Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Asrın cihadı



Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Kastamonu’da ikamet etmekteyken İnebolu’dan Salih Uğurtan ve arkadaşları ziyaretine gelmiş, bir müddet sohbetten sonra ellerine birer kitap verip, “Bu asrın cihadı ilimdir, fikirdir, kitap okumaktır. Bunları okuyun” demişti. Okunacak, öğrenilecek, anlatılacak, öğretilecekti.

Allah Resûlü (asm), “Mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin” buyurmuştur. An gelir malla, canla, an gelir dille cihad edilir. Hiç bitmeyen cihad dille yapılan cihaddır. İnanılan hakikatler, güzellikle, ikna ile, ispat ile anlatılacak, böylece ruh ve kalpleri doyuran hakikatlere insanlık ulaşacaktır.

Sahabenin âlimlerinden Ebu’d-Derdâ (ra), sabah akşam ilimle meşgul olmayı cihad kabul etmeyen kimselerin hem akılsız, hem de dar görüşlü olduğunu söyler. (Camiu Beyani’l-İlm, 1: 31.) İbni Abbas ise Kur’ân ve dini öğretmeyi, cihaddan daha hayırlı bir hizmet olarak görür. (A.g.e, 1: 62)

İyiyle kötünün, doğruyla yanlışın iç içe girdiği günümüzde, iyinin, doğrunun, hakkın, hakikatin, şanına yakışır tarzda gösterilmesinin önemi kendiliğinden anlaşılıyor. Hem akıl ve ilmin hükmettiği çağımızda akıl, mantık dini olan İslâmın hükümlerini ikna ile ortaya koymaktan başka yol yok. Kılıncın yerini şimdi ilim almıştır. Hutbe-i Şâmiye isimli eserinde bu teşhisi ne güzel koymuş Bediüzzaman Hazretleri. Diyor ki: “Nasıl ki eski zamanda İslâmiyetin terakkîsi düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzâtı defetmek silâh ile, kılıç ile olmuş; istikbalde, silâh kılınç yerine, hakîkî medeniyet ve maddî terakkî ve hak ve hakkaniyetin mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.” (Tarihçe-i Hayat, s. 83.) Dahası şu gerçeği de vurguluyor: “Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye (aklî delillere) istinat eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.” (A.g.e., s. 80)

İslâm istikbalde hükmedecekse elbette onun iyi anlaşılıp en güzel şekilde takdimi gerekli. Bu, arayış içinde bulunan insanlık için bir kurtuluş simidi olacaktır. Muhtaç ve müştak gönüller iştiyakla ona sarılacaktır. Fıtrat dini olan İslâm elbette ruh, kalb ve hissiyâtı bütünüyle doyuracak, mutmain insanlık hayatın gerçek anlamını anlayacak, zevkine varacak, sevinç ve mutluluktan uçar hale gelecektir.

Görevimiz ne kadar önemli değil mi?

11.08.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yine sigara



Hemen her yönüyle zarar veren ve bir umumî belâ halini alan sigara tüketimiyle ilgili değişik vesilelerle yazılar yazıyor, elimize ulaşan sağlıklı bilgileri sizlerle paylaşmaya çalışıyoruz.

Hemen ifade edelim ki, bunun pekçok faydasını görüyoruz. Birçok dost ve arkadaşımızın, bu vesileyle "sigaraya vedâ" ettiklerini müjdesini alıyoruz. Bu da bizi bir hayli sevindiriyor.

İnşaallah, bu sevinç ve karşılıklı memnuniyet dalgası artarak devam edecek.

Sigara tüketiminde eğitim ve gelir seviyesi

AA kaynaklı yeni bir habere göre, sigara tüketiminin gelir ve eğitim seviyesiyle büyük paralellik arzettiği anlaşılıyor.

Daha doğrusu, ortada tam bir "zıt paralellik" durumu var.

Sigara tüketimi, gelir ve eğitim seviyesi düşük kesimlerde artıyor, bu seviyenin yüksek olduğu kimselerde ise sigara tüketim oranı azalıyor.

Ankara Genç İş Adamları Derneği'nin (ANGİAD) başkentte 9–11 Temmuz 2007 tarihlerinde 1098 kişiyle yüz yüze yaptığı anket sonuçlarında ortaya çıkan şu tablo bir hayli düşündürücü:

1) İlkokul mezunlarının yüzde 65'i sigara kullanırken, bunu yüzde 50 oranıyla ortaokul ve lisede eğitim gören ya da mezun olmuş kişiler takip ediyor. Üniversitede eğitim gören ya da mezun olanların yüzde 39'u, lisansüstü eğitim gören ya da mezun olanların ise yüzde 21'i sigara kullanıyor.

2) Gelir durumlarına bakıldığında ise, genel tablo şudur:

Gelir seviyesi düştükçe sigara alışkanlığının arttığı göze çarpıyor. Meselâ, düşük gelirlilerin yüzde 61'i sigara kullanırken, bu oran, orta gelirlilerde yüzde 48'e, yüksek gelir grubunda ise yüzde 29'a kadar düşüyor.

Sağlık

Sigaranın bir başka tahribatı

Sigaranın tahribatıyla ilgili olarak sağlık uzmanlarının üzerinde ittifakla anlaştıkları bir başka husus şudur:

Sigara, iç organların olduğu kadar ten ve cildin de amansız düşmanıdır.

Sigara kullananların, zamanla teni grileşmeye, yüzü solgunlaşmaya başlar. Cildinde çizgilenme ve buruşma emareleri görülür. Ten rengindeki kanlanma bâriz şekilde azalır. Göz çevresinde ise, dumana bağlı olarak ciddi sûrette deformasyonlar oluşur.

Ayrıca, sigarada bulunan toksit kimyasallar, sadece akciğere değil, cildin üzerine de yapışır kalır.

Bu da, uzun dönemde ciltte lekelere, siyah noktalara, tahrişe ve hatta cilt kanserine dahi sebebiyet verebiliyor.

Tiryakilik, yahut bağımlılık derecesinde sigara içen ve bu sinsî alışkanlığı bir türlü terk edemeyenler için, günde ortalama 500–1000 gram kadar C vitamini desteği alması gerektiği önemle tavsiye ediliyor. Aksi halde, kişi kendi eliyle ve göz göre göre sıhhatini, vücut dinamizmini harap etmiş olur.

GÜNÜN TARİHİ 11 Ağustos 1961

Duruşma göstermelik, cezalar zalimane

Altı yüzden fazla seçilmiş vatan evlâdının aylardır yargılandığı göstermelik "Yassıada duruşmaları", 11 Ağustos 1961 günü sona erdi.

Yassıada dâvâları, 14 Ekim 1960 günü başladı. Başlangıçtan son duruşma gününe kadar geçen süre 9 ay 25 gün. Hükümlerin okunduğu 15 Eylül 1961 tarihine kadar geçen süre ise, tam tamına 11 ay 1 gün.

* * *

Yassıada dâvâlarında sanık olarak bulunanlar, başta Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, Başbakan Adnan Menderes, T.B.M.M. Başkanı Refik Koraltan, Demokrat Parti hükümeti üyeleri, milletvekilleri ve bu partinin çeşitli merkezlerinde aktif, dinamik hizmetlerde bulunmuş olan çeşitli kademelerdeki yöneticileri.

Başlangıçta altı yüz kişiyi bulan kara liste, duruşmaların ardından 412'ye indirgendi. Sayıları böyle yüzlerle ifade edilen bu mazlûm insanlara, başta idam cezası olmak üzere her türlü eza, cefa, ceza şekli revâ görüldü.

* * *

14 Ekim 1960 günü başlayan ve 11 ay süren Yassıada dâvâları tam 203 mesai günü görüşülmüş ve bunlar için toplam 872 oturum yapılmış. 1068 şahidin dinlenildiği bu oturumların saat hesabı olarak yekûnu ise 1033 saat.

Yassıada'da 19 ayrı dâvâya bakılmış. Bunların içinde üzerinde en çok durulanı ise, önemli dâvâ olan “Anayasayı ihlâl” dâvâsı.

Bu dâvâlar, kasdî ve göstermelik olduğu gibi, verilen cezalar da hiçbir şekilde vicdanlarda mâkes bulmadı.

Uygulanan cezaların umumî vicdanda açtığı derin yara, kanamaya hâlâ devam ediyor.

11.08.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Tövbemiz ve Allah'ın affı



Aydın Demir: “Günahlardan birçok kere tövbe edilse Allah affeder mi?”

Tövbe resmî bir törenden ibaret değildir. Tövbe insanın özünde meydana gelen bir pişmanlıktır, insanın Allah için günahtan dönmeye ciddî karar vermesidir.

Dinimizde ümitsizlik yoktur. Allah Kur’ân’ın birçok âyetinde Kendi Yüce Zatını bize “Erhamü’r-Râhimîn”, “Settâru’l-Uyûb”, “Ğâfiru’z-Zenb” isimleriyle tanıtır. İşte bir âyet: “Muhakkak Ben, tevbe eden, îmân eden, amel-i sâlih işleyen ve hidâyet üzere olan için Ğaffâr’ım (çok mağfiret ediciyim).”1

Esas olan tövbe etmektir, Cenâb-ı Allah’tan mağfiret istemektir, Allah’ın affına sığınmaktır. Ve bunda halis olmaktır, bunu Allah korkusuyla yapmaktır. Dinimizde günah ne kadar büyük olursa olsun, affedilmeyeceğini ummak yoktur. Peygamber Efendimiz (asm); “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizlerin yerine günah işleyip de hemen Allah Teâlâ’dan mağfiret isteyen ve Allah’ın da kendilerini bağışlayacağı bir kavim yaratırdı.”2 buyurmak suretiyle Cenâb-ı Allah’ın, kulun istiğfar etmesine verdiği ehemmiyeti bildirir. Kul, bilerek veya bilmeyerek hata eder, yanılır, sürçer, ayağı kayar, büyük veya küçük günah işler. Fakat Allah korkusuyla günahlarından pişman olduğu anda, Cenâb-ı Hakk’ı Ğafûr, yani hadsiz mağfiret Sahibi ve bağışlayıcı olarak yanında bulur.

İşte Kur’ân’ın çağrısı: “De ki: Ey günahta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz O Ğafûr’dur, Rahîm’dir. (çok bağışlayan ve çok acıyandır)”3

İnsanın, ömür ve gençliğinde birçok yanlış ve batıl tercihlere girdiğini; sonunda ise elinde elem verici günahlar, zillet verici elemler ve dalâlet verici vesveselerden başka bir şey kalmadığını hatırlatan4 Bedîüzzaman Hazretleri, Ğaffâr isminin günahların varlığını gerektirdiğini5, fakat kulun Fâtır-ı Zülcelâl’in dergâh-ı rahmetinde kusurunu itiraf etmesinin önemli olduğunu6; kusurunu itiraf ederek istiğfar edenin şeytanın şerrinden kurtulacağını, Allah’a sığınacağını ve affa müstahak olacağını7; Ğaffâr, Settâr, Tevvâb ve Vehhâb isimlerinin tövbeyi ve affı istediklerini8 kaydeder.

Üstad Saîd Nursî’ye göre, Rahîm ismi Ğaffâr mânâsındadır.9 Cenâb-ı Hak mağfiret isteyen tevbe ehli kullarına çok müşfik ve çok merhametlidir. Enâniyeti bırakıp, şerden, tahripten ve nefse itimaddan vazgeçerek istiğfar eden, hayrı yalnız Allah’tan isteyen ve Allah’a tam kul olan bir kul, “Allah kötülükleri iyiliklere çevirir.”10 Âyetinin sırrına mazhar olur. İnsandaki nihayetsiz şer kabiliyeti, nihayetsiz hayır kabiliyetine dönüşür ve böylece insan ahsen-i takvim kıymetini alarak Allah katında en yüksek mertebelere çıkar.11

Her bir günahı bir manevî yılan olarak niteleyen Bedîüzzaman Hazretleri, imanın selâmeti için bu yılanların imha edilmesinin şart olduğunu, aksi takdirde imanın mahalli olan kalbimizi mütemadiyen ısıracağını haber verir. Bu yılanı imha etmenin tek yolu da, Allah’ın mağfiretine sığınmak, yani tövbe ve istiğfar etmektir.12

Üstad Bedîüzzaman’a göre, bu âyet bütün günahkârlarca ve hatta tüm insanlıkça çok iyi anlaşılmalıdır. Çünkü herkes her zaman sâlih amele muvaffak olmayabilir, herkes her zaman günah işleyebilir. Bu âyetin en büyük mesajı şudur ki: Salih amele muvaffak olamayan veya büyük/küçük günah işleyen herkes muhakkak tevbe etmeli ve muhakkak Allah’ın mağfiretine sığınmalıdır. Hiç kimse asla ümitsizliğe düşmemelidir. Allah’ın af kapısı her zaman ve her kul için açıktır. Ümitsizliğe mahal yoktur.13 Öyleyse, Mevlânâ’nın o meşhur sözünü kulağımızda hep küpe yapalım: “Yeter ki gel! Bin defa tövbeni bozmuş olsan yine gel!”

Saîd Nursî Hazretlerine göre Kur’ân’ın, “Şüphesiz Allah Halim’dir, Ğafûr’dur. (ceza vermekte acele etmez ve çok bağışlayandır)”14 gibi âyetleri insana büyük bir rica ve ümit kapısı açmıştır.15 Rahîm ismi, Ğafûr burcunda insana el uzatarak, insanın içindeki karanlık âlemleri ışıklandırmıştır.16

İşlediğimiz büyük/küçük günahlardan arınmak için tövbeden, Allah korkusunu tatmaktan, Allah’a sığınmaktan ve Allah yolunda bulunmaya devam etmekten başka çaremiz yoktur.

Dipnotlar:

1- Tâ-hâ Sûresi, 20/82; 2- Müslim, Tevbe, 11; 3- Zümer Sûresi, 39/53; 4- Lem’alar, s. 133; 5- Lem’alar, s. 59; 6- Nûr’un İlk Kapısı, s. 32; 7- Lem’alar, s. 91; 8- Mesnevî-i Nûriye, s.113; 9- İşârâtü’l-İ’câz, s. 25; 10- Furkan Sûresi, 25/70; 11- Sözler, s. 290; 12- Lem’alar, s. 14,15; 13- Mesnevî-i Nûriye, s. 57; 14- İsrâ Sûresi, 17/44; 15- Sözler, s. 394; 16- Mektûbât, s. 399

11.08.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Risâle-i Nur’a dönersek...



“Adalet-i mahzâ ve siyasî ölçü” başlıklı yazı üzerine Mete B., “11 yıllık bir öğretmenim. Zaman zaman ayrı kalmama ve hatta uzaklaşmış olmama rağmen Risâle-i Nur’u ve Yeni Asya ekolünü çok seviyorum. Ne var ki, siyasî tartışmalar hizmete zarar veriyor. Bununla nereye varacağız; vardığımız noktada ne kazanacağız? Bırakalım, oyunu kim nereye verirse versin. Biz Risâle-i Nur’a dönelim…” şeklinde özetlenebilecek bir e-mail gönderdi.

Hizmete zarar veren siyasî duruş ve tartışma değil; tartışmanın üslûbu, tarafgirlik ve Risâle-i Nur’a göre değil; kendi kafa fenerimize göre hareket etmemizdir. Risâle-i Nur’a döndüğümüzde, “Bırakın, kim nasıl isterse öyle hizmet etsin, kime isterse oyunu versin!” şeklinde bir tavsiyeye asla rastlamayız.

Temel problemimiz; Kur’ân ile Sünnet’in çağımızdaki hizmet, içtimâî ve siyasî stratejisini bir müceddid olarak çizen Bediüzzaman’ı anlayamamaktan, Nur’lardan uzak kalmaktan kaynaklanmaktadır. Risâle-i Nur’a dönersek; şu soruların cevabını vermemiz gerekir:

Bediüzzaman; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar ve bunların bölümleri olan lâhikalarda, Münazaratta, Divan-ı Harb-i Örfî’de siyasî ölçüleri vermiyor mu; hizmet stratejisini çizmiyor mu? Üstad’ın ölçü ve prensiplerini anlatmayalım mı? Ve biz bu hakikatleri anlatıp-yazarken, kimi zaman gayet vahşice saldırıp, gaddarane tepki gösterip, siyasî görüşlerini savunanlara karşı, Risâle-i Nur’a sadakatle bağlanmayalım, sebat etmeyelim, sabır göstermeyelim mi?

Meseleye bu perspektiften baktığımızda, esas problemimiz, Risâle-i Nur’un iman, ihlâs, uhuvvet, hizmet, ittihat/birlik-beraberlik, sebat, sadakat, vefakârlık prensiplerini lâyıkıyla kavrayamamak ve uygulayamamak değil mi? Dolayısıyla tartışmalarımız ve davranışlarımız, bu hususların tezahür etmesinden ibarettir.

Eğer Risâle-i Nur’a dönersek; sıkıntıların bir kaynağının da, “zindan-ı atalete” düşüşümüzün ikinci sebebi olduğunu görürüz:

“Sonra müzahemetsiz olan hakkın hizmetinin yerini zapteden meylüttefevvuk istibdadı hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz, ‘Kûnû!’ (Allah için olunuz, Allah için çalışınız, Allah için gayret ediniz!) hakikatini o düşmana gönderiniz.”1

Ne var ki, kimi zamanı bunun yerini, “meylüttefevvuk” (üstün olma meyli) zapteder. Allah için değil de, “üstün olma meyli” ile hareket edersek, bütün çabamız boşa gidip, “zindan-ı atalete” düşmez miyiz? Hatta hizmete de zarar vermez miyiz? Peygamberimizin (asm) devdarlığı hizmetinin kendisine verilmesi için devesinin kolanını kesen sahabiyi düşününüz! Nerede ise, onu öldürecekti!

Aslında Kur’ân, iman hizmetlerinde müzaheme/birbirine zahmet verme yoktur, olmamalı. Çünkü, hizmet eden kendi imanına, Kur’ân’ına, dâvâsına çalışıyor; kendi görevini yapıyor; başkasına hizmet etmiyor! Eğer, “Kûnû lillah!” (Allah için olunuz!) hakikatince, Allah için çalışırsam, “Hedefe ulaştıran en büyük kuvvet, en kısa yol ihlâsı” yakalamaya çalışmam lâzım:

“Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ, en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer ‘Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim’ arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mâbeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir.

“Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi’l-ihvân sûretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyât-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.

“Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü’l-esası, samimî ihlâstır. Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder/düşer. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada tutunacak yer bulamaz…”2

Dipnotlar:

1- Münazarat, s. 136.; 2- Lem’alar, s. 166-167.

11.08.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Umumî hatalar-umumî musibetler



Anlam okuması yapabilenler

Musibetler iyiden iyiye kendini okutturuyor. Musibetleri okumak için okuma yazma bilmeye de ihtiyaç yok. Musibeti, şuuru yerinde olan herkes okur. Çünkü fıtrat, anlam okuması yapar şekilde yaratılmıştır. Her yaratılan anlamları okur şekilde yaratılıyor ama, anlam okuması da kendiliğinden olmamaktadır. Cüz’i iradesini kullanmaya başlayan insan, o noktadan itibaren anlam okumasında belirleyici olmaktadırlar. Yani insan, anlam okumasını geliştirebileceği gibi, bu özelliğini kaybedebilmektedir de.

Âlemde olup biten her şey, içinde pek çok anlam taşımaktadır. Hiçbir fiil ve işlem içinde anlam taşımaksızın meydana gelmemektedir. En ince kalbi hatıralarımızı bilen Yüce Allah, onlara uygun cevaplar da vermektedir. Dolayısıyla kendiliğinden ve öylesine bir işlemle karşılaşmak mümkün değildir.

Anlam okumaları geliştirebilir ve okuma yazma düzeyi artırılabilir. Ama ilgi gösterilmediği takdirde insan kâinatı anlamsızlıkla değerlendirebilir. Oysa ki bu kâinatın anlamsızlığı değil, kişinin anlam okuma kusurlu olmasının bir sonucudur.

Kâinat sahipsiz değil

Küresel ısınma, son zamanlarda çokça duyulan bir kavram oldu. İnsanlar cidden yarınlarla ilgili endişe duymaya başladılar. Henüz susuz kalmamış insanlar, henüz kıtlık görmemiş insanlar fazlaca vaveyla içerisinde bulunuyorlar. Konuşan insanların kurdukları cümlelere bakıldığında çok ciddî bir iman zaafı kendini gösteriyor.

Sanki olup biten işler kendiliğinden oluyormuş gibi, “Buzullar çözülüyor”, “İklim değişiklikleri başladı”, “Kuraklık aldı başını gidiyor”, “Artık insanlar içecek su bile bulamayacak…” şeklinde kurulan cümleler, imanı zayıf insanlarda çok büyük negatif etki meydana getiriyor. Sonrasında başlıyorlar felâket senaryoları işletmeye…

İnsan düşünse ki, bu kâinatın bir Yaratıcısı var. O’nun izni ve idaresi olmadan hiçbir şey meydana gelmez. Her şey kontroldedir. Toprak altındaki böceklerin, meyveler içindeki kurtçukların bile hakk-ı hayatını veren ve ona uygun hayat tanzim eden Allah, koca küreyi ve yıldızları da tanzimsiz, idaresiz bırakmayacaktır.

Umumun hatası

Evet, yağmursuzluk, kuraklık, işleyen düzenin bozulması, iklim değişiklikleri birer musibettirler. Bu musibet sadece insanlara ceza olsun diye geliyor da değildir. Bu sonuç, insanların amellerinin sonucu olan bir azaptır.

Günahların sonucu olarak musibetler gelmektedir. Musibetler gelirken de geliş amaçları, tedip değil, terbiye amaçlıdır.

Kimse benim günahımdan ne çıkar diye bir yaklaşım içerisinde bulunamaz. Günahlar birikerek katmerleşmektedir. Küçük küçük günahlar birikerek, umumun başına gelebilecek büyük günahlara dönüşmektedir. Böylece günah da umumileşmiş, gelecek musibet de umumileşmiş olmaktadır. Onun için kimsenin, ‘Benim günahım beni bağlar’ diye bir yaklaşım içerisinde olması beklenemez.

Umumî musibetler umumi tevbe ile ortadan kalkar

Umumî musibetlerin ortadan kalkabilmesi için umumî bir tövbe halinin yaşanması öğütlenmektedir. Ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinane yalvarmakla ve pek ciddî nedamet ve tevbe ve istiğfarla karşılamak ve Sünnet-i Seniyye dairesinde, bid’alara karışmadan, şeriatın tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek ve duâ ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.

Hem böyle umumî musibetler, ekser nasın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri-kısm-ı azamı-tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def’ olur..

11.08.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Yeniden biat etmeliyiz



Bizi yokluk karanlıklarından çıkartıp, ruhlar âleminde var eden Rabbimize “Kâlûbelâ” makamında bir söz vermiştik. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” suâline, “Evet Ya Rabbi, Sen bizim Rabbimizsin, bizler de Senin âciz kullarınız” diyerek Rububiyetine boyun eğmiş, saltanatına biat etmiştik. Daha önce aynı suâle, “Sen sensin, ben benim” diyerek isyan eden nefislerimizi, sonsuz kudret sahibi olan Rabbimiz, çeşitli azâba maruz bırakmış, her seferinde aynı isyan ile karşılaşınca onları aç bırakarak terbiye etmişti. Açlık karşısında Cenâb-ı Hak’kın nimetine, rahmetine ve merhametine ne kadar muhtaç olduğumuzu idrak etmiş, kudretine teslim olmuştuk.

Böyle bir imtihandan sonra, çok uzun olan hayat yolculuğumuza anne karnında devam ettik. Orada da yine rahmet ve merhametle muâmele gördük. Ceset denilen bir elbise giydirilerek yeni bir yolculuğa hazırlandık. Yeni yolculuğumuzda lâzım olacak âzâ ve levâzımatla donatıldık. Sonra da dünya denilen bu misafirhaneye gönderildik.

Dünya misafirhanesi, nimetleri bol, zînetleri güzel, lezzetleri tatlı, görünüşü câzibeli bir saray olarak hizmetimize sunuldu. Sarayın Sahibi, misafirleri olan bizlere çeşit çeşit ikramlarda bulundu. Hiç birini hak etmediğimiz halde, sayısız nimetler ihsan etti. Muazzam ve muhteşem olan dünya sarayını bizim için tahsis ederek, insan nev’îni yeryüzüne halife tayin etti. Peygamberler ve kitaplar göndererek, kendisini bize tanıttı, bizi çok sevdiğini ve bizim de O’nu sevmemiz gerektiğini bildirdi. Bu kadar nimet, ihsan, muhabbet ve rahmete karşılık, bizden istediği üç şey vardı: “Biri fikir, biri zikir, biri şükürdü.”

“Bismillah” diyerek, her işte O’nun adını andığımız zaman, işlerimizi denk getirip hayırla neticelendireceğini, “Sübhanallah” diyerek zikrettiğimizde her an bizimle beraber olacağını, “Elhamdülillah” diyerek şükrettiğimizde bize ihsan ettiği nimetleri arttıracağını bildirdi. Emirlerine itaat edip, yasaklarından sakındığımız müddetçe, hem dünya sarayında, bizi en güzel şekilde ağırlayacağını, hem de ebedî saadet sarayı olan cennetine davet ederek Cemaline mazhar edeceğini vaad etti.

Ne var ki, “Hafıza-yı beşer nisyan ile mâlul” olduğundan, Kâlûbelâ’da verdiğimiz sözü burada unuttuk. Nisyanımıza isyanımızı da katarak, dünya sarayında bir misafir olduğumuzu hatıra getirmeyip, ebedî burada kalacağımızı zannettik. Onun için dünyayı ve içindekileri sahiplendik. Dünya sarayının da geçici bir mekân olduğunu, içindeki leziz nimetlerin sonsuz olmayıp burada tatmak için verildiğini, asıllarının, menbâlarının “öteki tarafta” olduğunu düşünmedik. “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz” emrine uymadık. İtaat, iktisat ve kanaat içinde kullanıldığı takdirde, bütün canlılara yetecek miktarda olan kaynakları hem israf ettik, hem de bize bu nimetleri veren Sultan’a isyan ettik. Nefis ve şeytanın desiselerine kandık. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi, “Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik”.

Bu kötü zannımız, şükürsüz israfımız ve fikirsiz isyanımız sebebiyle, bu sarayın Sultanı da bizi terbiye etmek için çeşitli musîbetlere maruz bıraktı. Çeşit çeşit hastalıklar verdi. Bazı kuşları, sinekleri, böcekleri musallat etti. Korkunç fırtınalar, dehşetli kasırgalar, su baskını ve deprem gibi arzî ve semavî tokatlarla ikaz etti. Ama gafletimiz o kadar kalınlaşmış, kalbimiz o kadar katılaşmıştı ki, hiçbiri insanlığı intibaha getirmedi. Kâlûbelâ’daki biatımızı unutmuştuk. Tıpkı ruhlar âlemindeki isyanımız gibi, nefisler yine “ene ene, ente ente” demeye devam ediyordu.

Ruhlar âleminde nefisleri açlıkla terbiye eden Rabbimiz, dünya sarayındaki âsî misafirlerini de susuzlukla terbiye etmek istedi. Kaynakları israf etmenin, küremizi hor kullanmanın, şükürsüzlük ve kanaatsizliğin cezası olarak, insanlığın başına küresel ısınmayı musallat etti. Açlıkla terbiye olmaktan korkan insanlığı, susuzlukla tehdit ederek itaate dâvet etti. Susuzluk açlıktan daha korkunç bir azab olduğundan, kaynakların biraz azalması bile kalplere korku salmaya yetti. Şimdiden elli altmış yıl sonra gelmesi muhtemel bir felâket ihtimali dahi, insanları dehşete düşürmeye başladı. Küresel felâketlere karşı çeşitli tedbirler alınıyor, çareler aranıyor.

En büyük tedbir ve en kesin çare ise, “Kalûbelâ” sırrında yatmaktadır. Aczimizi ve fakrımızı itiraf ederek, Cenâb-ı Hak’kın merhametini celb etmeli, sonsuz kudret ve rahmetine iltica ederek dergâhına sığınmalıyız. Evvelâ göz pınarları tövbe ve istiğfar ile ağlamalı, gönül pınarları sevgi ve muhabbetle çağlamalı ki, yeryüzündeki diğer pınarlar da çağlayıp aksın.

Küresel felâketlerin, Kâlûbelâ zamanını ihtar ettiğini düşünüp, “Evet Ya Rabbi, Sen bizim Rabbimizsin, bizler de Senin âciz kullarınız” diyerek yeniden biat etmeliyiz.

11.08.2007

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Halk seçseydi stres olur muydu?



Abdullah Gül’ün Başbakan Tayyip Erdoğan’a kırgın olduğu yönündeki kulislerin aksine, önceki gün TBMM Başkanlığı seçiminde ikili son derece samimî pozlar verdi. Fakat, birbirleriyle sürekli konuşup zaman zaman tebessüm etseler de yüzlerindeki gerginlik gözlerden kaçmadı.

Anlaşılan cumhurbaşkanlığı seçimi büyük strese sebep olmuş. Kolay değil tabiî. “Bize cumhurbaşkanı seçtirmediler” diye seçim meydanlarında yapılan propagandalara karşılık alınan yüksek oy oranı, şimdi de “seçemiyoruz” stresine yol açtı.

**

İşin detayını bir tarafa bırakarak, farklı bir pencereden konuya bakmak istiyorum. Başbakan Erdoğan ve Abdullah Gül’ün yaşadıkları stresin bence en önemli sebebi, cumhurbaşkanını halka seçtirmede takındıkları ikircikli tavırdır.

Abdullah Gül’ün, antidemokratik 367 oyunuyla önünün kesilmesinden sonra hazırlanan Anayasa paketinin içine, 11. cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi maddesi de eklenmişti. Paket, şimdi 21 Ekim’de yapılacak olan referandumu bekliyor.

Bekliyor beklemesine de 22 Temmuz’dan sonra ortaya çıkan tablo, AKP’nin cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi isteğini de sona erdirdi.

Başbakan Erdoğan’ın daha ilk açıklaması “11. cumhurbaşkanını Meclis seçecek” olmuştu. Bunun sebebi, belki de beklediklerinin üstünde bir oy oranı ve sandalye sayısına sahip olmalarıydı.

Daha kolay ve rahat bir seçim yapılacağı tahmin edilmişti. Bu yüzden referandum paketine, ana muhalefetle birlikte, “kadük” gözüyle bakıldı. Bir iki cılız sesin dışında kimse pakete sahip çıkmadı.

Fakat, beklendiği gibi de olmadı. Başbakan Erdoğan’ın “Meclis’te kolay seçeriz” beklentisi, AKP içinde büyük bir krize dönüşümün ipuçlarını vermeye başladı.

“Abdullah Gül aday olursa kriz çıkar” tehditleriyle, “aday olmazsa bize oy veren milyonlara bunu nasıl izah ederiz” arasında kalan Erdoğan, şimdi kara kara düşünüyor.

**

Siyasette çıkış yolu için sınırsız seçenek bulunur elbette. Her gün onlarca çözüm önerisi ortaya çıkıyor. Fakat anında tıkaçlar devreye giriyor. Taktik savaşları yaşanıyor.

Sonuç en geç 10 gün sonra netleşecek. Zira cumhurbaşkanlığı için adaylık başvurusu 10 gün sonra sona eriyor.

Eğer anayasa değişiklik paketine samimiyetle sahip çıkılsaydı, şimdi yaşanan stres minimum olacaktı.

Her cumhurbaşkanlığı seçiminde birbiri ardına patlayan sun’î krizler son bulacaktı. Halka seçtirmek, Erdoğan’ı da, Gül’ü de sıkıntıdan kurtaracaktı.

Bu seçenek hâlâ canlı. AKP, bu seçeneği göz ardı etmemeli.

11.08.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Değişmenin değişmezliği



Allah’ın kâinata koyduğu kanunlar içinde değişimin değişmezliği kanunu da geçerliliğini devam ettirmektedir. Bu gerçeği görmeyenler ve değişime direnenler, dış etkenlerce şöyle veya böyle değişime sürüklenirler. Kısaca kulun değil, Allah’ın dediği olur.

Başbakan Erdoğan, seçim sonrası partililerine yaptığı konuşmasında, bey seçildikten sonra Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye hitaben söylediği meşhur öğüdünü okudu. Hani şu “Kusur bizden, af senden...” diye yöneten-yönetilen ilişkisinin ana damarlarını vurgulayan öğütlerin şaheser örneği. Ne zaman okusak, Kur’ân’da geçen Lokman Peygamberin oğluna yaptığı o ebedî öğütleri hatırlatır.

Bu öğüdü, sanıyorum, Erdoğan ilk defa başbakan olduğunda, o zamanlar Yeni Şafak’ta köşe yazarlığı yapan Ahmet Taşgetiren yazısında hatırlatmıştı. Sonraki günlerde AKP hükümetinin bazı konulardaki icraatını eleştirdiği için Taşgetiren, Yeni Şafak’tan ayrılmak zorunda kalmıştı. Bu defa dün kendisine yapılan aynı öğüdü, bizzat Erdoğan’ın vekillerine yapması bize bunları hatırlattı. Neler değişti acaba?

Her devrin bir ilcaatı vardır. Ve her işin bir vakt-i merhunu vardır. Son asrın müceddidi-konumuz açısından söylüyorum-günümüzün tabir-i caizse Şeyh Edebalisi Bediüzzaman Said Nursî’nin, “Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlal” görüşü tabiatta olduğu gibi, sosyal ve siyasal alanlarda da bir çok şeyin değiştiğini ve değişimin devamını işaretlemektedir. Değil mi ki, Osman Gazi’nin konumu, tarihî ve siyasî şartlarıyla-ilinti kurulduğu için karşılaştırma yapıyorum-sayın Erdoğan’ın şartları elbette aynı değildir. Osman Bey’den yapılanı Erdoğan’dan beklemek, elbette Erdoğan’a haksızlık olur. Sayın başbakan da eğer kendisini bir Osman Bey olarak görüyorsa, işini zorlaştırmış demektir. İdealistlik yapalım derken, ütopistliğe düşebiliriz.

Değişimin gereği olarak, yüzümüzü kendi çağımızın kanaat önderlerine çevirirsek daha isabetli olur. Bir-iki örnek verecek olursak, Bediüzzaman’ın “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yok. Birinin günahıyla diğeri mes’ul olmaz. Adalet-i izafiyye yerine adalet-i mahza’yı esas almak” gibi kriterleri günümüzdeki sosyal ve siyasal problemleri çözmede daha etkin rol oynar.

Sayın Tayyip Erdoğan, mezkur kriterlerden yola çıkarak Doğu ile Batı dünyasını birlikte kucaklaması, Asya ve İslâm coğrafyasına açılımı kadar, ABD ve AB’ye de açılım içinde bulunması hayatî önem arzeder. Yönünü sadece Doğu’ya dönmesi, bir medeniyetler çatışmasının altını imzalaması demektir. İçerde de tek başına değil, hep birlikte iş yapacağı şeklinde bir söylem ve icraat içinde olmalıdır. Bilinen bir gerçektir ki, Türkiye tek başına bir şeyler yapamaz. Ama Türkiye’siz de kimse bir şey yapamaz. Irak’taki durum gibi.

Allah iki Doğu’nun ve iki Batı’nın Rabbidir. “İki” terimi, Doğu ve Batı dünyasının akıl ve hikmet değerlerine atıf sayılabilir. Dolayısıyla ahirzamandaki Doğu/Batı birleşmesinin kavşağında olduğumuzu unutmamalıyız. Genel politikalarımızı da bu değişim sürecine göre ayarlamalıyız.

11.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri