Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Marilyn Manson



“Eskiden nihilisttim, şimdi sadece canım sıkılıyor.”

Bu sözler Radar Live Festivaline getirilen Amerikalı rock şarkıcısı Marily Manson’a ait.

Asıl adı bu değil tabiî... Marily adını, “Ben yapay bir ürünüm” diyen ve daha sonra aşırı doz sonucu intihar eden Marilyn Monroe’den alıyor.

Manson’u ise, ünlü yönetmen Roman Polanski’in hamile karısı dahil 8 kişinin ölümünden sorumlu seri katil Charles Manson’dan almış.

Yani ünlü rockçu, imajını “intihar” eden ve “seri katil” isimlerini harmanlayarak kotarmış.

Bu palyaço kılıklı rockçunun gerçek adı: Brian Warner. Warner, Canton Ohio’da sapık bir ortamda büyümüş. Komşusunun tacizine uğramış, aynı zamanda evde sapık bir büyükbabasıyla büyümüş.

Warner, bu ortamda büyürken “müziği” keşfediyor. Farklı müzikleri ve abartılı sahne şovlarıyla Marilyn Manson and the Spooky Kids Florida’nın death metal ortamının underground sahnesinde gittikçe ünleniyor. Nefretini müziğe yansıtarak, gençlerin üzerine kusuyor.

Temmuz 94’de grubuyla onüç parçalık albümleri “Potrait of an American Family”i çıkardı... Albüm kapağı Marilyn Manson’ın bir saatlik çalışmasının ürünü, içerik ise tam bir “saldırı”ydı.

Şarkının esin kaynağı Amerika’da öğrenciler tarafından silâh olarak kullanılması yüzünden yasaklanan metal beslenme çantalarıydı, şarkının videosunda ise arkadaşlarından dayak yiyen küçük bir çocuk saçlarını iki yandan kazıyıp beslenme kutusuyla saldırı için hazırlıklar yapıyordu.

“Smells Like Children” Marilyn Manson’ın tuhaf seslerin bir araya getirildiği seslerden oluşuyordu. Albümün klibi dehşet görüntülerinden oluşuyordu: kan donduran bebek ağlamalarının sample edilmiş haliydi bu.

1996’da piyasaya sürdükleri bir albüm ilk haftada 132.000 sattı. Albümde sosyal eleştiri oldukça yoğundu. Küfürler az, ama saldırı çok daha fazlaydı. Daha sonra yaptıkları albümlerde kafayı uyuşturuculara takıyor, tecavüz, gasp ve şiddeti özendiriyordu.

Warner, “Yaptığım albümde öncelikli şey tavrımızı ortaya koymak” diyor.

Nedir bu tavır? Kırmızı ışıkla aydınlatılan devasa siyah perdenin arkasında şeytan gibi görüntüsüyle yaptıkları sahne şovları. Şiddet kültürünün gençleri deliye döndürecek aşırılıkla söylediği anarşist şarkılar.

“Sevgiden nefret ediyorum, nefreti seviyorum” sözlerinin sahibi...

İstanbul’daki konserinde yüzünde gözlerinin üstüne çektiği kan kırmızısı boya ve elindeki mikrofonu cinayet bıçağını andıran görüntüsü ve yüzündeki abartılı makyajıyla cinsiyeti belirsiz bir rockçu... Günümüz gençliğini uçuruma sürükleyen psikopat bir şarkıcı...

Beni en çok üzen İstanbul’daki konserde minicik bir çoğun tıpkı onun gibi gözlerini simsiyah boyayıp, dudaklarını onun gibi abartılı makyajla hareketlerini taklit etmesiydi.

“Onu internette ararken buldum, onun hayranıyım” diyen çocuğun hemen yanında annesinin bulunması, dehşeti bir kat daha arttırıyor...

Belli çevrelerin tepkisi, “Kur’ân Kursu”na giden çocuklara mı sadece? Kur’ân öğrenen, namaz kılan çocuklar “laik”çilerin tüylerini diken diken(!) ediyor da Manson’un konserinde simsiyah kıyafetiyle onun gibi hareket eden çocuk niye kimseyi tedirgin etmiyor?

06.07.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Risâle-i Nur’da Mevlânâ ve Mevlevîlik (2)



Dünyanın bir imtihan meydanı olması ve insanın da istidat ve kabiliyetlerinin inkişafı için pek çok belâ ve musibetlere maruz kalmasını değerlendiren Bediüzzaman;

“Bırak biçare feryadı, belâdan kıl tevekkül. Zira feryat, belâ ender hata ender belâdır bil.

Belâ vereni buldunsa eğer, safâ ender vefâ ender atâ ender belâdır bil.

Madem öyle, bırak şekvâyı, şükret; çün belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.

Ger bulmazsan, bütün dünya cefâ ender fenâ ender hebâ ender belâdır bil.

Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçücük bir belâdan, gel tevekkül kıl

Tevekkül ile belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.”14 dedikten sonra Mevlânâ Celâleddin’in bir mısrasını alarak şöyle der:

“Üstadlarımdan Mevlânâ Celâleddin’in nefsine dediği gibi dedim:

‘O, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ dedi. Sen ey nefis ‘Belâ’ dedin.

Yaratılmış olmanın, kul olmanın şükrü olarak Rabbine ‘Belâ’ dedin.

‘Belâ’ demenin sırrının ne olduğunu bilir misin? Bu, belâ çekmektir.

Belâ ve musibetlerle nefsin aczini anlar, Allah’a dayanır ve hiçliğini bilir.”

Bediüzzaman bu ifadeleri tasdik eder ve nefsinin dahi “Evet, evet! Acz ve tevekkül ile, fakr ve ilticâ ile nur kapısı açılır ve zulmetler dağılır” dediğini belirtir.15

Bediüzzaman’ın, Allah’a kavuşmak ve rızasına ulaşmak için bulduğu yol “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür”16 yoludur. Acz nefsin, fakr ruhun, şefkat kalbin ve tefekkür aklın yoludur. Her birisi bu yol ile Allah’ı bulur ve Allah’ın rızasına erer. Böylece sadece kalp ayağı ve aşk yolu ile değil, akıl, nefis, ruh ve kalp birlikte Allah’a ulaşan Kur’ânî bir caddeyi yine Kur’ân-ı Kerim’den çıkararak insanın önüne koyar. Böylece Peygamberimizin (asm) “Müjdeler olsun o gariplere”17 hadisinin sırrını da ortaya koyar.

Mevlânâ, aşk yolunu bulmuştur. Bediüzzaman’a göre ise şefkat, aşk ve muhabbetten çok daha parlak, nezih ve ulvîdir. Şefkat bütün envâı ile lâtif ve nezihtir. Hem şefkat pek geniştir. Bir zat, şefkat ettiği evlâdı münasebeti ile bütün yavrulara, hatta ziruhlara şefkatini ihata eder. Hem şefkat daha hâlistir, mukabele istemiyor, ivazsız ve garazsızdır. Hayvanâtın en âdî mertebesinde olan varlıkların şefkatleri buna delildir. Aşk ise ücret ister, mukabele görmek ister. Aşkın ağlamaları, bir nev'î taleptir, bir ücret istemektir.18

Bediüzzaman tarikatın “dünyayı terk etme” mesleğini de tadil eder. “Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terki terk” mesleği yerine “Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak ve şevk-i mutlak” prensiplerinin daha güzel ve Kur’ân’ın mesleğine daha uygun olduğunu izah eder.19

Bediüzzaman’a göre insan yalnız kalpten ibaret değildir. “İnsanın akıl, ruh, sır, nefis gibi vazifedar letâifi ve hassâları vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendine mahsus ayrı ayrı tarîk-i ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile Sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir sûrette; kalp bir kumandan gibi letâif askerleri ile kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa kalp kendini kurtarmak için askerlerini bırakıp tek başıyla gitmek, medâr-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır.”20

Bediüzzaman yine “dünyayı terk etme mesleği yerine”, dünyayı anlama ve dünyanın ahirete bakan ve esmâ-i İlâhiyeye âyine olan yüzüne önem vermeyi tavsiye eder. Dünyayı üçe ayırır. Dünyanın günahlara dönük olmayan, ahirete bakan ve esma-i İlâhiyeye mukabil olan yüzünü sevmek, noksaniyet sebebi değil, belki kemâl vesilesidir. Bu iki yüzde ne kadar ileriye gidilse o derece ibadet ve marifetullahta ileri gidilir. Sahabeler de dünyanın bu iki yüzüne bakmışlar, dünyayı ahiretin tarlası görüp ekip biçmişler. Mevcudâtı esmâ-i İlâhiyenin aynası görüp, müştâkâne temaşa edip bakmışlar.21

Bediüzzaman’a göre, sahabe mesleği; imana ve Kur’ân’a hizmet ve dünyanın ‘ahiretin tarlası ve Allah’ın isimlerine ayna olan’ iki yüzüne bakarak mârifetullahta ve ibadette terakkî ve tekâmül etmek, her şeye Allah hesabına bakarak Allah rızasına vesile kılmaktır.

Bediüzzaman ve Mevlânâ

Bediüzzaman “Mevlânâ benim zamanımda gelseydi Risâle-i Nur’u; ben onun zamanında gelseydim Mesnevî’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı; şimdi ise Risâle-i Nur tarzındadır” demiştir.

Bediüzzaman, Mevlânâ’dan 671 yıl sonra doğmuştur. Bu ise yaklaşık 700 sene demektir. Bediüzzaman ve Mevlânâ bulundukları asırların mücedditleri, maneviyat ve ruh doktorlarıdır.

Mevlânâ, o zamanın deccalı Cengiz’in tahribâtını tamir etme misyonunu yüklenmiştir.22 Bediüzzaman ise Ahirzaman Deccal ve Süfyan’ın tahribâtını tamir görevini üslenmiştir.

Mevlânâ, tahribat Fars dili ile yapıldığı için ve hastalık Uzakdoğu ülkelerinden geldiği için eserini Farsça yazmıştır. Bediüzzaman, tahribat Türkçe ile yapıldığı ve Türkler içinde çıktığı için eserini Türkçe yazmıştır.

—Devam edecek—

Dipnotlar:

14- Mektubat, (2001-İstanbul) s.29

15- Mektubat, 30

16- Sözler, 435-436

17- Müslim, İman, 232; Tirmizi, İman, 13

18- Mektubat, 34-35

19- Mektubat, 24–25

20- Sözler, 456

21- Sözler, 456

22- Peygamberimiz (asm) “Uzun zaman Abbasi hilâfeti devam edecek, sonra o saltanat deccal eline geçecek” (Kenzu’l-Ummal, 14:271; Şuâlar, 348) buyurmuşlardır. Abbasileri yıkan ise Cengiz’in ordularının başında olan Hülagu olduğu tarihen sabittir. Demek ki Cengiz deccallardan birisidir.

06.07.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Azrail'i karşılamak



Vefat anları yaklaştığında Hz. Selman hanımına, “Şu kapıları aç, misafirlerim gelecek” dedikten sonra misk getirmesini, etrafa yaymasını, çünkü misafirlerinin bundan hoşlanacağını söylemişti.

Kimdi bu misafirleri Hz. Selman’ın? “Ziyaretime gelecek olan bu misafirlerim yemek yemezler, ama güzel kokuyu severler”1 dediğinde bu misafirlerin melekler olduğu anlaşılıyordu ve gerçekten az sonra Hz. Selman emanetini, gelen misafirlerine takdim etmişti.

Hz. Ali, “Nasıl bakarsan öyle görürsün” der. Hz. Selman da teslimiyet ve sadakat dolu kalbi, her şeyi güzel ve sevimli gösteren iman gözlüğüyle olaylara bakmış, dünyanın en korkunç olayı olarak görülen ölümü ve bu olayı gerçekleştirecek Azrail ve yardımcılarını böyle karşılamıştı.

Misafirleri de bir karıncayı dahi incitmeyen bu sevgi şefkat insanı seçkin kişinin ruhunu incitmeden almışlardı.

Oysa Hz. Azrail, en güçlü ve korkusuz bir insanı bile dehşete atar. İnanmayanlar ve isyankârlar onu görmeye dayanamaz, korku ve dehşete kapılırlar. Çünkü ölüm meleği mü’minlere, korkmayacakları ve hoşlanacakları bir simayla gelirken, kâfir ve münafıkların karşısına ise, korkunç ve dehşetli bir yüzle çıkar.

Hz. İbrahim (a.s.) birgün Hz. Azrail’e (a.s.) “Günahkâr bir kimsenin ruhunu alırken girdiğin sûreti bana gösterebilir misin?” diye sormuş. Azrail de (a.s.) “Buna gücün yetmez” cevabını vermiş. İbrahim (a.s.), “Güç yetiririm” deyince ölüm meleği “Yüzünü başka tarafa çevir” demiş. İbrahim (a.s.) yüzünü çevirip tekrar kendisine döndüğünde, bakmış ki, karşısında katran gibi simsiyah, saçları diken diken, kötü kokulu, kara elbiseli, ağzından ve burun deliklerinden alev ve dumanlar fışkıran bir adam yok mu! Bu korkunç manzaraya dayanamayan İbrahim (a.s.) düşüp bayılmış. Kendine geldiğinde ise Azrail’i (a.s.) tekrar eski sûretine dönmüş olarak bulmuş ve ‘Ey ölüm meleği, eğer günahkâr insan, ölüm ânında senin sûret ve manzaranı görmekten başka hiçbir şeyle karşılaşmazsa bile bu ona yeter.’”

Bir defa da şu dilekte bulunmuş:

“Şimdi de bana mü’minlerin ruhunu alırken nasıl bir sûrette bulunduğunu göster.”

Bunun üzerine Azrail yeniden, “Yüzünü çevir” demiş. Hz. İbrahim yüzünü çevirir çevirmez karşısında güzel yüzlü, burcu burcu güzel kokular saçan, kar gibi beyaz elbiseli bir genç görmüş ve “Ey ölüm meleği! Eğer mü’min, ölüm ânında hiçbir nimet ve saadet görmese, senin bu yüzün ve görüntün ona nimet olarak kâfî gelir” demiş.2

Kısaca mü’min olarak yaşamak güzel, ölmek güzel.

Dipnotlar:

1- Hulyetü’l-Evliyâ, 1:206-207.

2- İhya, 4:829-830.

06.07.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bediüzzaman ve propaganda



Parti ve grupların veya seçilmek isteyenlerin programlarını açıklamaları, tanıtmaları, yapacakları hizmetleri anlatmaları ve tatbik edecekleri politikaları halka sunma faaliyetlerine propaganda denir. Propaganda da uyulması gereken ana prensipleri Bediüzzaman şöyle belirler:

1- “Gerçeklerin olduğu gibi anlatılması, söz kalabalığına gidilmemesi”1, “Doğruluğun siyaset hayatında öldürülmemesi”2, “Hissiyatın değil, fikrin esas alınması.”3

Aksi halde propagandaya, zâlim cerbezenin gayr-i meşrû çocuğu4 ve şeytanın işlettiği fiîl nazarıyla bakar.

2-Üzerinde durduğu ikinci önemli nokta, gaddar siyaset ve zâlim propagandanın, aralarında hadsiz bir mesafe bulunan yalan ve sıdkı (doğruluğu/dürüstlüğü) birbirine karıştırmasıdır.5 Bugünkü siyasette câri olan propaganda, yalana fazla revaç veriyor ve yalancılığı doğruluğa tercih ettiriyor.6

3- Partiler başkalarını kötüleyerek kendilerine kuvvet vermeye çalışmamalıdır.7 Herkes, fikirlerini, programının güzelliklerini kamuoyunun dikkatine müsbet propaganda ile sunmalı. Başkalarının yanlış ve eksiklikleri üzerinden siyaset yapmak zaten bir zaaf belirtisi değil mi?

4- Yalandan ve zalim propagandadan uzak kalmalıdır.8 Aksi halde hem kendisine, hem de topluma olan “güveni” yitirir. Bu da, hizmet etmesini engeller.

5- Mü’min bir siyasetçinin veya propagandistin taşıması gereken önemli vasıflardan birisi de, Kur’ân’ın elmas gibi hakikatlarını, siyaset propagandasıyla cam parçaları kıymetine9 indirmemesidir. Siyasetçiler de, vatandaşlar da “terbiyesi bozulan bugünkü gaddar siyasetin zâlim propagandasına” kapılabilirler. Şu kesinlikle bilinmeli:

Hiçbir bozguncu, “Ben müfsidim” demez, daima sûret-i haktan görünür yâhut bâtılı hak sûretinde gösterir. Öyle ise, söylenenlerin, mihenge vurulmadan alınmaması gerekir. Çünkü, çok silik söz, ticarette geziyor... Söylenen her sözün kalbe girmesine yol verilmemelidir.10

Propaganda, bir takım güçlerin, ferd veya kitlenin psikolojisi üzerinde karanlık maksatlarla, bâzı menfaatler elde etmek için yaptığı çalışmalar şeklini almıştır. Devletler tarafından bir silâh olarak kullanılmaktadır.

Dipnotlar: 1. Sünûhat, s. 17.; 2. Tarihçe-i Hayatı, s. 79.; 3. Muhâkemât, s. 77.; 4. Tulûat, İçtimâî Reçeteler-1: s. 20.; 5. Hutbe-i Şâmiye, s. 51.; 6. Sözler, s. 446-452.; 7. Hutbe-i Şâmiye, 104.; 8. Hutbe-i Şâmiye, s. 78.; 9. Mektûbât, s. 53.; 10. Münâzârât, s. 49.

06.07.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Halil USLU

Trabzon'dan Çukurova'ya



Türkiye, seyrine doyum olmayan, temâşâsından bıkılmayan müstesna bir vatan parçası. Karadeniz de ayrı bir ihtişam. Buranın bir yeşil incisi aziz Trabzon’un Ticaret Odası’nda verdiğimiz “Bir değer olarak Hoşgörü ve Demokrasi” konferansından sonra, Araklı DP İlçe Başkanı Ekrem Reis’in kızının Karadeniz’in eteğindeki açık hava düğününde herkese hitaben “Aile hayatı” üzerine yaptığımız konuşma akabinde Trabzon’un ve hatta Türkiye’nin ayrı bir güzel yaylası olan “Uzungöl” pansiyonlarındaki Trabzon lise ve üniversite talebelerinin okuma programlarına katıldım. Trabzonlu can dostlarımız her cihetle fevkalâde bir hizmetin ve çalışmanın içindeler. İnşaallah her cihetle meyvelerini alacaklardır. Uzun göl üzerine ayrı bir makale yazacağım, yazda kışı yaşıyorsun böyle bir yer.

Çok yoğun geçen 6 günlük programdan sonra, Ankara-Konya üzerinden Çukurova’ya intikal ettim. İlk durak yerimiz Adana. Uzungöl yaylasından Adana’ya intibak kolay olmadı, iklim ve boğucu sıcak etkiledi. Fakat arkadaşlarınızın yakın ilgisi sizi alıp ayrı bir âleme götürüyor ve intibak kolaylaşıyor. Geçtiğimiz haftanın Cuma gününü Adana 'Zübeyir Gündüzalp Merkezi'nde, Yeni Asya Yönetim Kurulu Üyesi Ali Kanıbir’in “19. Söz ve Hz. Peygamber” hitabından sonra “Oku-Okuma seyri” üzerine bir sohbetimiz oldu. Adana’nın müthiş sıcağına rağmen ilgi ve iştirak fevkalâde idi.

Ertesi günü uzun zamandan beri davetli olduğum ve kendilerine söz verdiğim, Antakya’ya intikal ettik. Akşam, başta Ali Bey olmak üzere kendilerine Hz. Peygamberden ve Hz. Bediüzzaman’dan, okumanın öneminden ve genç neslin yetiştirilmesinden, Risâle-i Nur’dan örneklerle bahsettik. Antakya Amik Ovasının çekici hava koridoru içinde fevkalâde bir esinti var. Antakya, Osmanlı’nın küçük bir numunesi, her din her mezhep var. Kiliseden camiye kadar. Habib-i Neccar’dan ulu sultanlara kadar...

Antakya’da eğitimci Hasan Beyin oğlunun sünnet düğününe konuşmacı olarak dâvetli idik. Kardeşim, Selçuk Üniversitesi’nde okurken 4 yıl veliliğini yaptığım küçük kardeşim gibi, ailece hemhâl olduğumuz ve emek verdiğim bir vefalı cengâver... Salonu tutuyor, oradan beni arıyor “Salonu tuttum ağabey, gelip konuşmayacak mısın?” diyor. Bu itibarla bu kibar dâvete icabet edip, çevreden gelenlerle de dolan “Damla düğün salonunda” misafirlere “Sünnet ve Aile Hayatı üzerine” hitabede bulunduk.

Özetinde dedik ki: “Hz. Peygamber (asm) sünnetli doğuyor. İlk sünnet olan peygamber, Hz. İbrahim (as). Hz. Peygamber (asm) ‘Beş şey fıtrattandır. Birisi sünnettir’ buyurmuş ve daima söylediğinin arkasında yine durmuş ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i 7. günlerinde sünnet ettirmiş. Aradan 14 asır geçmiş. Kanada’nın Toronto şehrinde Dünya Sağlık Örgütü’nün tertiplediği ‘AIDS’ vebasından nasıl kurtuluruz” toplantısında, eski ABD Devlet Bşk. Bill Clinton damgasını vurur: ‘AIDS’ten kurtulmak için artık Hz. Muhammedin (asm) sünnetine yeşil ışık yakmalıyız.’ Bugün dünyanın yüzde 34’ü sünnetli..”

Kur’ân ve ilâhilerle dolu olan bu örnek sünnet düğününden sonra, can dostlarıyla birlikte, tarihî Ulu Camii’nde DP Antakya Milletvekili adayı Nureddin Tokdemir ve çalışma arkadaşlarıyla birlikte olduk. Nureddin Bey, benim kadim ve can dostum. Onun TBMM’ye girmesi TBMM’ye renk katar ve ışık saçar. Kendileri çok ümitli. “Şu anda 7 milletvekilliğinin 3’ü garanti, 4’ü zorluyoruz, halkın DP’ye teveccühü çok” diyor. Ben de kendilerine hediye olarak Yavuz Sultan Selim Hanın sözlerini özel defterine yazdım.

“Allah murad ederse kişinin işini, muhallebi yerken kırar dişini

Allah murad ederse kişinin işini, mermer taşa geçirir dişini.” Yani şevkle devam...

Karadeniz’den Çukurova’ya kadar emeği geçen, bu sıcaklara rağmen bizi yalnız bırakmayan ağabeylerimize, genç kardeşlerime, eğitimcilere, düğün sahiplerine, Çağlar, Çaksen, Okutan, Bükel, Tokdemir, Kanıbir, Aba, Şahintürk, Er ve emsâli ailelere gönüller dolusu, selâm ve tebriklerimi sunuyorum. Kırşehir’de görüşmek ümidiyle.

06.07.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kara Eylül'den Lal Mescid'e



Pakistan’da ilginç ve o kadar da korkunç gelişmeler yaşanıyor. Müşerref ordunun gücünü arkasına alarak ve siyasi mühendislikle birlikte halka rağmen bir kez daha cumhurbaşkanı olmak istiyor. Bunun için bütün imkânları zorluyor. Ama siyasetçiler kendisinden yüz çevirmiş durumda. Cumhurbaşkanlığını bir dönem daha garantilemek için siyaseti yeniden dizayn etmek istiyor. Bunun için de parlamento seçimlerini erkene alarak buradan elde edeceği yeni rüzgarla yıl sonundan önce yeniden seçilmek istiyor. Şansı yaver giderse. Bunun için Müşahid Hüseyin ve Benazır Butto ile pazarlıklarını sürdürüyor.

8-9 yıl zarfında aslında maskesi düştü ve tamamen oportunist ve sevimsiz kimliği ortaya çıktı. Amerikalıların da gözünden düşmüş oldu. Amerikalılar Pakistan’ın Çin’le artan ilişkilerinden rahatsız oluyorlar. Artık Müşererf’e ihtiyaçları da kalmadı. Bu ihtiyacı canlandırmak için Müşerref’in yeni bir kart bulması lazım. Bu da irtica kartı. Ya da Pakistan şartlarında ülkenin Talibanlaşma eğilimi. Müşerref de durumdan vazife çıkartacak. Semiü’l Hakk’a göre tek derdi Amerika’ya şirin gözükmek (the government is doing all this for the appeasement of the United States, Washington Post, 5/7/2007). Bundan dolayı Müşerref çılgınca kararlar alabiliyor. Bunlardan birisi de Lal Mescid’in kuşatılması ve içindekilerle birlikte ablukaya alınması kararıydı. Burası aslında bir külliye. Hafs Camiası veya külliyesi olarak da biliniyor ve ağırlıklı olarak kızlar eğitim görüyor.

Müşerref buranın imamı Mevlana Abdulaziz’i görevden almıştı ama hem imam ve hem de cemaat bu karara direniyordu. Lal Mescid son sıralarda dünya gündeminin ön sarılarında yer almaya başladı. Abdulaziz ve Abdurreşid Gazi, kardeşler ateşli konuşmalarıyla, cemaaat da eylemleriyle gündeme geldi. Müzik, içki ve zinaya karşı fiili olarak harekete geçen cemaat zaman zaman randevu evlerini basıyor ve içindekileri rehin alıyor ve keza müzik araç gereçleri satan dükkânları basıyor ve muhteviyatını itlaf ediyordu. Bu eylemlere karşı Müşerref halkı yanına çekebilmek için Harem-i Şerif İmamı Südeys’i Pakistan’a getirmiş ve ondan Lal Mescid tarzına karşı fetvalar almıştı. Südeys ferdi (gelişigüzel) ve güce dayalı emr-i bil’l maruf anlayışını reddediyordu.

***

Sonunda Müşerref camiye ve içindekilere bir muhtıra verdi ve Lal Mescidi boşaltmalarını aksi taktirde camiye baskın yapılacağı ihtarında bulundu. Pakistan yönetimine göre iki kötü ihtimalle karşı karşıya bulunuyorlardı. Ya Lal Mescid kendi haline bırakılacak ve ülke talibanlaşacak ya da cemaatın emre ve muhtıraya boyun eğmemesi halinde içeride bir katilam yaşanacaktı. İşte ordunun tanıdığı süre dolduğunda kızlar, çocuklar ve bazı erkekler Lal Mescid külliyesini boşaltmaya başladılar.

İşte ne olduysa o sırada oldu. Burkalı kadınlar Lal Mescid-i terkederken polis içlerinden birisini durduruyor ve arama tarama sonuunda bunun Mevlana Abdulaziz olduğu ortaya çıkıyordu. Yani burka ile kaçarken kendini ele veriyor. Bu bizlere Kara Eylül saldırıları kırasında kadın kıyafeti giyerek kaçan Arafat’ı hatırlatıyor. Ama Arafat başarırken Abdulaziz yakalanıyor. Bu işin bir yanı. Öbür yanında da Müşerref’in acımasızlığı ve yine bir yönüyle siyaseti dine alet ederek iktidar hesapları yatıyor. Bu anlamda Pakistan ordusu ile Hindistan ordusu arasında fark da ortadan kalkmış oluyor. Bilindiği gibi Hindistan ordusu da Sihlerin kutsal şehri Amritsar’da Altın Mabed’i basmış ve oradaki bazı Sih liderlerini öldürmüştü. Ama bu tutum veya baskın hem İndra Gandi hem de Rajiv Gandi hayatlarına mal oldu. Yine işgal altındaki Keşmir’de Lal Mescid’e benzeyen Hazretbal Türbesi ve külliyesini de basmış ve Müslümanları katletmişti. Şimdi aynısını Müşerref maalesef İslâm adına kurulmuş Pakistan’ın başkenti İslamabad’da icra ediyor. Elbette bu Mevlana Abdulaziz’i onayladığımız anlamına gelmez. Zaten Bin Ladin’e ve tarzına olan ilgi, alaka ve sempatilerini gizleme gereği duymuyorlar. Bununla birlikte, onları Batı’da Amerikan siyasetine hatta dünya siyasetine yön veren evanjeliklerle karşılaştırabiliriz. Reagan’ı seçtiren Jerry Falwell gibilerin Abdulaziz ve Abdurreşid Gazi kardeşlerden veya babaları Lal Mescid eski hatibi Mevlana Abdullah’dan ne farkı var? Reagan ve diğerleri Falwell’den hoşlanıyor idiyse nizam-ı Mustafa taraftarı olan Ziya ul Hak da Mevlana Abdullah’dan hoşlanıyordu. Ama Amerikan talibanlarına (evanjelikler) muamele farklı Pakistan talibanlarına muamele daha farklı. İşte bu olmuyor!

***

Abdurreşid Gazi babasıyla birlikte 1998’de Üsame Bin Ladin’i ziyret ettiklerini söylüyor. Ruşen Çakır’ın ifadelerine göre Gazi’nin Müşerref hakkındaki görüşleri şöyle: “Müşerref bir diktatör, Bush ile Blair’in ajanı. Bizi bitiremez. Müşererf Atatürk olmak istiyor. Ama Atatürk Atatürk, Müşeref de Müşerref’tir...” Yani onu Karzai ve Allavi gibi liderlerle eşit statüde görüyor. Maalesef Müşerref de neticede iktidarı için zimmetini satan liderlerden birisidir. Müşerref iktidar hırsına ülkesini bile yakabilir. Fakat her halukârda onun için yolun sonu görünüyor.

06.07.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ağır vebal



Mâlûm, ilk olarak Meclis Başkanının eşiyle beraber Cumhurbaşkanını uğurlamak ve resepsiyon tertiplemek istemesiyle patlak veren kriz, yasakçı cephenin kamusal yasak alan sınırlarını genişletmesiyle sonuçlanmıştı.

Ama resmî törenlerde türbanla boy gösterme merakı ve sebep olduğu rahatsız edici olaylar başka yerlerde de görüldü ve yaşandı.

Meselâ Adana’da Belediye Başkanı 23 Nisan törenlerine gelen türbanlıları uyararak protokol alanından çıkardı. Ve benzer görüntüler 19 Mayıs’ta başka yerlerde tekrarlandı.

En hazin olay ise yine 23 Nisan’da Denizli’de gerçekleşti ve AKP’li başkanın eşi sırf protokol hatırına başını açarak törene katıldı.

Peki, başörtülülerin illâ protokole katılma gibi bir mecburiyetleri mi var ki, insanın içini burkan böyle tuhaf görüntülere meydan veriliyor? Başını açma pahasına protokolde görünmek ya da itilip kakılıp dışlanmak, yasak mağduru başörtülülerin ıztırap ve sıkıntısını daha da arttırmaktan başka ne işe yarıyor?

Gelelim “gençliğin Ata’ya cevabı”nı imam hatiplilere okutma meselesine. Bu “parlak” fikrin sahibi olan “sivri zekâlı”yı kutlamak lâzım! Böylece Atatürk’e sığınmanın dahi bazı komutanların nezdinde imam hatiplileri ibra ettirmek için yetmediği ortaya çıkmış oldu!

Tıpkı Zübeyde ve Lâtife Hanımların fotoğraflarını taşıyarak verilen başörtüsü mücadelesinin yasağı kaldırmaya yaramadığı gibi...

Ve “Atatürk yaşasaydı bizim partide olurdu” diyen Erbakan’ın partisini kapatılmaktan, kendisini yasaktan kurtaramadığı gibi...

Bütün bunları ifade ederken Atatürkçülük adına sergilenen baskıcı, dayatmacı ve bağnaz anlayışa kesinlikle en küçük bir haklılık payı veriyor değiliz. Ancak bu kafaya yaranmak isterken kendisini küçük düşürmekten başka bir netice elde edemeyenlerin gittiği yolun yanlışlığını tekrar vurgulamak istiyoruz. (21.5.04)

***

“İslâmcı sosyete” kavramıyla ANAP döneminde tanışan Türkiye, AKP iktidarında “İslâmcı burjuvazi”yi konuşmaya hazırlanıyor.

AKP’lilerin defile merakı, tesettür adı altında bir “teşhir” furyasını başlatıyor. Örtülü hanımlarca düzenlenen, medyaya açık “ev içi kıyafetler” defilesinin başka bir izahı var mı?

Gidişat, dolu dizgin bir yozlaşma ve dejenerasyon sürecinin alarm sinyallerini vermekte.

Tesettür defileleri, başlangıçta, tesettüre karşı var olan önyargıları kırıp tepkileri yumuşatmak ve müstehcen giyimlere karşı örtülü kıyafetleri de cazip bir alternatif haline getirmek için başvurulan bir “tebliğ” yolu olarak görülüyordu. Ama gelinen noktada iş çığırından çıktı. Bunda da başrolü maalesef AKP’liler üstleniyor.

Sonuçta, başörtüsü yasağının kaldırılması için şu ana kadar—nisbeten anlaşılabilir sebeplerle—herhangi bir adım atamamış olan AKP, başörtüsünü eğlence ortamlarına ve defilelere taşıyarak sonu belirsiz bir yozlaşma ve dejenerasyon sürecini başlatıyor.

Bunun, milletin verdiği 365 sandalyelik Meclis gücüne rağmen yasak karşısında sergilenen acziyetten ayrı bir vebal ve sorumluluğu olsa gerek. (10.6.03)

06.07.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Sivil anayasa, çok mu zor?



Hemen her seçim döneminde olduğu gibi, bu seçim döneminde de, ihtilâl anayasasından kurtulmamız gerektiği hatırlatılıyor. 1980 ihtilâlinin ‘hediyesi’ olan 1982 Anayasasının, Türkiye’nin şartlarına uygun bir anayasa olmadığı ortada.

1982 Anayasasından kurtulmak gerektiği hususunda sivil toplum kuruluşları arasında bir mutabakat sağlanmış görünüyor. Farklı dünya görüşlerine mensup kişi ve kuruluşlar, bu taleplerini ilân ediyor. Meselâ; İnsan Hakları Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, MAZLUMDER, Helsinki Yurttaşlar Derneği ve Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi temsilcileri yeni parlamentodan; yeni, sivil, insan haklarına dayanan bir anayasa beklediklerini açıklamışlar. (Yeni Asya, 5 Temmuz 2007)

Dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta, ‘sivillerin hazırladığı bir anayasa’ değil, hazırlanacak anayasanın; anlayış bakımından ‘sivil’ olmasıdır. Çünkü, gerçekte ‘sivil’ olduğu halde, anlayış ve yaklaşım olarak ‘üniformalı’dan daha fazla ‘ihtilâlci’ olan ‘uzman’lar da vardır.

Çeyrek asırdır tartışılan konuların başında 1982 İhtilâlinin hazırlayıp millete dayattığı anayasa vardır. Bildik bileli bu konu tartışılır ve hemen her siyasî parti bu anayasanın değişmesi gerektiğini söyler. Mevcut anayasa, tâ başlangıcından beri problemlidir. Mevcut anayasanın en büyük kabahati, millete ‘zorla’ ve aldatmayla kabul ettirilmiş olmasıdır. Anayasanın halkoyuna sunulduğu şartları biliyoruz. İhtilâl lideri, bütün Türkiye’yi meydan meydan gezerek anayasaya ‘hayır’ demenin ‘millet düşmanlığı’ ile eş olduğu anlamında konuşmalar yapmıştır. Kampanya süresinde, ‘hayır’ demek suç, ‘evet’ demek serbestti. Öyle ki, oylamada kullanılan ‘hayır’ anlamındaki oy kâğıdının renginden bahsetmek bile suç kabul edilmiş, bu yönde yayın yapan gazetelere kapatılma cezası verilmiştir. Hele hele siyasetçilerin, halkoyuna sunulan anayasa aleyhinde konuşması suçtan da öte ‘hainlik’ kabul edilmiştir.

Bütün bunlara ilâve olarak, anayasanın ne getirip ne götüreceği kamuoyunda tartışılamamıştır. İhtilâl lideri, milletin kulağına hoş gelecek sözlerle anayasayı savunmuş, milletin ve demokrasinin aleyhindeki maddeler ise ustalıkla gizlenmiştir. Meselâ, mevcut anayasanın ‘din dersi’nin mecburî hale getirilmesi ‘güzel bir örnek’ olarak sunulmuş ve halk bu yolla aldatılmaya çalışılmıştır. Bizzat ihtilâlin lideri, düzenlenen mitinglerde bu konuya değinmiş ve “Biz dindarız, bizim babamız da hacıydı” anlamında nutuklar atmıştır.

Tabiî ki konu etraflıca tartışılmayınca, hazırlanan anayasasın ‘iyi’ olduğu kabul edilmiş ve referandumda yüzde 90’ın üzerinde bir destekle geçer not almıştır. Ancak bu not, kesinlikle hür bir seçim sonrası değil, aldatma ve yanıltma sonrası gelen bir nottur. Milletin; bir an önce ihtilâlcilerden kurtulmak istemesi de bu neticenin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Olan olmuş ve bu güne gelinmiştir. Yapılacak şey basittir: 1982 Anayasasını aratmayacak sivil bir anayasa şarttır. Her konuda mutabakat sağlamak kolay değil, ancak asgarî müştereklerde, belli başlı konularda ‘ortak nokta’da buluşup yeni bir anayasa hazırlanmalıdır ve hazırlanabilir. Bunu yapmak çok kolay olmasa da imkânsız da değildir.

Aradan çeyrek asır geçtikten sonra hâlâ ihtilâl anayasası ile yönetiliyor olmak, Türkiye için hüzün vericidir...

06.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004