayırda kullanılıyorsa değil övünmek, kibirlenmek hepsini Allah’tan bilmek ve şükretmek gerekir. Kendini kuru bir üzüm çubuğuna benzeten Üstad da, o çubuğun birer şeker tulumbacığı olan salkımlarını kendisinin takmadığını, acz, fakr ve zaafına binâen ihsan edildiğini belirtirken aynı hakikate dikkat çeker.

Demek her hâlükârda övünmemek gerekiyor. Onun için iyiliklerini Allah’tan bilen Mevlânâ, “Ben bir hiçim” demeyi bir görev biliyor.

Kendini bir hiç gören kimsenin gururlanılacak hiçbir şeyi kalmaz. Kur’ân, “Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir”2 buyururken bu önemli hakikate dikkat çekmiyor mu?

Eğer iftihar etmek gerekiyorsa, kul olmakla iftihar etmeli insan. Ne güzel dile getirir Mevlânâ:

“Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum.

Kulluk vazifemi lâyıkıyla edâ edemedim

Mahcubiyetimden başım önüme eğildi.

Her köle âzâd olduğu zaman sevinir, mutlu olur.

Ben Sana kul olduğum zaman sevinir, şad olurum ya Rabbi.”

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 665

2- Nisa Sûresi: 79

22.05.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İman gücü ne demektir?



İman gücü, sanıldığı gibi yalnızca kerâmet/olağanüstü hallerde kendisini gösteren bir olgu değil. Ruh/duygu-beden, madde-mânâ, fizik/metafizik, hayatın bütün safhalarında, bütün zaman ve mekânlarda kendisini gösteren bir nur, bir enerji, bir iksir, bir güç kaynağıdır.

- İman, Kadir-i mutlak olan Yaratıcıyı isim ve sıfatlarıyla tanımak ve Ona muhabbet etmektir. Ve emirlerini yerine getirmek, yasaklarından sakınmak; ilim, tefekkür, ibadet ve zikirle motive, konsantre olmak ve Onun sonsuz kudretiyle bağlantıya geçmektir.

- İman gücü, ruh ve bedenimizde bulunan duygu, elektrik, elektro-biyo-manyetik bütün enerji boyutlarının harmanlanmasıyla hâsıl olan yüksek bir güçtür.

- Hayatı olduğu gibi kabul etmeyi ve ölümden korkmamayı sağlayan iman gücüdür.

- Olumsuz duygularımızı yönlendiren, olumlularını dengeleyip yükselten; içimize bir uyarıcı, gözlemci, ikazcı ve bekçi koyan da iman gücüdür.

- Dünyanın cazibedar fantezi, aldatıcı süsleri, zehirli balları, sihirleyici olaylarından sıyırıp alan, kendimize dönmemizi sağlayan ve varlığımızın gerçek şuuruna ulaştıran da iman gücüdür.

- Gayr-i meşrû yolları kapatan iman; vehim, şüphe ve vesveseleri yok eder; vicdânı sıkıntıdan, tesadüflerin, tabiat hâdiselerinin oyuncağı olmaktan kurtarır.

- İnsanları dehşetli madde bağımlılıklarına kötü alışkanlıklara ‘korku ve endişe’ sürükler. İşte iman gücü; hayat apartmanımızı alt-üst eden çeşitli âfât ve hastalıkların güzel, olumlu yönlerini göstererek direncimizi artırır.

- Dengesini kaybetmiş ruh hastalarını tedavi eden de iman kuvvetidir.

- Eğer ölüm ile sonsuza dek ayrılık varsa; mal, mülk, ev, köşk, bağ-bahçe, çoluk-çocuk, hatta ilim, teknoloji ve san'atın hiçbir anlamı, hiçbir değeri yoktur. Ölümü öldürüp, ayrılığı kavuşmaya çevirip, sevdiklerimizle ürettiklerimizi sonsuzlaştıran da iman gücüdür.

İman, hem nur, hem kuvvet olduğundan gerçek imanı elde eden kâinata meydan okuyabilir.1

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 284

22.05.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

DP'ye karşı İslâm Demokrat Partisi



Her seçim devresinde ayrı bir handikap (2)

Bu yazı serisi içinde ele aldığımız siyaset zemininde ortaya çıkan son altmış yıllık zihnî ve fikrî kargaşanın kronolojik tarihini yazmaya devam ediyoruz.

Kargaşa, sırtını devlet imkânlarına dayamış olan Halk Partisi hakkında vatandaşın kanaat ve tavırlarında yaşanmıyor. Esas kargaşa ve tereddüt, bu komita ruhlu partinin karşısında vaziyet alan diğer partilerden hangisinin doğru adres olduğu noktasında düğümleniyor.

Bu noktanın kronolojik seyrine bakıldığında, bir önceki yazımızda da ifade ettiğimiz gibi, 1950'de seçmen kitlenin DP mi, MP mi tereddüt ve ikilemiyle ortaya çıktı.

Daha sonraki seçim dönemlerinde ise, Halk Partisine muhalif kitlenin aynı mânâdaki tereddüt ve ikileminin ana hatlarıyla şu şekilde geliştiğini görmekteyiz:

* 1950'den sona İslâm Demokrat Partisi.

* 1957'de Hürriyet Partisi.

* 1961'de Ekrem Alican'ın Yeni Türkiye Partisi ve CKMP.

* 1965'te aynı partilere ileveten Feyzioğlu'nun Güven Partisi.

* 1969'da aynı partiler.

* 1973'de Demokratik Parti ile Millî Selamet Partisi.

* 1977'de aynı partiler.

* 1984'te Demokrat misyonu temsil eden parti, ihtilalciler tarafından seçimlere sokulmadı.

* 1987 Özal'ın ANAP'ı ile Erbakan ve Türkeş'in "mukaddes ittifak"ı.

* 1991'de ANAP ile Refah Partisi.

* 1995'te aynı partiler.

* 1999'da aynı partiler ile MHP.

* 2002'de AKP.

* 2007'de yine AKP.

Burada şunu da ifade edelim ki, elli yıllık seçimlerin hemen hiçbir devresinde, zihinler bugünkü kadar karışmış ve Demokrat misyonun asıl takipçisinin hangi parti olduğu hususunda büyük tereddütler hasıl olmuş görünmüyor.

Bu hususa açıklık getirmeyi yazı serisinin sonuna bırakarak, yazının akışı gereği 1950'den sonra ortaya çıkan siyasî tabloyu okumaya ve anlamaya çalışalım.

Millet Partisi'nden sonra İslâm Partisi denemesi

1950 seçimlerine Demokrat Partiyle rekabet halinde giren Millet Partisi, fahrî başkan Fevzi Paşanın ölümü sebebiyle başarılı olamadı.

1950'den sonra ise, bu parti mahkemelik oldu. 1954 yılı başlarında resmen kapatıldı. Hemen ardından, aynı kadro tarafından Cumhuriyetçi Millet Partisi kuruldu. Aynı dönemde (1951'de) kurulan önemli bir diğer parti ise, emekli asker Cevat Rıfat Atilhan liderliğindeki İslâm Demokrat Partisidir.

Demokratlara rakip, muarız ve bilhassa dindarların oyuna talip olarak ortaya çıkan bu partinin, aynı zamanda çok etkili bir medya desteği vardı.

O günlerin dinî yayın organları olarak bilinen Hür Adam, Büyük Doğu, Büyük Cihad, Yeşil Bursa, Serdengeçti ve Sebilürreşad gibi mevkutelerin hemen tamamında, İslâm Demokrat Partiyi hararetle savunan, vargücüyle destekleyen yazı ve yorumlar çıkıyordu.

22 Kasım 1952 tarihinde ise, ülkede ve bilhassa dindar camiada büyük sarsıntılara yol açan önemli bir hadise yaşandı: Malatya'da Hüseyin Üzmez ismindeki bir lise talebesi, meşhur gazeteci Ahmet Emin Yalman'ı üstelik Başbakan Menderes'in yanında silâhla vurarak yaraladı...

Bu hadise, başta Milliyetçiler Derneği olmak üzere, Türkiye'deki dindar cemaatlere mal edildi.

Devlet kurumları derhal harekete geçti. Peşpeşe tevkifler başladı. İslâm Demokrat Partisi lideri Atilhan, Büyük Doğu'dan Necip Fazıl, Serdengeçti'den Osman Yüksel, ayrıca Malatya'dan Avni Özmansur ve Elazığ'dan M. Cemal Bayındır gibi dindar zatlar, ağır ceza mahkemelerine sevk edilerek cezalandırıldı. Bir süre sonra da İslâm Demokrat Partisi resmen kapatıldı.

İşte, bu tarihteki elim ve sıkıntılı hadiselerden sonra, Türkiye'de "İslâmcı" ve "milliyeçi" olarak bilinen çevreler, Demokratlara adeta düşman oldular. Bu kitle, hemen her seçimde farklı veya muhalif bir siyasî kulvarda yürümeyi tercih ettiler. Hatta, öyle ki, 27 Mayıs İhtlâlinde Demokratların devrilmesini dahi büyük bir sevinç ve coşkuyla karşıladılar.

Gariptir ki, dinde samimî ve hassa olan bu kesim, o gün bugündür, Demokrat misyon sahipleriyle hemen hiçbir dönemde aynı safta yer almadılar. Halen de ayrı durmaktalar.

Üstad Bediüzzaman'ın tavrı

İslâm Demokrat Partinin kurulduğu ve tabanda taraftar bulmaya çalıştığı aynı dönemde, partinin bazı dost adamları Üstad Bediüzzaman'ı da ziyaret ediyor ve ondan siyaseten olsun destek istiyorlardı. Bir bakıma Nur Talebelerinin sade "Demokrat" yerine, artısı bulunan "İslâm Demokrat" ismindeki partiye taraftar olmalarını talep ediyorlardı.

Böyle Eşref Edib gibi zatları kırmayan ve onlara "iman kardeşi" nazarıyla bakan Üstad Bediüzzaman, ismi "İslâm" olan bir partinin İslâma ve iman dâvâsına vereceği muhtemel zararı da nazara vererek, talebelerine şu mektubu yazdırıp neşrediyor:

"Aziz, sıddık kardeşlerimiz,

"Üstadımız diyor ki: 'Eşref Edip kırk seneden beri iman hizmetinde benim arkadaşım ve Sebilürreşad’da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakikî İslâmiyet mücahidlerinden bir kardeşimdir. Ve Nurun bir hâmisidir. Ben vefat etsem de, Eşref Edip Nurcular içinde bulunmasıyla büyük bir teselli buluyorum.

"Fakat Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alâkaları yok. Ve Risale-i Nur, rıza-i İlâhîden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden, mümkün olduğu kadar Risale-i Nur’un mensupları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Yalnız Sebilürreşad, (Büyük) Doğu gibi mücahidler iman hakikatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz-fakat siyaset noktasında değil. Çünkü iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost–düşman, derste fark etmez. Halbuki siyaset tarafgirliği, bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nuru hiçbir şeye âlet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar.

"Hem Nur Risâleleri küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altındaki anarşiliği ve üstündeki istibdad-ı mutlakı kırdığı cihetle, bir nevi siyasete teması var tevehhüm edilmiş. Halbuki, Nurun tercümanı, birtek mesele-i imaniyeyi dünya saltanatına değişmediğini mahkemelerde dâvâ edip yirmi beş sene tarz-ı hayatıyla ve emarelerle ispat etmiştir." ( Emirdağ Lâhikası, s. 281.)

Evet, İttihad–ı Muhammedî ve İttihad–ı İslâm gibi isimlerle siyasî parti faaliyeti yapılmasını doğru bulmayan Üstad Bediüzzaman, bu meseleyle ilgili olarak da aynı tavrını muhafaza etmiştir.

(Devamı var)

22.05.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

İslâmın şefkatli sinesi



Kalb günah kirleriyle kararınca, akıl şüphe oklarıyla yaralanınca, insan da insanlıktan çıkar. İnsanı yaratılış gayesine göre yönlendiren, salim bir akıl ve günahlardan temizlenmiş bir kalbdir. Allah insanı yeryüzünün halifesi olarak mükemmel duygularla yaratmıştır.

Duygularını Yaratıcısının arzuları istikametinde işletmeyen kişilere şeytanlar rahat bir şekilde musallat olurlar. İnsan bir kere istikametini kaybedince artık kendini toparlaması kolay olmamaktadır. Bu sebeple insan için en büyük mesele, Rabbini tanıması ve Ona itaat etmesidir.

Bu, kâinatın başıboş olmadığını ve birçok sebeplere binâen yaratıldığını kabul etmeyen insanların kendilerini toparlamaları ve faydalı hareketlerde bulunmaları neredeyse mümkün olmamaktadır. Yeryüzündeki fesatların temelinde inançsızlık hastalığı bulunmaktadır. İnançsızlık başıbozukluktur, kendini tanımamaktır.

İnsan her şeyden önce kendini tanımalıdır. Nereden geldiğini, niçin geldiğini ve sonunda nereye gideceğini bilmeyen bir insanın kendini tanıması mümkün değildir. Bugünkü problemlerimizin temelinde insanın bu dünyaya niçin geldiğini ve hangi kurallara göre hareket etmesi gerektiğini bilmemek vardır.

İnançlarla barışık olmayan insanlar, kurallarla dünya hayatlarını sınırlamak istemeyenlerdir. Oysa sınırsızlık insanı insanlıktan çıkaran bir durumdur. Hareket ve duygulara had koymamak, hayatın anlamsızlığını kabul etmektir.

Bilhassa genç yaşta olan insanların terbiye kurallarına büyük ihtiyaçları bulunmaktadır. Kurallar konusunda terbiye edilmeyen gençlerin kayıt altına alınması zor olacaktır. Böyle olunca da toplumda gençlerin sebep olacağı bozgunluklar giderek artacak ve hayat adeta yaşanmaz hale gelecektir.

Kalbleri mühürlenmiş öyle insanlar var ki, baştanbaşa huzurun ve iyiliğin kaynağı olan imanı önemsememekte ve olabildiğince problemleri inançlara hamletmektedir. Özellikle İslâm gibi hep iyilik ve hayrı tavsiye eden, insanlar için sulh ve sükûn isteyen dinimizin gizli düşmanları meydana gelen problemlerin ana kaynaklarıdırlar. Bunlar zahiren sûret-i haktan görünmekte ise de aslında her fırsatta olumsuzlukları İslâma veya Müslümanlara yüklemektedirler.

Bazıları bilerek, bazıları bilmeyerek toplumda manevî boşluğun oluşması için var gücüyle çalışmaktadırlar. Her şeye dünya nokta-i nazarından bakanlar, meydana gelen aksaklıkları gidermek için kendilerine hep dünyevî ilâçlar aramaya başlarlar. Oysa ki huzur ve sükûn için dünya endeksli ilâçlar aksi tesir yapmakta ve problemlerin daha da artmasına sebep olmaktadırlar.

Allah korkusunun insanları bütün kötülüklerden uzaklaştıran sırrını anlamayanlar, hep boşu boşuna arayışlarda bulunacaklardır. İnsanın canına kıymayı büyük günahlardan sayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir insanı öldürmeyi bütün âlemi öldürmekle eş değer sayan bir inanç sisteminde kullara haksızlık yapılamaz.

“Kul Hakkı”nı gasp etmeyi en önemli bir hak ihlâli kabul eden bir din mensubu hiçbir zaman insanlara haksızlık yapamaz. Çünkü o bu tür davranışlarla Rabbini razı etmeyeceğini, aksine gazabını çekeceğini bilmektedir.

Yolda bulunan ve insanları rahatsız etme ihtimali bulunan bir taşı yoldan kaldırmayı Allah’ın rızasını kazanmanın bir yolu olduğunu vaz eden bir anlayış, elbette olabildiğince insanlara iyilik etmeyi emredecektir. “İnsanların en hayırlısı insanlara menfaatı dokunandır” diyen bir Peygamberin (asm) yolu, haksızlıkların ve kötülüklerin yolu olamaz elbette.

Gaflet içindeki büyük başlar, nefislerinin kölesi olan bedbahtlar, şu İslâm imanındaki huzuru gösteren aydınlıkları görmemektedirler ne yazık ki. Ancak zulmün acımasızlığına maruz kaldıklarında da ne yapacaklarını bilemez bir şekilde serseri bir şekilde dolanmaktan başka bir şey yapamamaktadırlar.

İnsanlığın ve bizlerin kurtuluşu, İslâmın hak ve hakikat dolu şefkatli ve merhametli sinesindedir. Peşin hükümlerle, ön yargılarla ve insafsızca hakikatı tersine çevirip, olumsuzlukları yüce dinimize vermekle bir kısım insan sûretindekiler sadece zavallılıklarını ortaya koymaktadırlar.

22.05.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa... Kısa...



Emre Ayçin:

*“Yaşlı ve hasta bir yakınım beli sakat olduğu için abdest alırken eğilemiyor, ayaklarını yıkamakta çok zorlanıyor. Ne yapmalı?”

Abdest için ayaklarda mest kullanmak ve mestler üzerine mesh yapmak bir ruhsattır ve kolaylıktır. İslâm kolaylık dinidir. Yakınınızın mest kullanmasını tavsiye ederim. Bu durumda günde bir kere ayağını yıkayarak abdest alacak, abdestli olarak mesti ayağına giydiğinde bir gün bir gece mesti çıkarmaksızın her abdest alışta mestin üzerini sadece mesh edecek.

Peygamber Efendimiz (asm) mest üzerine mesh yapmış ve bunu ümmetine göstermiştir.

Muğîre bin Şu’be (ra) anlatıyor: Yolculuk esnasında bir gece Hazret-i Peygamber (asm) ile birlikte idim. Bana:

“Yanında su var mı?” buyurdu. Ben:

“Evet!” dedim.

Bineğinden indi ve yürümeye başladı. Nihayet gece karanlığı içinde görünmez oldu. Sonra geldi. Ben kendisine kaptan su döktüm. Yüzünü yıkadı. Üstünde yünden bir cübbe vardı. Kollarını cübbeden çıkarmaya uğraştı, çıkaramadı. Nihayet cübbenin aşağı tarafından çıkardı ve yıkadı. Başını mesh etti. Sonra ben mestlerini çıkarmak için eğilmiştim. Bana:

“Onları bırak. Çünkü ben onları abdestli iken giydim” buyurdu. Ve üzerlerine mesh etti.1

Yine, Muğîre bin Şu’be (ra) bildirmiştir: “Resulullah (asm) abdest aldı; çoraplarının ve ayakkabılarının üzerine mesh etti.”2

Ayaklara giyilen mestler üzerine mesh yapılabilmesi için şüphesiz mestlerin veya çorapların bir takım özellikleri olması gerekir.

Malikîlere göre, mest deriden yapılmış olmalıdır. Eğer çoraptan olacaksa, çorap kalın olmalıdır. Şafiîlere göre, ayağa giyilen mest veya çorap su geçirmeyecek kadar sağlam olmalıdır. Hanefîlere göre mest veya çorap, kendisiyle ayakkabısız olarak yaklaşık üç mil, yani on iki bin adım, yani altı kilometre yürünebilecek kadar sağlam olmalıdır. Hanbelîlere göre de mestler veya mest yerine kullanılabilecek çorapların örfe göre belirli bir mesafe yürüyebilecek derecede sağlam olması şarttır.

Bu özellikleri içeren, temiz olan ve ayağı sıkı kavrayan ayak giysileri üzerine mesh yapmak caizdir. Binaenaleyh; kalın ve sıkı dikişli olması ve dayanıklı olması şartıyla çoraplar üzerine mesh yapılabileceği konusunda görüş birliği vardır.

Meshin müddetine gelince; Safvan bin Assal’dan (ra) rivayet edilmiştir: Dedi ki: “Seferde olduğumuzda Resulullah (asm) bize büyük abdest bozmaktan, küçük abdest bozmaktan ve uyumaktan dolayı üç gün üç gece mestlerimizi çıkarmamamızı; yalnız cünüplükte (yıkanırken) çıkarmamızı emrederdi.”3

Demek; mestler abdestli olarak giyiliyor; giyildikten sonra yolcular için üç gün üç gece; yolcu olmayıp evinde bulunanlar için ise bir gündüz ile gecesinde, yani yirmi dört saat ayakta kalıyor. Eğer süresinden önce ayaktan çıkarılacak olursa; bilâhare yeniden abdest alınıp ayaklar yıkanarak giyilebilir ve süre yeniden başlatılabilir.

***

Ahmet Bey:

*“Hanefî imama tâbi bir Şâfiînin, sabah namazında Kunut duâsı okumadığı için sehiv secdesi yapması gerekir mi?”

Sabah namazında ve Ramazanın son yarısında vitir namazlarında Kunut duâsı okumak Şafiîlerce sünnettir. Hanefîlerde ise Kunut duâsı bütün yıl vitir namazlarında okunur.

Yüce dinimizde farklılıklar zenginliktir, genişliktir, rahmettir, güzelliktir; ama problem değildir, sıkıntı kaynağı değildir. İbadetler için iptal sebebi hiç değildir. Esas olan ibadettir, Allah’a kulluktur, Allah’ın emirlerine uymaktır; Resûlullah’ın (asm) gösterdiği ve uyguladığı şekilleri muhafaza etmektir. İbadetlerdeki her bir farklılık Peygamber Efendimizin (asm) sünnetinde vardır. Hiçbir mezhep, kendiliğinden farklılık icat etmiş değildir. İbadetlerdeki bazı şekil farklılıkları, monotonluğu kırmaya ve hemen her vakitte Allah’a değişik şekil ve yollarla iltica etmeye imkân verecek bir zenginliği beraberinde getirir.

Kunut duâsı Hanefîlere göre, vitir namazında üçüncü rek’âtte zamm-ı sûreden sonra bir tekbir alınmak suretiyle okunur; Şafiîlere göre ise, sabah namazının farzının ikinci rek’âtinde rükûdan doğrulunca okunur ve sünnettir. Kasten terk edilirse her iki mezhepte de sehiv secdesi gerekir.

Fakat imam varken, imama uymak da sünnet-i müekkede hükmünde olduğundan; farklı imama tâbi olmak, kendi mezhebimizin bir takım sünnetlerini terk etmemizi gerektiriyorsa, bunda bir sakınca yoktur. Çünkü dört mezhep de haktır. Her bir Müslüman, dört mezhebin de imamlarına namazda uyabilir, hatta uymalıdır ve farklılığı yaşamalıdır.

Demek; uyduğumuz imam sabah namazının ikinci rek’âtinde rükûdan doğrulunca Kunut duâsı okursa, biz de hangi mezhepte olursak olalım; imamla birlikte Kunut duâsını okuruz; bilmiyorsak o esnada susarız. Eğer imam Kunut duâsı okumaz ise biz de imama uyduğumuz için Kunut duâsını okumayız. Burada uyguladığımız amel bir hak mezhebin içtihadı olduğu için, sehiv secdesi gerektiren bir durum arz etmez.

Dipnotlar:

1- Müslim, Taharet, 274. 2- Tirmizî, Tahâret, 74. 3- Tirmizî, Tahâret, 96.

22.05.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004