Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

22 Temmuz’un dersi



Ender arıyor…!

Şu bizim Pazar gençleri bir âlem. Üniversite okuyanlar da var, lise okuyanlar da. Yaşları 15’ten başlıyor, 18, 19 yaşlarında gençler. Onların nasıl bir dünyaya sahip olabileceklerini, neler düşünebileceklerini, gündemlerinin nelerden oluşabileceğini az çok tahmin edersiniz. Ya, o yaşlardan geçmişsinizdir, ya da o yaşlardan geçen gençlerin içerisindesinizdir. Hakikaten oldukça yakın ilgilerin, yakın arkadaşlıkların çok önem arz ettiği bir hayat dönemi.

Sordukları sorular çok öyle düşünülmüş ve bilinen ve cevabı hazır cinsten değil. Onun için onlar beni öncelikle sorularıyla şaşırtmışlardır. Sonra da güven oluştuktan sonraki davranışlarındaki değişimle.

15-20 kişiyi bulan gençlerimizle yaklaşık 5-6 yıldır Pazar akşamları sohbetler yapmaktayız. Evimiz sayıyı kaldıramadığı için, artık epeyce bir zamandır sohbetleri vakıf bünyesinde yapar olduk.

Zaten artık bir kısmı genç olmaktan çıktı. İşlerine başladılar, evlendiler ve çoluk çocuğa karıştılar. Burada hemen sayın Cıncık kardeşleri örnek verebiliriz.

Artık yeni gençlerle ilgilenme noktasında yalnız değiliz. Grupta yetişen öğretmenlerimizle birlikte hizmetlerimizi sürdürüyoruz.

Grubun organizatörü Ender ve spor ve kültür işlerinden sorumlu Burak, inşallah yıllar sonra geriye dönüp baktıklarında ‘çok şükür’ diyecekleri gayretler sergiliyorlar.

Özellikle, sohbetimizin ardından yaptığımız, halı saha maçları unutulmayacak cinsten.

Tabiî halı saha müsabakaları konusunda, bu hisleri en iyi anlayan da Hasan Berk. Hasan Berk için Pazar akşamı demek, halı saha maçı demektir. Ve tabiî risâle sohbetlerinden sonra… Gerçi daha maçlar konusunda çok fırın ekmek yemesi gerekiyor, ama olsun onun takımda olması bile çok büyük bir katkı anlamına geliyor.

Grubu tatil etmemize ve sohbetleri yaz sezonu olarak kaldırmamıza rağmen, bir vesileyle şehre dönen Ender, baktık seçim akşamı telefonda…

Bilirim ki Ender arıyorsa, mutlaka bir değişik uygulaması vardır da ondan arıyordur.

Bir âlem bu gençler!

Ender’in telefon konusuna geçmeden, epeyce oldu, bir Fenerbahçe ve Galatasaray derbisinde baktım Ender arıyor. Ben dedim herhalde sohbete gelemeyecekler, onu haber verecektir. ‘N’oldu Ender’ dediğimde, ‘Abi bu akşama özel beş yeni arkadaş ayarladım ve sohbete geliyoruz.’ Şaşırmadım değil. Derbi maç var ve o saatte gençler derse geliyorlar...

Bizim liseli Mustafa da, o akşamki dersin adını, ‘derbi ders’ koymuştu. Zaten dersimizin de adı, maslahata binaen ‘çantalı sohbetler’ idi. Yanlış anlamayın, bir arkadaşın annesi akşam akşam nereye gidiyorsun diye merak ediyormuş da, o da maça gidiyorum diyerek sohbetimize geliyordu. Biz de arkadaşın beyanı ‘hilaf’ olmasın diye, bu ismi verdik.

Saat 8-9.30 arasında sohbetimiz oluyor ve arada da bir güzel -zaman zaman da olsa- tatlılar, çiğ köfteler gibi ikramlar oluyordu. Sonrasında da abone olduğumuz halı sahanın yolunu tutuyorduk.

Takımlar arası dersler! Hatta bazı haftalarda, karşı takımı sohbete çağırıyor, sohbet edip, ikramlarımızı sunduktan sonra maça gidiyorduk. Dolayısıyla onlarca, hiç risâle sohbetlerine katılmamış ve belki de katılması da mümkün olmayan gençler, bu sohbetlerde Bediüzzaman’ı ve Risâle-i Nurları tanıdılar.

22 Temmuz seçim dersi…

Yani insan isterse her bir şey, sohbet etmek için vesile olabiliyor. Dedim ya Ender arıyor… “Abi Pazar akşamı bir araya gelmemiz gerekiyor. Çünkü şu an dört beş yeni tanıştığımız arkadaş var, onlarla bir sohbet yapalım. Ne dersiniz?”

Bu Ender ve Burak bir teklifte bulunuyorlarsa bir bildikleri vardır dedim ve hemen öğretmen kardeşleri de dâvet ederek, sohbete kendimizi hazırladık.

Sağolsunlar eşler de böyle sohbet gecelerini fırsat bilerek, hemen pastalar, börekler çörekler hazırladılar. Ve biz 2007 seçim sandıkları açılmaya başlarken, sohbet yolunu tuttuk.

İçimden ‘şükür’ demeden edemedim. Şu an dedim, -sanki seçim kurulu başkanıymışım gibi- hangi şehirden, ne kadar sandık geldi ve son oy durumu nedir hesabı içerisinde olabilirdim. Oysaki biz, Risâle-i Nur sohbetindeydik.

Hodbin ile Hudabin yolculuğu

İkinci sözde idik. Hani Hodbin adam ile Hudabin adamın yolculuğu var ya, o.

Hodbin adam, nazarına pek fena bir memlekete düşüyordu. İman bağı olmadığı için, her şeyi sadece dünyaya bakan yüzüyle değerlendiriyor ve her şeyin gidişine de engel olamadığı için de, her şeyi kendine düşman görüyordu. Oysaki Hudabin adam, her şeyi, her faaliyeti ve olan her olayı, içinde pek çok hikmetler taşıyan bir iş olarak görüyordu. Nazarında böyle gördüğü için, her şeyi kendine dost ve arkadaş olarak değerlendiriyordu. Biri cennetasa bir hayat, diğeri de cehennemi bir halet içerisinde yaşıyorlardı.

Hasılı dersin bize dersi şu idi ki, bu iki adamdan birisi bizi anlatıyordu. Oradaki Hodbin ya da Hudabin biz idik. Hatta bazen Hudabin olabilir iken, bazen de Hodbin olabiliyorduk. Hasılı an be an geçişler mümkündü. Kaybedişler ya da kazanmaklar kocaman değil, küçücük zaman dilimlerindeki tercihlerimizin sonucu olmakta idi.

Sayın Cıncık öğretmenin dersi de, hakikaten tam bir gündem dersi idi.

Bize düşen iş nedir?

Sanki hükümet yetkilileri seçimle ilgili bir meseleyi bana mı danışacaklar? Ya da seçimle ilgili olarak gazeteciler ne düşündüğümü mü merak edecekler? O zaman günleri, saatleri bu uğurda heder etmeye ne gerek var. Bu iş siyasetçilerin işi...

Ben de kendi kendime dedim ki, madem siyasetçiler, gazeteciler, ebedî hayatı ilgilendiren bir meseleyi bana sormuyorlar ve merak da etmiyorlar. O zaman ben neden onların merakaver meselelerine zaman ayırıp, benimle direkt ilgisi de olmayan bir konuya günlerimi saatlerimi vereyim. Dördüncü meseleyi tekraren okumalı.

Evet, seçime katıldık. Oyumuzu, mensubiyetimizin bir istişari gereğini dikkate alarak, kullandık. Ehh bundan sonrasının hesabını, kitabını yapacak kişi de ben değildim. Ben bana düşeni yaptım. Şahs-ı manevî insana gerçekten güven veriyor. Buna ‘sadakat’ insanı rahatlatıyor.

Yaz boyunca, Risâle-i Nur eselerini, tanıtma ve anlatma çalışmamız sürüyor. Ben şu an bundan sorumluyum. Şükür ki bu konuda yapacak işlerimiz var. Şükür ki, anlatacak bir davamız var. Şükür ki, muhteşem bir camia içerisindeyiz. Bu bir ikram-ı İlâhidir.

Lütfen gençlerle ilgilenelim

Gençlerimiz ne kadar dâvâmızda yanı başımızda iseler, o nispette rahat olabiliriz. Ama gençler size yakın duramıyorlarsa, size bir meseleyi soramıyorlarsa henüz iletişim köprünüz kurulmamış demektir. Oysaki bu mümkün. Yüz kapılı bir sarayın üç, dört kapısı kapalı diye saray kapalı değildir. Kendinizi verdiğiniz oran da sonuç da var.

Ne zaman insanların ekseriyetinin çok önemli gördükleri bir gündemle karşılaşsak, mutlaka o günlerde Ender’den telefon gelecek ve ‘Abi bu akşam sohbete arkadaşlar var’ diyecektir. Ne mutlu böyle gençlere! Gençler, Risale-i Nur ile meşguliyetin ruy-i zemindeki bütün muazzam mesailden daha önemli olduğunun farkındalar. Bu sonuç, harika bir şey.

Teşekkürler Ender… Gündemimizi değiştirdin. Gerçi ona da Levent hatırlatmış... ama olsun.

Eve döndüğümde, içimde, amacına uygun bir iş yapmış olmamın rahatlığı vardı.

28.07.2007

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Yollardan bir yol



Akreple yelkovan dönerken zamanın çemberinde, iki kapılı bir hânın uzun ince yolunda bitmez menziller. Evet yol uzundur, incedir; ama insanın alnında yazılı kaçınılmaz gerçektir. Yol birdir hep; nereye gideceği, hangi durakta son bulacağı belli; ama menziller farklı farklıdır. O menziller ki, yol demişiz her birine biz fâniler. Ve yürümüşüz; hep yürümüşüz… Yollara düşüp yol aramışız. Hatıralarımızı yerden kaldırıp kucaklayarak, bir yola atılmışız yeri geldiğinde… Yeri geldiğinde, bir yolunu bulup hâtıraları hiçe sayarak belirsiz ufuklara yol almışız.

Şüphesiz insanoğlu var oldukça ve zaman denen çember dönüp de insanı yürüttükçe, yol mefhumu olacaktır. Öyle ki, hayatımızın her karesinde yer alır bu tek heceli tılsımlı kelime. Neler olmaz ki… Gurbet olup hasret acısıyla bir kelime hâlinde tecelli eden yola türkü yakılır, şiir yazılır ve hatta resimler yapılır, ki yol ile düğümlü yazgımızın ortaya çıkmasıyla, hemen her şey bir şekilde yol bularak yol olmuştur artık hayatımızda.

Anlayacağınız, kimi zaman korkulu, kimi zaman eğlenceli, kimi zaman da belli belirsiz menzillere doğru uzanan yollarda yürüyen insan, temelde hayatını üzerinde kuracağı hakikatin peşinden giden bir çelebidir bu dünyada. Söz gelimi, Mevlânâ sema ederek, Yunus Emre dağlar ile taşlar ile çağırarak nasıl yürüdüyse sonsuzluğa uzanan yollarda, hemen hepimiz de bir şekilde sonsuzluğun bir güneş gibi parladığı ufkun yollarında yürüyoruz. Öyle bir döngü ki bu, ayrılıkla vuslatı içi içe yanımızda taşıyarak bizim için tayin edilmiş nihaî noktaya doğru yolculuk ediyoruz.

Şöyle dikkatli bir nazarla serencamımıza eğildiğimizde, hemen her yanımızı yol(culuk) denen mefhumun kuşattığını görürüz. Ve bilerek ya da bilmeyerek, biz yol alırken her dâim yürümekle mecbur olduğumuz yolda, attığımız her adım arzu edelim ya da etmeyelim, “İster yürü, ister bekle/İster çıkart, ister ekle/´Geç kaldım´ diye gam çekme/Her varış ecele doğru (A.Karakoç)” hakikatine yürürüz. O hâlde uzayan yollar çeşit çeşit anlamlara sürükler insanı. Öyle ki, hayatın sırrına erdirmek için uzanır ecel cellâdına kadar. Sonrası kabre doğru yolculuktur işte. Ve ötesi Berzah yolu ki, menzil-i maksut denen nihaî nokta da ya nar ya da nur yoludur.

Elbette hakikate varmada çeşit çeşit yol vardır. Ancak esas olan şu ki, insanı kendine götürmeli her yol. Meselâ Yunus Emre gelmeler ve gitmelerin bir türlü dinmediği ezelden ebede doğru yolculukta biçare Yunus iken, buğday alma amacıyla yola düştükten sonra önce Hacı Bektaş’a yolu düşmüş ve daha sonra Tapduk Emre’de yolunun düğümü çözülmüş, en sonunda Derviş Yunus oluvermiştir. Aynı şekilde, zamanın sayılı âlimlerinden ders aldığı hâlde bir türlü içindeki ilâhî neş’eyi bulamayan Mevlânâ Celâleddin Rumî’nin yolu Şems-i Tebrizî ile kesişmiş, Divan-ı Kebir’indeki şiirlerinde geçirdiği ateş yolculuğu misali, âdeta bir ateş çemberinden yolu geçtikten sonra Mesnevî’de yolunu bulup karar kılmıştır. Bunun yanında, Leyla’nın aşkından yolu çöllere düşen Kays, içindeki aşkı dembedem ilâhî mecraya çeviren yollardan geçtikten sonra, artık Mecnun olmuştur.

Bütün bu örnekler gösteriyor ki; hemen bütün hakikat yolcuları, alegorik(soyut) bir Mesnevî olan Hüsn-ü Aşk’ta olduğu gibi, yolculuğa çıkan “Aşk” misali her türlü zahmetli iç ve dış yolculuktan sonra “Hüsün(Güzellik-Hakikat)”le karşılaşıp da mahiyetlerini kavrayınca, esasında kendilerine doğru bir yolculuk yaptıklarını anlamışlardır. O hâlde her insanın da, maddî-manevî, düştüğü yol kendisini kâmil insan amacına ulaştırabilmeli…

28.07.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Misyon ölmez



Ülkemizde hürriyet ve demokrasi sürecini inkıtaa uğratan darbeler zincirinde önemli halkalardan birini oluşturan 31 Mart olayının, hürriyet mücadelesine verdiği zararları Bediüzzaman Münâzarât'ta şöyle özetliyor (s. 53):

“Garazkâr cerîdeler hakikî hürriyetin sadâsını susturdular. Meşrûtiyet pek az adamların üstüne münhasır kaldı. Fedakârları da dağıldılar.”

O zaman bir İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti mensubu olarak hürriyetçi Ahrar Fırkasını destekleyen Said Nursî’nin, araya giren savaş, esaret, millî mücadele, Osmanlıdan Türkiye Cumhuriyetine geçiş ve cumhuriyet adı altında kurulan tek parti diktatörlüğü yıllarından sonra, 1950’de başlayan çok partili demokrasi devrinde bu tavrını Nur talebelerinin demokratlara desteği şeklinde devam ettirdiğini biliyoruz.

Onun 31 Mart sonrası için çizdiği tablonun, 27 Mayıs’ı ve sonrasındaki diğer darbeleri takip eden dönemlerde defaatle tekrarlandığını da.

Gerçekten, darbe ve müdahale ortamlarında, “garazkâr medya”nın tarafgir, kafaları karıştıran ve maksatlı yayınları, her defasında “hakikî hürriyetin sadâsını susturdu.” Meşrutiyet, yani demokrasi fikri ve ideali “pek az adamların üstüne münhasır kaldı. Fedakârları da dağıldı.”

Darbeler silsilesinin günümüzde aldığı şekil ise, sürece yayılan sürekli bir müdahale ortamına dönüştü. 12 Eylül anayasası ile tesis edilen düzen, bunun kurumsal yapısını oluşturdu ve bu durum çeyrek asırdır hâlâ düzeltilemedi.

Hayatımızın en kritik ve duyarlı alanlarında yol açtığı tahripkâr sonuçlarla on yılı aşkın süredir devam eden 28 Şubat’ın dayanağı da 12 Eylül'ün kurduğu düzen.

Bu süreç, haliyle siyasetteki gelişmeleri, hattâ seçim sonuçlarını dahi etkiliyor. 1999, 2002 ve son olarak 2007 seçimlerinden çıkan neticeler iyi analiz edildiği takdirde, 28 Şubat’ın doğrudan veya dolaylı etkileri mutlaka görülecektir.

Son dönemlerde bu etkilere dış faktörler de ilâve oldu. Özellikle küresel sermayenin sandıktan çıkacak tabloyu şekillendirmeye yönelik manipülasyonlarının ne kadar etkili olduğunu, 22 Temmuz seçiminde açık bir şekilde gördük.

İşte bütün bu hengâmede en büyük zararı, her defasında sadâsı susturulan hakikî hürriyet ve pek az adamın üstüne münhasır kalan demokrasi gördü. Hürriyet ve demokrasi fedakârları sağa sola dağıldı. Kimi başka adreslere giderken, kalanlar da fazla bir varlık gösteremedi.

22 Temmuz tablosu bu açıdan da anlamlı.

Ancak bu durum, misyonun sadık ve fedakâr takipçilerini “Öldük, bittik, artık iflâh olmayız” kabilinden bir karamsarlığa asla götürmemeli.

Kökü bir asır önceki Ahrar hareketine dayanan; sonraki çalkantılı devirlerde, tek parti ve ihtilâl dönemlerinde varlığını bir nüve olarak hep koruyan; şartlar uygun hale geldiğinde her an gelişip serpilmeye müsait olduğunu şimdiye kadar defalarca ispatlayan bir misyon ölmez.

Bu bakımdan, Burhan Özfatura’nın “Partilerin politik hayatında inişler çıkışlar vardır. DP askerî darbelerde bile hayatiyetini hiçbir şekilde kaybetmedi. Allah’ın izniyle mücadeleden yılmak yok” değerlendirmesiyle ortaya koyduğu kararlı tavır, bilhassa şu günlerde çok önemli.

Bu tavır, dağılan fedakârları toparlayacak bir sinerjiyle birleştiği an misyon yine ayağa kalkar.

28.07.2007

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Rikaz



Bugün İslâm âleminde olan vahim olayların sebeplerini Müslümanlara soracak olursak “Başımıza gelen bu musibetlerin sorumlusu sömürgeci Batı ve onun kuklalarıdır” diye cevap verecek olanların sayısı oldukça yüksek olacaktır.

Oysa ki, zilletin sebeplerini daimî olarak sömürgeci ve diktatörlerin üzerine atmak, mesuliyetten kaçmak demektir.

Bir kavim, kendinde olan kötülükleri değiştirmediği sürece, başına musibetlerin geleceği mücerreptir. Kur’ân âyetinin de ikrar ettiği gibi, başımıza gelen musibetlerin sebebi kendi nefislerimizdir. İnsanları yoldan çıkarmak üzere ahd eden şeytan dahi, “La telumuni velumu enfüsekum-beni değil kendinizi kınayın” diyor.”

“Cennetin kapıları kılıçların altındadır” hadis-i şerifine kulak verip silâha sarılan, hatta bu silâhı din kardeşine, suçsuz insanlara çeviren ve kendilerine Fethü’l İslâm, Cündü’l İslâm gibi isimler verenler, Peygamber Efendimizin (asm) bir savaştan dönerken, “Biz şimdi küçük cihaddan, büyük cihada dönmüş bulunmaktayız” diye işaret ettiği İslâmın esas öğretisi olan nefis mücahedesini unutmuşlardır maalesef.

Nefisler terbiye edilmeden dine ve vatana hizmet edilemez. Aklı ilim ve irfanla nurlandırmadan, kalbi masivadan temizlemeden, güzel ahlâk elbisesi giymeden izzet ve şeref sahibi olunmaz.

İslâm dini kılınçtan çok doğruluk ve dürüstlük abidesi olan Müslüman tüccarlar vasıtasıyla yayılmıştır. “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” diye buyuran Efendimiz “Sizin imanca en güzeliniz, ahlâkça en güzel olanınızdır,” “Allah Teala’ya kullarının en sevgilisi, ahlâkça en güzel olanıdır” diye buyurup güzel ahlâkın İslâm dinindeki önemini beyan etmiştir.

İslâmı şekle bağlayıp hatalara düçar olanlar olduğu gibi, Efendimizin güzel ahlâk çağrısına candan kulak verip, ümmetin içine düştüğü acı hale bu yolla çare arayanlar da var hamd olsun. Bunlar, İslâmın yüce değerlerine dönülmediği sürece kurtuluşun gerçekleşmeyeceğine kanaat getirmişler ve bunun için hummalı bir çalışma başlatmışlardır.

Güzel ve müjdeli haberlerin yayılmasına inandığımdan, bu makalemde Kuveytli bir grup aydının başlatmış olduğu ‘Rikaz’ hareketini tanıtmak istiyorum. Belki benzeri bir hareket Türkiye de de başlatılır. Kim bilir?

Arapçada rikaz kelimesi yerin derinliklerinde gizli olan altın ve gümüş gibi değerli madenlere verilen isimdir. Ali Hüseyin el Acmi ve Dr. Muhammed Awadi başlatmış oldukları İslâm ahlâkını yayma hareketine ‘Rikaz’ adını verirken, insanın fıtratında bulunan, ancak çeşitli sebeplerle gün yüzüne çıkamayan güzel ahlâkı kıymetli madenlere benzetmiş olmalarından dolayıdır.

Bu aydınlara göre, kıymetli madenlerin ortaya çıkması için mahir madencilere ihtiyaç duyulduğu gibi, insan nefsinin derinliklerinde bulunan güzel ahlâkın ortaya çıkarılması için de eğitimcilere ve bunların itinalı çabalarına ihtiyaç vardır.

Üç yıl önce küçük bir katılımcıyla başlatılan Rikaz hareketi, bugün büyük alışveriş merkezlerinde, üniversite ve liselerde, hapishanelerde, hatta askeriyede binlerce kişinin katılımıyla yürütülmektedir. Siyasetten uzak manevî bir hareket olan Rikaz, devletin ve el-Vatan gibi büyük bir medya kuruluşunun bilfiil desteğini almaktadır.

Yenilikler çağında hitap usullerinin de yenilenmesine gerek duyan bu aydınlar, alışılagelmişin dışına çıkmışlardır. Vaazı cami dışına taşıyarak, özellikle gençlerin ayağına giderek anne ve baba hakkı, iffet, doğruluk, çalışkanlık, sıla-i rahim gibi yüce değerler üzerine halka açık forumlar yapmakta, akabinde ise yarışmalar ve eğlenceler düzenlemektedirler. Böylece, hem toplumun susamış olduğu yüce ahlak dersleri alınmakta, hem de hoşça vakit geçirilmektedir.

Ardında maddî bir çıkar olmadan, tamamen insana yönelik olarak başlatılan harekete gösterilen rağbet giderek artmakta. Öyle ki halkın bu ilgisi hareketin ününü Kuveyt dışına da taşıdı. Rikaz hareketini yakından izleyip bu tecrübeden istifade edenler, Yemen, Ürdün, B. Arap Emirlikleri, Katar, S. Arabistan da benzeri hareketler başlatmışlardır. Bundan başka, Belçika Müslümanlarından Rikaz’a davet yapılmış ve bu hareketin Avrupa Müslümanlarına kadar götürülmesi istenmiştir.

28.07.2007

E-Posta:




Davut ŞAHİN

TRT Genel Müdürlüğü



Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer, Köşk’te gün sayıyor.

Bırakacağı en belirgin miras, vekâletle getirilen yöneticiler.

Bilindiği gibi, bürokratik atamaların çoğu şu an “vekâletle” yönetiliyor. Çünkü yetkisini kullanıp, bürokrat atamıyor. Sistemi tıkıyor. Hal böyle olunca, hükümet “vekil” tayin ederek vaziyeti idare etmeye çalışıyor.

TRT Genel Müdürlüğü bunlardan biri. Sezer ısrarla TRT’ye Genel Müdür seçtirmedi.

Seçim yapıldı. Millet belli yerlere mesajını gönderdi. Çankaya’da hissesini almalı...

Yeni hükümet yakında kurulacak. Gözler yine bu kuruma, yani TRT’ye çevrildi.

TRT koltuğu boş. Peki, bu koltuğa eğer atama yapılacaksa kim oturacak?

Milliyet gazetesi yazarı Sina Koloğlu kulağına üflenmiş gibi bir isim ortaya attı.

TRT için adı geçen isim NTV’de Bam Teli’ni hazırlayan Tayfun Talipoğlu.

Yanlış okumadınız. Star 1’de başlayan özel kanal macerasıyla ve yaptığı programla adından söz ettiren Tayfun Talipoğlu’ndan bahsediyoruz. Eğer haber doğrusuysa, Talip-oğlu’nun başka bilmediğimiz bir özelliği mi var, ki hükümet ısrarla Talipoğlu’nu TRT’nin başında görmek istiyor?

EN GÜZEL ARAP (!)

Güzellik yarışmalarının masum olduğunu kimse söyleyemez.

Medeniyet pazarlayan ülkelerde bile bu yarışmanın kokusu çıktı. Genç bedenler, İngiltere ve Amerika’da yaşlı para babaların ağına düşürülen tuzak olarak nitelendiriliyor.

Gelişmemiş sayılan ülkelerde ise, tam bir kaos... Güzellik yarışmaları tuzağına düşürülen nice genç kızlar, sefahat pençesine atılarak kurban ediliyor.

“Güzellik Yarışması” mikrobu şimdi de Mısır’da düzenleniyor.

Yani İslâm âleminde güzellik yarışmalarını yaygınlaştırmak için özel bir gayret gösterildiği ortada.

Başkent Kahire, Arap dünyasının en güzel kızlarını ağırlıyor diyor haberde.

Önceki gün 14 Arap ülkesinden 17 genç kız, Miss Arap 2007 yarışmasında birincilik kapmak için yarıştı! Haberde aynen şöyle geçiyor:

“Muhafazakâr Arap dünyasının güzellik yarışmalarına yönelik olumsuz bakışını yıkmak için organize edilen yarışmada Irak, Suudi Arabistan, Bahreyn, Fas, Kuveyt ve Filistin’den güzeller yarışacak.”

Dahası; 2. kez düzenlenen yarışmada adaylar arasında başı örtülü olanlar var.

Dahası; Suudi Arabistan ilk kez yarışmaya bir aday gönderdi. Dahası; yarışmanın favori ismi Iraklı Mayada Hüseyin gösteriliyor. (EPA)

Peki, İslâm âleminde güzellik yarışmalarına karşı “olumsuz bakışı yıkmayı organize eden komite” kim?

Perde arkasında hangi pis ve menhus bir el var ki, İslâm âleminin “maya”sını bozmaya çalışıyor?.

28.07.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kaygısızca yaşamak



“Vur patlasın, çal oynasın” anlayışıyla hayata bakan, hayatı bir oyun ve eğlence olarak görenler, dünyada niçin bulunduklarını düşünüyorlar mı dersiniz?

İnsan meşrû dairede elbetteki yiyip içecek, eğlenecek. Hayatı oyun ve eğlenceden ibaret görme ile bunun arasında elbetteki dağlar kadar fark var.

Şuurlu mü’min hayatında neye ne kadar yer vereceğini bilen insandır, onun aklından bu dünyada misafir, sonsuz bir hayatın yolcusu olduğu düşüncesi hiç çıkmaz. Söz ve davranışlarını ona göre ayarlar, ebedî âlem için gerekli her türlü hazırlığı yapar.

“Ben dünyada nasıl kaygısızca yaşarım” buyuran Kâinatın Efendisi (asm) sebebini de şöyle açıklıyor: “İsrafil (as) sur ağzında, başını yere eğmiş, dikkat kesilmiş bir vaziyette üfleme emrini bekliyor.”

Vurdumduymazlığı, umursamazlığı, başıboşluğu yıkan bundan daha güçlü bir hakikat olabilir mi? Yaratılış gayesine uygun yaşama, istikameti muhafaza etme, meşrû daire dışına taşmama için yeterli bir hakikat bu. “Hud Sûresi beni ihtiyarlattı” buyuran Allah Resûlü (asm), sûrenin 112. âyetinde “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” âyetine uygun yaşamanın zorluğuna dikkat çekiyordu.

Cennet ucuz değil şüphesiz. Helâl dairede kalma, haramdan şiddetle kaçma, rıza-yı İlâhiye kavuşabilmek için her türlü iyiliğe koşma bunun bedeli. Hastalandığında ağladığını görenler sebebini sorduklarında şu cevabı vermiş büyük sahabe Ebû Hureyre: “Ben sizin dünyanız için ağlamıyorum. Beni ağlatan yolumun uzaklığı, buna karşılık azığımın azlığıdır” cevabını vermişti! “Tevbe etmeksizin günahta ısrar eden kimse Cennete giremez” (Tergib, 5: 190) buyuran Allah Resûlü (asm), günahta ısrarın sonucunu bize açıkça anlatmıyor mu?

Günahlar manevî birer hastalıktır. Tevbe edilip dönüş yapılmadığında insanın ebedî hayatını mahveder.

Demek bütün mesele bu dünyada başıboş ve sorumsuz olmadığımızın bilinciyle hareket etme. Bu anlayış, bakış açısı korunduğunda kişi kendini daima kontrol altında tutar, insanca yaşar.

28.07.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İhlâs ve siyaset



Mübalağa gibi görünebilir, ama Bediüzzaman İhlâs Risâlesi’nde de ayrıca siyasî ölçü, ders ve prensipler verir. Şöyle ki:

Bu dünyada, özelikle âhirete yönelik hizmetlerde en mühim bir esas, ihlâstır. En büyük bir kuvvet, ihlâstır. En makbul bir şefaatçi, ihlâstır. En metin/sağlam bir istinat noktası, ihlâstır. En kısa hakikat yolu, ihlâstır. En makbul manevî bir duâ, ihlastır. Maksatlara ulaşmada en kerâmetli (harika) vesile, ihlastır. En yüksek bir haslet, ihlâstır. En sâfî kulluk, ihlâstır.1

Dikkat edilirse, burada ihlâsın dokuz boyutu dikkate sunulurken, dokuz psikolojik yapıda, farklı karakterde/mizaçta, kişilikteki fıtratlara hitap edilir. Bunlar, “esas, kuvvet, şefaatçi, istinat noktası, hakikat, duâ, kerâmet/harika hâl, haslet, ubudiyet/kulluktur.”

“Bu dünyada” derken, siyasete bakan boyutu da nazara verilir. Şimdi ihlâs gücüyle, dünya işlerine, dolayısıyla siyasete nasıl yaklaşmamız gerektiğinin psiko-sosyal boyutlarını incelemeye çalışalım:

• En mühim bir esas: “Esas”a önem veren karakterler, mükemmeliyetçi, titiz, prensiplere bağlı, tenkitçi, detaylara dikkatlidirler. Bu motiflere vurgu yapanlar için ihlâsın en büyük faydası ve kuvveti, “esaslar, kurallar” çerçevesinde Allah rızasını kazanmayı ön plana çıkarmaktır. Yani ihlâs, kural için kuralcılığı engeller. Mükemmeliyetçiliği değil, mükemmelliği esas alır. Kuralcılığı değil, Allah rızasını esas maksat yapmak gerektiği dersini verir.

• Kuvvet: Bazı insanlar da yaradılışları gereği aksiyon merkezli olduklarından hareket ve faaliyet en büyük gıdalarıdır. Onlara göre “güç-iktidar ve kontrol” olmaksızın inandıkları değerler ve güzellikleri hayata taşımak imkânsızdır. Hayat bir mücadeledir ve bu, “güç, kontrol ve iktidarı” elinde tutanlarla tutmak isteyenler arasında geçmektedir.

İşte bu anlayış, siyasetle hizmeti esas alır. Ne var ki; “iktidar, güç ve kontrol” bir araç olmaktan çıkıp gaye/amaç olur. Bu anlayış da gide gide istibdada, haksızlığa, zulme dayanabilir.

“Güç, iktidar ve kontrol”e öncelik tanıyıp buna karşı iştah duyanlara karşı ihlâs en büyük bir ilaç ve denge unsurudur. Çünkü “en büyük kuvvet, en büyük bir haslet, vasıf ve fazilet” ihlâstır. Yani, hakiki güç, iktidar ve kontrol ihlâs olunca, artık iktidar mücadelesi ve siyasete harcanacak olan enerji ve imkânlar ona yönelecektir.

Başta, şaheser örnek Asr-ı Saadet olmak üzere İslâm tarihi boyunca birinci planda “güç, iktidar ve kontrol”ün değil, yalnızca ihlâsın önemli olduğu fiilen de görülür. Cehalet ve karanlık çağlarından mutluluk devrine geçişte yalnızca, Yüce Yaratıcı’nın emirlerini ihlâsla yerine getirmek ve iman esaslarına yapışmak vardır. Peygamberimiz (asm) yalnız başınadır. Herhangi bir hanedana mensup değildir. Yetimdir, yalnız başınadır. Askeri, hazinesi, iktidarı yoktur. Hatta teklif edilen “reisliği/iktidarı, malı mülkü” reddetmiştir.

Mücedditler halkası, müçtehitler kervanı da aynı metodu izlemişlerdir. Asla “güç, iktidar ve kontrol” endeksli hizmet yürütmemişlerdir. Bilakis reddetmiş, ellerinin tersiyle itmişlerdir. İmam-ı A’zam’ın kadılığı, Bediüzzaman’ın genel vaizliği, milletvekilliğini, milyarlarca lira maaşı ve köşkü reddetmesi gibi... Hatta Bediüzzaman, iktidarın bir aracı olan siyaseti, “İslâmiyet’in yüzde biri siyasete bakar! Siyasetten ve şeytandan Allah’a sığınırım!” diyerek en geri plana itmiştir.

“Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır, elbette en bahtiyar odur ki, dünya için ahireti unutmasın, ahiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyevîye için bozmasın, malayânî şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin…”2

Bu nefis yorumda yer alan “dünya için ahiret” yerine, “siyaset için Kur’ân’ı” veya “siyaset için ahireti feda etmesin” kelimelerini koyabiliriz.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 163.; 2- Şuâlar, s. 406.

28.07.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Düşündüren manzara



Âlemde tesadüfe yer olmadığına, yaşanan maddî ve mânevî bütün gelişmelerin de birbiriyle münasebet bağları ile bağlı bulunduğuna inanıyoruz.

Bu nazarla umumî manzaraya baktığımızda, fevkalâde önemli şu noktaları görmekteyiz:

Bir: Ülke genelinde hissedilen mânevî boşluk ve bilhassa yeni neslin düçar olduğu ahlâkî dejenerasyon had safhada.

Bu fecî durum karşısında devletin, hükümetin ve siyasîlerin almış, yahut planlamış olduğu ciddî hiçbir tedbir görünmüyor.

Bu noktada, gazâb–ı İlâhînin celbinden endişe ediyoruz.

İki: Anadolu'nun doğusunda zamansız yağan yağmurlar sel felâketine dönüşürken, batısında ise, sıcaklık ve yağmursuzluk sebebiyle ciddî bir kuraklık tehlikesi başgöstermiş durumda.

Göller, barajlar dibe vurdu; bir damla suyun akıtılmadığı park ve bahçeler bir bir kurumaya terk edildi.

Ankara ve İstanbul'da, seçim sonrasına bırakılan su kesintisi uygulamasına başlanıyor.

Bütün bunlar, elbette ki boş ve tesadüfi şeyler değil.

Üç: Mânevî sadaka hükmünde olan Risâle–i Nur'un herhangi bir sahada tatile uğra(tıl)ması, arzî ve semavî belâların celbine bir sebeptir. (Sikke–i Tasdik–i Gaybî, s. 185 vd.)

Bu cihette, mâzide dönem dönem olduğu gibi, bugün de endişe duyarak teyakkuz halinde olunmalı, bol bol duâ etmeli.

Dört: Ecnebi (küresel) sermayenin ülkemizi abluka altına alma niyet ve teşebbüsü var. İnşaallah, geri tepecektir.

Ne var ki, halihazırda bankacılık sektörünün yüzde 44'ü, borsanın ise yüzde 73'ü onların elinde, yahut güdümünde.

Bir yandan da, kazandıkları paralarla burada hiçbir yatırımda bulunmadıkları halde, kârlı durumdaki yerli işletmeleri de doğrudan, yahut dolaylı şekilde satın alıyorlar.

Yabancı sermayenin teşvik edilmesi, gayet normal ve makul bir politikadır.

Ancak, bu meselenin böyle istilâkârane ve bir çeşit inhisar şeklinde gelişmesi, son derece endişe verici bir durum teşkil ediyor.

Beş: Ecnebi sermayesi, finans kuruluşları ve büyük işletmelerin yanı sıra, büyük medya kuruluşlarına da çengel atmış durumda. Gazete, dergi, radyo ve tv kanallarının bir kısmı onların eline geçti.

Bir kısım medya ise, zaten dünden "ecnebilerin içimizdeki nâşir–i efkârı" durumunda. (Bu tâbir Üstad Bediüzzaman'a ait.)

Altı: Bütün bu gelişmelerin, siyasî gelişmelerden ayrı ve bağlantısız şekilde cereyan ettiğine inanmak imkânsız gibi...

Netice: Umumî belâlar, umumun hatasıyla bağlantılı olarak geliyor. Cenâb–ı Hak'tan duâ ve niyazımız odur ki, işlediğimiz hata ve günahları bize pahalıya ödetmesin.

GÜNÜN TARİHİ 28 Temmuz 1808

Saltanat kurbanları

Bundan tam iki yüz sene önce bugün İstanbul saltanat merkezinde yaşanan kanlı feci boğuşmalar, zincirleme bir tarzda günlerce, haftalarca, hatta aylarca devam etti.

Başta Sultan III. Selim ile onu çokça seven Silistre Valisi ve Tuna Seraskeri Alemdar Mustafa Paşanın hayatına mal olan bu kanlı boğuşmalar esnasında, ayrıca 300'den fazla Yeniçeri askeri hayatını kaybetti.

İşte, 28 Temmuz'da başlayıp uzun müddet devam eden o dehşet verici hâdiseler zincirinin birkaç halkası:

Silistre Valisi ve Tuna Seraskeri Alemdar Mustafa Paşa, Kabakçı isyanı neticesi tahttan indirilen Sultan III. Selim’i yeniden saltanat makamına çıkartmak maksadıyla, 15.000 kadar askerî bir kuvvetle İstanbul’a girdi.

Sadrazamlık mührünü ele geçiren Alemdar, bunu götürüp teslim etmek istediği III. Selim’in ne yazık ki ölüsüyle karşılaştı.

Alemdar, bu esnada öldürülmek üzere olan II. Mahmud’u kurtardı. Onu tahta çıkardı. İsyancıların tahta oturttuğu IV. Mustafa’yı da getirip has odaya kapattı, hapsetti.

Bu üstün başarıya imza atan Alemdar Mustafa Paşa, II. Mahmud tarafından mükâfat olarak sadrazamlık makamına getirildi.

Ne var ki, İstanbul’un genel siyasetini bilmeyen Alemdar, hiç ummadığı bir şekilde Yeniçerilerin baskınına uğradı.

15 Kasım akşamı gerçekleştirilen baskın esnasında, güvendiği taraftarlarından yardım göremeyince, bulunduğu yerdeki cephaneliğin barut fıçılarını ateşledi. Bu çılgınca hareketin sonucu olarak, kendisiyle birlikte konağın çatısından içeri girmek isteyen 300 kadar Yeniçeri askerinin de ölümüne sebep oldu.

Enkaz altından çıkarılan Alemdar Mustafa Paşanın cesedi Yeniçeri zorbaları tarafından Sultanahmet’te bir ağaca asılarak uzun süre teşhir edildi.

Üç gün sonra cesedi Yedikule’deki bir kuyuya atılan Alemdar’ın kemikleri, yıllar sonra Yeniçeri Ocağının kapatılmasıyla (1826) ancak oradan çıkartılabildi.

Tâ, 1908’e kadar Yedikule surları yanında gömülü olan Alemdar Mustafa Paşanın naaşı, II. Meşrûtiyetin ilânından sonra Gülhane Parkı karşısındaki Zeynep Sultan Camii bahçesine nakledilmiş oldu.

28.07.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Tesbih namazı nasıl kılınır?



Hüseyin Bey:

* “Tesbih namazı nasıl kılınır? Faziletleri nelerdir? Cemaatle kılınır mı?”

Tesbih namazı, içerisinde Allah’ı tesbih, tazim ve tehlil kelimelerinin yoğun bir şekilde söylendiği, Cenâb-ı Hakk’ın azametini, izzetini ve celâlini tesbih ve zikir mânâsının kuvvetli ifâdelerle tahakkuk ettiği, Allah Teâlâ’yı her türlü noksanlıklardan, eksikliklerden, mahlûkâta mahsus acziyetten ve zaafiyetten tenzîh, takdis ve kemâl sıfatlarla tavsif etme mânâsının takviye ve te’yid edildiği nâfile bir namazdır.

Bu namazı Allah Resulü (asm), sevgili amcası Hazret-i Abbas’a (ra) öğretmiş; Hazret-i Abbas’ın, bu namazın her gün kılınmasının zor olacağını söylemesi üzerine de Sevgili Peygamberimiz (asm), tesbih namazının her gün değil; mümkünse haftada bir; bu mümkün olmazsa ayda bir; bu mümkün olmazsa yılda bir; bu da mümkün olmazsa ömürde bir kılınmasının büyük feyiz kaynağı teşkil ettiğini ve kişiyi günahlardan arındırdığını beyan ederek; “Ey amca! Bak, sana on faydası olan bir şey öğreteyim: Bunu yaparsan, günahlarının ilki ve sonu; eskisi ve yenisi; bilmeyerek işlediğin ve bilerek işlediğin; küçüğü ve büyüğü; gizli yaptığın ve açık yaptığın on türden de günahını Allah bağışlar” buyurmuş ve tesbih namazını öğretmiştir.1

Tesbih namazında en gözde zikir ifadesi: “Sübhânallâhi ve’l-hamdülillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber” kelâmıdır. Bu kelâm, namazın her rekâtinde, muhtelif rükünlerde toplam yetmiş beş defa söylenir. Namaz dört rekâtli bir namazdır. Tesbih ifâdelerinin dışında herhangi bir dört rekâtli namazdan farkı yoktur.

Tesbih namazı şöyle kılınır: “Allah rızâsı için nâfile namaz kılmaya” diye niyet edilir. Namaza başlanır. Sübhâneke okunur. Sübhâneke’den sonra on beş defa yukarıdaki tesbih ifadesi okunur. Sonra Fatiha ve zamm-ı sûre okunur. Daha sonra bu tesbih ifadesi on defa daha okunur. Bu tesbih rükûya varınca rükû tesbihinden sonra on defa daha okunur. “Semi’allahü limen hamd” denilerek rükûdan doğrulunca “Rabbena leke’l-hamd” denir ve burada ayakta on defa daha, aynı tesbih ifadesi okunur. Sonra secdeye gidilir. Secdede secdenin kendi tesbihinden sonra on defa daha bu tesbih ifadesi okunur. Secdeden doğrulunca on defa da burada bu tesbih okunur. Sonra ikinci kez secdeye gidilir. Secdede secdenin kendi tesbihleri okunduktan sonra, on defa daha yukarıda zikrettiğimiz tesbih ifadesi okunur. Böylece yukarıdaki tesbih ifadesini birinci rekâtte yetmiş beş kez okumuş olmaktayız.

İkinci rekâte kalkıldığında hemen on beş defa bu tesbih okunur ve sonra Fatiha’ya başlanır. Ve birinci rekâtte okunan aynı tesbihler, burada da, aynı rükünlerde ve aynı sayılarda tekrar okunur. Böylece ilk iki rek’atte yüz elli tesbih ifadesi okunmuş olmaktadır. İkinci rekâtte oturuş yapılır. Bu oturuşta Ettâhıyyâtü ile Allahümme Salli ve Bârik duâları okunur. Burada selâm verilebileceği gibi, üçüncü rek’ate de kalkılabilir. Üçüncü ve dördüncü rekâtlerde de aynı tesbih ifadeleri aynı yerlerde aynı sayılarla okunur. Böylece dört rekâtte, her rekâtte yetmiş beş defa okumak üzere toplam üç yüz kez “Sübhânallâhi ve’l-hamdülillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber” kelimesi okunmuş; Aziz ve Celil olan Allah tesbih ve tazim edilmiş olur. Son rekâtte oturulur ve Et-Tahıyyâtü, Allahümme Salli ve Bârik duâlarıyla diğer duâlar okunarak selâm verilir.

Tesbih namazında sehiv yapılırsa sehiv secdesi de yapılır ve sehiv secdesinde artık normal secdelerde okuduğumuz tesbihleri, yani sadece “Sübhâne Rabbi’ye’l-A’lâ” tesbihini okuruz.

Tesbih namazını cemaatle kılabileceğimiz gibi, yalnız da kılabiliriz. Ancak bu namaz nafile olduğundan; yalnız kılmak cemaatle kılmaktan daha evlâdır.

***

A. K. Ruımuzlu okuyucumuz:

*“Çok oruç borçlarım var. Tutmaya gücüm yetmiyor. Peş peşe 3–4 gün ancak tutabiliyorum, daha sonra devam ettiremiyorum. Ramazan’da bile zorlanıyorum; titriyorum. Oruç borcumu nasıl ödeyeyim?”

Meşrû bir özür sebebiyle gününde tutulamayan Ramazan oruçları daha sonra gününe gün olmak üzere kaza edilirler. Kazaya mümkün olan en erken vakitte başlanır ve tahammül sınırları dikkate alınarak tutulur; peş peşe tutulması şart değildir. Tahammül sınırları çerçevesinde birkaç gün tutulup, daha sonra birkaç gün ara verilip dinlenilebilir.

Kaza orucu için Sünnet-i Seniyyeden bir disiplin getirmek de mümkün. Meselâ; kaza oruçları eğer haftanın Pazartesi ve Perşembe günlerine denk getirilirse, hem sünnet sevabı alınmış olur; hem de kaza orucu tutulmuş olur. Haftanın iki günü de ağır geliyor ise, yalnız Pazartesi veya yalnız Perşembe günlerini kaza orucu için tahsis etmek de mümkün. Bu durumda haftada bir gün olmak sûretiyle, borcumuz olan oruç yıl içerisine dağıtılarak tutulursa fazla yorulmadan ve tahammül sınırlarımızı da aşmadan borcumuz olan orucu tutmamız mümkün olur. İçinde bulunduğumuz üç aylar da kaza oruçlarını tutmak için, bize eşsiz manevî feyizler ve bereketler sunar.

Allah kabul etsin. Âmin

Dipnotlar:

1- Ebû Dâvûd, Tatavvû, 14

28.07.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Kalben buğzetmek ne demektir? (1)



Peygamberimiz (asm) bir hadislerinde şöyle buyurur: “Bir kötülük gördüğünüz zaman elle düzeltin. Buna gücü yetmezse dilinizle düzeltmeye çalışsın. Buna da gücü yetmezse kalben buğzedin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” İslâm bilginleri hadisinin izahını yaparken Peygamberimizin toplumun her sınıfına hitap ettiğini dikkatlerimize sunarlar. Hadisi de buna göre izah ederler. Bu durumda “elle düzeltmek devletin, askerin ve polisin vazifesidir. Dille düzeltmek eğitimle, öğretmen ve din adamlarının görevidir. Kalben buğz etmek de avâm halkın vazifesidir” demişlerdir.

Buğz etmek, kötülüğü işleyenlere düşmanca davranmak ve kalben o insandan nefret etmek anlamına gelebildiği için genellikle düşmanca davranmak olarak yorumlanmaktadır. Bu ise sevgiyi esas alan dinimizin diğer prensipleri ile çelişir gözükmektedir. Kavga eden gençlerin bir kısmı Peygamberimizin (asm) “Elle kötülüğü önleyiniz” hadisini uyguladıklarını söylerken, bir kısım akrabalar arasında düşmanlığın da kalben buğz etmek için olduğunu söylemektedirler. Hâlbuki işin doğrusu böyle değildir.

Dinimizde kötülüğe karşı iyilikle mukabele etmek ve böylece kötülüğe engel olmak esastır. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de “Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurat Sûresi: 10) “Kötülüğü iyiliğin en güzeli ile karşılık vererek defedin. Böylece bakarsınız ki aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluverir.” (Fussılet Sûresi: 34 “Zaten takva sahibi mü’minler de bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir” (Âl-i İmran Sûresi: 134) buyurmaktadır.

Bu âyetler ışığında baktığımız zaman kötülüğü önleme ve iyilik yapma ile kalben buğz etmenin arasını telif ederek gerçeği ortaya koymak için Bediüzzaman’a müracaat etmemiz gerekir. Bediüzzaman Said Nursî bu konuda “Uhuvvet Risâlesi”ni telif etmiştir. Bediüzzaman bize birkaç temel ölçü vermektedir:

Birincisi: İnsanın kendi fikri ve düşüncesi ölçü olamaz. Başkasının fikri, düşüncesi ve davranışını kendi ölçüleri ile yoruma tâbî tuttuğu zaman yanılması kaçınılmazdır.

İkincisi: Her doğruyu her yerde söylemek, her hakkı her yerde konuşmak doğru değildir. Toplumda farklı anlayışlar ve sebebini bilemeyeceğimiz davranışlar vardır. Bu durumda bir yerde doğru olan ve bireye bakan yönü ile verilen hüküm, bir başka durumda yanlış olabilir. Temel sebebe inmeden verilen her hüküm insanı yanıltabilir.

Üçüncüsü: Düşmanlık duygusu fıtratta vardır ve veriliş amacı mü’mine adavet etmek değildir. Her şeyden önce nefsimize, şeytana, küfre ve zulme düşman olmak içindir. Muhabbet sıfatı sevilmeye lâyık bir duygu olduğu gibi, düşmanlık duygusu da kendisinden nefret edilmesi gereken bir haslettir. Öyle ise düşmanlık sıfatına düşman olmak gerekir. Bize hasım olan ve bizimle uğraşanlara düşmanca davranmak yanlıştır. Bu yangına körükle gitmek demektir. Bu durumda ise düşmanlık daha da artacaktır. Mü’min kerîm olmak ve daima ikram etmekle mükelleftir. Çünkü insanlar ikram ile birbirlerine yaklaşırlar. Fena bir adama ‘iyisin, iyisin’ desen iyi olur. İyi adama ‘fenasın, fenasın’ dersen fena olur. Öyle ise Kur’ân-ı Kerim’de yüce Allah’ın “İyi insanlar boş sözler ve çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler” (Furkan Sûresi: 72) sözüne kulak vermelidir. Yine mü’minin, kendisine zarar verenlere ve kötülüğü dokunanlara iyilikle karşılık vermesini ve affetmesini Allah istemektedir. “Eğer siz kendinize kötü davrananları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, Allah da sizleri bağışlar. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir” (Teğâbün Sûresi: 14) buyurur.

İslâm, mü’minler arasında sevgi ve muhabbeti esas alır. Mü’min kalbi her türlü düşmanlık, kin, haset ve fesattan arınmış bir kalptir. İslâm selâmet, emniyet, güven, esenlik ve barış anlamındadır. İslâm dininin gereğini yapan insanın da öyle olması gerekir. Mü’minin de görevi barış, esenlik ve sevgi tesis etmektir. Her şey Allah’ın san’atı ve eseri olduğundan Allah için sevilmelidir.

Peygamberimize (asm) “İslâm’da hangi amel daha hayırlıdır?” diye sorulunca “Senin başkalarına yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selâm vermendir” buyurmuşlardır.

Sevgi ve muhabbet kâinatın mayesi ve varlık sebebidir. Ancak her şey ölçülü olmalıdır. Ölçüsüz her şey zararlıdır. Güzellik ölçüdedir. “Allah için sevmek ve Allah için buğz etmek” de ölçülü ve hak edene olunca güzeldir. Her şey Allah’ın san’atı ve eseri olduğundan Allah için sevilmelidir. Allah için buğz ise Allah’ın âyet-i kübrası ve en mükemmel san’atı olduğu için insana yönelik olmaz. İnsanın kötü olan sıfatlarına ve kötü duygularınadır. Bunun için Mü’min acır ve ıslâhına çalışır. Dolayısıyla buğz ve düşmanlık, küfür, şirk ve onlardan kaynaklanan ahlâksız vasıflaradır.

Yüce Allah insanı kerîm olarak yaratmıştır. Bunun için Peygamberimiz (asm) bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalkmış, sebebini soranlara da “O bir insandır” buyurmuşlardır. Peygamberimizin (asm) insana olan sevgisi ve saygısı bu derece yücedir.

Peygamberimizden (asm) dersini alan Bediüzzaman bunun için “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur” demektedir. Mevlânâ ve Yunus Emre gibi İslâm’dan dersini alan büyüklerin insan sevgisinin sebebi de budur.

Hoşgörünün sınırı ve ölçüsü:

Hoşgörünün sınırını da iyi belirlemek gerekir. İnsana hoşgörü ile, küfre, harama, düşmanlığa ve tahribâta karşı hoşgörü karıştırılmamalıdır. Küfrü, tahribatı kendisine sıfat edinmiş ve onunla anılır hale gelmiş olanlara da hoşgörü ile yaklaşılamaz. Bunun için Ebû Cehil ve Ebu Leheb gibi küfrü ile iftihar edenlere karşı hoşgörülü yaklaşım sıfatları olan küfrü ve zulmü hoş görmek anlamına gelir.

Ebu Cehil cehalet ve kabalığın babası anlamındadır. Hayatını İslâmiyet ve Peygamberimizin (asm) düşmanı olarak geçirmiştir. “Bu ümmetin Firavunu olduğu”, Peygamberimizin (asm) dili ile sabittir. Hal böyle iken Peygamberimiz (asm), Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olan ve İslâma büyük hizmetlerde bulunan oğlu İkrime’nin yanında aleyhine konuşulmasına İkrime rencide olmasın diye müsaade etmemiştir. “Babalarını kınamak ve haklarında lüzumsuz söz söylemek sûretiyle çocuklarını rencide etmeyiniz” buyurmuşlardır. Ancak bu durum Ebû Cehil’e sevgi göstermek anlamına gelmez. Burada Müslüman olan İkrime’nin (ra) hatırı söz konusudur.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, mensup olduğunuz kavminiz, mallarınız, evleriniz size Allah’tan ve O’nun elçisinden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevgili/gönül bağlayıcı geliyorsa o zaman Allah’ın hükmü gelene kadar bekleyin. Allah öyle fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez.”

İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise onların sevgilerinden daha fazladır. Keşke o zalimler azabı gördükleri zaman anlayacakları gibi, bütün güç ve kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının şiddetini bu günden anlayabilselerdi.” “Şüphesiz iman edip salih amel işleyenlerin kalplerine Rahman olan Allah sevgi yaratacaktır” buyrulur. Bu âyetlerde yüce Allah dünyaya, faniyata ait olanların sevgiye layık olmadığını belirtir.

“İnsanlardan bazıları, Allah’tan başkasını Allah’a denk tutarak onları Allah’ı sever gibi severler.

Mü’minler her şeyleri yönden Allah rızasını esas alırlar. Bundan dolayı Allah için sever ve Allah için buğz ederler. Nitekim yüce Allah “Allah’a ve ahiret gününe iman edenlerden anneleri, babaları, oğulları, kardeşleri ve yakın akrabaları da olsa Allah’a ve Resulüne düşman olanları sevdiklerini ve dostluk kurduklarını göremezsin. Allah onların kalplerine imanı yazmış ve yerleştirmiş, ayrıca kendi katından bir ruh ile onları desteklemiştir. İşte bu vasıflara sahip olanları Allah içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacak ve onlar orada ebedi kalacaklardır. Onlar Allah’tan razı olmuş ve Allah da onlardan hoşnut olmuştur. Şunu iyi bilin ki gerçekten kurtuluşa erenler işte bu vasıflara sahip Allah’ın hizbinden olan kimselerdir” buyurur.

—Devamı yarın—

28.07.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Haydi, yağmur duâsına



Havaların ‘mevsim normalleri’nin üstünde seyretmesi, su kıtlığını Türkiye’nin gündemine soktu. Hemen her gün, kuraklıkla ilgili haberler medyada yer alıyor. Bu haberler arasında, nehirlerin suyunun azaldığı, bazı göllerin ve barajların kuruduğuyla ilgili haberler de var.

Aslında bu haberler, insanoğlunun aciz ve çaresiz olduğunu göstermesi bakımından da ibret verici. Bir anlamda, ‘uzay’ı ele geçirmenin hesabını yapan insanoğlu, ‘bir damla su’ya muhtaç durumda, tamamen çaresiz... Suya ‘rahmet’ nâmının verilmesi boşuna değil. Yağmur yağmasa, insanoğlu suyu nereden temin edecek?

Yağmursuzluk ve kuraklığın etkilediği pek çok saha var. Kuraklık sebebiyle çiftçiler de ürün kaybına uğruyor. Dolayısı ile bu ‘belâ’dan herkes etkileniyor. Peki, kâinatta hiç bir şey tesadüf olmadığına göre; kuraklık âfetinin tesadüf olduğunu düşünebilir miyiz?

Yağmursuzluk ve kuraklık aynı zamanda ‘yağmur duâsına çıkma’nın vaktidir. Yağmur duâsına çıkıldığında yağmur yağmayabilir. Ama bu durum, bizim ‘yağmur duâsı’ ibadetini yerine getirmemize mani değildir ve olmamalıdır.

Türkiye’nin pek çok yerinde, ibadet kastıyla yağmur duâsına çıkılıyor. Duâ sonrası bazen yağmur ikram ediliyor, bazen edilmiyor. Ama önemli olan yağmursuzluk vaktinin ibadeti olan ‘yağmur duâsı’nı yerine getirmek.

Peki, ücra bir köyde ‘yağmur duâsı’na çıkılırken susuzluk sebebiyle ciddî sıkıntı çeken büyük şehirlerimizde aynı şey niçin yapılmıyor? İstanbul ve Ankara gibi şehirlerimizde ‘yağmur duâsı’na çıkmak laiklik anlayışına zarar mı verir?

Su tasarrufuyla ilgili başka bir habere göre de, İzmirliler belediyenin su tasarrufu çağrısına ‘duyarlılık’ gösterip Temmuz ayında su kullanımını yüzde 9 aşağı çekerken, İstanbullular sudan sadece yüzde 4 oranında tasarruf etmiş. (AA, 27 Temmuz 2007)

Rakamların ne kadar doğru olduğunu bilemiyoruz, ama su tasarrufu için ciddî bir kampanya açılmadığının farkındayız. Su sıkıntısına karşı kalıcı çarenin ‘tasarruf’ olduğunu unutmayalım. Tabiî ki sadece su konusunda değil, her konuda tasarruf etmemiz lâzım. Fakat, bunu büyük kampanyalarla desteklemek de gerekiyor. Sadece bir belediye başkanının beyanıyla tasarruf kampanyasının başarılı olması kolay değil. ‘Yetkili’ ve yetkisiz herkesin bu kampanyayı desteklemesinde fayda var. Kampanyayı desteklemek de sadece ‘sözde’ değil, ‘özde’ olmalı. Yani bir belediye başkanı çıkmalı ve millete şunu diyebilmeli: Ben, geçen yıla göre kullandığım suda şu kadar tasarruf yaptım! Arabamı daha az su ile yıkadım, yıkattırdım vs.

Böyle bir kampanyanın başarılı olabilmesinin en önemli şartlarından biri de medyanın samimi olarak bu kampanyayı desteklemesidir. Gerek TV’lerdeki ‘altyazı’larla ve gerekse gazetelerin sayfalarına serpiştirilmiş küçük ikazlarla bu yapılmalıdır. Bu arada ‘yağmur duâsına çıkma’yı unutmayalım!

28.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004