Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 31 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hasan YÜKSELTEN

Ağustos böceğinin vedâ turları



Hep o yanlış hikâyeyle tanıdık onları. Daha çocukluğumuzdan itibaren tembel oldukları, saz çalmaktan başka bir işe yaramadıkları, bunun sonucunda karıncadan yiyecek dilenmek zorunda kaldıkları masallarla anlatıldı bizlere. Tahmin ettiğiniz gibi Ağustos böceklerinden bahsediyorum. Hani yaz boyunca kısa bir müddet de olsa kâinatta farklı bir renk, farklı bir ses olma adına bizlerin kulaklarında hoş nağmeler bırakan Ağustos böceklerinden.

Fazla vakitleri kalmadı aslında. Yakında bizlere veda edecekler. Bu sene de görevlerini yapmış olmanın verdiği bir huzurla ayrılacaklar aramızdan. Son günlerini yaşıyorlar yani. Masalda anlatıldığı gibi kışın yiyecek için karıncaların kapısını da çalmayacaklar. Zaten toprağın altında geçen 17 yıllık görevlerinin adeta bir ödülü olarak toprağın üstünde geçen üç dört haftalık ömürleri kışı görmeye yetmiyor çünkü. Ömürlerini tamamladıkları için yaz sonunda besine de ihtiyaçları bulunmayacak tabiî ki. Belki de 17 yıllık görevi lâyıkıyla yapmanın mükâfatı olarak Allah 3-4 hafta süren bir şenlikte insanlarla tanıştırıyor onları. Bizse tembellikle suçlayarak bir olumsuzluk âbidesi yapıyoruz Ağustos böceklerini. İnsanlar gibi açgözlü olmadıkları için, lâyıkıyla kanaat ettikleri için, hırs göstermedikleri için, gelmesi kesin olmayan bir zamana yiyecek biriktirmedikleri için, fani bir hayatta ebedî yaşayacakmış gibi davranmadıkları için aptallıkla, tembellikle suçluyoruz. Oysa şükür mesleği ve kanaat noktasında Ağustos böceğinden öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki…

Gelecek korkusu gibi bir duyguyu içinde barındıran insanoğlu için çalışkanlık güzel bir haslettir elbette. Ancak günümüzde hırsın adı çalışkanlık olmuş adeta. Gelmesi kesin olmayan bir geleceği bir anlamda garanti altına alma adına kalpte oluşan vehimler, insandaki hırs duygusunu daha da kamçılıyor. Yeterli olana değil de, elinde olmayan her şeyi elde etmeye karşı müthiş bir hırs içinde insanlık. Bu anlayıştaki insanlığın iktisat ve kanaati idrak edebilmesi de kolay olmuyor maalesef. Ve bu hırsın sonucu olarak, artık insanlık sadece kendi cinsinin değil, Ağustos böceği gibi türlü canlıların da haklarına tecavüz ediyor.

Geniş dairedeki haberlerin yanında, meselâ Cumhurbaşkanı’nın veda turlarının yanında Ağustos böceğinin veda turları çok anlam ifade etmiyor belki. Ama insan neye değer verirse onu görüyor ve insan kâinata nazar ettikçe kendini daha çok buluyor.

Çok şükür yağmurlar başladı tekrar. Bulutlar uzun bir aradan sonra, Allah’ın emriyle yeryüzünü sulamaya başladı. Yağmurun gelişiyle birlikte Ağustos böcekleri de elveda demeye hazırlanıyor. Veda zamanının yaklaştığı şu günlerde onlara teşekkür etme bâbından da olsa, bir anlamda üzerlerine atılan iftiraya itiraz çığlıkları olan feryat figanlarına, bir anlamda bizler için bestelenen veda şarkılarına kulak vermeye ne dersiniz? Tıpkı New York’lu Kızılderili’nin kulak verdiği gibi…

Bir gün New-York’ta bir grup iş arkadaşı, yemek molasında dışarıya çıkar. Gruptan biri, Kızılderili’dir. Yolda yürürken insan kalabalığı, siren sesleri, yoldaki iş makinelerinin çıkardığı gürültü ve korna sesleri arasında ilerlerken, Kızılderili, kulağına Ağustos böceği sesinin geldiğini söyleyerek onu aramaya başlar.

Arkadaşları, bu kadar gürültünün arasında bu sesi duyamayacağını, kendisinin öyle zannettiğini söyleyip yollarına devam ederler. Aralarından bir tanesi inanmasa da, onunla aramaya devam eder. Kızılderili yolun karşı tarafına doğru yürür, arkadaşı da onu takip eder. Gökdelenlerin arasındaki bir tutam yeşilliğin arasında gerçekten bir Ağustos böceği bulurlar.

Arkadaşı, Kızılderili’ye:

- “Senin insanüstü güçlerin var. Bu sesi nasıl duydun?” diye sorar.

Kızılderili ise;

- “Bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya gerek yok” der ve arkadaşına kendisini takip etmesini söyler.

Kaldırıma geçerler ve Kızılderili cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırımda yuvarlar. Birçok insan, bozuk para sesini duyunca sesin geldiği tarafa bakarak, onun ceplerinden düşüp düşmediğini kontrol eder.

Kızılderili, arkadaşına dönerek:

- “Önemli olan, nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğindir. Her şeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin” der.

31.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Gazete ve siyaset



Telefonun öbür ucunda yeğenim Nur.

Arayan o olduğu için asıl konuyu da o açıyor:

“Buradaki hanımlar olarak okuduğumuz Yeni Asya’dan bazı şikâyetlerimiz var.”

“İyi de güzel yeğenim, bunu gazetenin yetkili birimlerine iletseniz daha iyi olmaz mı?”

“Ama sen de ara sıra yazıyorsun. Son üç yazını da siyasî ve içtimaî alana hasrettin.”

“Ha anlaşılan senin benden de şikâyetin var. Yani ‘siyaset’ üzerine yazan her yazarımıza itirazınız var.”

“Eh biraz öyle…”

“Pekalâ milletin reyi bloke ediliyor, fikri çeliniyor, gerçekler deliniyor, zihinler bulandırılıyor, duruşlar sulandırılıyor. Buna seyirci mi kalınsın? Hiç yazılmasın mı? Yazmayalım mı?”

“Yazalım, yazalım da.. Aşırıya kaçmayalım.. Meselâ Ali Ferşadoğlu gibi…”

“Ha demek ki sen onun yazılarını takip ediyorsun ki, yorum yapabiliyorsun.”

“Ne yapayım amca, merak ediyorum işte…”

“Merak ilmin hocasıdır. Gerçekleri, hadiselerin içyüzünü bilmek güzeldir. Hatta herkese nasip olmayan bir şeydir. Ama sulfato gibi acıdır. Yaraya neşter vurmaktır, ameliyat-ı cerrahiyedir. Buna tahammülün varsa oku. Yoksa bırakıver. Hanım hanımcık kalbinle nene gerek siyaset. Bak Yeni Asya’da siyasete temas etmeyen bir çok yazarımız var. Madem ki seviyorsun, ondan vazgeçemiyorsun, “Esma-ül Hüsna” yı oku, Lâhika sayfasını, Nur ağabeylerin hatıralarını oku. Genç kalemleri, hanım yazarları oku…En başta Risâle-i Nurları okuyup ulvî gayp âlemlerine “uruç” eyle, bırak yerdeki “yerel” ve “güncel” meseleleri…”

“Ama beni düşündüren bir şey var. Üstadımız, ‘Meşveret-i şer’iyye ile reylerinizi teşettütten (dağılmaktan) muhafaza ediniz’ demiyor mu? Sanki bu defa muhafaza edemedik gibi…”

“Meşveret kararlarına uymayan kendisi mes’ul olur. Hem burada söz konusu olan siyasî reyler değildir. Her alandaki, her meseledeki reylerimizdir.

“Biz ki; ‘Şeriatın yüzde doksan dokuzunun iman, ahlâk, fazilet, ibadet ve ahiret meseleleri olduğuna, ancak yüzde birinin siyasete taalluk ettiğine’ inananlardanız.

“Bizde akla kapı açılır, ama kimsenin ihtiyarı elinden alınmaz. Hem ‘gizli oy, açık tasnif’ sistemi geçerlidir. Açık tasnifi yapanlar da biz değiliz. Herkesin reyinin rengini izhar etmek gibi bir mecburiyeti de yoktur. Yani biz demokratız, demokrasiyi savunuyoruz. Öyleyse en başta kendi içimizde demokratik davranmalıyız. Hiç kimse merak etmesin. Biz kimseyi hür iradesi ve vicdanî kanaatinden dolayı kınamayız.

“Okuyucularımızdan aykırı duruş sergileyenleri vicdanlarıyla baş başa bırakırız.

“Yazarlarımız “aykırı” yazamazlar, çünkü “fikir disiplini” vardır. Ama okurlarımızın vicdanî kanaatlerine müdahale edecek bir mekanizma mevcut değildir. Buna imkân da yok, gerek de yok.

“Şanlı Üstad’ımızın beyanlarını (mealen) hatırlayalım: ‘Elinizden gelirse beni vicdanen mahkûm ediniz. Ama ben vicdanen müsterihim. Dini siyasete alet etmediğimi yakinen ve vicdanen biliyorum, bütün insaf dünyası da biliyor. Beni vicdanen mahkûm edemedikten sonra, verdiğiniz bütün cezalar benim için mükâfattır.’

“Üstadın bu yaklaşımından hareketle Yeni Asya yazarları da vicdanen müsterihtirler. Onlar vicdanlarıyla baş başa kaldıkları zaman, acı ve ızdırap duymuyorlar. Yazdıklarından dolayı hakarete ve hücuma maruz kalsalar, zaman zaman yargılansalar, hatta imtiyaz sahibi gibi hapse de mahkûm edilseler, ‘sözlerimizin arkasındayız’ diyerek yollarına devam ediyorlar.

“Hem, sevgili yeğenim, artık seçim de geri de kaldı. Sonrasını zamana ve takdir-i İlahiye havale ederek, Nur hizmetlerine devam ediniz. Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler…

Seçimlerden sonra bize düşen…”

“Ha özür dilerim amcacığım, seçimden sonra dediniz de aklıma geldi. Meselâ, gazetemizin seçimden hemen sonra ki manşeti tenkit edildi.”

“Tenkit nefis ve hissiyat namına ise makbul değildir. Hak namına ise, o manşeti hatırlatayım:

‘AKP’ye bir şans daha’”

“Yani biz yayınlarımızla o şanstan yana değildik, DP’nin en azından iktidar ortağı olmasını isterdik, ama seçmen bunu istemedi. Karar da seçmenin, sorumluluk da seçmenin. Öyle ya, bir cumhurbaşkanlığı meselesinde, sayın Başbakan ‘Karar da Gül’ün, sorumluluk da Gül’ün’ diyerek sorumluluktan kaçıyorsa, biz neden koca bir iktidar meselesinde sorumluluğu seçmene yıkmayalım?

“Hem her mesele bizim arzumuz doğrultusunda tecelli edecek diye kaide yok. İmtihan sırrına da aykırıdır. Allah (cc.) ile, haşa, pazarlığa girişmek gibi bir şeydir. ‘Ey Rabbimiz, sen bizi bu meselede muvaffak ve muzaffer edersen, biz çalışırız. Aksi taktirde çalışmayız’ yaklaşımı edepsizliktir, kulluğa da yakışmaz.

“Ama amca, Üstad’ın siyasî fikri hiç mağlup olur mu?”

“Mağlup olan Üstad’ın siyasî fikri değildir. Tarih içerisinde bu fikrin yansımalarına muhatap olmaya namzet parti veya partilerdir. Evvelâ o partiler, bu fikrin olmazsa olmazlarından olan ‘kanunda kuvvet, hukukta adalet ve müsavat, tam meşveret, aff-ı umumî, sulh-u umumî ve nef-i imtiyaz’ gibi düsturlarına ne kadar riayet ettikleri tartışılır. Çünkü Üstad’ın çizgisi, istibdadı kaldırıp hürriyet-i şeriyeye götürecek olan misyondur. Allah’a hakiki kul olup, başkalarına kul olmaktan kurtulmaktır. Partiler içinde, bu fikrin hayata geçirilmesine yakın mesafede bulunana ‘ehven-i şer’ nazarıyla bakılıyor. Demokratlar, zaman içerisinde tam bir hürriyet-i şeriyeye vesile olurlarsa, acaba yine ehven-i şer olarak mı kalırlar? Haydi böylece bir soru da ben sana sormuş olayım…”

“Vallahi amca buna cevap verecek durumda değilim, müsaade ederseniz bir şey daha sorayım.”

“Buyur güzel yeğenim.”

“AK Parti de bizim siyasî fikrimizi hayata geçirmeye namzet bir parti olamaz mı? Hem zaten geldikleri kökenden vazgeçtiklerini, değiştiklerini iddia ediyorlar…

“Bak yeğenim, insan bir defa ‘gömlek’ değiştirdi mi, artık değiştirmek için dünyanın gömlekleri ona yetmez… Yarın da bu mevcut gömleği değiştirmeyeceğine garanti var mı? Hem sonra müştebih (birbirine benzeyen) ağaçları bize belli ettiren, tanıttıran meyveleridir. Biz Demokratların geçmişte çok meyvelerini tattık ve demokrat olduklarına tam kanaat getirdik. Hali hazırda demokrasiye, hukuka, insan haklarına, din ve vicdan hürriyetine aykırı yığın yığın uygulamalar var. Mevcut iktidarın bunları bertaraf etmesi noktasında henüz bir meyvesini tadamadık.”

“Bekleyelim amca, inşallah tadarız.”

“İnşaallah diyorum, ama meyve tatmak için beklemeye gerek yok. Risaleler, Cennet meyvelerini dünyada insana tattırıyor. Aslında ben Otuzuncu Söz olan ‘Ene ve Zerre’ Risalesine başlamıştım, yarım kalmıştı, ona devam etmek istiyorum.”

“’Ene’ dediniz, aklıma geldi. Yeni Asya’nın sahip ve yazarlarının, fikirlerinde bu kadar ısrarcı olmalarında ‘enaniyet kokusu’ yok mu?”

“Hayır asla. Çünkü ‘bir şahıs kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez. Millet (ve cemaat) namına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez.’ (Sünuhat, s. 20)”

“Teşekkür ederim amca. Çok yararlı bir görüşme oldu. Ama biz yine de gazetemize bir mektup yazarak, bazı itirazları dile getireceğiz. Aslında ben de aynı görüşteyim, ama içinde bulunduğum ortamda zor durumda kalıyorum.”

“Ben de bunu gazetemize bir şekilde iletirim. Sana son tavsiyem şudur: Senin beyin olan damadımız, farklı görüşte olmasına rağmen, senin gazetene itiraz etmiyorsa, sen de onun hatırı için, o canipten gelen itirazlara itiraz etme. Nur hizmetine devam et. Beyine ve herkese binler selâm. Allah’a emanet ol.”

31.08.2007

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Hayvan suç işlerse!



Geçtiğimiz hafta “Denizli Berat gecesi” programından öncesi Tarsus’ta Yıldırım ve Doğan ailesinin düğün programlarına yine konuşmacı olarak katıldım. Düğün programı öncesi, hem vakıfta, hem de dışarıdaki sohbetlerde bize, basında geniş yer alan “Bingöl ilimizin İncesu ilçesinde serinlemek veya arıların ısırmasıyla kendini ilçenin akar su çayına atan ayının öldürülmesi”yle ilgili suâller sordular ve aynı zamanda bu yazımı yazmaya vesile oldular. Ayıyı öldürenlere değil, düğün sahiplerine, salon ve vakıf sahiplerine ve bana bu suâlleri soranlara teşekkür ediyorum.

Misafir bulunduğumuz bu dünya şehrinde bizim oturma hakkımız bulunduğu gibi hayvanların da oturma, barınma ve seyahat hakkı vardır. Bir hayvan suç işledi diye bütün hayvanlar öldürülemez. Bir kibrit bir evi yakar diye bütün kibritler imha edilemez. Dünyada bizim yaşama hakkımız olduğu gibi hayvanların da vardır. Yeni ilimlerde “ekodenge” denilen sistemi ihlâl edemeyiz. Bazı yanlış fetva ve sistemler ve bazı cahil insanların hareketleri insan ve hayvan arasındaki iletişimi ve hatta vicdan ve şefkat hissini târümâr etmiştir.

Kâinatta cereyan eden bir çok sistem ve yasaların dışında İlâhî olarak iki tane şeriat var. Birisi şeriat-ı fıtrî, diğeri şeriat-ı kelâmî. İlki, hayvanlar âlemini de içine alacak şekilde varlık âlemini düzene sokan yaratılış kanunları; diğeri insanların kendi aralarındaki ve diğer varlıklarla olan münasebetlerini düzenleyen İlâhî prensipler ve manzumeler. Burada ön görülen evvelâ hayvanın suç işlemesidir. Suçsuz, günahsız bir hayvanı öldürmek bütün hayvanları öldürmektir. İnsandaki merhamet, şefkat gibi ulvî hisleri tahrip etmektir. O insanların suratları bile değişiktir ve o hale gelmiştir.

Suç işlemeyen insana suç işler diye hüküm ve cezâî işlem yapılamaz. Bir hayvan, sınıfı ne olursa olsun, cezayı gerektiren bir iş yapmadıkça ona sopa, silâh ve işkence taşları kullanamazsın. Basında yer alan masum ayının mekânı ve karargâhı ormandır. Ormanda arılar da var, ayıyı ısırmışlar, o da kendini çayın sularına bırakmış. Belki de ölmek üzereydi, zehirlenmiştir... Tam şefkate ve yardıma muhtaç iken, taşlarla öldürmek hiçbir şeriatta ve yasada yoktur; bu hâl barbarlık, vahşet ve gaddarlıktır. Eğer Türkiye’de ve dünyada hayvan hakları korucuları varsa, o öldürenleri dâvâ etmelidirler. Hani neredeler? Bilhassa ormanları talan edip içine ev yapanlara ne demeli? Ayılar, kurtlar, aslanlar da şehirlere gelseler ne yapacaksın?

İslâm’da “Hangi hayvanlar avlanır?” maddesi var. Fakat şartlara bağlı. Zarurî ihtiyaç dönemlerinde, mübarek zatlar bile ava çıkmışlar, fakat bir sürüyü talan etmemişler, bir hayvanı rızıkları için avlamışlar. Geri dönüp gelmişler ve o hayvanı güneşte kurutmuşlar ve lüzum ettikçe kullanmışlar. İsraf yok, zulüm yok. Ayrıca, bütün hayvanların doğum zamanı ve öncesi avlanması, kesilmesi yasaklanmıştır.

Türkiye’nin bazı yerlerinde geyik ve emsâli türdeki hayvanlar için etrafı koruma altına alınan meralar var. Fakat ne hazin ki; buralarda dolar karşılığında, ülke dışından gelenlerin keyfî avlarına müsaade edilmektedir. Ayının gaddarca öldürülmesi ne ise, bu katliâm da aynıdır. Nerede bakanlık ve devlet yetkilileri? Burada büyük boşluklar vardır. Şark bölgelerindeki terör olayından dolayı dağlarda yaban hayvanları kalmadı. Türkiye çok büyük bir kayıp içerisindedir. Ancak kedi ve köpek hakları ve mamaları ile uğraşılmaktadır. Fakat diğer büyük yaban hayvanlarına ve hatta yaban kuşlarına katliâm yapılmaktadır.

Yağmur duâsına çıkan bizlerin “Acaba neden yağmur yağmıyor, gazab-ı İlâhî nedir?” diye suâl etmemiz lâzım. Çünkü büyük Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “Musibetler ekser nâsın hatasından meydana gelir” buyuruyor. (Emirdağ Lâhikası, s. 33) Mahsül alınmış tarlalarda, gübre yerine geçsin diye, içinde milyonlarca hayvanın bulunduğu tarlaları yakacaksın; dağlarda, ormanlarda, çaylarda masum hayvanları öldüreceksin... Sonra kalkıp “Barajlarda sular niye bitti? Yağmur niye yağmıyor?” diyeceksin? Olur mu bu kadar vurdum duymazlık? Çünkü tarlalarında, dağlarında ve orada yaşayan hayvanların da sahibi birdir. Elbette onların dilekçelerini ve feryatlarını alıyor ve gerekeni yapıyor. Ne mutlu haddini bilenlere.

31.08.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İçimizden geçenler ve sorumluluklarımız



Ali Aslan: “Bakara Sûresi 284. ‘Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. İçinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi, onunla sorguya çeker de dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder’ âyetine göre; burada içimizdekilerden sorumlu muyuz? Çünkü şeytan insana fısıldar derler, yani şeytan bizim aklımıza bir şeyler sokarsa bundan da sorumlu muyuz? Bana bu konu hakkında cevap yazar iseniz çok mutlu olurum.”

İmtihan dünyasında yaşıyoruz. Günaha meyilli duygularımız var. Şeytan da her an ayağımızı kaydırmak, bize kötülük yaptırmak, günah işletmek, nihayet elimizle yaptırmasa da, içimize her an fitne ve vesvese atmak için fırsat kollamaktadır. İçimizdeki nefsimiz de şeytanın kulağı hükmünde, her an onu dinlemektedir. Biz ise şeytan ile ve nefsimizle mücadele etmekle yükümlüyüz.

Ticarette bir kural vardır: Başarılı ticaretçiler, “Kazanmak için risk almak gerekir” derler. Risk almayan insan atılım yapamaz. Atılım yapmayınca başarılı olamaz. Bu kural, insanın Allah katındaki başarısı ve derecesinin yükselişi hususunda da söz konusudur. Dünya risk yeridir. Dünyada düşme ve yükselme basamakları birlikte vardır. İnsan yükselmek için riskli bir alanda şeytanla ve nefsiyle mücadele etmekle yükümlüdür.

Şeytan ve nefis, içimize yığınla kötülük atmakta, vesveseler vermektedir. Hiç şüphesiz eğer bunlarla yargılansak, halimiz perişan olurdu. Ama Allah’ın rahmeti vardır ve bunlardan dolayı kullarına rahmetiyle muamele edeceğini ummaktayız.

Bahsettiğiniz Bakara Sûresinin 284. âyeti nazil olduğunda sahabe-i kiramın içine büyük bir telâş, kaygı, korku ve üzüntü düştü. Ağlamaya, âhiret noktasından endişe ve kaygı duymaya başladılar. Nihayet Peygamber Efendimiz’e (asm) geldiler ve ağlayarak:

“Ya Resulallah! Namaz, oruç, cihad ve sadaka gibi şeylerle yükümlü tutulduk. Biz bunları yapabiliyoruz. Şimdi de bu âyet nazil olmuştur ve bizi içimizden geçenlerden sorumlu tutmuştur. Buna gücümüz yetmez. Kalbimiz elimizde değil” dediler.

Peygamber Efendimiz (asm):

“Siz de öncekiler gibi ‘Semi’na ve asayna’ (İşittik ve isyan ettik) mi demek istiyorsunuz? Siz ‘Semi’nâ ve ata’nâ ğufraneke Rabbena ve ileykel’masir’ (İşittik ve itaat ettik. Affına sığınırız Ey Rabbimiz. Dönüş Sanadır.) deyiniz” buyurdu.

Bunun üzerine Sahabe-i Güzin Efendilerimiz (ra) “Semi’na Ve Ata’na Ğufraneke Rabbena Ve İleykel’Masir” demeye başladılar. Öyle ki, bu cümle mübarek ağızlarında vird oldu. Gece gündüz böyle söylüyorlardı.

Nihayet Cenâb-ı Allah aynı surenin 285. âyetini nazil buyurdu. Bu âyet şöyle buyuruyordu: “Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de (iman ettiler). Her biri; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler: ‘Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz.’ Şöyle de dediler: ‘İşittik ve itaat ettik. Affına sığınırız ey Rabbimiz. Dönüş Sanadır.’”

Ashab-ı Güzin (ra) bu âyette emredilen mutlak itaati gösterdikten sonra Cenâb-ı Allah yukarıda bahsedilen 284. âyetin hükmünü neshetti (hükümden kaldırdı) ve 286. âyeti gönderdi. Bu âyet ile mü’minlerin, ancak elleriyle yaptıklarından sorumlu oldukları, hatta bundan da affedilebilecekleri bildirildi. Âyet şöyledir:

“Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun (eliyle) kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. (Şöyle diyerek duâ ediniz): ‘Ey Rabbimiz! Unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.’”

Nihayet Peygamber Efendimiz (asm) de şöyle buyurmuştur: “Allah iyilikleri de, kötülükleri de takdir etmiştir. Sonra bunu meleklerine açıklamıştır. Kim bir iyilik yapmayı düşünür ve sonra da yapamazsa Allah ona tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer o iyiliği düşünür de, düşündüğünü gerçekleştirirse, Allah kendi katında on, yedi yüz ve daha fazla katı sevap yazar. Kim bir kötülük düşünür de, düşündüğünü yapmazsa, Allah buna günah yazmaz, hatta yapmadığı için sevap yazar. Eğer o kötülüğü düşünür ve yaparsa, Allah sadece bir günah yazar. Allah ancak kendi eliyle helâke gidenleri helâk eder.”1

Yalnız unutmayalım: Böyle kötü düşüncelerle hayalimizi hiç durmadan ve kendi elimizle süslemek şüphesiz doğru bir yol değildir. Bedîüzzaman’ın, “Güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır”2 prensibini hayatımızda uygulamamız ve düşüncelerimizin de güzel olmasını sağlamamız gerekir. Güzel şeyleri düşünerek, çirkin hayallerin düşüncelerimize hâkim olmasını önleyebiliriz.

Dipnotlar:

1- Buhârî, Rikak, 31; Müslim, İman, 207, 208; Ebû Dâvud, Rikak, 70; Müsned, 1/279 2- Mektûbât, S. 457

31.08.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Duânın ihlâslısı



“Ey gözler görmediği halde varlığından asla şüphe edilmeyen!

“Ey insanların vasfetmekten aciz kaldığı, hadiselerin değiştiremediği, felâketlerin etkilemediği Rabbim!

“Sen dağların yüklendiği ağırlıkları, denizlerin hacim ve kapasitelerini bilirsin. Yağmur damlalarının, ağaçların yapraklarının sayısını da bilirsin. Gecelerin kapladıklarını, gündüzün aydınlattıklarını da bilirsin. Ne gökteki herhangi birşey, ne yerdeki bir karış toprak, senin ilminin dışında kalır.

“Ömrümün sonunu hayırlı eyle. Amellerimi hayırla sonuçlandır. En hayırlı günüm Sana kavuşacağım gün olsun.”

Bu tefekkür ve marifet dolu duâyı, ilim ve marifet ehli biri değil, bir bedevî yapıyordu. Namazını kılıp duâsını yapan bedevinin bu duâsı Efendimizin (asm) de hoşuna gitmişti. Duâ ve namazını bitirdikten sonra adamı yanına çağırttı. “Kimlerdensin?” diye sordu.

“Amir bin Sasaa oğullarından diye cevap verdi bedevî. Yanında bulunan bir altını ona verdi. Sonra da “Bu altını sana niçin verdiğimi biliyor musun?” diye sordu. Bedevî, “Akraba olduğumuz için” diye cevap verdi. Çünkü Resûlullah’ın (asm) ninelerinden birisi Benî Amir kabilesindendi. Bedevî bunu hatırlatmak istemişti. Fakat Peygamberimiz (asm), asıl sebebin bu olmadığına şöyle dikkat çekmişti:

“Şüphesiz, akrabalığımız sebebiyle aramızda hukukumuz var. Altını vermemin asıl sebebi, Allahu Teâlâ’yı çok güzel ifadelerle övmendir.” (Mecmâü’z-Zevâid, 10: 158.)

Her güzel söz ve davranışı benimseyen, ödüllendiren Kâinatın Efendisi (asm), bedevîyi de Allah’ı övgüsü sebebiyle ödüllendiriyordu.

Şüphesiz Allah, güzel isim ve sıfatların sahibidir. Kullarının bu güzel isimlerle Kendisine yalvarmalarını ister ve ihlâsla yapılan duâları kabul eder.

Allah’ı en güzel şekilde tavsif eden duâların başında Cenâb-ı Hakk’a bin bir ismiyle hitap edilen Cevşenü’l-Kebîr duâsı gelir. Sayısız fayda ve faziletleri bulunan bu duâ, Allah’ın samimiyet ve safvetle Kendisine yalvaran ve yakaran kullarına birer ikram, hediye ve mükâfattan ibarettir. Yalnız bu faydalar niyet edilerek bu duâ okunmaz. İhlâsla okunur, istenmeden verilir.

Not:

Senelik iznim sebebiyle yazılarıma bir süre ara vereceğim. Tekrar buluşmak ümidiyle...

31.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Tüketim, tükenmektir!



Ümit Meriç, Vatan gazetesine konuşmuş. Konuşmasında galiba zülfiyare dokunmuş ve konuşması artçı çeşitli değerlendirmelere vesile oldu. Sadece baş örtmekle kâmil bir Müslüman olunmadığını ifade eden Ümit Meriç jip kullanan kadınlardan bir dindar olarak rahatsızlığını izhar etmiş. Bu husustaki hissiyatını şöyle arz ediyor: “MÜSİAD’ın Yüksek İstişare Heyetindeydim. Orada bir konuşma yaptım ve dedim ki, Beni en çok rahatsız eden, jip kullanan direksiyondaki başı örtülü hanımlar.” ‘Niye’ dediler? ‘Bir Müslüman’ın bu kadar aç insanın olduğu, kadınların bir ay iğne oyası yapıp 60 milyon kazandığı bir ülkede, bilmem kaç milyarlık jipin tepesinde dolaşmaya hakkı yok... Bir insan olarak muhakkak bir araba alınabilir. Ama bir jip? Bir Müslüman’ın jipe yatıracak parası olmamalı. Parası o kadar çoksa, gitsin İstanbul’un fakir semtlerine, ara sokaklarda dolaşsın, bakkallardaki o ekmek borçları nedeniyle kabarmış olan hesapları ödesin’ dedim....”

Bu ifadeler üzerine Emre Aköz kapitalist bakış açısıyla bir güzelleme yazmış. Galiba Newton’ın kıyamet tarihini veya BM’nin 50 yıllık bir gelecek tahminini okumamış. Ümit Meriç, yaşlı MÜSİAD’çılara jipin zararlarından ve kadınlarımızı dünyevileştireceğinden bahsederken Emre Aköz de Genç MÜSİAD’çılarla sohbetinden başka bir kanaata ulaşmış ve kendisi de gençleri bu farklı kanaat noktasına yönlendirmiş. Kapitalizmin yıkımın değil de gelişmenin dinamosu olduğunu söylüyor. Halbuki kadim bir sosyolojik kaide şudur: “Bir şey haddini aşarsa zıddına inkilâp eder...” Gelişme çizgisindeki kapitalizm dünyayı tüketiyor ve sonunu getiriyor. Kapitalizm sadece gelişmeyi değil, aynı zamanda bozulmayı ve deformasyonu da tetikliyor. Sadece küresel ısınma değil, yerkürenin hem atmosferini, hem de yerkabuğunu deforme ediyor ve bozuyor. Kapitalizm ve liberalizm, kapitalist ve liberallere göre tarihin sonu ama gerçeğe göre ise dünyanın sonudur. Newton’ın ve BM’nin gelişmeci kapitalizm ile ilgili öngörüsü de budur.

Emre Aköz kendi zaviyesinden meseleyi şöyle değerlendiriyor. “Bazı medya kuruluşları bu sözleri ‘Türbanlı kadın jipe biner mi?’ diye okurlarına ve seyircilerine sundu.

Olayı bu biçimde ‘paketlemek’ meselenin ana mecrasından sapmasına yol açabiliyor. Adını koyalım. Sanırım asıl tartışılması gereken şu: ‘Lüks tüketim’ denilen harcama biçimi ile ‘dindarlık’ bağdaşır mı?

Bu konuda iki farklı görüş var:

Birinci görüşü Ümit Meriç zaten dile getiriyor ‘Jip alacak kadar varlıklıysan, onun yerine sıradan bir otomobil al ve paranın kalanını ise yoksullara harca.’

İkinci görüş ise şöyle. ‘Eğer ben bir Müslüman olarak dinimin gereklerini yerine getiriyorsam (örneğin zekât veriyorsam), ‘helâl olmak şartıyla’ istediğim türde bir aracı niye satın almayayım?’ (Dün Genç MÜSİAD’çılarla sohbet ettik, onlar bu ikinci görüşten yana tavır aldı.) Bazı tarihçiler ‘lüks tüketim’ denilen harcama biçiminin, ekonomilerin gelişmesinde önemli bir motor işlevi gördüğünü belirtir. Örneğin bir zamanlar ‘lüks’ kabul edilen ‘karabibere’ ulaşmak için gösterilen çaba, Avrupa denizciliğinin gelişmesinde gayet etkili olmuştu. Bence lüks tüketim kapitalist modernleşme dediğimiz sürecin bir parçasıdır. Sadece üretim de değil, tüketimde de bir rekabet olduğuna işaret eder...

Şunu da unutmamak gerekir: Bugün ‘lüks’ denilen bir mal, yarın sıradan, hemen herkesin ulaştığı bir mal haline gelir”

Lüks de sıradanlaşır ve İslâm hukukunda kemaliyat veya tahsiniyat denilen ikinci ve üçüncü derecedeki ihtiyaçlar zamanın ve örfün değişmesiyle birlikte birinci dereceden bir ihtiyaç haline gelebilir. Bu olağan bir vakıadır. Buna havaic-i asliye diyoruz. Bunlar doğru. Sözgelimi, geçmişte eğitim zarurî ihtiyaçlar hanesinden ve arasında mütalâa edilmiyordu şimdi ise havaic-i asliyeden sayılır hale gelmiştir. Eğitim ve sağlık ihtiyaçları için harcanan paralar zekât nisabından düşürülür. Bunlar doğru olmakla birlikte zıtlar dünyası bir boyuttan ibaret değildir ve kapitalizm tüketimi kamçılayarak sunî ihtiyaçlar üretiyor ve bu da dünyayı deforme ediyor ve tüketiyor. İnsanlık bu suretle geleceğini tüketiyor. İslâmî anlayışta da bu konuda zıt ekoller var. Ebu Zer (R.A.) zarurî ihtiyaç dışındakilerin paylaşımına inanmış ve buna çağırmıştır. Buna mukabil, genel eğilim buna karşı çıkmıştır. Ama her zaman orta bir yol olmuştur. İslâm aşırı tüketime veya lükse israf der, israf ise başkalarının hakkını harcamaktan maada tabiatın sınırlı imkânlarını da çarçur etmek ve gelecek nesillerin hakkını önceden kullanmaktır. Dolayısıyla gelişme kimi zaman deformasyon suretiyle insanlığın ve sahip olduğu imkânların tüketilmesidir. Tüketim, tüketmektir.

Not: “Bir başka misâl de Taha Cabir Alvani’den. Aynen kadının imameti konusunda Ali Rıza Demircan Hoca veya benzerleri gibi konuşuyor. Alvani kadının imametini engelleyen bir icma olmadığını savunmaktadır” cümlesini ihtiva eden 17 Ağustos tarihinde yayınlanan yazımla ilgili olarak arayan muhterem Ali Rıza Demircan bir tashih dileğinde bulundu. Kendisinin kadının kadına imametini caiz gördüğünü, ama erkeğe imametini caiz görmediğini ifade etti. Sözkonusu yazımda görüşlerini eksik veya fazla aksettirmişsem kendisinden özür dilerim.

31.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Gül'den beklenen



11. cumhurbaşkanlığı seçimleri Türkiye tarihine krizlerle, gerginliklerle geçecek bir seçim oldu. 24 Nisan tarihinde adaylığını koyan Gül’ün seçilmesine kesin gözüyle bakılırken, yeni icat olunan Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı, Türkiye’yi erken seçime sürükledi. Seçimlerin ardından oluşan Meclis tablosu Gül’e Köşk yolunu açtı. Gül 113 gün geç olsa da 11. cumhurbaşkanı olarak Köşk’e çıktı. Kazanan demokrasi oldu.

Gül’ün adaylığının açıklamasından sonra geçmişi ile ilgili her şey yazıldı, çizildi, bilinmeyen yönleri gazete sayfalarında televizyon ekranlarında gösterildi/gösteriliyor.

Meselâ, Cumhuriyet Bayramı sabahı doğan Gül’ün “göbek adı”nın “Cumhur” olduğu ilk defa yazıldı. Gül’ün çocukken çok haşarı, yaramaz, ama çalışkan bir kişiliğe sahip olduğu söylendi. Siyasî geçmişi irdelendi. Gül’ün, 12 Eylül ihtilâlinden çok kısa bir süre sonra Hayrunnisa Hanımla yaptığı evliliğinin ilk haftasında İstanbul Erenköy’deki evinden alınıp, “Sancak Hareketi” kapsamında tutuklandığı, kısa süre Metris Askerî Cezaevi’nde tutulduğunu öğrendik. Hatta Gül’ü cezaevinden Özal’ın askerlere “rica”sının kurtardığını da…

Fazilet Partisi’nde “yenilikçi kanadı”n adayı olan Gül, Erbakan faktörü sebebiyle Kutan karşısında yenildi, ancak bu kaybediş AKP’nin kuruluşunun tetikçisi oldu. Ve bu süreç Gül’e önce başbakanlık, sonra başbakan yardımcılığı, şimdi de cumhurbaşkanlık yolunu açtı.

***

Gelinen bu noktada Köşk’e çıkan Gül’ün icraatları merakla bekleniyor. AKP’nin 4.5 yıldır söylediği “Köşk bahanesi” de kalmadı.

Halk, başta başörtüsü, meslek liselerinin önündeki engellerin kalkması ve TCK’da düşüncenin önünde engel görünen maddeleri ile temel hak ve özgürlükler konusunda adımlar atılmasını yıllardır bekliyor. 4.5 yıllık iktidar döneminde bu konularda adım atmayan hükümetin bahanesi hep Sezer olmuştu, bundan sonra artık söyleyecek sözleri de kalmayacak.

Gül’ün ilk adaylığını açıkladığında söylediği, “Milletimizin değerleri bizim değerlerimizdir. Halkımızla bütünleşeceğim. Demokrasinin işlediğini herkes görecektir. Bireysel tercihlere herkesin saygı duymasını bekliyorum. Çankaya’nın kapılarını halka açacağım” sözlerinin arkasında durmasını kamuoyu bekleyecektir.

O dönemde AKP’li bir milletvekilinin şu sözleri dikkat çekiciydi: “Artık bahanemiz kalmadı. Millet destek verecek, biz çözeceğiz. Eğer bu seferde yapmazsak bu millet bizi sandığa çok fena gömer...” Bu durum şimdi de geçerliliğini koruyor.

Başbakan Yardımcısı, Dışişleri Bakanı ve aynı zamanda da hükümette “insan hakları ile ilgili kurullar ve insan hakları ile ilgili konularda eşgüdüm”den sorumlu olan Gül’ün insan hakları konusunda Türkiye’nin AB yolunda bu alanda yapılması gerekenleri çok iyi bildiği için, hükümetten bu konuda gelecek konulara takoz değil, destek olması beklenecektir. Bunlardan birisi de, insan hakları ihlâli olduğu konusunda herkesin üzerinde anlaştığı ve eşinin de mağdur olduğu başörtüsü yasağı konusunun halledilmesine önayak olması istenecektir.

Türkiye, Nisan’dan beri seçim, cumhurbaşkanlığı ve bunun etrafında yapılan tartışmalarla epey zaman kaybetti. Bu kaybedilen zamanı telâfî için cumhurbaşkanı ve yeni hükümet var gücüyle çalışmalı.

***

Gül, yemin töreninden sonra yaptığı teşekkür konuşmasında söylediği, “Şiddeti beslemeyen her türlü fikrin serbestçe ve korkusuzca ifade edilebildiği bir açık toplum olma hedefinden asla sapmamalıyız. Çağdaş dünya, nicedir, özgürlüklerden korkmamayı öğrendi; bizler de özgürlüklerimize en hayati değerlerimiz olarak her durumda sahip çıkmalıyız” sözlerinin arkasında durduğu müddetçe, halkın desteğini arkasında bulacaktır. Ve bunun gerçekleşmesi için yapacağı çalışmalar da hayırla yâd edilecektir.

Özetle, yeni cumhurbaşkanı insan hak ve hürriyetlerini geliştiren, yasakları kaldıran, toplumun ihtiyacı olan maddî ve manevî eksiklikleri giderecek yolları açmalıdır. Bunu beklemek de halkın en tabiî hakkıdır.

Gül’e zor görevinde başarılar dilerken, hayırlı olsun diyoruz.

31.08.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kendi kendimize yetiyor muyuz?



Okul sıralarında öğrendiğimiz ve seçim meydanlarında liderlerden de işittiğimiz bir tesbit var: “Türkiye, (tarım ürünleri konusunda) kendi kendine yeten ülkelerden biridir.”

Bu ve buna benzer onlarca tesbiti duymuş ya da okumuşuzdur. Peki gerçek böyle midir? Bir dönem için bu tesbitler belki ‘doğru’ idi, ama bugün ve yarın için ‘doğru’ olduğunu söylemek hayli zor. Konu ile ilgili olarak yapılan bir değerlendirmede şöyle denilmiş: “Yıllar yılı Türkiye’nin tarım ürünlerinde dünyanın kendi kendine yeten yedinci ülkesi olduğu söylendi, yazıldı, çizildi. Yeri geldi, tarımın sürekli büyüdüğüne dair bakanlık düzeyinde açıklamalar yapıldı. Oysa dünya tarımına genel bir bakış, durumun böyle olmadığını görmeye yetiyor. ABD ve AB başta olmak üzere gelişmiş ülkeler; Brezilya, Hindistan, Çin, Kenya gibi gelişmekte olan ülkelere karşı tarımda üstünlük kurmanın savaşını veriyor. Gübre, ilâç, tohum gibi temel tarım girdilerinde söz sahibi olmanın dışında, bu ülkelerin şimdiki amacının tarımsal üretimde ve ticarette söz sahibi olmak, tarımda ‘yeni bir dünya düzeni’ oluşturmak olduğu iddia ediliyor. Türkiye’de ise hâlâ düşük verimlilikte üretim yapılıyor.” ([Vestel] Vs dergisi, Sayı: 23)

Toprak Mahsulleri Ofisi tarafından yapılan araştırmalar da, bırakın Türkiye’yi, Türk çiftçisini bile kendine yetmediğini gösteriyor. TMO, buğday eken Türk çiftçisi ile aynı ürünü eken AB çiftçisi arasında altı kat gelir farkı olduğunu araştırmalarla ortaya koyuyor. AB çiftçisi bir ton buğdayı 295 YTL’ye satarken, Türk çiftçisi ürünün tonundan 453 YTL kazanıyor. Ancak Türk çiftçisinin verim kaybı ve arazilerinin küçüklüğü sebebiyle ortalama işletme büyüklüğüne sahip AB’li buğday çiftçisi 34 bin YTL kazanırken, Türkiye ortalamasında bu rakam 5 bin 500 YTL’ye kadar geriliyor.

Tarım konusundaki ‘gerçek fakirliğimiz’in farkında olmadığımız gibi ‘su’ konusunda da gerçekte fakiriz. Buna rağmen bu konuda da ‘zengin’ olduğumuzu zannediyoruz. Akla hemen şu soru gelmiyor mu: Madem ‘su zengini’yiz, başta büyük şehirlerimiz olmak üzere niçin su sıkıntısı çekiyoruz?

Su zengini olmadığımız ortada. Tarımda da su eksikliği çekiliyor. Küresel ısınma ve en başta israf sebebiyle bu durum giderek büyük bir krize dönüşmek üzere. Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın tesbitlerine göre, şu anda bile kişi başına düşen su miktarı bakımından dünya ortalamasının çok altında bulunuyoruz.

Genç nüfusa sahip olmamız da, övündüğümüz bir konu. Ancak ‘işsiz ama gururlu bir gençlik’le övünmek doğru mudur? Ayrıca, nüfus artış hızımız da düşüyor ve uzun dönemde sahip olduğumuz bu avantajı da kaybedebiliriz.

Övündüğümüz konulardan biri de ‘turizm cenneti’ olmamız. İklim, bulunduğumuz coğrafya ve tarihî zenginliğimiz Türkiye’nin en büyük sermayesi olarak yorumlanıyor. Tamam, turizm konusunda avantajlarımız var; ancak ortada dünya gerçekleri de var: Paris’in ünlü Eyfel Kulesi bile İstanbul’un üç katı turist çekiyor. Paris’i tanıtmak için yılda 120 milyon euro harcanırken, İstanbul’u tanıtmak için sadece bir milyon dolar ayrılabiliyor.

Sahip olduğumuz değerlerin kıymetini önce kendimiz bilmeli, sonra da dünyaya tanıtmak için gereğini yapmalıyız. Başka yol görünmüyor.

31.08.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Taşlar oturuyor mu?



Cumhurbaşkanı seçiminin sonuçlanması ve yeni kabinenin açıklanmasıyla, iki önemli belirsizlik sona erdirilmiş ve taşların yerli yerine oturması için iki kritik viraj alınmış oldu.

Ancak görünen o ki, taşların gerçekten yerine oturması için biraz daha beklemek gerekiyor.

Gül’ün cumhurbaşkanlığına bilhassa askerî cenahın alışması zaman alacak gibi. Yemin törenine katılmamak, 30 Ağustos için eşsiz davetiye göndermek, GATA’daki törende “cephe selâmı” vermeyip konuşmalarda “cumhurbaşkanım” dememek gibi sembolik tavırlarla verilen mesajlar, hazımsızlık işaretleri olarak algılanıyor.

Asker, millet ve Meclis iradesiyle seçilen başkomutanına “benim cumhurbaşkanım” diyemiyor. Ama 22 Temmuz seçiminin sonucu ortada iken karşı çıkıp reddetme imkânı da yok.

Dolayısıyla, derin bir ikilem içinde kıvranıyor.

İkilemin bir ucunda, sembolik tavırlarla açığa vurduğu hazımsızlık, diğerinde kerhen de olsa Gül’e “cumhurbaşkanı” muamelesi yapma, ayakta karşılayıp ayakta uğurlama, seçilmesinden dolayı tebrik mesajı gönderme gibi davranışlarla ifade ettiği “kabullenme” yaklaşımı var.

Başlangıç aşamasında oluşan hassas denge bu ikilemin üzerine oturuyor. Gül’ün, eşini geri planda tutması ve 30 Ağustos mesajında tam altı kez Atatürk’e atıf yaparak vermeye çalıştığı mesaj, “ilkelere sözde değil, özde bağlılık” isteyen asker açısından tatminkâr olur mu, yoksa kayıtsız şartsız mutlak bir teslimiyet tavrı içine girilmedikçe soğukluk sürer mi, göreceğiz.

Umarız, “herkesten fazla ABD dostu” olarak nitelendiği Washington kulislerinde bile “Dengecilikte ipin ucunu kaçırmasın” tavsiyelerine muhatap olan Gül, kendisini bekleyen dirayet sınavından yüzünün akıyla ve başarıyla çıkar.

Gelelim 60. hükümete. Günlerdir “bakan-toto” oynayanların beklediği ölçüde bir değişiklik olmadı. Bunun üzerine hemen plak çevrilip, Erdoğan’ın “Kazanan takım değiştirilmez” düsturuyla böyle yaptığı şeklinde teviller üretildi.

Tersi olsaydı, bunların yerini herhalde “AKP yine Erdoğan’ın karizması sayesinde oylarını bu kadar arttırdı, reis yeni kabineye tamamen kendi damgasını vurdu” gibi yorumlar alacaktı.

Aslında aynı yorumu bu kabine için de yapmak mümkün. Özellikle başbakan yardımcılıklarında Şahin’le Çiçek’e becayiş yaptırarak başka dengeleri gözetirken, Gül ve Şener’den boşalan yerleri partideki iç kabinesinden iki yeni isimle doldurması bunun önemli işaretlerinden.

Yeni isimlerden Mehmet Şimşek’le uluslararası sermayeye mesaj verilirken, ekonominin patronluğunun Nazım Ekren’e emanet edilmesi, Kürşat Tüzmen bakanlıkta muhafaza edilirken başını ağrıtan gümrüklerin ondan alınması, Diyanet’in Mehmet Aydın’dan alınıp eski başkanlardan Mustafa Said Yazıcıoğlu’na devredilmesi, kuraklık afetine çare arandığı bir ortamda Veysel Eroğlu’nun Çevre Bakanı yapılması ve en büyük sürprizlerden biri olarak Abdülkadir Aksu’nun kabine dışı bırakılıp Beşir Atalay’ın İçişleri Bakanlığına kaydırılması, ikinci Erdoğan hükümetinde özellikle dikkat çeken hususlar.

Erdoğan bu kabinenin “daha güçlü ve atak” olacağını söylüyordu. Köşk engeli de kalktığına göre hükümetin önü açık. Bakalım, milletin ikinci kez verdiği bu fırsat nasıl değerlendirilecek?

31.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri