Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Halil USLU

Arslan Ağabey



Hz. Bediüzzaman’ı gören ve fiilen hizmetinde bulunan muhteşem kervanın mümtaz şahsiyetleri, nurun kahraman şakirtleri, artık teker teker vatan-ı aslîlerine göçmektedirler. Artık Hz. Üstad’ı görenler kervanından çok az kaldı. Kendileri, Aziz Üstad’ın açtığı Cadde-i Kübrâ-ı Kur’âniye’de, bayrak yarışını devam ettirdiler, Türkiye’nin bir ucundan bir ucuna rüzgâr gibi Risâle-i Nur’u yaydılar. Engeller, yokuşlar, çilehaneler ve hapishaneler onları durduramadı. Yaydan çıkan ok gibi, elden atılan mızrak gibi, zulmetin karanlık perdelerini yırttılar, nurun fütuhatına vesile oldular. Bizim gibi pür kusurlara, tembellere, bağrıyanık çilekeşlere “Yürüyün, bizden bu kadar” dediler.

Her hafta birini uğurluyoruz, gözyaşlarıyla, duâlarla, fatihalarla, hatimlerle... Ezel ve ebed kanunu ve hükm-ü İlâhî, cilve-i Rabbânî böyle. Geçtiğimiz Cuma günü, küçük yaşlarında Hz. Bediüzzaman’ı ziyaret eden, aslen Erzurum-İspir doğumlu Muzaffer Arslar Ağabey’i uğurladık dâr-ı bekaya. O, Hz. Üstad’ı ziyaret ettikten sonra, Hz. Üstad diyar diyar dolaşmasını ve nurları dağıtmasını söyler. Uzun yıllar kolları yorulasıya kadar büyük tahta bavullarla Risâle-i Nurları yurdumuzun her tarafına taşıdı. Ondan sonra fikir bazında dolaşmaya başladı. Derslerin hatimesinde günün mânâ ve ehemmiyetini kesin cümlelerle beslerdi.

Kendilerini küçük yaşlarımda, o koşturmanın içinde tanıdım ve 1980 yıllarına kadar çok irtibatlı idik. Türkiye’nin bazı bölge ve beldelerini müştereken gezdik, sayısız hatıralarım var, küçük bir kitap olur. Kendileri çok cihetli ve beşerî münasebetlere fevkalâde itina gösteren bir zattı. Hayatını hizmete vakfettiği için evlenmemişti, bütün ömrünü Kur’ân ve iman hizmetine adamıştı. Bir mânâda sahabe-i kiram hayatı yaşıyordu. Türkiye’yi dolaşmasında, bildiğim kadarıyla, Hz. Bediüzzaman’ın dışında merhum Zübeyir Gündüzalp’in de işârât ve tahşidâtı vardı. Bilhassa geçmişteki Adapazarı’ndan Fethiye’ye kadar uzanan “Yakubiler” hadisesinde görevlendirilmişti ve onları fikir bazında tesirsiz hale getirdi. Şu veya bu isim altında, kimse onun önüne takoz koymadı ve nurun müştakları onu son nefesine kadar istihdam ettiler. Çünkü başarının yolu irtibat, diyalog ve vukufiyetten geçer. Hz. Bediüzzaman’ın Şuâlar kitabının 5. Şuâ eseri üzerinde ihtisası vardı, sağlam yorumcusuydu.

1980 ihtilâlinde büyük ve geniş Risâle-i Nur dairesine giren bir el ile, ayrı kulvarlarda koşmaya başladık. Demokrat misyonu bizlere anlatan ve bu hususta bizleri koşturan o idi. Gittiğimiz bütün yerlerde bana, Bediüzzaman Hazretlerinin içtimâî ve siyasî sahalara bakan mektuplarını okuttururdu. DP ve AP’ye toz kondurmazdı. Fakat 12 Eylül ihtilâlinin korkunç eli, bu azim cemaati şubelere taksim ettirdi. Çözemediğim sırlar âlemi, ihtilaflar, gürültüler, parçalanmalar. İçim sızlar, gözlerimden yaşlar akar, çok hazin...

Arslan Ağabeyi, vefa borcu olarak arardım. Gittiğim bütün beldelerde onu sorardım, ‘Açmı dır, tok mudur, hasta mıdır, durumu nicedir?’ Kâh zaman oldu vefakâr Ragıp Öncel hocanın evinde, kâh oldu Cuma kardeşlerimizle Adana dershanesinde, kâh oldu Necati Tarak kardeşimin susmayan telefonundan konuştuk. Vefatından 10 gün önce Kahramanmaraş’ta benimle görüşmek istemiş; Necati bey kardeşim yine görüştürdü, fakat konuşma üslûbu veda konuşması idi. “Artık ebed âlemine, ahir ömrümüzde bu hizmetle gidelim” dedi.

Merhum çok hoş nüktedandı ve çok ehl-i tedbir bir zâttı. Şimdi fatihalara ve tebessümlere medar olsun diye kısa bir kesitle noktalıyorum. 1977’de bir Ramazan ayında Niğde’den başlayarak, Adana, Gaziantep, Diyarbakır, Bitlis, Van ve akabinde Siirt ilimize geldik. Tam 23 gün geçmişti. Siirt’e hizmet vakfında, bir teravih namazında imamlığa bir genç geçirdiler, kıraat sıfır. Halbuki Muzaffer Ağabey sağlam hafız, bizim de kıraatımız iyi. O genç bir de teravihi fazla kıldırdı mı, iş çığırından çıktı. Sordum ne olacak halimiz ağabey? “Kardeşim, kıyametin 5’inci alâmeti zuhur etti, sabah erken Batman’a gidelim” dedi. Böyle yüzlerce nükteler var. İnşaallah zamanla kitap olur kanaatindeyim.

Nur hizmetini 80 yıla yayarak gitti. Binler fatihalar, binler duâlar…

10.08.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Mi'rac’la yükselmek



Mi’rac, Resûl-i Ekrem’in (asm) bir gece vakti Mescid-i Haram’dan alınıp Mescid-i Aksa’ya götürülmesi, sonra da gökyüzüne çıkarılması ve daha yatağı soğumadan yerine getirilmesi hadisesinin adıdır. Bu esnada, inandığımız Rabbimizi, melekleri, kâinatta bütün olup bitenlerin yazılı bulunduğu Levh-i Mahfuz’u, peygamberleri, Cenneti, Cehennemi dünya gözüyle apaçık görmüş, bir kısım peygamberlerle sohbet etmiş, namaz gibi çok değerli bir hediye ile gelmiştir.

Mi’rac ile kâinatın hakikati daha iyi anlaşılmış; perişan, fani, karmakarışık bir vaziyetten kurtulmuş, herbir varlığın Cenâb-ı Hakk’ın isimlerini anlatan birer mektup, birer ayna olduğu anlaşılmış, varlıklıkları sevince gark etmiştir.

İnsanın değeri ise çok daha artmıştır. O sayede insan aciz, fakir; ihtiyaç ve düşmanları nihayetsiz, fani bir yaratık olmaktan kurtulup en güzel bir sûretle yaratılmış bir kudret mucizesi, kâinatın küçük bir modeli; ezel ve ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hakkın bir muhatabı, özel bir kulu, dostu, habibi ve Cennete aday özel bir misafiri konumuna yükselmiş, sonsuz bir sevinç ve sınırsız bir şevk kazanmıştır. Dahası rızâ-yı İlâhîyi öğrenme fırsatı bulmuştur.

Sayısız nimetlerle beslenip büyütülen, baha biçilmez organ, duygu ve kabiliyetlerle donatılan, kâinat zerreden kürelere kadar her şeyiyle emrine verilen insanın, kendini yaratan ve bunca ihsan ve ikramlarda bulunan Rabbinin rızasını öğrenmesi kadar mutluluk verici başka ne bulunabilir? İşte Mi’rac’ın en büyük hediyelerinden biri budur.

İnsan yok olmaktan, hiç olup gitmekten titrer. Resûl-i Ekrem (asm), bizzat ebedî hayatı görüp gezerek insanlığa öyle bir müjde vermiştir ki, tarif edilmez. İdama mahkûm bir insanın, idamdan kurtuluşundan bin kere daha sevinç verici bir olaydır bu. Yokluğa mahkûm bir varlığa, ebediyen, hem de acılardan, yokluklardan uzak sonsuz bir mutluluk müjdeliyorsunuz. Bunun sevincine sınır olabilir mi?

Hele o ebedî âlemde, ebedî olan Rabbimizi görmenin hazzına ise doyum olmaz. Yirminci Mektub’da denildiği gibi, dünyanın bin senelik mutlu hayatı Cennetin bir saatlik hayatına denk gelmez. Cennette de bin sene yaşamak Cenâb-ı Hakkın cemâlini bir saat seyre mukabil gelmez. İşte böyle bir müjdenin muhatabıdır insan. Sonsuz güzellik ve kemâl sahibi Yaratıcımızı ebedî saadette görmeye muvaffak olmak, o kadar mutluluk verici hoş, güzel bir meyvedir ki târif edilmez.

Tefekkür ve ibadet saatleri olan Mi’rac Kandilinde bize ihsan edilen bu büyük nimetleri düşünmek de daha bir şevk ve gayrete getirmez mi bizi?

10.08.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kutlu bir gece: Mi'rac Gecesi



Bu gece Mi'rac Gecesi. Kâinat Efendisi Hazret-i Muhammed’in (asm) kâinat ötesine, vücub âlemine, İlâhî huzura dâvet ve kabul edilişinin izini, hatırasını, feyzini taşıyan gece bu gece.

Affın, merhametin, şefkatin, genişliğin, bağışlamanın, şefaatin, Cennetin kâinat çapında ilân edildiği, insana kâinat üstü kucak açıldığı eşsiz bir gece. İnsanlığa kutlu olsun!

O beşer üstü hadiseyi biraz olsun kavrayabilmek, Kur’ân’ın haberleriyle mümkün. Kur’ân’ı izleyelim:

“Doğruldu! O, Ufuk-u Âlâ’da idi!”1 Resûlullah Efendimiz (asm) en yüksek Ufuk’ta durdu, doğruldu. Önüne Refref getirilmişti. Artık Cebrâil Aleyhisselâm’ı kevn âleminde, Sidre’de bırakmıştı. Kendisi Arş-ı Azam’a girmiş2; “Vücub” âlemine doğru yönelmişti.

“(Refref ile) yükseldi ve yaklaştı.”3 Bu âyetle Allah Resûlü’nün (asm) Allah’ın akrebiyeti ile, kurbiyeti ile, yakınlığı ile müşerref kılındığını öğreniyoruz. Resûlullah (asm), Zât-ı Muallâ’nın kurbiyetine yaklaşmıştır, Allah’a yakın olmuştur.

“Artık Kâb-ı Kavseyn’de idi, yahut daha da yaklaştı!”4 Bu âyetle Allah Resûlü’nün (asm) Kâb-ı Kavseyn makamına yükselmekle teşrif edildiğini öğreniyoruz. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’nin (ra), “İmkân ile Vücub ortası” diye nitelediği makamdır Kâb-ı Kavseyn.5 Zât-ı İlâhî’ye, bir ok yayının iki ucu kadar veya daha da yaklaştı. Ve artık “Zat-ı Celîl-i Zülcemâl ile görüştü.”6

“İşte o esnada Allah kuluna vahyedeceğini vahyetti!”7 Bu âyetle anlıyoruz ki, Resûlullah Efendimiz (asm) Cenâb-ı Hakk’a bizzat mülâkî oldu, Cenâb-ı Hak ile bizzat görüştü ve Cenâb-ı Hak’tan bir takım esrâr ve bilgileri aldı. Zaman ve mekân üstü olan bu makamda Allah Resûlü (asm), Allah’ın, “Ehadiyet ile kelâmına ve rü’yetine mazhar oldu.”8

“Gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı.”9 Yani, Allah Resûlü (asm) zaten kalbine iman ve hikmet doldurularak bu yolculuğa çıkarılmıştı. Şimdi imanı, yakîn bir müşahede ile desteklenince, gözü ile gördüklerini kalbi de tasdik etti. Ve Allah’ın rü’yetine mazhar oldu.

“Gördüklerine karşı şimdi siz mi tartışıyorsunuz?”10 Bu âyetle Cenâb-ı Hak, bu ulvî hâdiseyi aklına sığıştıramayanlara soru yöneltmiş ve şüphelerinin gayet yersiz olduğunu beyan etmiştir.

“And olsun ki, Muhammed Cebrail’i bir de Sidre-i Münteha’da dönüşte gördü.”11 Artık dönüş vâkî olmuştur. Resûlullah (asm), Cenâb-ı Hakk’ın kurbiyetinden kevn âlemine doğru yönelmiştir. Kevn âleminin başında, yani Sidre’de, tekrar Cebrail Aleyhisselâm ile bir araya geldi.

“Cennetü’l-Me’vâ yanında.”12 Şehitler ve Muttakîlerin Cennet’i olan “Cennetü’l-Me’vâ” buradadır. Cebrail (as) ile burada buluştu.

“Sidre’yi, İlâhî tecellî tamamıyla bürüdüğü zaman, o mehabetli manzarayı gören Peygamberin gözü hayretinden sağa sola meyletmedi, onu aşmadı. Muhakkak orada O, Rabb’inin Âyet’ül-Kübrâ’sını gördü.”13 Bu âyetleri geniş bir perspektifle Otuz Birinci Söz’de tefsîr eden Bedîüzzaman Hazretleri (ra), artık Allah Resûlünün (asm) burada “Cennetü’l-Me’vâ’nın gövdesi olan Sidretü’l-Müntehâ’da”14 iken Allah’ın azametinin delillerine şâhit olduğunu, âlem-i şehâdetin mânevî tezgâhları ve küllî kânunlarına, yeryüzündeki mahlûkatın amellerinin netîcelerine, cinlerin ve insanların fiillerinin Cennetteki meyvelerine ve Cehennem’deki zakkumlarına, yeryüzündeki tesbihât ve tahmîdâtın Cennetü’l-Me’vânın meyveleri sûretine girmesine şahitlik ettiğini kaydeder. “Elhamdülillâh” kelimesinin, nasıl bir Cennet meyvesine dönüştüğünü müşahede ettiğini beyan eder.15

Bu gece, böylesine müstesna bir gecenin sene-i devriyesini inşaallah idrak edeceğiz.

Bu geceyi nasıl mı ihyâ edelim? Elimizden ne geliyorsa onunla. Namazla, niyazla, Kur’ân okuyarak, Cevşen okuyarak, duâ ederek... Vs. Yapabildiğimiz kadar.

Ve muhakkak; bizim mi'racımızın da namaz olduğunu; ömrümüz boyunca beş vakit namazda sebat ederek Allah’ın kurbiyeti ile müşerref olabileceğimizi bir kez daha kuvvetlice ve muhakkak hatırlayarak!

Mi’rac Kandilinizi tebrik ederim.

Duâ

Ey en gizli sesleri işiten! Ey en hafî niyazları işiten! Ey en sessiz yalvarışları işiten! Ey kalbin en gizli çırpınışlarını işiten! Ey gözyaşlarının en sessiz süzülüşünü işiten! Ey Semî-i Rahîm! Bizi işit! Sesimizi duy! Yalvarışlarımızı, yakarışlarımızı, duâlarımızı, niyazlarımızı, gözyaşlarımızı, çırpınışlarımızı cevapsız bırakma! Bu gece huzuruna aldığın kâinatın Sevgilisi hürmetine, hatalarımızı bağışla, günahlarımızı affet, eksiklerimizi tamamlat, kusurlarımızı ört! Bizi günah kirlerinden arındır! Tövbemizi kabul kıl! Bizi sevdiğin kulların arasına al! Bizi rahmetinden uzak eyleme! Bizi Cennetine al! Âmin!

Dipnotlar:

1- Necm Sûresi, 53/6,7. 2- Sözler, s. 520. 3- Necm Sûresi, 53/8. 4- Necm Sûresi, 53/9. 5- Sözler, s. 520. 6- Sözler, s. 520. 7- Necm Sûresi, 53/10. 8- Sözler, s. 518. 9- Necm Sûresi, 53/11. 10- Necm Sûresi, 53/12. 11- Necm Sûresi, 53/13, 14. 12- Necm Sûresi, 53/15. 13- Necm Sûresi, 53/16, 17, 18. 14- Sözler, s. 524. 15- Sözler, s. 532

10.08.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tembellik/uyuşukluk zindanı, ümit ve kader



Birçoğumuz sık sık, fabrika makinasının bir civatasının bile—çarkları tutması hasebiyle—büyük bir öneme haiz olduğunu; “Ben basit biriyim, ne önemim var?” deyip işini yapmazsa çarkların dağılacağını, üretimin de duracağını vurgularız. Ne var ki, olumsuzluklardaki payımızı görmezden gelerek, suçu başkalarına atar, kendimizi (nefsimizi) temize çıkarırız! Oysa, önce, “Nerede hata yaptım?”; sonra, “Nerede hata yaptık?” sorularını kendimize sormalıyız.

Bediüzzaman, zindan-ı atâlete düştüğümüzün sebeplerini, “ümitsizlik, şevksizlik; meylüttefevvuk (üstün olma meyli); sebepler zincirini atlama, yani, sünnetullaha, kevnî ve sosyal kanunlara uymama; hem kendisi, hem de hemcinslerinin hakkını aramama; acz ile kendine itimadı olmadığından işi birbirine bırakma/havalecilik; başkasının tembelliğini örnek alma; Allah’ın işine karışma ve meylürrahat”1 olarak sekiz maddede ifade eder.

Tedavi yollarını da göstererek, ilk hastalığın reçetesini şöyle sunar: Hayat bir faaliyet ve hareket, şevk ise onun bineğidir. Himmetimiz şevke binip mücadele meydanına atıldığında, önce en şiddetli düşman olan yeis/ümitsizlik önümüze çıkar ve manevî gücümüzü kırar.

Rabb-i Rahimimizin, “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz”2 fermanını nazara verir. Bunun yanında Kur’ân’da doğrudan, yahut dolaylı olarak yüzlerce âyet-i kerîme ümidi aşılarken, yüzlercesiyle de ümitsizlik kapılarını kapatır.

Unutmayalım; ümidini kaybedenin, kaybedecek başka bir şeyi yoktur! Ümitsizlik; karamsarlık, kötümserlik gibi bütün olumsuzlukların kaynağı olduğundan, “Battı balık, yan gider” dedirtir. Gelişmenin, olgunlaşmanın, mükemmelleşmenin engeli, en dehşetli mikrobudur. Acizlik ve korkudan kaynaklanan yeis, hayatı anlamsız yapar ve çekilmez kılar. Yeis, terakkî ve ilerlemenin de en büyük ayak bağıdır.

İnsan heyecanlı ve hareketli bir fıtrata sahiptir. Yeis ise heyecan ve hareketi öldürür. Ve tembellik bataklığına atar. Toplum hayatını alt üst eden yeis, ferdi, toplumu düşünmekten koparıp, şahsî menfaatlerine yöneltir. Yeis bir mânâda, rahmet-i İlâhîyeyi de suçlamak demektir. Allah’ın sonsuz gücüne, yardımına, esirgeyicilik ve bağışlayıcılığına güvensizliktir. Elbette sonsuz gücü, sonsuz hikmet ve kudreti, sonsuz merhameti bulunan bir Rabb-i Rahîm’e inanan bir Müslüman, asla ümitsizliğe düşmez. Üzüntüsü yeise dönüşmez, inançsızlarınkine hiç benzemez.

Ümitsizlik hastalığını kadere imanla tedavi etmeliyiz. Çünkü, kararsız bir dünyada yaşıyoruz. Eğer kadere îmanı güçlendirmezsek, olumsuz olayların üstesinden gelemez; altında eziliriz.

Kadere îman, başa gelen musîbet, felâket ve hayatın süprizlerine karşı da potansiyel bir güç, bir hazırlık, bir konsantrasyondur. Kadere îman eden, kederlenmez. Çünkü “Kadere îman eden kederden emin olur.” Kadere îman eden olumlu veya olumsuz her şeyin Allah’tan geldiğini ve içerisinde bildiği veya bilemediği sayısız hikmetler bulunduğunu düşünür, rıza ile karşılar. Bu inançtan mahrum olanlar ise en küçük bir hâdise veya musîbet karşısında, “ah!” ve “of!” çekmekten kurtulamazlar.

Kadere îman hüzün ve ümitsizliğin de ilâcıdır. Dolayısıyla mü’min, üzüntüde de ölçülü olur. Bilir ki her şey kader ile takdir edilmiştir. Kaldıramayacağı hiçbir yük kendisine yüklenmemiştir. Kadere îman, herhangi bir musîbet veya felâket geldiğinde, “Ne yapalım, kaderimde varmış” deyip sabretmek ve razı olmayı gerektirir. Zira, “Ne yeryüzünde vukû bulan ve ne de sizin başınıza gelen hiçbir musîbet yoktur ki, onu yaratmamızdan evvel bir kitapta yazılmış olmasın. Bu ise Allah için pek kolaydır”3 âyeti bize bu dersi verir.

Kadere îman, bir irâde eğitimidir aynı zamanda. İnsan, îman derecesine göre sıkıntılar, zorluk ve problemler karşısında zaafiyet, kararsızlık, tembellik göstermez, göstermemeli. Çünkü o, “Her şeyde bir hayır vardır” düşüncesiyle hareket ettiği için, olumsuzluklardan ders alır, yoksa bütün bütün karşı tarafı suçlamaz. Kadere de bir pay ayırır.

İşte zindan-ı ataletten kurtulmanın birinci şartı ümitsizliği içimizden söküp atmaktır. Bunun da birinci yolu, kadere îmanı güçlendirmektir…

Not: Okuyucularımızın, tüm İslam ve insanlık aleminin Mi'râc gecelerini tebrik eder, hayırlar getirmesini niyaz ederim.

Dipnotlar:

1- Münâzarât, s. 136-140.; 2- Zümer Sûresi: 53.; 3- A.g.e., Hadîd, 22.

10.08.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Dini toplumdan ayırmak



Kiliseyi devlet organlarından ayırmaya ve ikili sisteme biz laiklik diyoruz. Dinin devletten ayrılması, kısaca laiklik olarak tanımlanıyor. Bir de bunun soyyolojik boyutu var. Yani dini toplumdan ayırmak. Buna da sekülarizm deniliyor. Papa 16’ıncı Benediktus’un ifadesiyle, pratik ateizm. Faslı düşünür Muhammed Abid Cabiri ‘özde veya samimiyetle’ köşesinde (el Mecelli: 1425, s: 11) laiklik kavramının kurumsal anlamda İslâm’da bir karşılığının bulunmadığını ifade ediyor. İslâm’da, alimler veya fakihler olsa bile, onların kurdukları veya oluşturdukları müstakil ve kendi başına dinî bir yapı ve kurum yok. Kilise veya benzeri dinî teşekkülleri ve kurumları yok. Ulema, ya devlet çatısı altında faaliyetlerini sürdürmüş, ya da ferdî olarak devlet katında dinî ve ahlâkî sapma olduğunda tevcih, nezaret, ihtar ve ikaz görevini deruhte etmiştir. Bunun dışında din adına bir kurum kurma ve bunun vasıtasıyla toplumu yönetme diye bir görev ve istekleri hiç olmamıştır. Sadece kuralların uygulanıp uygulanmamasına nezaret etmişlerdir. Esasen İran’da Şeriatmedari ve Muntezari’nin yaklaşımları da buydu. Bu hususta velayet-i fakih doktrini bir istisnadır ve bu da İran’a veya Şia’nın bir anlayışına özgü ve özeldir. Velayet-i fakih kavramı günümüzde kısmen de olsa imametin yerini almıştır. Dolayısıyla, kurumsal olarak laikliğin zemini ve karşılığı olmayan bir atmosferde, laikliğin tatbiki başka bir mecra kazanmaktadır. Muhammed Abid Cabiri’ye göre, bu mecra, dini toplumdan ayırmak ve sekülerize etmektir. Laiklik tatbikatı karşılığını bulamayınca, sekülarizme insiraf etmektedir. Dolayısıyla İslâm dünyasında laiklik namına yapılan tatbikat ve uygulamalar sekülarizm mânâsına gelmektedir. Bu da toplumla İslâm arasına perdeler ve engeller koymaktadır. Bu hususta Cabiri şu tahlili yapmaktadır: “Laiklik din ile devlet ilişkilerini birbirinden ayırmak ise; Kilise’nin olmadığı bir toplumda bu ayrıma çağırmak, kastedilmeyen bir şeye evrilmektedir: Dini toplumdan ayırmak. İnsanları dinden tecrit etmek. Halbuki bu kesinlikle laikliğin anlamları arasında yoktur. Laiklik dindarlığın zıddı değildir. Hatta laikliğin daileri ve propagandistleri ve taraftarları bile bunu iddia edemezler. Ve laiklik akılcılık anlamında ise, İslâm da aklı tatil etmez ve onu devredışı bırakmaz. Hatta aksine aklı hakem kılar....” Tarihî seyrin ve ihtiyacın dışında, yukarıdan inme ile dayatma yoluyla tatbik edilen bu kavram, bilmecburiye anlam kaymalarına uğramıştır. Laiklik adı altında İslâm toplumlarını sekülerleştirmiş ve sosyolojik altyapıyı tahrip etmiş ve çökertmiştir.

***

Dolayısıyla, laiklik kavramı, aslî bağlamının dışında kullanılmış ve suistimal edilmiştir. Laiklik teknik bir mesele ise, sekülarizm sosyolojik ve hatta ideolojik bir kavramdır. Türkiye’de uygulanan da, laiklik adına, zorakî ve cebrî bir sekülerleştirmedir. Bu toplumu dünyevîleştirme anlamında dönüştürmedir. Bu bağlamda, İslâmîleşme veya İslâmîleştirmenin zıddı ve tezadı laiklik değil, sekülarizasyondur. Zaten, tatbikat itibarıyla laikliğin İslâm dünyasında altyapısı olmadığından, bu anlam otomatik olarak sekülarizme intikal etmektedir. Ve laiklik adına sekülarizasyonun tatbikatı İslâm toplumlarında gerilim ve kutuplaşmaya neden olmaktadır. Halbuki laiklik kutuplaşma için değil, kutuplaşmayı kaldırmak için vazedilmiştir. Teknik bir meseledir.

***

Haricilerin, İslâm’ı anlamada guluv ve aşırılık içine düştükleri gibi, Cabiri, kimi laiklerin de laikliği anlama ve uygulamada aşırılığa düştüklerini ve bu kavramlar etrafındaki sürtüşmelerin ve kutuplaşmaların İslâm dünyasını kilitlediğini hatırlatmaktadır. Bu itibarla, esasen ılımlı veya mutedil İslâm laikliğin değil, sekülarizmin karşılığıdır. Ama bugün, ılımlı İslâm kisvesi altında anılan kimi İslâmî şahsiyet veya hareketler, derinden derine sekülarizm akımına güç veriyorlar. Sözgelimi, 1992 yılında Cezayir’de demokrasi kesintiye uğradığında, seçimlerin ikinci turu iptal edildiğinde, Türkiye’de Nilüfer Göle gibi isimler, kadın hakları adına laiklik ve modernizm adına Cezayir’deki darbeci sürece sahip çıktıklarını ve destek verdiklerini görüyoruz. Günümüzde ise, bu isimlerin, dönüşen ve değişen İslâmî kökenden gelme partilerin neredeyse teorisyeni, akıl hocası ve akildanesi haline geldiklerini görüyoruz. Kim değişti? Onlar mı İslâmlaştı, yoksa İslâmî bir kökenden gelenler mi sekülerleşti?

Her şey meydanda…

10.08.2007

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Gül’e, Dolmabahçe engeli mi?



Yine Çankaya meydan savaşlarına şahit oluyoruz. Köşk’ün belli-belirsiz tek adayı Abdullah Gül hakkında yapılan tartışmalarda çıksın-çıkmasın görüşleri çatışıyor. Bunların içinde en sürprizi ise, Gül’ün en yakın arkadaşı Başbakan Erdoğan’ın isteksiz tavrı.

Gül, Erdoğan’ın bu tavrına kırgın. Kulislere göre, aslında Erdoğan da Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını istiyor. Ancak izah edilen-edilemeyen bir sebepten dolayı istemeden de olsa karşı çıkıyor.

Buna göre, izah edilemeyen sebep Dolmabahçe görüşmesi. Hatırlanacağı gibi, Başbakan Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, 4 Mayıs 2007 öğleden sonra Dolmabahçe’deki Başbakanlık Ofisi’nde 2 saat 15 dakikalık bir görüşme yapmışlardı. Görüşmenin detayını kimse bilmiyor. İki taraf da en yakınlarına bile görüşmeyi anlatmadı.

Görüşmede neler konuşulduğunu kimse bilmediği için çok şey ileri sürüldü. Listeye giremeyen eski vekiller bile aday olamamalarını bu görüşmeye bağladı.

Şimdi aynı gerekçenin Gül’ün Çankaya yolunu tıkadığı söyleniyor. Erdoğan’ın, Gül’ün Köşk’e çıkmasını istememesinin ardında Dolmabahçe’de verilen sözde değil, “özde teminat”ın yattığı iddia ediliyor.

İddialar görüşme muhataplarının yapacakları açıklamaya kadar sürüp gidecek.

Ancak bir şey var ki, gelişmeler kulisleri doğruluyor.

**

Belirsizlik giderilmeli

Köşk spekülasyonları öyle bir hale geldi ki, bir kısım odakların isteklerini şahsî görüşü diye yazanlar–inanan var mı acaba–Gül’den “zarif bir fedakârlık” yaparak cumhurbaşkanlığını reddetmesini istiyor. Bu istek bile Dolmabahçe iddialarını güçlendiren en büyük delil.

Spekülasyonları bitirmenin tek yolu var. Abdullah Gül açıkça aday olup olmadığını, yoruma yer vermeyecek netlikte kamuoyuna açıklamalı. Topu taca atmadan devam ya da tamam demeli. Belirsizlik bir an önce giderilmeli.

22 Temmuz’dan önce olduğu gibi, adaylığın son ana bırakılması, siyasetin manevra alanını daraltıyor.

Aday açıklaması ile ne olacağı şimdiden görülür. En azından daha fazla olumsuzluğun önüne geçilir. Çığırtkanların kriz tehdidinin ne olduğu belli olur.

Sonuçta en fazla erken seçime gidilir. “Yeni bir seçim ile ekonomi sarsılır, piyasa olumsuz etkilenir” tehditleri de göz ardı edilmeli.

Ne adına?

Demokrasi adına. Halkın yönetime doğrudan müdahale etme adına. Egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olması adına.

Siyaset bunu göze almalı. Kriz korkuları ile, milletin verdiği yetkiye rağmen geri adım atmak, en hafif tanımıyla millete haksızlıktır.

**

Gül olmazsa, Toptan mı?

Bu arada TBMM Başkanlığı için AKP’nin adayı olarak ilân edilen Köksal Toptan’ın CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile görüşmesinden sonra Toptan için Köşk yolunun da açıldığı yorumları yapıldı. Baykal’ın sözlerinden sonra Abdullah Gül dışında en şanslı Köşk adayının Köksal Toptan olacağı beklentisi oluştu.

Bekleyip göreceğiz…

10.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri