Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Ekim 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Ali FERŞADOĞLU

Cemaatlerüstü kalmak



Cemaat/topluluk, “bir mezhebe tâbî bir heyet teşkil eden halk; aralarındaki münasebetleri din, örf ve âdetlere göre tanzim eden insanlar topluluğu” şeklinde tanımlanır. Aynı meşrep, fikir ve aynı hizmet tarzı ve üslubunu benimseyenler grubuna da denilir.

Cemaat bir şahs-ı mânevîdir. Yani, aynı düşünce, aynı duygu, aynı prensip ve görüşleri ve hizmet tarzını paylaşan insanların oluşturduğu bir topluluk. Herhangi bir cemaat ve topluluğun “şahs-ı manevîsi”; ona mensup olanların kişilikleri, benlikleri, şahsî özellikleri, düşünceleri değil; bir vücudu teşkil eden hücre, uzuvlar veya bir fabrikayı teşkil eden çarklar gibi bütün için ve bütün içinde çalıştıkları, fani oldukları, eridikleri hakikat olarak ortaya çıkar. Kendi özelliklerini değil, mensubu oldukları manevî şahsiyetin özelliklerini ön plana çıkardıkları bir ruh hâlidir. “Ben”lerin “Biz” havuzuna dökülüp eridiği ve “Ben”in, “Biz”e dönüştüğü bir havuzdur.

Kimi zaman, sosyal hayatın tabiî bir sonucu olan bu olguya, “Ben cemaat meselesine daha geniş, daha global, daha üstten bakıyorum; bütün Müslümanların dahil olduğu İslâm cemaatindenim!” gibi bir yaklaşım sergilenir.

Bu, ya cemaatî anlayışta bir sıkıntının, ya meseleyi tam kavrayamamanın ipuçlarını veriyor. Veya, içine düştüğü cemaatî problemin anaforunu tevil anlamı taşır. Veyahut, cemaatî sorumluluklardan kaçan nefsin bir oyunu da olabilir.

Elbette bütün Müslümanlar bir bütün olarak cemaati oluşturur. Bunun da adı, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”tir. Bu, en üst kimliktir.

Ehl-i Sünnet Cemaatinin altında ise, mezhepler, cemaatler, tarikatlar, ekoller, meslekler, meşrepler yer alır. Alt dairedeki herhangi bir cemaatin meslek ve meşrebiyle boyanmak, büyük ve geniş dairedeki Ehl-i Sünnet Cemaati’ne aykırı hareket edildiği veya kendi içine kapanıldığı anlamına gelmez.

Farklı coğrafya, iklim, imkân ve şartlar, tabiî olarak teferruatta farklı mezhepleri doğurdu. Farklı meşrepler de yine teferruâtta farklı cemaati, ekolleri, grupları… Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat kimliği altında daire daire farklı cemaatlerin bulunması gayet tabiîdir ve psiko-sosyal bir olgudur. Dolayısıyla, “Ben cemaatlerüstüyüm!” iddiâsı, “Ben mezheplerüstüyüm!” demek gibi bir şey olsa gerek.

“İslâm cemaati bir bütündür, bütün Müslümanları içine alır. Yerel cemaatler bileşik kaplar gibi, birbirine geçişlidir!” Ancak, her cemaatin bir şahs-ı mânevîsi, kendine has bir tarzı, bir üslûbu vardır. Öyle olduğu içindir ki, farklılıklar ve cemaatler teşekkül eder. Ve bu gayet tabiîdir. Çünkü, herkes aynı tipte, aynı fıtratta, aynı meşrepte değildir.

Peygamberimiz (asm), “Size cemaat halinde bulunmanızı tavsiye eder; ayrılıp dağılmaktan şiddetle kaçınmanızı isterim. Zîrâ, şeytan, yalnız başına yaşayan insana yakın olup beraber bulunan iki kişiden daha uzaktır. Kim Cennetin tâ ortasında yaşamayı isterse, toplu halde bulunmaya baksın; Allah’ın yardım ve inâyeti cemaatle beraberdir”; “Müslüman Cemaatinden bir karış da olsa ayrılan kimse, boynundaki İslâm bağını çözmüş demektir”; “Cemaatten ayrılmayınız. Şunu bilin ki, sürüden ayrılan koyunu kurt kapar!”1 beyanlarıyla, daha küçük dairedeki cemaatleşmeyi kast ettiği gayet açıktır.

Bediüzzaman'ın, “Umum ehl-i iman dahil oldukları ve üç yüz milyondan ziyade efradı bulunan bir mukaddes cemaat-i İslâmiyeden başka mabeynimizde medar-ı bahs olmadığı...”2 gibi tâbirleri, tüm Müslümanlar için kullandığı da bir vakıadır. Bununla da, Ehl-i Sünnet çerçevesindeki ittihaddan söz ettiği açıktır. Muhtelif eserlerinde, pek çok yerde, cemaat derken, “Müslümanların din kardeşliği esasına dayalı olarak gerçekleştirdikleri ve katılmak zorunda oldukları birlik, beraberlik”i ve “Müslümanların büyük çoğunluğu”nu kasteder.

Dipnotlar:

1- Tirmizi, Fiten, 7.; Age, 78; Ebû Dâvûd, Salat, 46.; 2-Şuâlar, s. 238.

01.10.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Mükemmeli yakalamak



Hen yeni gün yeni bir hayat başlar. Herşey için yeni bir başlangıçtır bu.

Ramazan-ı Şerif de öyle değil mi? Yenilenmenin, yeni bir hayata girmenin, arınmanın, olgunlaşmanın, durulaşmadan ibarettir Ramazan.

Ramazan’da yeni bir sayfa açılır. Hayat farklı boyutlarda yaşanmaya başlanır.

Ramazan bir iç sorgulamanın vaktinin adıdır. Kişi bu sorgulama sonucunda kendine yeni bir hayat çizmek için adım atar.

Mükemmel insan olmanın, melekleşmenin adıdır Ramazan. İlâhî emir gereği helâl şeylerden uzaklaşan mü’min, haramlara karşı da set çekmenin eğitimini alır bu ayda. Direnç kazanır. Kemale ermek için hayatı adımlar, zirvelere doğru tırmanır ve bu tırmanışını Ramazan’dan sonra da sürdürmeye çalışır.

Ramazan’da niçin suçlar azalır?

Çünkü insan nefis için son derece zor olan güçlü bir irade terbiyesine girer, nice kötü arzusuna gem vurur. Böylece şeytanını bağlamış olur. Onun için şeytanlar bu güçlü iman ve irade karşısında iş yapamaz hâle gelirler.

Ramazan’da akıllar, ruhlar, hisler, gönüller “Oruç sadece Benim içindir” kutsî hakikati çerçevesinde şekillenirler. Orucun sırrını anlayanlar için her yerde, her zaman, her işte, her davranışta gözetilmesi gereken rıza-yı İlâhîdir sadece. Bu gerçek hayatın her safhasında göz önünde bulundurulması gereken bir gerçektir.

Oruçla ulaştığı bu ufku ömür boyu devam ettirmeye çalışır mü’min. Allah için yapılan bir hareket, yaşanan bir hayata baha biçilemez. Fiyatı ancak Cennettir onun.

İyi insan yetiştirmektir İslâmın hedefi. Sadece ahireti değil, dünyayı da Cennete çevirmeyi hedefler. Nasıl Kur’ân’a en güzel şekilde ayna olan Allah Resûlü (a.s.m.) insanlığın her bakımdan medar-ı iftiiharıydı. Dünyanın içine düştüğü, başta anarşi, terör, yoksulluk olmak üzere her türlü problemden kurtarmanın reçetesini de sunmuş insanlığa.

Gerek Ramazan-ı Şerif ve sonraki zamanlarda yapılan ibadetler ve hayırlar karıncayı dahi incitmekten çekinen, birbirinin yardımına koşan, kenetleşen bir insan modeli ortaya koyuyor.

Bütün emir ve yasaklardaki bu sır yapılanları, yapılması grekenleri sırf Allah için yapmak, kaçınılanlar ve kaçınılması gerekenlerden de sır Allah için kaçınmakla gerçekleşebilir ancak.

Bize mükemmeli yakalamak, Cennete lâyık hâle gelmek için oruç, namaz, zekat gibi ibadetleri emreden Rabbimize ne kadar şükretsek az değil mi?

01.10.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Anayasa(k) manevraları



Türikiye'nin siyasî gündemini hazırlanmakta olan yeni anayasa üzerindeki müzakere ve tartışmalar teşkil ediyor.

Tartışmaların odak noktasında ise, hürriyetler ve yasaklar yer alıyor.

Mâlum bir kesim, mevcut yasakların devamı ile birlikte, yeni birtakım "garantili yasaklar"ın da anayasaya konulmasını istiyor. İstemekle de yetinmiyor. Kalkıp yasakları vargücüyle savunuyor, hatta bin dereden su getirerek haklılığını ispata çalışıyor.

Hürriyetleri umursamayan, yasakları adeta tabulaştıran bu kesimin istediği şey, aslında anayasa değil, özüyle sözüyle "anayasak"tır. Yani, yasaklar manzumesi.

Bereket ki, şimdilerde yasaklara gerekçe hazırlayanlardan çok, hürriyetleri savunanlar var.

Yalnız, hürriyeti savunanların da bir endişesi var. O da, yeni bir anayasa hazırlığı içinde olan siyasî iradenin, ne ölçüde ciddî ve dirayetli olduğu/olacağıdır.

Evet, bu noktada biz de meseleye "ihtiyatlı bir iyimserlik" içinde bakıyoruz ve iktidar kanadının ne ölçüde muktedir olacağını merakla bekliyoruz.

Temenni ediyoruz ki, insan temel hak ve hürriyetleri noktasında, yasaklar daraltılsın, hürriyetler genişletilsin ve "insan" unsuru, yani insanın huzur ve saadeti en mühim noktada tutulsun.

Evet, bir devlet için, her şeyden önemli olan insandır, insanın saadetidir. Kânun da, teknoloji de bunun için vardır. Gelişmiş ülkeler, bu hakkı teslim ediyor ve insanını, vatandaşını mutlu etmeye, huzurlu kılmaya çalışıyor.

Tekrar arzu ve temenni ediyoruz ki, yeni anayasa, yeni bir "anayasak" olmasın.

Gündeme dair

Merkez ve mahalle

Haftalardır bir "mahalle baskısı" lâfıdır, almış gidiyor.

Her kafadan bir ses çıkıyor: Kimi baskı var, kimi de yok diyor. Kimi olabilir, kimi de olmaz diyor.

Yani, anlayacağınız bu konuda ciddî bir ihtilâf söz konusu.

Üstelik, tarihten aktarılan ile rivâyetler ile hariç ülkelerden verilen misâller de muhtelif.

Birbirini tutmayan yorum ve değerlendirmeler gırla gidiyor.

Neticede, Türkiye için bir "mahalle baskısı" korkusunun söz konusu olup olmadığı hususunda bir türlü anlaşma, uzlaşma sağlanamıyor.

Oysa, baskı konusunda hiçkimsenin itiraz etmediği bir nokta var: "Merkez baskısı."

Evet, Türkiye'de bir "merkez baskısı" var ve hiç kimse çıkıp da bunu inkâr edemez. Bu derece net ve açık bir nokta.

Ne var ki, insanlarımız, bilhassa aydınlarımız bu açık nokta üzerinde durmak yerine, gidip muğlak noktalar üzerinde lâfazanlık yapmayı tercih ediyor.

Bakalım, kalem ehli düşünürlerimiz, ne zaman "merkez baskısı" hakkında kafa yormaya başlayacak.

Zira, en büyük, en ağır, şiddetli baskı budur; bundan başka, yahut meşrûiyet içinde baş edilemeyecek herhangi bir baskı türü söz konusu bile değil.

GÜNÜN TARİHİ 1 Ekim 1918

402 yıl sonra Şam'ın sukûtu ve sonrası

Suriye–Filistin Cephesindeki çöküşün ardından, Osmanlı'nın elindeki Suriye şehirleri birer birer düşmeye başladı.

1 Ekim 1918 günü de, 402 senedir Osmanlı'nın idaresinde bulunan ve "Şam–ı Şerif" olarak bilinen Suriye'nin en büyük, en mübarek şehri düştü.

İngiliz kuvvetlerinin şehri işgale başlaması üzerine, Osmanlı kuvvetleri Halep'e çekildi. Halep'te yeni ordu karargâhı kuruldu. Ancak, çöküş ve gerileme devam etti. 27 Ekim günü de Halep şehri elden gitti.

Birinci Dünya Savaşı tam da bitmek üzereyken, Şam ve Halep'in elden gitmesi, Osmanlı için son iki büyük felâket olarak addedildi.

Yaşanan bunca felâkete ve üç gün sonra (30 Ekim) imzalanan Mondros Mütarekesine rağmen, düşmana karşı kahramanca direnen Arap–Osmanlı şehirleri oldu. Bunlar, sırasıyla şöyledir: Musul, Medine ve Trablus (Libya) şehri.

Ne var ki, bunların direnişi de uzun sürmedi. Zira, imzalanan antlaşma ile hem Osmanlı'nın mağlubiyeti tescil edilmiş, hem de Kuzey Afrika ve Arabistan'da görev yapan Osmanlı paşalarının bir kısmı İngilizlerle el altından anlaşmışlar gibi, tuhaf bir işbirliği içine girmişlerdi.

Evet, İngiliz, Fransız ve İtalyan ordularının sâir İslâm beldelerindeki bu son başarılarını, sadece kendi öz kuvvetleriyle izah etmek mümkün görünmüyor.

Zira, bunlar harbin başından (1914) itibaren düşmana karşı dayanmışlar, direnmişler ve ta 1918 yılı sonlarına kadar da Osmanlı'ya olan bağlılıklarını devam ettirmişlerdir.

İtilâf devletleri, yıllardır Arabistan ve diğer yerlerde faaliyet yürüttükleri halde, bir türlü maksatlarına ulaşamıyorlardı. Osmanlı'nın zayıfladığı yerlerde bile, Arap ve Berberi kabileleri direniyor ve gayr–ı müslim kuvvetlere teslim olmayı kabullenmiyordu.

İşte, ne olduysa 1917 –18 yıllarında oldu. Sanki, Osmanlı içinde bulunan bir gizli el, Ortadoğu'daki bütün Osmanlı belde ve eyaletlerini ecnebi kuvvetlerine peşkeş ediyordu.

Bu arada, cephelerde sürdürülen savaşlar da, göstermelik olmaktan öteye gitmiyordu.

Demek ki, "işin içinde iş var"dı. Kimi İttihatçı paşalar, adeta İngilizlerin hesabına çalışıyordu.

O beldelerin bu derece kolay, çabuk ve çok ağır kayıplarla elimizden çıkmış olmasının gizli–açık sebeplerini iyice araştırıp bulmak gerekir.

Aksi halde, insanlarımıza doğru tarihi göstermiş, öğretmiş sayılamayız.

Bu meydanda, sizlere tavsiye edebileceğimiz "belge–roman" türünde yayınlanmış bir kitap var. Mustafa Yıldırım'ın kaleminden çıkan ve Toplumsal Dönüşüm Yayınları (2004) arasında neşredilen bu kitabın ismi şöyle: "Mustafa Kemal ile Filistin'den Anayurdun Dağlarına 58 Gün"

560 sayfayı aşan bu kitap, 14 Eylül 1918'de İskenderiye'nin dar sokaklarında başlayan ve gerisin geriye adım adım yaşanan o büyük felâketlerin 58 günlük hikâyesini anlatıyor.

01.10.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sünnette kabir ziyareti



Abdullah Bey:

*“Kabir ziyaretinin sünnetleri ve adapları nelerdir? Kabir ziyaretinde nelere dikkat etmeliyiz?”

Ölümü ve ahireti hatırlatan kabir ziyareti sünnettir.

Bir gece Peygamber Efendimiz (asm) Hazret-i Âişe Validemizin (ra) yanından sessizce çıkıyor, Baki kabristanına geliyor ve oradaki kabir ehline duâ ediyor. Döndüğünde Hazret-i Âişe validemize (ra) şöyle buyuruyor:

“Cebrail bana gelip seslendi. Ben de onun çağrısına uydum ve bunu senden gizledim. Ve zaten o, sen elbiseni çıkarmış olduğun halde senin yanına girecek değildi. Ve ben de senin uyuduğunu zannederek seni uyandırmak istemedim. Korkacağından da endişe ettim. Cebrail bana: ‘Rabbin sana Baki kabristanına gidip onlar için istiğfar etmeni emrediyor’ dedi.”

Ben:

“Yâ Resûlallah! Onlar için ne söyleyeyim?” diye sordum. Buyurdu ki:

“Şöyle de: ‘Esselâmü Aleyküm yâ ehle’l-kubûr! Mü’minler ve Müslüman’lar diyarının ehline selâm olsun! Allah bizden evvel ölenlerle bizden sonra öleceklere rahmet eylesin! Allah bizi ve sizi bağışlasın. Siz bizim öncümüzsünüz. Biz de peşinizden geleceğiz. Ve inşallah sizlere kavuşacağız!”1

Peygamber Efendimiz (asm) bir diğer hadislerinde: “Annemin kabrini ziyaret için Rabbimden izin istedim. Bana izin verdi. Siz de kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü kabir ziyareti ölümü hatırlatır.”2

Kabir ziyaretinin adabı

1- Kabir ziyaretinin belli bir vakti yoktur. Her vakit kabir ziyareti sünnet olarak yapılabilir.

2- Mümkünse abdestli olmak kabir ziyaretinin adabındandır.

3- Kabristana varılınca: “Esselâmü Aleyküm ehle’d-diyâri mine’l-mü’minîne ve’l-müslimîn. Ve innâ inşâallahü le-lâhikûn. Es’elullâhe lenâ ve lekümü’l-âfiye.”3 (Bu kabristanda bulunan Mü’min ve Müslümanlara selâm olsun. Bizler de inşallah sizlere muhakkak katılacağız. Allah’tan bize ve size âfiyet dilerim) diye duâ edilir.

4- Kabristanda Kur’ân-ı Kerim’den bilinen âyet ve sûreler okunur. Çünkü Kur’ân okunan yere rahmet iner. Yasin Sûresini okumak efdaldir. Peygamber Efendimiz, “Ölülerinize Yasin Sûresi okuyun”4 buyurmuştur. Okunan Kur’ân’ın sevabı kabir ehline bağışlanır, kabir ehline ve tüm ehl-i imanın mevtalarına ve ölmüşlerine günahlarının bağışlanması ve varsa azaplarının hafifletilmesi için duâ edilir.

5- Dünya hayatının geçici oluşunu, kabir hayatını, sorguyu, diriliş gününü, hesabı, mahşeri, sırat köprüsünü ve tümüyle âhiret hayatını düşünmek ve ölümden ibret almaya çalışmak gerekir.

6- Kabrin üzerine ağaç veya yeşillik dikmek sünnettir.

Kabir ziyaretinin bid’atleri

Kabir ziyareti sırasında yapılmaması gerekirken, ısrarla ve kutsalmış gibi yapılan ve yer yer bir türlü terk edilemeyen yanlışlıklar da vardır. Bunların şirk tehlikesi taşıyanları da vardır.

Kabir ziyaretinin bidatleri şunlardır:

1- Kabirde yüksek sesle ağlamak, dövünmek, elbisesini, saçını, başını yolmak ve feryad etmek bidattir.

2- Kabrin taşını, duvarını, demirlerini, mermerini kutsal bilmek ve öpmek bidattir.

3- Kabir üzerine mum yakmak ve çaput bağlamak bidattir.

4- Kabirde yatandan dilek dilemek, burada kurban kesmek, burada yemek vermek bidattir.

Allah ölmüşlerimiz için rahmetini, merhametini, lütfunu, bereketini esirgemesin. Âmin.

Dipnotlar:

1- Müslim, Cenâiz, 35/103

2- Müslim, Cenâiz, 36/108

3- Müslim, Cenâiz, 35/104

4- Müsned: 5/26

01.10.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Ensar’ın bugüne yansıyan ruhu



(Umre günlüğü- 7)

Medineliler, rahat bir iklimin selamet ehli insanları. Cami cemaati daha bir yumuşaklıkla düzen alıyor. Sert tavırlara hiç rastlamıyorsunuz. Harem-i Şerif’te Mekke’de bunun farklı mizacına rastlamak mümkün oluyor. Mekke ve Medine mizaç olarak farklı.

Şimdi önümüze iftar için naylon sofra serildi. Tam bir şeyr-i ayn. Ramazan şehrinde, Ramazan hareketinde, Kur’ân tilavetinde, Medine mukavemetinde, Ravza-i Mutahhara kudsiyetinde, Mescid-i Nebevi şerefinde, Hazreti Ebubekir sıdkında ve Hazreti Ömer adl ve ihsanında bir mekân ve onu yaşatan niyet ve ruhların insicamı var.

Farklı dil, kültür, mizaç, fıtrat, duruş ve yaklaşımlarla birlikte, tevhidin yek vücut tezahürleri var. İttihat etmiş kalpler bir arada.

Zemzem bidonları da bu arada toplu durdukları yerden çıkarılıyor. Hepsi sütunlara göre yol güzergahına/koridoruna göre mevzileniyor. Her sofranın ya da bir bölümün mihmandarı var. Bereket ve rızık kapısı, burada oruçla iftarı bir kutlamaya dönüştürüyor.

“Esselamün aleyküm” selamıyla mümin bir Arap, rızık paketiyle bulunduğumuz yere geliyor. Maalesef sofraya rahat basılıyor. Çok arzulanan bir hal olmasa da dikkat edilmiyor. Kimsenin boş durmadığını rahatlıkla müşahade edebiliyorsunuz. Kendine has, kendi hususiyetinde bir yürek çağlayanı burası.

Bir hareket, bir seyyaliyet, bir vücudiyet ve masumiyetle vahdaniyet iç içe, tevhidle temerküz etmiş. Bu satırları bu saatte yazmak yoktu gündemimde. Müşahede pencereleri açıldıkça dürbünümüze takılan kareler, zihnimize dokunan anlamlar, semboller ve değerler birer merasim kıtası gibi sarmaladılar benliğimizi.

Çaprazımda dudakları hareket halinde orta yaşlı krem entarili bir mü’min arabın dudakları sürekli kıpırdıyor. Solumda genç, etrafa nazar ederken derin bakışlı, mütevekkil, gençlikten orta yaşa hazırlanan bağdaş kurmuş bir kardeşimiz var.

Ramazan’ın dokuzuncu günü Mescid-i Nebevi. Saat 18:16. İftara beş dakika var. Mihmandarımız Nurettin Acar’ın yer sofrasında; nohut unu ekmek, simit ekmek, su, duka ve yoğurt, zeytin ve hurma var. Umre grubumuzla sofradayız. Mihmandarımız, mimar ve 28 yıldır Medine’de yaşıyor. Bize Ensar’ı ve onun bugüne yansıyan ruhunu ve mânâsını anlatıyor. İkram ehli bir zat.

Medinelilerin Ensar ruhu şu an Mescid-i Nebevi’de. Mescit, tıklım tıklım. İftar hazırlıkları iki saattır devam ediyor. “Tefeddel” diyen ikram davetiyeleri ile gruplar sizi davet ediyor. Ezan okunmak üzere. İftar öncesi dua ediliyor. 18:22 iftar. 18:32 Peygamber sofrasındaki iftar bitti. Sofralar toplandı. Herkes ayakta. Namaza duruldu. 20:45 Mescid-i Nebevi. Teravihe başlanacak. 20:22’de yatsı başladı. 22:25’de bitti.

Ravzay-ı Mutahharanın çıkış kapısını gören kapıdan çıktık. Bir tarafında inşaat çalışmaları var. Uzaktan, etrafında dönerek otele geldik. Maalesef mübarek mekânın etrafı ruhsuz blok binalarla sarılmış. Hâlâ yenileri yapılmaya devam ediyor.

Şu an saat 23:45. Otelden, Mescid-i Nebeviyi ve etrafını, 21 nolu kapısını gören tarafından yarım saattir seyrediyorum…

Mescid-i Nebevinin avlusunda çok az insan var. Yan yana yedi dış kapının ikisi açık. Zemzem bidonları dışarıya alınmış. İçeride temizlik yapıldığı anlaşılıyor. Gece kapatıyorlar. Sabah namazına yakın açılıyor. Ancak aydınlanması, minareleri, özellikle dikkat kesilince fark ettiğim her minarede kademeli beş şerefe ve yedi farklı mimari göze çarpıyor.

Baktığım taraftan her dış kapıya tekabül eden bir üst küçük kubbe var.

Medine şu an sessizliğe teslim. İmsakla başlayıp teravihle zirvelenen dualar, ibadetler ve tilavetlerin neticesinde yorgun bedenleri dinlendirip, gece yarısından sonra teheccütle bereketlenecek eski günün devamı yeni günün “Bismillah”ı var.

21 Eylül / 03:58 Mescid-i Nebeviye yavaş yavaş cemaat akmaya başladı. 10 dakikadır seyrediyorum. İmsaka 50 dakika var.

Medine’de 04:52 imsak vakti. Ezan okunuyor. Müminler ezana, Mescid-i Nebevi’ye koşuyor.

05:03 Sabah namazının sünnetleri kılındı. Farzları bekleyen cemaat huşu ile Kur’ân okuyor. Arkada yeni gelenler var. Bekleniyor. Birazdan kamet edilecek. 05:10 Kamet. 05:24 Namaz ifa edildi.

01.10.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Sevdiklerimizden ayrılacağız



Bu dünyada ne kadar çok sevdiğimiz şeyler vardır, değil mi? Öncelikle kendimizi sevmekteyiz. Çok güzel yaratıldığımızı, bir çok insandan daha fazla güzel bir insan olduğumuzu düşünürüz. Çoğu zaman aynanın karşısından ayrılmak istemeyiz. Gözlerimize, kaşlarımıza, simamıza bakmaya doyamıyoruz.

Bazen de öyle bir gaflet karanlığı içine dalarız ki, güzelliklerimize sahip çıkar, bütün güzelliklerin sahibi biz olduğunu düşünürüz. Bu şekilde düşünme bizleri şımartır, nefsimizin gururlanmasına da sebep olur. En tehlikelisi de insanın içinde gizli bir şirkin doğmasına sebep olur.

İnsanlar içine çıktığımız zaman da herkesin bizi güzel görmesini, güzelliklerimizi takdir etmesini isteriz. Bu sebeple de dışarılara çıkmadan önce üstümüzü, başımızı özene bezene düzeltir, hatta bazen de fıtrî olan yapımızı güzellik adına değiştirmeye bile çalışırız. Bu şekilde, kendi güzelliğini insanlara gösterme duygusu, zaman içinde bizleri “güzellik budalası” dedikleri cinsten bir insan haline getirir.

Çevremizdekiler “Sen ne kadar da güzelsin” deseler sevinir ve gururumuz kabarır, “Sen ne kadar da çirkinsin” deseler de müthiş kırılır, adeta yerin dibine gireriz. Oysa güzel olsak da, çirkin olsak da, yaratan biz değiliz. Kendimizi olduğumuz şekilden başka bir şekilde yaratma imkânımız da bulunmamaktadır.

Her türlü görüntünün yaratıcısının Allah olduğunu düşünmeyen cahil insanlar insanların bazılarına “güzelsin” veya “çirkinsin” diyerek sanki onları şereflendirmekte veya onlara hakaretler etmektedirler. Cahil insanlar çoğu zaman böyle malı gerçek sahibine değil de parmağını bile kendi gücüyle kıpırdatma imkânına sahip olmayan aciz insanlara verir.

Güzellikleri sadece görüntüde ve geçici şekillerde arayan insanlar, dünyada yaratılan hiçbir güzelliğin kalıcı olamayacağını aklına getirmiyor. Hayatımız boyunca gördüğümüz insanlardan kaç kişinin gençliğinin ilâ nihaye devam ettiğini görebildik ki? Diğer insanlara değil de kendimize bakalım. Hani nerede o gençliğimiz? Eğer bizler şimdilik genç isek, o halde hani nerede babamızın, annemizin gençlik halleri?

Hem sahip olmadığımız, hem de bu dünya hayatında sürekli bizde kalamayacak güzelliklerle kendimizi avutuyoruz. Sadece kendi bedenimizin değil, elimizdeki dünyevî imkânların da zebunu olmaktayız. İçinde pırıl pırıl eşyalarla, mobilyalarla birlikte bulunduğumuz evimizden bir gün ebediyen ayrılacağımızı aklımıza bile getirmiyoruz.

Bir gün gelecek, en çok sevdiğimiz gençliğimiz ihtiyarlığa dönüşecek. Bir gün gelecek çok güvendiğimiz vücudumuzun gittikçe takatten düştüğünü göreceğiz. Bir gün gelecek etrafımızda şimdilik şen şakrak koşuşan yavrularımız bizlerden ayrılıp uzaklara gidecek. Bir gün gelecek yalnızlığın acısı içinde dünyanın hiçbir imkânı bizlere zevk vermeyecektir.

Elbette dünyada sahip olduğumuz güzelliklerin ebedî bir hayatta bizlerle birlikte devam etmesinin çarelerini araştırmak gerekir. Öncelikle hiç güzellik ve güç kaybetmeyen bir gençliğe sahip olmanın yollarını aramamız gerekir. Şimdiye kadar yeryüzünde yaşayanların böyle bir imkânı elde edememiş olması, bizlere bu imkânın bu dünyada değil de, ancak başka ebedî bir ülkede elde edilebileceğini hatırlatmıyor mu?

Dünyanın bütün geçicilikleri, yüzümüzü ebedî ahiret ülkesine çeviriyor, bizlere, “Orası için çalışın” deniliyor, bizlere, bu dünyadaki hiçbir güzellik ve imkânın ebedî olmadığını anlatıyor. Bütün mesele, nefsimizin hevâ ve heveslerine aldırmadan gerçeklere yönelebilmemizdir şüphesiz.

“Bütün gelecekler yakındır” hadis-i şerifi gereğince, dünyadaki bütün güzelliklerimizi yok edecek ölüm çok yakınımızdadır. Bunu hiçbirimiz inkâr edemiyoruz. O halde nefis ve şeytanların peşine düşmek akıllıca bir davranış tarzı olamaz.

Allah’ın rızası dairesinde bir hayat varken, Hz. Muhammed (asm) gibi bir rehber bize gönderilmişken, elbette dünyanın geçici hevesleriyle günlerimizi geçirme ahmaklığında bulunmaya bizlerin hakkı bulunmamalıdır.

01.10.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Kültürler arası köprüler



Bu hafta sonu Kültürlerarası Köprü Derneği olarak Süleymaniye’de vakıf binasında iftarda buluştuk. Gerçi, dernek başkanı olmama rağmen trafiğin azizliği nedeniyle iftardan sonra gruba katılabildim. Ancak özellikle toplantıya katılan gençlerin çalışma azmi ve ortaya koydukları projelerle ne kadar geniş ufuklu olduklarını gözlemek toplantının genel şevkinden hissemi almaya yetti.

Ramazan ayı içerisinde değişik din mensuplarının ve farklı kültürlerin bir araya gelmesi derneğimizin hedeflerine doğru yol almasında katkıda bulunacak faaliyetlerin ne kadar çok olduğunu da ortaya koyuyordu. Hemen ertesi gün Zaman gazetesinin manşetten verdiği Amerikan-Türk dostluğu çerçevesinde düzenlenmiş iftar haberi derneğimizin hedeflerine doğru koşma azmini kamçılar özelikte idi. Farklı zeminlerde atılan köprülerin ortak bir yapı ve anlayışla koordinasyon içinde yürütülmesi ortak hedeflere ulaşmayı çok hızlandıracaktır kanaatindeyim.

Bütün irade ve işleyişlerin içinde dünyanın istikrarlı bir şekilde gelişen ve bütünleşen bir yapısı var. “Medeniyetler çatışması”, “Tarihin sonu”, “Medeniyetler arası diyalog” gibi tezler gündeme getirilirken insanlık aleminin derinlerinde bir bütünleşme sürecinin yaşandığı gözleniyor. Yeni dönemde ırk, coğrafya, din, dil birliği gibi özellikleri ile tanımlanan milletlerle şekillenmiş kimlikler yerine insanların birer fert olarak değer kabul edildiği ve insanî değerlerin daha ön plana çıktığı dönemlere doğru gidiliyor. Artık dostluklar ve düşmanlıklar sadece mensubiyetler ve taraftarlıklarla değil, topyekün insanlığın sahip olduğu değerler ve değer yargıları etrafında şekillenmektedir.

Özellikle, dünyada kargaşa çıkarmak ve bir satranç oyunundakine benzer hesaplarla insanlığı yönlendirmek amaçlı girişimler bu hesapların hedefinden çok insanlığın derin gelişimine hizmet eder hale gelmiştir. Mesela, 11 Eylül dünyaya hakim güçlerin hesapladığı gelişmelerden çok, dünyanın genelinde insanlığı arayan, fazilet ve ahlak gibi değerler etrafında birleşmiş ve zulme ya da emperyalizme karşı ve dünyanın her tarafına yayılmış bir topluluk bulunduğunu ortaya çıkardı. Dünyanın çeşitli yerlerinde farklı dinlere, farklı ırklara, farklı kültürlere, farklı coğrafyalara mensup milyonlarca insan aynı doğrular etrafında bir araya geldiler. Bu durum benlik ve ırkçılık ile oluşturulmuş ulusların kalın duvarlarla birbine kapatılmış uluslar düzeninin yerini temel insanî değerler etrafında birleşmiş ve dış görünüşte farklılıklar olsa bile daha derinlerde bütünleşmiş bir beşer tabakalarının aldığına da işaret ediyordu.

Garip bir şekilde, birbirleri ile savaşsalar bile Amerikan devlet başkanı ve eski Irak liderinin bir arada bulunduğu ve insanlık ağacında felsefe dalının uzantısı olan; benlik, hakimiyet, kuvvet, sahiplenmek ve hükmetmek gibi ırkçı ve yayılmacı zihniyetin şekillendirdiği bir beşer tabakası oluşmuştu. Diğer taraftan aynı ağacın nübüvvet tarafında yer alan bilerek ya da bilmeyerek heva yerine Hüda’ya tabi olmuş ve insanı insan yapan erdemleri ırk coğrafya ve kültürlerden bağımsız olarak ön planda tutan bir beşer tabakası da hem Irak’da hem Amerika’da hem de dünyanın bütün ülkelerinde bir tabakanın uzantıları şeklinde bulunmaktaydılar. Bunları birbirlerinden haberdar olmadıkları halde bir araya getiren ve hiç bir kulis faaliyeti, propaganda veya başka siyasî girişimler olmaksızın aynı ortak noktada birleştiren özlerinde, ruhlarında ve belki de kısmen genlerinde var olan hakka taraftarlık olmalıydı.

Zaman ve şartlar, yaşadığımız olaylar devletler ve milletler şeklinde ve her iki tarafın da çoğunlukla hevaya tabi olduğu ve benlik ya da ırkçılık kavgası şeklinde yürüttüğü harplerin yerini insanlık tabakalarının, hakkın ve batılın yanında yer alanların mücadelesinin alacağını göstermektedir. Bu dönemden sonra özellikle hakkın ve Hüda’nın tarafında yer alanların bu tabakalaşmanın hızlanması ve belirginleşmesi yönünde gayret sarf etmesi gerekmektedir. ‘Benim ülkemin ve benim insanınmın tavrı doğru, diğer ülkelerin tavrı yanlıştır’ gibi siyasi ve tarafgir kabullerin yerini doğruya ve hakka nereden ve kimden gelirse gelsin tarftar olmak şeklinde bir anlayış almalıdır. Bu dönemden sonra biz dediğimizde Türkiye, Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, İran, Irak, Gana, Japonya, Malezya,... kısacası bütün dünyada hakkın yanında ve zulmün karşısında yer alan, insanı insan yapan değerleri hayata hakim kılmaya çalışan herkes anlaşılmalıdır. Bu anlayışın karşısında ve hevaya tabi olan herkes Türk, Kürt, İngiliz, Fransız, Amerikalı,... hangi coğrafi tanımdan olursa olsun; kimliği ister Müslüman, ister Hıristiyan ister Musevi isterse ateist olsun vahye dayalı dinlerin özellikle de İslâmın hakim kılmaya çalıştığı insanlıktan uzak ve ‘ötekiler’ şeklinde tanımlanması gerekmektedir. Dünyanın ve insanlığın gidişi bu yöndedir ve dünya genelinde diyalog arayışı içindeki sivil güçlerin ön planda tuttuğu ana değer insanlık olmalıdır.

Bu gün dünyaya anlatılacak İslâm da “hakiki insaniyet olan İslâmiyet” tanımı etrafında şekillenmiş olarak sunulmalıdır. İçinde bulunduğumuz Ramazan atmosferi de bütün ruhlarda bu birlik ve beraberlik ruhunu daha hissedilir hale getirmekte, adeta insanlığı ortak güzellikler etrafında bütünleştirmektedir. İnsanlar diğer tüm insanlarla birlikte hatta tüm varlıklarla birlikte aynı Rabb’in terbiyesi altında olduklarını daha net idrak etmektedirler.

Risale-i Nur’un ön plana çıkarma gayretinde olduğu hakiki insaniyet olan İslâmiyet, dünyanın çıkış yoludur. Bu tüm insanlığın ortak dilidir ve ruhunu sevgi oluşturmaktadır. Nurlar ve barışın dili olsun ve nur-u Muhammedi’nin (a.s.m.) sıcaklığı bütün kalpleri ısıtsın ve bütün kin, nefret, haset, hırs gibi insanlığı yiyip bitiren duyguları eritsin. Yeryüzünde muhabbet manevi bir güneş gibi her tarafı ve bütün kalpleri ısıtsın ve aydınlatsın. İnşallah atılan sevgi tohumları cennet gibi bir bahara dönüşmüş yeryüzünde yeşersin ve en güzel meyvelerini versin.

01.10.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Kutlu kervanın bahtiyar yolcuları



Bu hafta köşemizde bir okuyucu mektubu var. İmza: İsmail Aksoy. Okuyalım:

Geçmişten bugüne uzanan dostluklarımız vardır hepimizin. Kendisinden vefa beklediğimiz ve bizden sadakat beklenen dostluklar unutulmuyor kolay kolay…

İşte benimkisi böyle bir dostluk. Delikanlılık çağlarımda heyecanla tanıştığım ve bugüne kadar birbirimizi terk etmediğimiz, unutulmaz hatıralarla birbirimize anlatacağımız çok şeylerin yaşandığı bir serüven, bir ömür, ideal, bir mefkûre... Korunmaya ve ebedî arkadaşlığa dönüştürmeye değer bu dostluk, tiryakilik mertebesini de aşan bir duygu yoğunluğuna sahne oldu bir ömür boyu omuz omuza. Geceler gündüzlere veda etti, ama biz asla...

Çünkü o ehl-i haktan ve hakikatten biri… Elinden bal yenecek bir dost…

O, hep Kur’ân’ın bayraktarlığını yaptı. Hep düşmanımın düşmanı oldu. Mürüvvetkârâne muâşeretimiz prensibimiz oldu. Dostluğun iktiza ettiği ‘’merdâne vaziyet’’ içinde olduk. Mert, ciddî ve cesur bir dost olarak hep yanıbaşımda oldu. ‘’Fâni bir müştaka ve zâil bir dosta’’ ikimiz de razı olmadık.

O, benim için bir alem, bir bayrak, bir meş’âle oldu. O bir okul, o bir ekol, o bir bilge… Ağzı dualı, alnı secdeli…

Onun neşrettiği kitaplar vasıtasıyla, müdürü bulunduğum Öğretmen Lisesinin kütüphanesi şenlendi, öğrencilerimiz gerçek okuma bayramlarına ve kitap okuma zevkine kavuştular. Bu durum, bakanlık müfettişlerince de bir ‘’kültür inkılâbı’’ olarak tutanaklara geçti.

Gerçi onunla dostluğumuz başıma çok belalar açmadı değil. Dâvalar, soruşturmalar birbirini takip etti. Ama teselli eden ve yanıbaşımda olan yine o oldu.

Bazen firak acıları yaşadık. Aramıza engeller koymak istediler, ama ayıramadılar.

Bazen kaş çattığım dönemler olmadı değil. Vasat çizgisinden sakın taviz verme diye. Şu an elimde onun hediye ettiği Mushaf-ı Şerifle mukabele okuyor, onun imsakiyesiyle vakitlerimi tanzim ediyorum.

Şükürler olsun o âlemlerin Rabbine ki, çocuklarıma ve dahası torunlarıma hayatımın şeref madalyasını bir gazi edasıyla miras bırakıyorum.

O, bizim evde hep oldu. Şeref misafiri olarak değil, evimizin ayrılmaz bir parçası, Kur’ân nurlarının dellalı, ilâncısı, müdafii olarak… Otuz beş yıllık aile nüfus kütüğüne kayıtlı bir isim olarak...

O,’’bahtının miftahı meşveret ve şûrâ’’ olan YENİ ASYA ve onun şahs-ı manevîsi, kutlu ve mübarek kervanın bahtiyar yolcuları…

***

Hediyelerimiz okuyucuya ulaştı

Birbirinden değerli eserleri hediye ettiğimiz kültür kampanyamızın bir önceki hediyesi olan Safahat’ın dağıtımı tamamlandı.

M. Ertuğrul Düzdağ’ın kontrolünde neşre hazırlanan, İstiklâl Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un bu muhteşem eseri okuyucularımızın büyük ilgisiyle karşılanmıştı. Safahat’ı teşkil eden yedi kitabın tam metni ile, Şairin Safahat dışında kalmış bazı şiirlerinin de derlendiği eserin giriş kısmında, Âkif’in Ertuğrul Düzdağ tarafından kaleme alınmış geniş bir hayat hikâyesi yer alıyor.

Öte yandan kupon neşri sürmekte olan Kur’ân-ı Kerim de okunan her harfine binlerce sevap yazılan Ramazan’la birlikte okuyucularımıza ulaştı. Hâlâ Kur’ân’larını alamamış okuyucularımız varsa, en yakın büro ve temsilciliklerimize ya da dağıtıcılarına başvurarak hediyelerine kavuşabilirler.

01.10.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Muhyi ve aydın



Bütün hakimler (hikmet sahipleri) akildir ama bütün akiller hakim yani hikmet sahibi ve ehli değildir. Bu anlamda Abdulkerim Suruş mücedditlerin hem muhyi hem de aydın olduğunu söylemektedir ki el hak doğrudur. Onun tasnifine göre, bütün aydınlar muhyi (dini yenileyici ve diriltici) değildir ama bütün muhyiler aydındır. Ona göre, Mevlânâ’nın çağları aşan müridi İkbal Lahori ve Gazali bu zümreye dahildir. Bir başka bağlamda da şöyle diyebiliriz: Ulema dini aydındır, aydın ise zamani ve dünyevi ulemadır. Müslüman aydın ise camidir ve bu camiiyyeti temsil edenlere ise muhyi ve müceddit diyoruz. Hepsi müceddit olmasa bile tecdit çizgisi üzerinedirler. Bundan hissemenddirler. Abdulkerim Suruş ‘Aydınlık ve Dindarlık’ adlı eserinde Gazali için aydın sıfatını kullanıyor. Gerçekten de Gazali tasniflerin ve kategorilerin ötesine geçebilmiş ferdi ferid makamında bir Müslüman aydındır. Onu diğerlerinden farklı kılan hususiyet ve özellik budur. Suruş’un Gazali hakkında ‘Müslüman aydın’ ifadesini doğrulayanlardan birisi de meşhur İngiliz müsteşrik W. Montgomery Watt’dır. Gazali hakkındaki mustakil kitabına ‘Müslüman aydın’ başlığını koymuştur. Bu anlamda birçok alanda Mevlânâ da Gazali’nin muakkibidir.

Kur’ân ne nesir ne de şiirdir ve belki ikisinin özellik ve güzelliklerini birden kapsar. Bu açıdan camii bir terkiptir. Bu Kur’ânî üslubun nesir alanındaki güzelliğini Gazali şiirdeki letafetini de Mevlânâ temsil etmiştir. İfadeleri deniz gibi berrak, nehir gibi akışkandır. Bu anlamda şüphesiz Mevlânâ da Hazreti Musa gibi elinde ateşten bir kor taşıyan çağının Müslüman aydın tipidir. Kandilidir. Bununla birlikte Watt’ın kitabındaki bazı tespitlerine katılmamız mümkün değil. Gazali’yi sezgici aydın kategorisine veya tasnifine sokan müellif burada kalmamış Hazreti peygamberi de sezgici aydın sınıfına sokmuş ve neredeyse Gazali veya benzerleriyle eşitlemiştir. Bu elbetteki bir had bilmezliktir. Ama bizimle aynı zemini paylaşmadığı için ondan aynı iltizamı göstermesini bekleyemeyiz. Bununla birlikte, bu makamda söylenmesi gereken söz şudur: Hazreti peygamber bir sezgici aydın değil belki aydınların piridir. Aynen ifade edildiği gibidir: “Ma medehtu Muhammeden bimakaleti velakin medehtü makaleti bimuhammedin: İfadelerimle o yüce sulltanı methetmiş olmadım. Bilakis onun adıyla ve zikriyle kendi makalemi süsledim.”

***

Aydın, çağa tanıklık eden kişidir. Mücerret âkil ve nâkil kişi değildir. Kendisinden bezl-u mechudda bulunan ve katkı sağlayan kişidir. Buna günümüzde artı değer üretmek deniliyor. Nâkil tüketendir. Aydın ise üzerine koyandır, ekleyendir. Seleflerinin fikri hasılalarını değerlendirirken kendisi de yenilerini üretir. Zamana ve mekana , ölümsüz (ella mekani ve zamani) mesajları vardır. Muhyi aydın Kur’ân gibi asrî değil â’sârîdir (modernizm üstü). Kitap gibi kitab-ı natıklar da sadece asrî değil belki â’sârîdir. Bugün Mevlânâ’yı anmamız ve hâlâ referans olarak ona ve fikirlerine başvurmamız söylediklerimizin delili ve ispatıdır. Nakilci muhafazakâr ve pasiftir. Münfaildir. Halbuki muhyi aydın hem dinamik hem de üretkendir. Tecdit ve ihya da sadece tekrar değil canlılık ve dinamizm ve yenilenme de vardır. Bu anlamda, Ali Şeriati aydınları peygamberlerin varisleri olarak görmektedir. Sezgici aydın da Mevlânâ’nın pergel metaforunda olduğu gibi çift kanatlı ve yönlüdür. Hem enfüs hem de afak dairesine bakar. Dinin varisi olarak merkezi kolladığı gibi hem de dinamizmin kaynağı olan şeriat ve adem-i merkeziyet üssünü de temsil eder. Bu ikisinin izdivacıyla kemâl husule gelir ve hakikat tecelli eder. Watt’ın dediği gibi Yahudilik tarihinde muhafazakâr çizgiyi Ferisiler temsil ediyordu. Halbuki onlar lafızperesttiler veya mânâda değil his boyutunda kalmışlardı. Mânânın değil tenin kuluydular. Bundan dolayı oruç konusunda ve nice konularda Hazreti İsa onlarla tartışmıştır. Yollarının ve taviyyelerinin (içleri ve gönülleri) fesadını anlatmıştır. Onlar zamanlarının haşviyeleri olarak kabuğun ve kışrın muhafızıydılar.

***

Aydın hakikatın peşinde ve temsilcisi olduğu için kutuplaşmanın ötesindeki insandır. Ama ayrıca yalnızdır. Kalabalıklarda o tektir. Sufilerin mesleği zaten bu değil mi: Halvet der encümen. Watt bunu şöyle ifade eder: “Bir cemiyetin iki gruba (ifrat ve tefrit olmalıdır) ayrılması halinde aydınlar için iki grupta da bir yer vardır (bir yönüyle de yoktur). Zira hakikat parçalanmıştır. Tevhid tesniye halini almıştır. Aydının görevi çarpışan grupların dışına kalmak belki onların halledemedikleri meseller için hallirrumuz olmaktır. Aydınlar kalıpların dışındadırlar ve Mevlânâ bunu ‘aşk dini’ metaforuyla izah eder. Mevlânâ profesyonel olmadığı için hizipçi de değildir. Hizipçiler profesyoneldirler. Kategorik takılırlar. Mevlânâ ve Gazali gibiler ise profesyonel olmadıkları için kategorik veya tasnifçi de değillerdir. Kategorizm veya tasnifçilik zaten itibaridir. İtibariliği aşamayanlar ise yerlerinde sayarlar Abdulkerim Suruş sanki şu satırlarıyla İran’ın Ferisilerini anlatır gibidir: “Ne yazık ki bizler oturup bu memlekette donmuşluğu yaygınlaştırmaya çalışan ve dini düşüncenin duruluğunu korumak bahanesiyle öğretiyi güçlendirmeye hiç bir şekilde yanaşmayan kişilerin dine ne çok darbeler indirdiklerini görmedik, araştırmadık. Böylelerine dokunmadık, Çünkü bunlar kutsallık zırhına bürünmüşler ve siperine gizlenmişlerdi. Evet, onlar oldukça mukaddes kişilerdi! Ağızlarını açıp bir şey söylemediler. Çevrelerinde ne olup bittiğine bakmadılar bile. Şeyh Tusi’nin çağından ilerisine bir adım olsun atmamakta direndiler. Kuruntuları yüzünden hiç bir düşünceye önem vermediler. Çağlarının bilim, sanat ve felsefesine sırt çevirdiler. Hatta Hâfız ve Mevlânâ’yı bile meclislerinden kovdular. Hiçbir yabancı kitabın kapağını açmadılar. Dolayısıyla da hiçbir şeye sahip olamadılar. Başkalarına söyleyecekleri bir biglileri olmadı. Ve söylemedikleri için de hiç bir hata işlemediler...”

Aynı Ferisilik mesleğini birebir Suruş gibi Malik Binnebi de Mağrib’e uyarlar. Asr-ı saadet bir de Muvahhidler dönemini anarak bu dönemlerdeki kıpırdanmalardan sonra Mağrib de hayat belirtilerinin pek kalmadığından yakınır. Tamamen rehavete gömülmüştür. Serveti kullanmada töref ve savurganlık ne ise fikirde de humulet ve rehavet odur. Halbuki dinamizm hayattır. Hatta bazen ölüm bile dinamizm ve hayattır. Hallac’dan nakledildiği gibi: İnne hayati fi memati. Hayatım ölümümdedir. Ve Bediüzzaman gibiler de ‘ölümüm daha çok hizmet edecek’ diye ölümün ötesine bakmışlar...

01.10.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Kamusal alan’a tecavüz!



Türkiye ve dünya gerçeklerinden habersiz olanları yaptıkları tek şey, hayalî ‘korku’lar üretmek. En tabii şeyleri biraz çarpıtarak, biraz da cilalayarak ‘korku’ sebebi haline getiriyorlar. Neymiş, bir okulda başörtülü öğrenci varmış, neymiş başka bir okulun kapısında başörtülü öğrenci görülmüş, neymiş otobüs yolcuları ‘namaz molası’ talebinde bulunuyormuş!

İnsanlığın geldiği noktada gayet tabiî kabul edilmesi gereken hal ve hareketler, ‘suç unsuru’ olarak sunulmak isteniyor. Aynı çevreler, okullar tatil olmasıyla birlikte düzenlenen ‘yaz Kur’ân kursları’na çocukların gitmesini de içlerine sindiremiyorlar. Gereksiz bir hazımsızlığın örneklerini çoğaltmak mümkün. Ama bu örneklere tepki göstermenin, doğru olmadığını söylemek durumundayız.

Bir noktaya daha dikkat çekmek gerekecek: Yapılan doğru işler, yapanlar tarafından da mutlaka cesaretle savunulmalıdır. Bu yapılamadığı sürece, doğru işleri yanlış gibi sunanlar çıkar. Mesela, eğer bir okulda, bir alış veriş merkezinde ya da başka bir yerde ‘mescid’ açıldıysa bu davranış mutlaka savunulmalıdır. Gelen muhtemel tepkiler üzerine geri adım atmak, sanki yapılan iş ‘suç’muşcasına davranmak, bahane üretmek; sadece insafsız olanlara cesaret verir. İşin özü; sözlerin ve fiilerin ardında durmak, onlara sahip çıkmaktadır.

Bakınız, bir işyerinin giriş kapısı üzerine asılan ve Kur’ân harfleriyle yazılı “Bismillahirrahmanirrahim” levhasına bir gazete nasıl ‘tepki’ göstermiş: “Çetinkaya’da Arapça tabela/ ‘İslamcı’ kimliğiyle tanınan Çetinkaya mağazaları bu kez Arapça tabela asarak dikkat çekti. Arapça tabelanın 22 Temmuz genel seçimlerinden hemen sonra asılması anlamlı bulundu. Magaza yetkililerinin Arapça yazının sadece ‘Bismillahirrahmanirrahim’ anlamına geldiğini söylemesine karşın bazı kişiler tabelanın hat sanatının inceliklerine özen gesterilerek yazıldığına dikkat çekerek yazının bu biçimiyle batıni/içrek anlamları olabileceğini, dolayısıyla anlayanlara mesaj niteliğine bürünerek bir tür slogan işlevi görebileceğini belirttiler... Mağazanın hemen girişine asılı Arapça yazıyı görenlerden kimi, olayı (...) ‘Dua da olsa bir yazının Arapça mağazanın girişine asılması kamusal alana tecavüzdür, bu bir propagandadır’ diyerek tepki gösterdi.” (Cumhuriyet, 27 Eylül 2007)

İsterseniz bu ‘haber’i bir daha okuyun. Bir hadise, bir ‘levha,’ bir gerçek ancak bu kadar çarpıtılabilir ve hiç yoktan ‘korku’ ancak böyle üretilebilir! Bu kadar açık bir hadise, nasıl olur da bu kadar rahatlıkla, insafsızca çarpıtılabilir? Gazete, haberini fotoğrafla da süslemiş. Orada da görüleceği üzere iş yerinin giriş kapısı üzerinde ‘Bismillahirrahmanirrahim’ levhası asılıyor. Mağaza yetkililerinin “Bu bildininiz ‘besmele’ levhasıdır” demelerine rağmen, ‘gizli’ anlamları olabileceğini iddia etmenin bir ismi olmalı, ama biz ifade etmeyelim!

Hele hele, ‘besmele levhası’ olsa bile, bunun ‘kamusal alana tecavüz anlamına geldiğini’ söylemenin nasıl yorumlanması gerektiğini kamuoyunun ‘bilgi’sine bırakalım...

Allah’ın bizi ‘insafsız’ların iftiralarından muhafaza eyle. Amin.

01.10.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Yeni gündem soruları



Ankara’da onca mesele arasında “din dersleri” ve “başörtüsü”ne kilitlenen yeni anayasa tartışmaları devam ederken, içte ve dışta bir dizi gündem birikti.

Hükûmet ve parti yöneticilerinin aksi açıklamalarına rağmen, Başbakan Erdoğan’ın, “Ortada henüz tartışmaya açılan bir metin yok” çıkışı, çalışmaları tavsattı. Peşinden Amerika seyahati, anayasa tartışmalarını gölgede bıraktırdı, Türkiye’nin gerçek gündemini dağıttı....

Aslında kamuoyu, başta anayasa olmak üzere Amerika ziyareti öncesi Türkiye’nin önüne konulan iç ve dış emr-i vakileri daha yeterince tartışmadan, birçok nevzuhur konuyla karşı karşıya kaldı... Daha önce Erdoğan’a “cesâret ödülü” veren Amerika’daki Yahudi lobisinin önde kuruluşlarının “Ermeni soykırımı” iddialarına açıkça katılmaları...

Tam bu esnada, uzun yıllar Amerikan ekonomisini yönlendiren Amerikan Merkez Bankası iski başkanı 81 yaşındaki “saygın isim” Alan Greenspan’ın şok açıklamaları...

Greenspan’ın, Amerika’nın Irak’ı işgalinin beşinci yılında, Bush’un “demokrasi ve özgürleştirme” gerekçesini resmen yalanlaması. “Irak savaşı petrol içindi” demesi. Belki de, daha vâhim olan “İsrail’in çıkarları, bölge hâkimiyeti ve Büyük Ortadoğu Projesi”ni perdelemek için...

* * *

Keza Amerika ve Avrupa’da birçok gazete ve televizyonun sahibi olan Robert Murdoch’un, TGRT’yi satın alıp Fox Tv’ye çevirdikten sonra, şimdi de TMSF’nin elindeki Sabah ve atv ihâlelerine iştahlanması... Yahudi medya patronunun, bu sâikle “iftar”da yanında oturduğu Türkiye Başbakanı’na, “Karizmatik bir lider olduğunuz kadar yakışıklısınız da” demesi. Ve bu “medhi”nin mâlum medyada “Erdoğan gerçekten yakışıklı mı?” diye manşetlere çekilmesi...

Yine, Irak savaşı öncesinde destek istemek için Fransa’ya giden Bush’un, dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’a, “Ortadoğu’da Ye’cüc ile Me’cüc harekete geçti, bana yardım et” dediğinin ortaya çıkması.

“İsrail’e hizmeti Tanrı tarafından kendine tevdi edilmiş bir görev” bilen Evanjelist Bush’un, Afganistan ve Irak’ı işgal edip bir milyondan fazla insanın katledildiği katliamlarla, ülkeleri talan edip yakıp yakmasıyla, Kur’ân’ın da haber verilen “Ye’cüc ve Me’cüc”ün işlevini görmesi...

Barzani’nin, “Irak artık asla Bağdat tarafından yönetilen bir devlet olmayacak; ülke üç, dört ya da beş bölgeye bölünebilir” sözüyle, işgalin hedefinin Irak’ı parçalamak olduğunu pervâsızca ilân etmesi...

En son ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasî İşler Müsteşarı Nicholas Bruns’un, “İran’a uygulanan yaptırımlara kaktı sağlamak için, Ortadoğu ve Asya ülkeleriyle işbirliğine Türkiye üzerinden başlama plânı” çerçevesindeki İstanbul ve Ankara temasları. KKTC’den dönen Cumhurbaşkanı Gül’ün ayağının tozuyla Bruns’la görüşmesi...

En dehşetlisi ise, Türkiye’yi Müslüman komşusu İran’la savaşa ortak etmek için taşların döşenmesi. New York’ta “dünyada yaşayan liderler arasında İsrail ve İran’la köklü ilişkileri birlikte yürüten yegâne lider” nitelemesiyle Erdoğan’a övgüler yağdıran Hilary Clinton’un açık açık, “Amerika sanki İran’la savaşa hazırlanıyor. Bush çok yanlış yapıyor. Bu arada ihtiyacımız olan ülke, Türkiye” demesi... İngiliz The Sunday’ın, Bush yönetiminin İran’da bombalamak için iki bin merkezin belirlendiğini yazması...

* * *

Ve özellikle, Eylül’ün ilk haftasında İsrail’in sekiz adet F-15 ve F-16 uçağının Suriye’nin Türkiye sınırına yakın tesislerine “nükleer malzeme” iddiasıyla bombalaması... ABD işbirliğiyle 250 kiloluk bombaları atan İsrail uçaklarının, dönüşte uçakların menzil arttırmak için kullandıkları iki yakıt tankını Hatay’ın sınır bölgesine bırakması...

Mesela, İsrail’in bu son Suriye’ye saldırısı üzerindeki sır perdesi de henüz kalkmış değil. İsrail, gereği yokken neden Türkiye hava sahasını kullandı? İddia edildiği gibi Telaviv, Ankara’dan “hava sahasını kullanma yetkisi” aldı mı; niçin?

İsrail neyi bombaladı? Golan tepeleri üzerinden geçmek varken neden yakıt tanklarını Türkiye topraklarına, tepemize bıraktı? Bu bir İran’la savaş provası mı idi?

Sonra İsrail, hiçbir açıklamada bulunmadı ve Dışişleri Bakanı Babacan sâdece “izâhat istedikleri”ni söylemekle yetindi; Ankara konuyu örtbas etti; niçin? Ve en önemlisi, İsrail ve ABD İran savaşına Türkiye’yi de mi katmak istiyor?

Bütün bunları yanı sıra, içte anayasa taslağının akıbeti, 21 Ekim’de 11. Cumhurbaşkanı’nı seçmek maksadıyla yapılacak anayasa referandumu etrafında yazılan senaryolar...

Bütün bunlar şüphesiz yeni yasama döneminde, bayramdan sonra tek tek Türkiye’nin gündemine girecek ve tartışılacak...

01.10.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri