Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Bir ziyaretin düşündürdükleri



Her yılın Ağustos ayı yaklaştığında, tatlı bir heyecanın ruh dünyamı kapladığını hissederim. Zîrâ, gitme hazırlıkları yaptığımız Barla, mânevî bir nurun bütün dünyaya yayıldığı ilk merkezdir.

Ahirzaman müceddidi olan Bediüzzaman’ı sekiz buçuk yıl bağrında misafir eden bu güzel ve mübarek belde, dünyanın her tarafından gelen ziyaretçiler tarafından dolup boşalıyor. İnanç turizmi çerçevesinde, farklı milletlere mensup, ama Risâle-i Nurlar sayesinde İslâm dinini seçmiş Bediüzzaman hayranları, Nurların ilk telif merkezi olan Barla’yı hayranlıkla dolaşıyor. Nur menzillerini ziyaret edip fotoğraflarını çekiyorlar. Bediüzzaman’ın uzun yıllar ikamet ettiği evi, Çınar ağacındaki kulübesi, Cennet Bahçesi, Barla Kabristanı, bir çok risâlelerin tashihatının yapıldığı ve 17. Söz ile 19. Mektub’un telif edildiği Karakavak mevkiindeki bahçe ve kaynak suyu, Çam Dağındaki Katran ağacı ve üzerine Üstadın kulübecik yaptırdığı, fakat iki bin yılının yılbaşı gecesi motorlu testere ile kimliği belirsiz kişilerce kesilen çam ağacı belli başlı ziyaret edilen nur menzilleridir. Bediüzzaman’ın 1950’den sonra kaldığı ve şimdi müze haline getirilen evi de ziyaret edilen menzillerdendir.

Her Ağustos ayının ilk haftası on beş aile ile ciddî okuma programları yapıyoruz. Yeni Asya Sosyal Tesisleri bunun için ideal bir mekân. Bu sene de başarılı bir program icra ettik. Hem şahsî okumalar, hem müzakereler, hem cemaat halinde namazlar, birlikte yemekler ve ziyaretlerle, âdetâ Barla âhiret âleminden âsûde bir köşeydi.

Salı günü bir grubumuzun inşâ ettiği dört katlı bir hizmet merkezinin açılışı vardı. Herkesi dâvet etmişlerdi. Yeni Asya’yı temsilen biz de katıldık. Güzel projelendirilmiş bir binaydı. Kalabalık bir dâvetli topluluğu vardı. Hepsi Nur Talebesi. Pırıl pırıl insanlar. Nasiyeleri tertemiz. İ’lâ-yı Kelimetullah dâvâsında maksat birliği etmiş ve aynı kaynaktan beslenen bu kalabalık, meşreben birbirine uyum sağlayanlarla hizmetlerini yürütüyorlar. Aynı akşam, Nur dairesinde çok saygın bir yeri olan muhterem bir ağabeyi ziyaret için haber verdik. Beklediğini söylediler. Yatsı namazında ulaştığımız hizmet merkezi, ülkenin her tarafından gelen vakıf genç elemanlarla doluydu. Üç yüzden fazla genç vardı. Namazdan sonra herkesin eline Lem’alar kitabı verildi. Mikrofonun yanında duran ağabeyimizin ismini söylediği genç ders yapıyor, o bırakıyor diğer ismi söylenen genç vakıf devam ediyordu. Böylece, yaklaşık on kişinin sırasıyla okuduğu ders sona erdi.

Çay faslında, ağabeyimize yaklaştık. Beraberimdeki arkadaşları birer birer tanıttım. Çok memnun oldu ve ilgilendi. Yeni Asya grubundan olduğumuzu bildiği için, özel sohbet esnasında bana dönerek, “Sami kardeş! Neden herkes AK Partiye rey verdiği halde, sizler Demokrat Parti’yi desteklediniz? Gerçi, Üstad risâlelerde Demokrat Parti’den bahsediyor ve açıktan da desteklemiş. Fakat, daha sonra Demokrat Parti misyonunu Adalet Partisi, ondan sonra Anavatan Partisi temsil ettiği gibi, şimdi AK Parti temsil ediyor. Siz neden millet çoğunluğundan ayrı bir tercih yaptınız?” diye sordu. Ne diyeceğimi şaşırdım. Çünkü, böyle bir soruyla karşılaşacağımı hiç tahmin etmemiştim. Mevcut mekân ve atmosfer de müsait değildi. Dedim: “Ağabey, ben daha çok îmanî hizmetlerle meşgulüm. Bu tür meseleleri daha çok Kutlular Ağabey takip ediyor. Siz onunla bu meseleyi istişâre etseniz daha iyi olur. Hem bizim ölçümüz millet kalabalığı değil, Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu temel prensiplerdir. Bize o prensiplerde sebat etmek yaraşır” dedim. “Ama siz bu tercihte yalnız kaldınız. Bütün Nur grupları milletle birlikte hareket ederek AK Partiyi destekledi.” dedi. “Biz sadece bu sefer değil, Anavatan Partisi zamanında da yalnız kalmıştık. Demokratların devamı diyerek herkes ona yönelmişti. Ama, 12 Eylül ihtilâlinin ürünü olan ANAP’ın yerinde bugün yeller esiyor. Bugünkü havaya aldanmamak lâzım. Bu günden yarına ne olacağı belli olmaz. Olaylar döner dolaşır, yine Üstadın dediği yerde karar kılar. Bunlar, Millet Partisinin İslâmcı kanadı. İttihad-ı İslâm cereyanı bile değil. İçtimâî mektupları iyi tahlil etmek ve Demokrat Parti felsefesini iyi anlamak lâzım. Ahrar olmak bir ayrıcalıktır” diye cevap verdim. Yanındaki genç vakıf: “Ama, Yeni Asya’nın yayınlarından bütün Nur grupları töhmet altında kalıyor” dedi. Ona dedim: “Merak etme kardeşim. Bütün basın sektörü, Yeni Asya dışındaki bütün grupların AK Partiyi desteklediğini biliyor. Hem, Yeni Asya sadece kendi camiasını temsil ediyor. Eğer bütün gruplarımızı temsil etseydi, bugün bir milyon tirajımız olurdu. Ne kadar sattığımız ortada. Biz herkesin tercihine saygılıyız. Bizim tercihimiz de saygı görmeli. Hem, her seçimde sürekli adres ve parti değiştirenlere bedel, bir de çizgisinde hiç kırıklık yapmayan ve inandığı doğruların arkasında dik durmasını bilen bir grup da bulunsun. Siz bundan memnun olun.” Bu konuşmaları dinleyen ağabey: “Sami kardeş, seni gördüğüm için bunları sordum. Her neyse.. Siz yine iman hizmetine devam edin” dedi.

Müsaade isteyip ayrıldık. Tesislere döndüğümüzde bu tablonun birlikte kritiğini yaptık. Evet, Bediüzzaman’ın içtimâî ve siyasî ölçüleri burada, bir kısım Nur Talebelerinin duruşları da orada. Neylersin ki, bu âlem bir imtihan dünyasıdır. Doğruların arkasında sebat etmek büyük bir mazhariyettir.

Not: Berat Kandilinin bütün İslâm âlemine hayırlara vesile olmasını dilerken e-posta ve cep mesajlarla tebrik gönderenlerin ve okuyucularımızın kandillerini tebrik ederim.

29.08.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kandil ve rahmet



Bugün Lâhika sayfamızda çıkan nurlu pasajlarda, aylar süren kuraklığın kandil gecelerinde coşan rahmet sağanağı ile son bulduğu anlatılırken, bunun hikmetleri nazara veriliyor.

O pasajlardan birinde tasvir edilen tablo, sanki günümüzdeki durumu da anlatıyor gibi:

İki aydan beri devam eden kuraklık ve yağmursuzluk... Her tarafta namazlardan sonra edilen pek çok duaların akim kalması... Herkesin ümitsizlik içinde derd-i maişet endişesiyle kalben ağlar duruma düşmesi... Ve Regaib gecesinde, üç saat içerisinde yüzden fazla gök gürlemesi eşliğinde yağan rahmet sağanağı...

Bu yağmuru “Kâinat o geceyi alkışlıyor” diye yorumlayan Üstad, ayrıca şu ifadeyi kullanıyor: “Çok emarelerle Risale-i Nur bir vesile-i rahmet olmasından, bu rahmet ima eder ki, herhalde ehemmiyetli bir fütuhatı perde altında vardır.”

Hep birlikte görüp yaşadığımız gibi, bizler de aylardır devam eden dehşetli bir kuraklık afeti ile karşı karşıyayız. Yağışsız geçen kış ve baharın ardından aşırı kurak bir yazı idrak ediyoruz.

Birbiri peşi sıra kuruyan dev baraj ve göllerden, gür ırmaklardan geride kalan manzaralar son derece irkiltici, düşündürücü, dehşet verici.

İşte bu hazin tablo ile oluşan karamsarlığın dalga dalga yayıldığı bir ortamda, gündüzünden itibaren Berat gecesinde gelen ferahlatıcı rahmet sağanağını da, o nurlu pasajlarda yapılan anlamlı tahlillerdeki mesajlar çerçevesinde okumamız gerekiyor.

Söz gelişi, bu defa perde altında nasıl bir “ehemmiyetli fütuhat” oldu ki, böyle bir rahmet ikramına muhatap olduk?

Berat gecesinin tam ertesi gün başkent zirvelerinde gerçekleşen değişimin bu suale iyi bir cevap teşkil ettiğini düşünen birçok kişinin bulunduğunu biliyoruz.

Bir cihetten, millet ekseriyetinin fiilî ve kavlî duasıyla, hasbî ve samimî beklentileriyle gelen bu değişim, elbette ki büyük bir fütuhat sayılır.

Ama bu fütuhatın kalıcı olması ve hayırlı neticeler getirmesi, başka şartların da tamamlanmasına bağlı. Ve bunların başında, bu boyutlardaki bir kuraklık afeti için kadere fetva verdiren vahim hata ve günahların terki geliyor: Irak’taki zulümlerin dolaylı ortaklığından bir an önce kurtulunması, dünyevîleşme salgınına dur denilmesi ve bid’a rejiminin referanslarından medet umma yanlışından vazgeçilmesi gibi...

Üstad, duaların kabulüne set çeken en önemli sebeplerden birini “bid’aların camilere girmesi” olarak ifade ediyor (Lem’alar, s. 107).

Ama Berat gecesinde bile, bazı büyük camilerdeki dualarda “bid’a rejiminin müessisi”ni araya sıkıştırma “kurnazlığı” sergilenerek, kandil hürmetine gelen rahmet müjdesinin devamına set çekecek çok vahim bir hata daha işleniyor.

(Kuraklık afetinin, geçen 68 yıl boyunca hiç kimsenin aklına gelmemiş “parlak” bir fikirle, aynı adres için camilerde 68 hatim okunmasından sonra daha da şiddetlendiği unutulmasın.)

Berat gecesi gelen rahmet, bizim onca günah ve hatalarımıza rağmen, aczi ve hulûsi kalbimize izafeten, sonsuz rahmet hazinesinden açılan yeni bir müjde kapısının aralanışıydı. Bizi kuraklıkla terbiye edilme noktasına taşıyan hatalarda ısrar ederek o kapıyı tekrar kapattırmayalım.

* Müsbet kişiliğiyle tanıdığım Şakir Süter'e Allah'tan rahmet, ailesine sabır niyaz ediyorum.

29.08.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ümmetini düşünen peygamber



“Sen olmasaydın yerleri, gökleri yaratmazdım” hitabına mahzar olan Kâinatın Efendisi (asm), insanlık için, dünyevî ve uhrevî kurtuluşları için gece ve gündüz didinmişti. Kendisine gönül verenlerin mutlulukları için ise özel bir gayret sarf etmişti. Daha doğduğu zaman “ümmetî, ümmetî” demiş, ömrü boyunca da onlar için çırpınmıştı. Kur’ân onun bu şefkatli halini Tevbe Sûresi’nde şöyle anlatır: “Ey insanlar, size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız, ona pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Tevbe Sûresi: 128)

Evet, Kâinatın Efendisi (asm) ümmetine o kadar düşkündü ki, birgün, “Şüphesiz ki o putlar insanlardan pek çoğunu saptırmıştır. Kim bana uyarsa muhakkak ki o bendendir. Kim de emirlerime karşı gelirse, şüphesiz ki Sen çok bağışlayıcı, çok merhamet edicisin.” (İbrahim Sûresi: 36) şeklindeki Hz. İbrahim’in sözleriyle, Hz. İsa’nın “Eğer onlara azap edersen onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, elbette sen dilediğini yapmaya kadirsin ve her şeyi hikmetle yaparsın.” (Mâide Sûresi, 118) meâlindeki sözlerini okuduktan sonra ellerini kaldırıp şöyle duâ etti: “Allah’ım, ümmetimi koru! Allah’ım, ümmetimi koru! Allah’ım, ümmetimi koru!” Bir taraftan yalvarıyor, bir taraftan gözyaşlarına gömülüyordu.

Cenâb-ı Hak, Cebrail’i gönderip, “Ey Cebrail! Muhammed’e (asm) git. Niçin ağladığını sor” dedi. Cebrail hemen gelip Efendimize (asm) niçin ağladığının sebebini sordu. Efendimiz (asm) ümmeti için ağladığını belirtince Cenâb-ı Hak, Cebrail’e şöyle demesini emretti: “Muhammed’e (asm) git. Ümmetin konusunda seni razı edeceğiz. Seni bu konuda üzmeyeceğiz” (Tefsiru İbni Kesir, 2: 540)

Bütün bu çırpınışlar ümmetini dünyada günahlarının sıkıntı, çile ve ıztıraplarından kurtarmak, ahirette de cehennem ateşinden korumak içindi. Şefaat-i kübrasıyla da ümmeti o dehşetli ateşten kurtarmak için çırpınan o şefkatli nebî, bütün ümmetinin er veya geç Cennete gireceklerini müjdelerken, direnen, yani emirlerini dinlememekte inat edenlerin ise Cennete giremeyeceklerini bildirmiştir. Bizim için kendini fedâ eden bir Peygamberin sünnetine sarılmak, gösterdiği yoldan gitmek, onu model edinmek aklın olduğu kadar, saygının da gereğidir.

29.08.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kur’ân ve tecvid



Fadime Arı:

*“Tecvitsiz Kur’ân okumak boşunadır diyorlar. Doğru mu? Kur’ân-ı Kerim’i tecvitli okumak zorunlu mu? Faziletleri nelerdir?”

Kur’ân okumanın hiçbir şekli ve tarzı boşuna olamaz. Hiç şüphesiz bütün ibadetlerde olduğu gibi, Kur’ân okumakta da bir usul ve erkân vardır. Ama Rabbimiz bizim “yönelişlerimize” ve “kalbimizin temayüllerine” değer veriyor; bizim Allah’a yaklaşma kastıyla, eksik veya noksan da olsa ne biliyor isek, bilgimizi kullanmamızın, Cenâb-ı Hak katında makbule şayan olmadığını söylemek doğru değildir. Böyle bir tavır, ibadet ruhuna da uygun düşmez. Allah Resûlü (asm); “Kur’ân’ı zorlandığı halde kekeleyerek okuyana iki kat sevap vardır”1 buyururken; bizim, şöyle veya böyle Kur’ân okuyuşumuzu Allah’ın rahmetinin dışında saymamız, kendimize yapabileceğimiz en büyük kötülük olsa gerektir.

Temel mes’elemiz, Kur’ân’ı öğrenmek ve okumaktır. Hatalarımıza bakmadan, eksik ve kusurlarımıza aldırmadan, şunları bilmiyorum, eksik okursam/yanlış okursam günahkâr olurum demeden, iyice öğrendikten sonra bol bol okurum bahanesine sığınmadan okumak, okumak, okumaktır.

Bahaneler bitmez çünkü. Hatalar eksik olmaz. Şunu bilelim yeter: Kur’ân’ı bilmeyerek yanlış okumakla günahkâr olmayız. Yüce Allah’ın, kullarına her hatasında azap vereceğini düşünmek, Kur’ân’ı anlamamak demektir, İslâmı anlamamak demektir, Rahmet Peygamber’inin (asm) mesajını anlamamak demektir. Önemli olan, öğrenmeye çalışmak; öğreninceye kadar da bildiğimizle amel etmektir. Biz öğrenmeye çalıştıkça ve bildiğimizle amel ettikçe, Cenâb-ı Hak bilmediğimiz vacip bilgileri de öğrenmemize inşallah kapı açar. Kulun, bildiği ile amel etmesi, aynı zamanda bu bilgilere sahip olmasının bir şükrü; eksik bilgilere ulaşmasının da bir talebi niteliğini taşır. Bildiği ile amel etmemek gibi bir vahamete düşmekten Allah’a sığınalım.

Hiç kuşkusuz, Kur’ân’ı doğru okumak için, başka bir ifadeyle “vahiyle geldiği” şekliyle okumak için “tecvid”i bilmek ve uygulamak şarttır. Kur’ân’ı öğrendikten sonra ilk hedefimiz tecvidi de öğrenmek ve uygulamak olmalıdır. Günümüzde kitap, kaset ve diğer araç-gereçlerin de yardımıyla ne Kur’ân’ı, ne de tecvidi öğrenmek hiç de zor değildir. Ünlü hafız ve kurrâların hatim kasetlerini dinleyerek okuyuşumuzu düzeltmemiz de mümkündür. Önemli olan istemek ve talep etmektir.

Allah’ın Kitabını öğrenmek aslında hiç de zor olmamakla beraber; feyiz ve fazileti öyle yüksektir ki, eğer zorluk bulunsa bile, bunu göze almaya değer niteliktedir. Resûlullah Efendimiz (asm): “Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir”2 buyurur. İbn-i Mes’ud’un rivayet ettiği başka bir hadiste yine Allah Resulü (asm): “Kim Allah’ın Kitabından bir harf okursa onun için bir hasene vardır. Bir hasene mukabilinde on misli sevap vardır. Ben ‘elif-lâm-mim’e bir harftir demiyorum; elif bir harftir; lâm bir harftir ve mim de bir harftir”3 buyurmaktadır.

Yine, Ebû Hüreyre (ra) rivayet etmiştir ki; Resulullah (asm) şöyle buyurmuştur: “Bir cemaat Allah’ın evlerinden bir evde toplanır, Allah’ın Kitabını okurlar ve aralarında müzakere ve ders yaparlarsa üzerlerine sekînet iner, onları Allah’ın rahmeti kaplar, çevrelerini melekler kuşatır ve Allah (cc) onları kendi katındaki razı olduğu kulları arasında zikreder.”4

Kur’ân bizim her şeyimiz. Biz; mü’minler olarak duâyı, ilmi, hikmeti, zikri, fikri, tefekkürü, tezekkürü, namazı, niyazı, ibadeti, tevazuu, emri, dâveti, dini, diyaneti... Kısacası ne kadar maddî ve manevî değerimiz varsa hepsini Kur’ân’dan aldık.5 Şu halde, Kur’ân üzerinde titremek bizim her şeyden önce imanımızın gereğidir.

Dipnotlar:

1- Buhârî ve Müslim 2 - Buhârî 3 - Tirmizî

4 - Müslim 5 - Sözler, s. 331

29.08.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Nazım Hikmet duruşması



Türkiye'de etkili bir kesimin hayranlıkla, bir diğer kesimin şüphe ve şaşkınlıkla, daha başka bir kesimin ise hiddet ve nefretle bakarak andığı Nazım Hikmet, bundan 70 sene kadar evvel bugün (29 Ağustos 1938) yargılanması tamamlanmış ve hapse gönderilmişti.

Devletin Askerî Mahkemesinde (Donanma Kom.) yargılandıktan sonra "askeri isyana teşvik"ten, tam 20 yıl ağır hapse mahkûm edildi.

Nazım'ın, daha evvelden de "askerleri üstlerine karşı isyana teşvik" gerekçesiyle yine bir askerî mahkemenin vermiş olduğu (29 Mart 1938, Ankara Harp Okulu Kom. Askerî Mah.) 15 yıllık bir cezası vardı.

Her iki cezanın toplamı 35 yıldı. Mahkeme, çeşitli gerekçelerle bu cezayı 28 yıl 4 aya indirerek, 29 Ağustos'ta nihaî kararını verdi.

Buna göre, Nazım, o tarihte adeta "vatan haini" muamelesi görmüş ve ihanet cezasına çarptırılmıştı.

Gariptir, 70 yıl önceki "vatan haini", bundan 7 sene evvel yine aynı devletimizin resmî bir başka kurumu tarafından sahiplenildi. TC Kültür Bakanlığı, Nazım'ın kitaplarını satın alıp kütüphanelere göndermekle kalmadı, ondan övgüylse söz eden kitapları da yayınladı. Meselâ bakınız: 2002'de Kültür Bakanlığı Yayınları arasında çıkan Sevda Şener'in "Nazım Hikmet'in Oyun Yazarlığı" isimli kitabı.

Not: 1990'lı yıllarda Nazım Hikmet ile Said Nursî'ye aynı mesafede durduğu ifade edilen Kültür Bakanlığının, zaman içinde Nursî'yi unutmaya terk ettiğini, buna mukabil Nazım'ı fazlasıyla kayırmaya yöneldiğini hatırlatmış olalım. Bu tarafgir durum, halen değişmiş değil.

Kimdir Nazım?

Nazım Hikmet, Türkiye'de kimliği, kişiliği ve fikriyatı üzerinde en çok tartışılan isimlerden biridir.

20 Kasım 1901 Selanik doğumludur. (Kütükte 15 Ocak 1902 diye yazar.)

Amiyane tâbirle "dönme" bir ailedendir. Babası Hikmet Bey, dedesi ise Nazım Paşadır. Kendisine dedesi ile babasının ortak ismini vermişler.

Dedesinin Mevlevî tarikatından olduğu ifade edilirken, babasının ise sıkı bir İttihatçı olduğu çeşitli kaynaklarda yer alıyor.

İttihatçılar, yıllar sonra (1918) "Kürt Teali Cemiyeti"ni kuracak olan Bedirhanileri vaktiyle İttihat–Terakki Cemiyetine kaydettiği için Hikmet Beyi ödüllendirecek ve Matbuat Umum Müdürlüğü'ne getirecekti. (Musa Anter; Hatıralarım, c. I, s. 105.)

Babası İttihatçı, kendisi ise Kemalizmden komünizme geçiş yapan Nazım Hikmet'in yolu, çeşitli mahkeme ve hapishanelerden geçecekti. Özellikle M. Kemal'in ağır hasta olduğu günlerde, onun hakkında da ağır hapis cezası verilecekti: 1938'in Ağustos ayı sonları...

Nazım'ın Lenin'e, dolayısıyla komünizme olan hayranlığı eski yıllara dayanır. Gençliğinde, muhtelif vesilelerle Rusya'ya (Moskova'ya) gitti. Her gidişinden sonra, komünizme bir kat daha bağlandı. (TKP'ye üye oldu.)

Sevdalandığı bu dünya görüşünü Türkiye'de, üstelik alenî bir şekilde övmeye, hatta savunmaya yöneldi. Bu da, bazı tepkilere ve şimşekleri üzerine çekmeye sebebiyet verdi.

Ancak, onun almış olduğu cezalar bu sebepten dolayı değil. Cezanın temel gerekçesi, "askerlerin kışkırtılması" şeklinde mahkeme kayıtlarına geçti.

Bu yazının bir maksadı da, Nazım'ın adlî duruşumasını tahattur vesilesiyle, onun asıl tarih önündeki duruşmasını, muhakemesini nazara vermektir. Her ne ise...

* * *

29 Ağustos 1938'de 28 yıl hapis cezasına çarptırılan Nazım Hikmet, çeşitli cezaevlerinde (İstanbul, Çankırı, Bursa) 12 yıl yattıktan sonra, 1950 yılında çıkartılan bir af yasasıyla serbest bırakıldı.

Ancak, sürekli takip edildiği ve "çürük raporu" aldığı halde yeniden askere alınacağı korkusuyla, Türkiye'de daha fazla kalmaya dayanamayıp gizlice yurt dışına kaçtı.

Buna mukabil, 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulunca alınan bir kararla, Türk vatandaşlığından çıkarıldı.

Bundan sonraki hayatını Bulgaristan, Rusya, Polonya'da yaşadı. Muhtelif evlilikler yaptı. Nihayet, 3 Haziran 1963'te Moskova'da öldü.

Ölüm sebebinin ise "kalp krizi" olduğu açıklandı. Mezarı halen Moskova'da olup, zaman zaman naaşının Türkiye'ye getirilmesi konusu gündeme gelmektedir.

"Vatan hainliği" meselesi

Nazım Hikmet, bir gazetede çıkan ve kamuoyunda kendisine vurulan "vatan haini" damgasından rahatsızlığını ifade sadedinde, aynı isim ve başlık altında şu şiiri yazar:

Evet, vatan hainiyim,

Siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz,

Ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.

Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,

Şose boylarında gebermekse açlıktan,

Vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,

Fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,

Vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,

Vatan, mızraklı ilmihalse, vatan, polis copuysa,

Ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,

Vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,

Vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,

Ben vatan hainiyim.

Yazın! Üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:

Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

–1962–

* * *

Biz, derleyip topladığımız bilgileri–fazla yorum katmadan–burada sizlere sunmaya çalıştık.

Önemli olan, doğru bilgilere dayanarak doğru ve isabetli bir fikir ve kanaat sahibi olmaktır.

Bir de şu hususu hatırlamakta fayda var: En bâtıl olan mesleklerde bile, bir dâne–i hakikat bulunabilir.

Bir meslekte hakikat dânelerinin bulunması, o mesleğin hak ve hakikat olduğunu göstermez. Belki o dâneler, bâtıl noktaların kamufle edilmesinde yardımcı birer unsur vazifesi görür.

29.08.2007

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Sandıksız gelinim ben



Sandık işini oldum olası sevmişimdir. Annemin sandığını kedi gibi gözlerdim. Ne zaman açacak, ben de oturacağım karşısına diye… Sonra o tek tek bohçaları açacak, ben de küçücük ellerimle onları alıp inceleyeceğim. Ha bir de “Bu senin çeyizlerin” dediği zaman da havalara uçacağım. Bu kelimenin ardından da senaryo yazılmaya başlanacak. Çeyizlere tamamen sahip olmak için önce büyüyeceğim, okul bitecek, işim olacak, en son gelin olacağım. Aslında hepsinden önce gelin olmayı hayal ederdim ya neyse. Bana ait bir evim olacak ve şimdi saklanan bu cicilerin hepsini istediğim gibi kullanacağım. Kulağa ve hayallere oldukça hoş geliyor.

Ve her gelin gibi benim de sandığım olacak, içinde harika bohçalarım ve onların içinde de göz nuru, el emeği dantellerimi, ince işlerimi saklayacaktım. Annem sandığı açsın diye ne yalvardığım günler olmuştu. Sandık açılınca duyduğum naftalin kokusu çok hoşuma giderdi. Sanki çok eskilere gidiyormuşum gibi hissederdim. Yalnız çocukluğuma ait kalmadı bu sandık merakı… Şimdilerde, aklıma düştükçe anneme sandık açtırıyorum. Aldığım o tad ise hâlâ aynı...

Şimdi bu kadar sandığı sevip de sandıksız bir ev kurmak, mümkün değil gibi gözüküyor. Ama üzgünüm; benim de dâhil olduğum birçok gelin artık sandık almıyor. Annemizde görünce hoşumuza giderken, bize fuzûlî geliyor. Evin muhtelif yerlerindeki dolaplar bu açığı kapattı bizce.

“Sandıksız gelin olur mu?” diye ortalığı yıkmıştı anneannem evimi gördüğünde. “Tövbe tövbe bir yaşıma daha girdim” derkenki hali, eskiler için sandığın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha fark ettirmişti.

Nasıl önemli olmasın ki; yokluk içinde büyüyüp, yokluklarla evlenmişler eskiler. Evlerinde yok denecek kadar az eşyaları varmış. Şimdilerde olduğu gibi nerede aileler bu kadar çok eşya alsın. Ve baba evinden kıza verilen küçük bir sandık. İçinde de geceler boyunca uyumayıp, gaz ocağının ışığında işledikleri kanaviçe ve danteller. Yani bir nev’î yadigâr.

Genç kızlığa ilk adım attıklarında, ellerinde tığları, parmaklarında iplikleri hem işler, hem sohbet ederlermiş. Daha küçük iken zincir çekmeyi öğrenir, metrelerce zincir çekerlermiş. Sonrada en ağır örnekleri yaparken bile zorlanmazlarmış. Ellerine geçen birkaç kuruşla iplik alır, harika motifler çıkarırlarmış ortaya. Ama ne işlemeler. Dudağı ısırtacak büyüklükte danteller, oda takımları, masa örtüleri, karyola örtüsü, kırlentler, görünce şok olduğum perdeler, hepsi el işi.

İşte bu çeyizler bohçalara düzülür, sandıklarda saklanırmış. Bu sebeple sandık deyip geçmemek lâzım... Ne kıymetlidir o sandıklar bilirim ben. Evlendikten sonra da ne işe yararlar. Anahtarları olur meselâ ve saklanacak ne varsa koca ve çocuklardan oralara saklanır. Ve en önemlisi artık evin hanımının bankasıdır sandık. Hazinesi, sırdaşı, her şeyi.

Sandık kültürü şimdilerde yok artık. Teknolojinin olmadığı, zamanın bu kadar hızlı geçmediği dönemlerde yaşayan, babaannelere has bir yaşanmışlık olarak duruyor.

Peki! Şimdilerde neden sandıklar tavan arasında?

Çünkü sandığınız olacaksa içini doldurmanız gerek. Yani çeyiziniz olacak. Öyle hazır şeyler olmayacak bunlar. Her birinde el emeği, göz nuru olacak ki orijinal olsun. Ama dantel, iplik, tığ dediğinizde köşe bucak kaçan kızlarımız varken, bu sandık düzme işi artık tavan arasına kalkmış durumda. Annelerimizin dantel örmediğimiz için yaptığı tehditleri hatırlayınca, neden sandıksız olduğumuz ortaya çıkıyor.

Zaten biraz okumuş olanlar, üniversiteye adım atanlar bu el işi san’atları, dantel işlerini tümden gereksiz sayıyor. Her şeyin kolayını bulduğumuz şu çağda, kültürlü atfedilen kişilere pek yakıştırılmaz çeyiz. Zaman ilerledikçe her şeyin hazırı çıktı ve bu gelenek de tarihe gömülmüş oldu. Şimdi bu işlemeleri başkası da yapsa kızlar hemen: “Aaa bu zamanda dantel mi kullanılır?” diye kesip atıyorlar. Oysa çeyiz, kültürümüzün bir parçası. Gelinlik kızların ellerine değen, gözlerine değen en masum hazineleri.

Ancak bugünlerde annemi yine sandık başına getirince bir şeyi fark ettim. Kızlarımın hatırlayacağı “anne sandıkları” olmayacak. Ve acilen sandık edinmeliyim. Yoksa onlar anane sandığıyla büyüyecekler. Ve bu alışkanlık bizim nesilde devam etmeyecek. Öyleyse kızlar yeniden sandık almaya, çeyiz düzüp kızlarımızla beraber sandık keyfi yapmaya.

Öyleyse her yeni eve bir sandık şart...

29.08.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Çay üreticisinin çilesi



Türkiye, iç içe geçmiş gündemlerle meşgul. Siyasetin gündemi ile, ticaretin ya da çiftçinin, köylünün gündemi her zaman birbiriyle örtüşmüyor. Siyaset, ‘büyük işler’le meşgul olurken, işçi, köylü, esnaf ‘küçük işler’le meşgul. Onların hedefi, iki yakalarını bir araya getirmek...

Çiftçilerin, üreticilerin elbette bin türlü ‘genel’ derdi var. Ama Karadeniz bölgesinde çay üretimi yapan yüz binlerce ailenin de kendilerine has ‘özel’ problemleri var. Bu problemlerin biri de ‘kota’ uygulamasıdır.

Çay üreticilerinin karşı karşıya kaldığı bu uygulamayı kısaca şöyle özetleyebiliriz: Devlet, çay üreticisinin ürettiği çayın bütününü değil, sadece dekar/dönüm başına belirlenen miktarı satın alıyor. Belirlenen bu miktar da üretimin bazen yarısını, bazen de üçte ikisini ancak karşılayabiliyor. Dolayısı ile, üreticinin elinde fazla miktarda (kotayı aşan) ürün kalıyor. Üretici de devlet kurumu olan ÇAYKUR’un satın almadığı yaş çayı, ‘özel sektör’ fabrikalarına satmak zorunda kalıyor. Yaş çay, diğer tarım ürünleri gibi, üretici tarafından bekletilmeye, depolamaya, satışını ertelemeye imkân vermeyen bir ürün. Belli bir mevsimi var ve bu mevsim, günlerle sayılı. Yani, üreticinin ürettiği yaş çayı özel sektöre satmama gibi bir lüksü yok, buna mecbur...

İlk bakışta düzenli işlediği düşünülen bu sistem, büyük sıkıntılara kapı açıyor. Devlet kuruluşu olan ÇAYKUR’un satın aldığı yaş çay miktarı ücretlerini zamanında ödemesi, vatandaşı rahatlatmış görünüyor. Ancak özel sektöre satılan yaş çay ücretlerinin alınmasında resmen ‘kriz’ yaşanıyor.

Her sahada iyi işleyen ‘özel sektör,’ nedense çay sektöründe çok kötü işliyor. Özelleşme ile sektöre rekabet gelmesi gerekirken, çaya özel sektör firmalarının girmesiyle tam aksi yaşandı ve üretici tam anlamıyla mağdur oldu. “Olur mu öyle şey, çaya özel sektörün girmesi çok faydalı olmuştur” diyenler olabilir. Prensip olarak bu tesbite bizim de itirazımız olmaz. Ancak denetimsiz özel sektör, çay üreticilerini mağdur etmenin de ötesinde, çok afedersiniz istismar ediyor, kandırıyor...

Bu konuda söylenecek o kadar çok söz var ki, hangi birisini hatırlatalım diye şaşırıyoruz. Vatandaşı mağdur eden sistem şöyle işliyor: Üretici, ÇAYKUR’un satın almadığı ‘üretim fazlası yaş çay’ı mecburen bir özel sektör firmasına satıyor. Asıl sıkıntı da bundan sonra başlıyor. Üreticiden yaş çayı satın alan özel sektör firmaları, üreticilere para ödemiyor! Az sayıda büyük firmayı bu sistemin dışında tutmak lâzım, ama büyük çoğunluk küçük firmaların, atölyelerin insafına terk edilmiş durumda.

Bazı özel firmalar, üreticiye para yerine, paketlenmiş kuru çay (bakkallardan satın aldığımız, demlenmeye hazır çay) vermeyi teklif ediyor. Üretici de para alamayacağını düşündüğünden bu teklifi mecburen kabul ediyor. İşte bu noktada da yine mağdur ediliyor ve kesinlikle hakkı yeniyor. Üretici firmalar, yaş çay üreticilerine para karşılığı kuru çay verirken, toptancılara sattığı fiyatın neredeyse iki katına satıyor. Böylece, para karşılığı çay alan üretici, aldığı kuru çayı serbest piyasada fabrikadan aldığı fiyata satamıyor. Neredeyse etiket fiyatının yarısına satmak mecburiyetinde kalarak burada da zarar ediyor. Bir bakıma boşa kürek çekiyor...

Kesinlikle üreticinin aleyhinde işleyen bu sisteme, hükûmetin seyirci kalmasını anlamak mümkün değil. Öyle ki, üreticiden yaş çay alıp sonra da ‘İflâs ettim’ diyerek tek kuruş ödemeyen firmalar bile var. Bunlara da bir şey diyen yok...

Yaşanan vurdumduymazlığı şöyle karikatürize edebiliriz: Kötü niyetli bir kişi, meselâ Rize’ye gitse ve “Benim çay fabrikam var, yaş çaylarınızı alıyorum” dese ve tonlarca yaş çay olsa, sonra da o çayları çöpe dökse, vatandaşı açıkça mağdur etse, ya da o çayları satıp parasını cebe atsa; “Sen ne yapıyorsun, bunun hesabını ver!” diyen bir ‘yetkili’ çıkmayacak!

Bu kadar başı bozukluk olabilir mi? “Öyle bir şey olmaz” diyenler varsa, yaş çay satın alıp da, ‘İflâs ettim” diyerek üreticilere tek kuruş ödemeyen firmaların en azından bir ikisinin ismini ben bile verebilirim! Çünkü ben değilse de, köylüm, komşum, akrabalarım bu ‘tuzak’lara düşmüş vaziyette. Mecburlar, çünkü seçme şansları yok!

Bütün bu sıkıntılara rağmen, yaşanan sıkıntıdan hükûmetin ‘sorumlu’ tutulmadığına da şahit oldum. Çünkü, devlet kuruluşu olan ÇAYKUR, aldığı yaş çayın karşılığını ödüyor ve özel sektörün yaptığı yanlışlardan da hükûmet sorumlu tutulmuyor!

Peki, Rizeli Başbakan ve Rize Milletvekilleri, çay üreticilerinin bu derece mağdur edilmesi karşısında niçin hiçbir şey yapmazlar? Çay sektörüne girmek isteyen firmalardan da bir ‘yeterlilik belgesi’ istense, para ödemeyen firmalara hesap sorulsa olmaz mı? Bu işin bir denetlenme sistemi olmalı değil mi?

Çay üreticilerinin ‘modern dolandırıcılar’ elinde mağdur edilmesine itirazımız var...

29.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Şer odakları ve sinsi planlar’



28 Ağustos sabahı BBC’den aradılar. Gül’ün seçimiyle ve Genelkurmay Başkanlığının 30 Ağustos zaferinin 85’inci yıldönümü itibarıyla yapmış olduğu ve cumhurbaşkanlığı seçimiyle de bağlantısı kurulan açıklamasını sordular. Doğrusu, bu mutad kılıfında gayri mutad açıklama benim için sürpriz oldu. Meselenin mahiyetini öğrenmek istedim ve gazetelere göz gezdirdim. 27 Ağustos tarihini taşıyan bu açıklama zafer yıldönümünden iki, cumhurbaşkanlığı seçiminden bir gün önceye denk geldi veya getirildi. Şer odaklarından ve sinsi planlardan bahsediyordu ve kimi yabancı gazeteler bu ifade üzerine yoğunlaştılar. Çankaya’da teslim ve tesellüm öncesinde içeriye böyle bir mesaj iletmek aslında günün mana ve ehemmiyetiyle bağdaşmıyor, aksine çatışıyor.

Aslında, ‘şer odakları’ iç tehdidin yerine ikame edilen bir kavram. Bu iç tehdit algılaması veya değerlendirmesi hâlâ iki kesim üzerine odaklanıyor. Bunlardan birisi, bölücülük diğeri de irtica meselesi. Bu şer güçlerinden veya iç tehdidin bir ayağından ibaret olan ‘bölücülerin’ Türkiye’nin üniter yapısını içlerine sindiremedikleri; irticai odakların da TC’nin laik yapısını sistematik bir yaklaşımla aşındırmaya çalıştıkları ifade ediliyor. Biz tersine inansak da hâlâ buna inanan bir kesimin olduğu aşikâr ve bunlar arasında kurumsal olarak TSK’nın da bulunduğu anlaşılıyor. Bildiride bu şer güçlerine karşı ordunun zindi güçleri temsil ettiği ve teyakkuzda olduğu da bilvesile hatırlatılıyor. Bu gibi hallerde eskiden ‘zinde ve izinde güçler tetikte’ gibi ifadeler kullanılırdı. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde yine böyle bir açıklamanın yapılmış olması 27 Nisan sürecinin bir şekilde devam ettiğini ve Çankaya ile TSK arasındaki ilişkilerin atide de gerilim seyrinde ilerleyeceğini ortaya koymaktadır. İlk izlenim ve intiba budur.

***

The Independent gibi yabancı gazeteler Meclis’in Gül’de ısrar ederek aslında orduyu çileden çıkardığını yazdılar. The Times ise ordunun çıkışını uyarı ateşi olarak nitelendirdi. The Times’a göre ise Abdullah Gül, “Batı yanlısı duruşuna rağmen, İslâmcı geçmişinden ve eşinin başörtüsünden kaynaklanan kuşkuların” odağında. Ancak Times, bu kuşkuları Türkiye’de çoğunluğun paylaşmadığı görüşüne de yer veriyor. Konda araştırma şirketinin son kamuoyu yoklamasını aktaran Times gazetesi, Adalet ve Kalkınma Partisinin yüzde 47 destek aldığı Temmuz seçimlerinden bu yana Abdullah Gül ve AKP’nin popülerliğinin bir ay içinde yüzde 54’e tırmanarak daha da artmış olduğunu kaydetti. Gazete, “Askeri zümrenin uyarılarına rağmen laik devletin tehlikede olduğuna halk inanmıyor” diyor. Halk ile ordu arasında böyle bir çatallaşma olduğuna dikkat çekiliyor. Amerikan ve Avrupa basını genel olarak Gül’den olumlu ve sitayişle bahsetse bile The Independent, ‘ordunun kızmasına az kaldı’ diye genel tabloyu özetliyor ve aksettiriyor. Le Figaro’nun portresine göre ise Gül Atatürk’ün koltuğunda bir İslamcı. ‘Abdullah Gül: Atatürk’ün koltuğunda bir İslamcı’ başlıklı yazıda, ordunun baskısına rağmen Gül’ün Birleşmiş Milletler’in Kıbrıs Planı’nı savunduğu ve Avrupa Birliği ile müzakere sürecinde son derece kritik bir rol oynadığı hatırlatıldı. Yazıda, “Uluslararası ilişkilerde pek becerikli olamayan Başbakan Erdoğan, bu işi Gül’e bıraktı’’ deniliyor.

***

Anlaşıldığı kadarıyla AKP’nin kaderi Çankaya, Çankaya’nın kaderi de Gül. Gül Çankaya’ya çıksa bile bu açıklamalar ışığında bu çıkış dikensiz bir gül bahçesi olmayacak. Dileriz bu gerilimler ve gerginlikler yaz bulutu gibi dağılır ve zinde kesimler de meseleye daha yumuşak zeminde bakmaya alışırlar ve bazı takıntılarını aşarlar. Ülkenin dirliği ve birliği bunu gerektiriyor. Türkiye ontolojik tehditlerin cenderesinde ve pençesinde; bu tehditler muvacehesinde ideolojik takıntılar lüks kalır. Elbette Abdullah Gül de kırmadan, dökmeden ülkenin dengeleri neyi gerektiriyorsa onu yapar. Burada en önemli mesele çoğunluğun kayıp haklarını kayıt altına alınmasıdır. Milletin yetkisinin karşılığı budur. Yeni dönemin karakteri bu olmalıdır. Abdullah Gül’ü tebrik ederken ülkeye hayırlı olmasını niyaz ederiz.

29.08.2007

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Sezer, kırmızı ışıkta durdu, ülkenin geleceğini pas geçti



10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer görevi Abdullah Gül’e devretti. 7 yıl 3 ay devam eden cumhurbaşkanlığı süresince alışılmadık profil çizdi Sezer. Kararları hep tartışıldı. Şimdi medyada ardından övgüler diziliyor. Kırmızı ışıkta duruşu, markette alış veriş yapışı, kamu malına sahip çıkışı yazılıyor. Ancak bir olay unutuluyor...

**

Sezer, 2005 yılında “devletin aracını ve benzinini kullanarak evine gitti diye” koruma amirini görevden alır. Koruma amirinin savunması “çocuğum hastalandığı için acilen eve gittim” olur. Ama Sezer’in kararı kesindir.

Olayı, 11 Ocak 2007 tarihli yazısında aktaran Hürriyet yazarı Fatih Çekirge, Sezer’in aynı hassasiyeti kızı için göstermemesini eleştirir. “Sezer’in kızının, devletin siyah Laguna’sı ve korumasıyla kuaföre gittiğini” yazan Çekirge ,“Cumhurbaşkanının şimdi ne yapacağını” sorar.

Ardından da Sezer’in bu tür küçük olaylardaki titizliğine karşılık Türkiye’yi yakından ilgilendiren çok önemli iç ve dış gelişmelerdeki sessizliğinden şikâyet eder:

“Türkiye dört tarafından belâyla sarılmış. Kuzey Irak’ta Kürt devleti kuruluyor. KKTC çatlıyor. AB hayali uzaklaşıyor. İran nükleer bir volkan haline geliyor. Güneydoğu bir ‘kimlik savaşı’na düşüyor. 1 Mart Tezkeresi ve çuval olayından sonra ABD ile ilişkiler kopma noktasına gelmiş. Ve Cumhurbaşkanı Sezer, yalnızca ‘dürüst olmak’ noktasında duruyor. ‘Tasarruf yapıyor. Köşk’teki Laguna’ların nasıl kullanıldığını takip ediyor.’

Ne bir uluslar arası çaba, ne bir tavır, ne bir açılım, ne de örneğin hükümete ‘Projeniz nedir’ diye sorma gereği duyuyor.”

Evet, emekli cumhurbaşkanı Sezer, markete gidip kendi alış verişini yapıyordu, parasını ödemek için sıraya giriyordu. Nadiren dışarıya çıktığında kırmızı ışıkta duruyordu. Köşkün ışıklarını kapatıyordu. İnternet bağlantısını sınırlandırıyordu. Köşkte tasarruf sağlıyordu. Başka…

**

Çalışma arkadaşlarıyla vedalaşmak için Dışişleri Bakanlığına giden Abdullah Gül’ün trafik polisinin yolu açmasına rağmen, yayalara ve diğer araçlara yol vererek yeşil ışığın yanmasını beklemesi haberleri bunları hatırlattı.

11. Cumhurbaşkanı Gül için öncelikli mesele ne olacak? Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren hayatî konularda inisiyatif alacak mı? Devlet çarkının krizsiz dönmesinde rol alacak mı? Yoksa medyanın yönlendirmesiyle bir-iki göstermelik olayla “imaj” mı yapacak?

Gül’ün, Sezer gibi kırmızı ışıkta durup, önemli meseleleri pas geçmesini beklemiyorum. Eğer mümkünse hem kırmızı ışıkta dursun, hem AB sürecinde olumlu açılımlar sağlasın. Hem market alış verişini yapsın, hem de Ortadoğu kazanında aktif rol alsın. Hem köşkte tasarruf yapsın, hem de Türkiye’nin demokratikleşmesi için çalışsın.

Ama ilk yaptıkları asıl yapması gerekenleri engelleyecekse kırmızı ışıkta da durmasın, market alış verişini de yapmasın, köşkte ampulleri de söndürmesin...

29.08.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Uzlaşma kültürü



Türkiye, AB müzakere süreci ile birlikte yeni bir kültürle tanıştı. Tarihî mirasını koruyamadığımız diyalog ve hoşgörü ortamını geri getiren bir döneme girdi.

Toplumsal mutabakatların her katmanında ciddi tartışmalar ve çatışmalar yaşanıyor. Devletin cüssesine, merhum Cemil Meriç’in tabiriyle giydirilmiş “Deli gömleği izmler” yüzünden, tahakküm altında alınan kararlar ve icraatlar uzun süre başı çekti.

Darbeler bunu bir gelenek haline getirdi. Ara dönemler demokrasi uygulamalarını tahrip ettikçe, rayından çıkan kamu hukuku bir azınlığın/elitin eline düştü.

Böyle olunca, 60 yıllık AB süreci uzayıp gitti. Planlı kalkınma her defasında tepe taklak oldu. “Eğitim, din, Türk, cumhuriyet” kavramları etrafında tartışmalar hızlandı.

Çağdaşlık kavramı, amacı dışında halkın değerleri ile çatışan bir hayat tarzının adı oldu. Bunun görünen gerekçe ve kılıfları laiklik üzerinden yürütüldü.

Demokrasinin “Türk usulü” standardı her defasında vizyona girdikçe, çağdaşlaşma, kalkınma ve demokrasi laflarının içi boş haline vatandaş da inanmadı. Her defasında sessiz direncini seçimlerde sandığa yansıttı.

Açık müzakereler, tartışma platformları, medyada özgünlük ve diyaloğu aralayan farklılık buluşmaları, sistemin resmî kalıpları ile örtüşmediği için hayata geçirilemedi.

Geldiğimiz noktada, gergin, doğrularına kilitlenmiş, ideolojik kamplaşmaların cenderesinde zihnî bulanıklığın her türlüsüne rastlamak mümkün.

Devletin, darbe sonrası bir tepki anayasası ile çeyrek yüzyıldır idare ediliyor olması, büyük engel. Sorumsuz makamların siyasete müdahale cesareti,”koruma ve kollama” refleksleri ve yazılı olmayan devlet içinde devlet hiyerarşisi, halkı da aydınları da bunalttı.

Fikir özgürlüğünü engelledi, rekabeti köreltti, dayatmacı bir ruh halini yaygınlaştırdı.

Sonunda olan bize/hepimize oldu.

AB kapısında incinen bir ülke. Terörü yenememiş güvenlik sistemi. Sosyal çözümler üretememiş siyasî irade zaafiyeti. Kültürel kodları ile oynanmış bir toplum. Aile değerleri hırpalanmış ve dışlanmış birey incinmişliği....

Yukarıdaki tablonun,olumlu geçişleri de olmuyor değil. Halkın sıkışmaya maruz duygu ve düşünceleri, belli aralıklarla kendini sandıkla yansıtıyor. Özel teşebbüsle harekete geçiriyor. Sivilleşmeye katkı yapıyor. Çok sesliliğe gidecek adımlara öncü oluyor.

Mukaddesatına ve toplumsal hafızasına sahip çıkıyor. Uluslar arası ticarete yöneliyor. Eğitim yatırımını hızlandırıyor. Birey merkezli aile ve çevre faktörlerine ağırlık vermeye başlıyor.

Neden mi? Çünkü diğer olumsuz vakalar ve insanî olmayan ideolojik bağnazlıkla dayatılan carî zihniyet çörümüşlüğünü görüyor, tiksiniyor ve iç kanama geçirdikçe çareler arıyor.

Yeni formüller, çözümler ve diyaloglar istiyor. “Ben ve öteki” yerine beraber düşünmeyi ve ülke birliği şemsiyesi altında ortak hedeflerin peşine düşüyor.

Dere tepe çok yol almış, 200 yıldır fazla yorgun, uzun süren acılarla bu günlere gelmiş, yeniden kendini keşfetmiş bir Türkiye var artık.

Bundan sonra, beraberliğin olmazsa olmazı müzakereyi yaygınlaştırmak, diyalogların kapısını sonuna kadar açmak, birbirini anlamaya çalışmak ve ortaklığın sınır ve sinir tahdidi getiren müştereklerinde buluşmaya aday olmaktan geçiyor.

Buna göre, Türkiye pratiğine dönersek, THY ile Hava iş sendikası, uzun süren anlaşmazlıklar ve grev kararına rağmen, arabulucu hükümetle birlikte oturup konuşup anlaştılar.

Memur sendikaları hükümetle 5. tur görüşmeler yaparken, ücret belirlemekten öte sistem yaklaşımında bile anlaştılar.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri, uzayıp gitti. Tartışmalar, 367 engeli ve halkın da içine girdiği açık platform ve şeffaf tartışmalar herkesi müzakereli disiplinle buluşturdu.

Yeter ki konuşalım, farklı görüşler demokrasi pazarında eşit şartlarla sunulabilsin. Müzakereler, demokrasiyi hazmetmeyi kolaylaştırır.

Şimdi sivil anayasayı doyasıya tartışmanın zamanı.

29.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri