Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hakan YALMAN

Ölümü hatırlamak



Geçtiğimiz Pazar günü (dün) İstanbul’daki değerli dostlarla ölüm hakikatini anlamaya çalıştık. ‘Şiirimizde ölüm düşüncesi ve ölümün varlık eksenli idraki’ isimli seminerde şiir ile ölüm kavramlarını bir araya getirmek düşüncesi çok değerli Ahmet Dursun’un edebî inceliğinin bir ürünüydü. Ölüme bir varlık boyutu olarak bakıp bu zeminde bir tanım bulma arayışı içine girdik.

İnsan zaman içinde dünyaya âşık olacak bir noktaya geliyor. Özellikle kapitalizmin hâkim olma eğiliminde olduğu son çeyrek asırda beşer sahip oldukları ile mutlu olmaya çalışıyor. Tabiî ki burada sahip olduklarından kasıt mal ve mülk şeklinde algılanmalı. Reklâmları izleyen insanın hayal dünyasında insanların mutlu olduğu bir âlem empoze ediliyor. Sanki bir sanal âlem var ve insanlar orayı televizyon penceresinden seyrediyorlar ve o pencereden seyrettikleri âlemde insanlar hep mutlular ve hep gülüyorlar. Koltuk takımı alanlar, tıraş olanlar, giyecek alanlar, kozmetik eşya alanlar öyle mutlular ki sırf şu dünya gözü ile öyle bir mutluluğu izleyebilmek için insanın o malı alası geliyor. Hele dondurma yerken, hazır çorba içerken gözlediğimiz neşe ve mutluluk dolu aileler sanki cennetten dünyaya ışınlanmış gibi bir hal içindeler.

İşte bu tabloya muhatap olanlar sanki cenneti kazanmak istercesine dünyaya saldırıyorlar. Bütün enerji ve gayretlerini onu elde etmeye hasrediyorlar. Bu gayretten insanın temel gayelerinden birinin mutluluk olduğu anlaşılıyor. Hiç bitmeyecek bir mutluluk... Zamanla dünyanın fani yüzü ortaya çıkınca ölümler ve musibetlerle o televizyon penceresindeki sahte dünya kırılıveriyor. Büyük bir hayal kırıklığı ve belirsiz bir geleceğin sonucunda güvensiz, avare, çaresiz bir beşer sanki dünya insanlığının genel tablosunu ifade ediyor. Dünyaya olan bu meyil ahiretin tarlası olan ya da Âlemlerin Rabbi’nin isimlerinin ayinesi olan bir dünya mânâsına dönüşmezse hep yaralayıcı ve hep mutsuzluk, çaresizlik kaynağı olacak. Bu maksatla asrın manevî hastalıklarının reçeteleri olan şifa kaynağına müracaat ettiğimizde şöyle bir çözüm önümüze konuyor:

‘DÖRDÜNCÜ SUAL: Mahbublara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılab ettiği gibi, acaba ekser nâsda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi bir aşk-ı hakikîye inkılab edebilir mi?

Elcevab: Evet. Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbub arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esma-i İlahiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa, o gayr-ı meşrû mecazî aşk, o vakit, aşk-ı hakikîye inkılaba yüz tutar. Fakat bir şart ile ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını, haricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup âfâka dalıp, umumî dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer boğulur. Meğer ki hârika olarak bir dest-i inayet onu kurtarsın. Şu hakikatı tenvir için şu temsile bak. Meselâ:

Şu güzel zînetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam âyinesi bulunsa, o vakit beş oda olur. Biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî... Herbirimiz kendi âyinemiz vasıtasıyla, hususî odamızın şeklini, heyetini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak, kırmızı; yeşil boyasak, yeşil gösterir. Ve hakeza.. âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz; çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda hakikatta birbirinin aynı iken, ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmak ile odanı harab edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.’

Bu noktada fertlerin yaşadığı en temel problemlerden birinin dünyayı değiştirmek arayışı yaşadığı sıkıntı olduğu ortaya çıkıyor. Halbuki ferdin kendini değiştirebilmesi dünyayı değiştirebilmesinden daha kolay. Üstelik bu değişim ile ferdin kendi âleminde yansıyan dünya da değişmiş olacak. Duygular ve algılar âlemindeki bu değişim aslında hayatın her anına bir çözüm sunacak ve kaybolmayacak bir mutluluğun da anahtarlarını kişilerin önüne koyacaktır.

Bunun için ferdin âleminde dünyanın musibetler ve ölümlerden önce gerçek konumunda algılanması gerekiyor. Ölümü hatırlamak ile buna bir adım atılmış ve bilinçaltında mülkün gerçek sahibi hissedilmiş oluyor. Bu özel günlerde kişinin en büyük kazancı mal ve mülk sevgisinin, dünyaya yönelen aşkın gerçek sahibine yöneltilmesi ve dünyanın hiç elden çıkmayacak şekilde kazanılması olacaktır.

12.11.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

İstememiz istenmektedir



Biz insanlar yaratılanların en mükemmeli olduğumuz halde, aczimiz ve fakrımız sonsuzdur. En güzel maddî-mânevî cihazlarla donatılan insanların ihtiyaçlarının sonsuz olması ve bu ihtiyaçlarını kendi başına karşılamada çok yetersiz olmaları, elbette onların yönlerini ve yüzlerini bir yerlere çevirtmek içindir. Yaratıcı “Acizsiniz, zaifsiniz, fakirsiniz, kendi başınıza ihtiyaçlarınızı karşılayamazsınız. O halde bana yönelin, benden yardım isteyin” demektedir.

Kudreti her şeye yeten, kâinattakî hiçbir şey ilmi dışında kalmayan, her şeyi gören, işiten Rabb-i Rahîm biz insanlara Kur’ân-ı Azîmüşşân’ında “Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz vardır?” diye hitap etmektedir. Bu demektir ki, insanlık vasfımızın en önemli bir yönü duâ etmektir. Bu demektir ki, Kâinatın Sultanı bizlere “Beni tanımazsanız, bana yalvarmazsanız hiçbir kıymet ifade etmeyeceksiniz. Benden başka kimse sizin eksik olan ihtiyaçlarınızı karşılayamaz” mesajını vermektedir.

Ayrıca dua konusunda Rabbimiz bizlere teminat vermektedir. Demektedir ki “Duâ edin ki icabet edeyim.” Bizlere, edilen duâlara cevap vereceğini buyurmaktadır Rabbimiz. Eğer bize verme konusunda sonsuz bir cömertliğe sahip olmasaydı, bizlere istemek duygusunu vermezdi. Bizlere sonsuzlukları isteme duygusunu verdiğine göre, elbette sonu gelmeyen nimetler, sonu gelmeyen saadetler de bahşedecektir.

Peygamber-i Zîşân duâda bizlere örnektir. En önemli duâyı ihtivâ eden namazda bizlere örnek yine Habibullah’tır. Duâ ile ancak insanların gerçek insan olabileceği bizlere ifade edilmektedir. İnsan-ı kâmil mertebesine yaklaşmanın duâsız olmayacağı, kendi kendimize yetme duygusunun bizleri insanlık mertebesinden hızla düşüreceği kesindir.

Rehber-i Ekmelimiz (asm) bizlere, duâya çok istekli olun demekte, rahmet hazinesi tükenmez olan Rabb-i Rahim’den çok şeyler istememizi istemektedir. İstemesini bilmemiz gerekmektedir. Her an duâya muhtaç olduğumuzu unutmamamız gerekir. Rabbimizi ne kadar çok hatırlarsak, Ondan ne kadar çok istersek, O bizden o nisbette razı olacaktır. O nisbette nefsimizin ve şeytanların yanıltmalarına karşı uyanık olacak, onların tuzağına düşme yanlışından uzak duracağız.

Kulluğun çok önemli bir sırrı olan duâyı yeterince yapmadığımız bir vakıa ne yazık ki. Sanki duâyı, âdet yerini bulsun diye yapmaktayız. Bilhassa namazlardan sonra ellerimizi dergâh-ı İlâhiyeye açıp dakikalarca duâ etmemiz gerekirken, ne yazık ki, bu hâletimiz bir dakika bile sürmemektedir. Yoksa duâdan çok daha önemli işlerimiz mi vardır? Yoksa Rabbimizden isteyeceğimiz az şeyimiz mi bulunmaktadır?

Biz insanlar için duâ bir nimettir, önemli bir fırsattır. Aynı zamanda sıkıntılardan kurtulmanın, moral kazanmanın önemli yollarıdır duâ etmek. Üstesinden gelemediğimiz dağlar büyüklüğündeki problemlerimizi, ancak gücü ve kudreti her şeye yeten Rabbimiz çözebilir.

Aczimizin ilâcı, fakirliğimizin merhemi Rabbimize olan imanımızdır. Bir hazinedir biz insanlar için duâ. Bu hazineden istifade etmeme bahtsızlığına düşmek, hazineden bize verilen nimetlere karşı nankörlükte bulunmak insanlık sıfatına yakışmamaktadır şüphesiz. Zira duâ etmek yaratılışımızda bulunan bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı gidermediğimiz zaman, kendi kendilerine bile yetmeyen aciz ve zaif zavallı insanlara boyun eğmek zorunda kalacağız ki, bu büyük bir alçalıştır, değer kaybetmektir.

Büyük hadiselere karşı çaresiz kaldığımız zaman silkinerek kendimize gelmemiz ve çarenin Rabbimize yalvarmamızda olduğunu düşünmemiz gerekir. Dünya zalimlerinin sebep olduğu üzücü hadiselerin karşısında bunalmamak için duâ silahımıza sarılalım. Çünkü, inanıyoruz ki, her ne kadar zâhirî olarak olayların aktörleri insanlar olsa bile, her hadise Kadir-i Külli Şey olan Rabbimizin izin ve iradesi dahilinde olmaktadır. O bazılarının günahlarını, musibetlere maruz bırakarak bu dünyada silmekte, bazılarının da günahlarını artırarak cehenneme ehil bir hale getirmektedir. Her şeyin dizgini Onun elinde, her şeyin anahtarı Onun yanındadır...

12.11.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Enerji kavgası



“Gün gelecek; su, petrolden daha kıymetli olacak” diyenlere kimse inanmadı. Oysa bu günler ve muhtemelen önümüzdeki yıllar, bu tesbitin hayata aksettiği zamanlar olacak. Petrol sıkıntısını bir ölçüde alternatif kaynaklarla aşmak mümkün, ama aynı şey ‘su sıkıntısı’ için söylemek zor.

Su kavgalarının çıkması, onun içme ve sulama alanında kullanılmasından kaynaklanmıyor. Enerji üretiminde de suyun önemli bir payı var. Alternatif enerjiler sözkonusu olduğunda da ilk akla gelen ‘nükleer enerji’ oluyor. Türkiye, 1960’larda başlayan nükleer enerji macerasında yeni döneme giriyor. Çünkü nükleer santral kurulmasıyla ilgili kanun, TBMM’de kabul edildi.

Nükleer enerji üretimiyle ilgili tartışma sadece Türkiye’de yaşanmıyor. Dünyanın pek çok ülkesinde hem nükleer enerji üretiliyor, hem de şiddetli tartışmalar yaşanıyor. Bir örnek vermek gerekirse, Fransa, enerjisinin yüzde 70’den fazlasını nükleer santrallerden sağlıyor. Daha az olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da da nükleer santraller üretime devam ediyor.

Nükleer santrallerle ilgili kanunun kabul edilmesiyle birlikte Türkiye’deki tartışmanın yeniden alevleneceği anlaşılıyor. Nükleer santrallerin kurulmasına karşı çıkanların ileri sürdükleri ilk gerekçe, Avrupa ülkelerinin bu enerji çeşidinden vazgeçmeye karar vermiş olması. Öte yandan, nükleer enerji santralleri kurulması konusunda geç kaldığımız da bir vak’a. Bütün dünya bu yolla çok ucuz enerji elde etmeye devam ederken, biz nedense beklemişiz...

Tabiî ki seviyeli, ilmî tartışmanın devam etmesinde fayda var. Çünkü fikirlerin çarpışmasından hakikat ortaya çıkar, Türkiye de bundan istifade eder.

Nükleer enerjinin olumlu yanları şöyle sıralanıyor: *Santraller fazla yer kaplamıyor *Maliyetleri hidroelektrik santrallerine kıyasla daha ucuz *İklim şartlarına bağlı olmaksızın enerji üretebiliyor *Petrol ve doğalgaz bağımlılığı azalıyor *Ülkelerin ekonomik rekabet gücü artıyor.

Nükleer enerjinin olumsuz yönleri: *Santraller sürekli denetlenmem zorunda *Nükleer atıklar saatli bomba gibi *Santralleri terör saldırılarına karşı da korumak gerekiyor *Bakım ve atık giderleri çok yüksek *İlk yapım maliyeti yüksek *Nükleer kazaların etkileri nesillerce sürüyor.

Bir nokta daha var: Çok daha uygun olduğu ifade edilen ve çevreye de hiç zararı olmayan ‘rüzgâr enerjisi’nden istifade edememiş olmamız da hazin değil mi? Şimdiye kadar sadece su akmış biz bakmış değiliz; ilâve olarak rüzgâr da esmiş, biz de bakmışız.

Önyargısız, tartışa tartışa Türkiye için en uygun olan enerji üretim yolunu seçebiliriz. Tek başına ne ‘ben yaptım oldu’ anlayışıyla; ne de ‘ben istemiyorum, o halde olmasın’ anlayışıyla bir yere varamayız. Dünya örneklerini dikkate alarak ve tecrübelerden de istifade ederek enerji tartışmasında doğru yolu bulabiliriz. Tabiî geç de kalmamalıyız...

12.11.2007

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Kemalist Müşerref



1999’da darbe yaparak iktidara gelen General Pervez Müşerref, demokrasiye geçiş arefesinde ikinci bir darbe daha yaptı. 1999’daki ilk darbeyi bizzat yaşayan bir Pakistan uzmanının bize anlattıkları:

“Müşerref darbeyi yaptığında Pakistan’daydım. İki gün sonra televizyona çıktı. Kucağında da finosu vardı. ‘Ben ülkem için Atatürk olmak istiyorum. İlk ziyaretimi de Türkiye’ye yapacağım’ dedi. Hemen ardından Mevdudi’nin talebelerinden oluşan Cemaat-i İslâmî ‘biz bu ülkeyi Kemalizme açmayacağız. Türkiye’deki kardeşlerimizin neler çektiğini çok iyi biliyoruz’ karşılığını verdi. Bunun üstünden 4-5 saat geçtikten sonra Müşerref tekrar televizyona çıktı. ‘Sözlerim yanlış anlaşıldı. Müslüman bir ailedenim. Dinime inanıyorum, bağlıyım. İlk ziyaretimi de Türkiye’ye değil Suudi Arabistan’a yapacağım’ dedi. Apar topar Suudi Arabistan’a gitti. Orada 2-3 gün kaldı. Sonra Kuveyt ve Bahreyn’e gitti. Ondan sonra Türkiye’ye geçti.”

Çıkmaz sokaktan anayasa çıkar mı?

Anayasa tartışmalarına katılan Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Mümtaz’er Türköne’nin katıldığı bir sempozyumda anlattığı Türkiye gerçeği:

“22. dönemle ilgili şöyle bir fıkra anlatılır. AK Partili milletvekillerine soruyorlar. ‘Kanun tasarısı Meclise geldiği zaman neye göre oy kullanırsınız.’ ‘Grup Başkanvekili Salih Kapusuz’a bakıyoruz’ diyorlar. Aynı soruyu CHP’lilere soruyorlar. ‘Biz de Salih Kapusuz’a bakıyoruz’ diyorlar. Yeni anayasa hazırlanmasında da en ciddî sorun bu. Ne söylendiği değil. Kimin söylediği çok önem taşıyor. Anayasanın muhtevası ile pek fazla ilgilenen olmuyor. Ortaya bir şey atılınca önce kimin söylediği araştırılıyor buna göre bir kutuplaşma ve tavır geliştiriliyor. Anayasa çıkmaz sokağın içine giriyor.

Mahkemelerdeki marangoz hatası

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda, Adalet Bakanlığının 2008 yılı bütçesini sunan Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’den sonra muhalefet parti milletvekilleri söz aldı.

DTP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, mahkemelerdeki “marangoz hatası”nı hatırlattı. Mahkemelerde savcıların yüksek kürsüde oturmasını eleştiren Kaplan, “savcı ve avukatlar mahkemede aynı seviyede yer almalı. Bari bundan sonraki projelerde bu dikkate alınsın. Marangoz hatası düzeltilsin” talebinde bulundu.

MHP Konya Milletvekili Mustafa Kalaycı da anayasa taslağından şikâyet etti. Kalaycı, “Türksüz ve Atatürksüz anayasa taslağı gündeme gelmiş. Türkiye’ye hakaret edenler ödül almış. AKP de ödül almak istemiştir” şeklinde konuştu.

Hakem düdüğünü duymayan milletvekili

Meclis genel kurulunda hemen hemen her söze müdahale eden Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer Genç bu sefer sert kayaya çarptı. Genel kurulu yöneten TBMM Başkanvekili Eyüp Cenap Gülpınar’a da müdahale eden Genç, genel kuruldan çıkarıldı.

Olay bu şekilde kapandı derken ertesi gün Kamer Genç parlamentoda basın toplantısı düzenledi ve hem oturumu yöneten TBMM Başkanvekili Gülpınar’ı, hem de İdare Amiri Hüsrev Kutlu’yu şikâyet etti.

Kendisinin iç tüzüğü en iyi bilenlerden biri olduğunu iddia eden Genç, “yöneten adam” dediği Gülpınar’ın kendisine meydan okuduğunu söyledi ve “Meclis’te tek kişi olduğunu ama dışarıda milyonlarca destekçisinin bulunduğunu” iddia etti.

Genel kuruldan dışarıya çıkarılışını da anlatan Genç, “birleşime ara verildikten sonra iki idare amiri yanıma gelerek, ‘Hakem düdük çaldı’ dedi. Ben de ‘Millet düdük çalar, yoksa ihtilâl mi yaptınız? Böyle bir şey olur mu? dedim” şeklinde konuştu.

Gazetecilerin hangi idare amirinin bu sözü söylediğini sorması üzerine Genç, “Kutlu muydu neydi, hani Atatürk’le ilgili konuşan var ya o işte” cevabını verdi.

12.11.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Kadın İlmihali



Kültür hizmetini kesintisiz sürdüren Yeni Asya önemli bir çalışmayı daha okuyucularına kazandırmaya hazırlanıyor.

Kadın İlmihali adlı bu eser; özelde hanımlara, genelde ailelere hitap ediyor. Hanımların günlük hayatlarında karşılaştıkları konuları ihtiva eden ilmihal bilgilerinin sunulduğu eser, gazetemiz Fıkıh Günlüğü köşesi yazarı, ilâhiyatçı Süleyman Kösmene tarafından kaleme alındı.

Bir tarafta ar, hayâ, namus gibi mukaddes kavramların aşındırılıp içinin boşaltılmaya çalışıldığı, diğer yandan cehalet damarından beslenen çekingenlik hissiyle doğru İslâmın öğrenilemediği bir zaman diliminde yaşıyoruz.

Bir ucu namus adına işlenen töre cinayetlerine kadar uzanan, diğer yandan da karşılıklı hak ve sorumlulukların bilinmemesi sonucu ‘erkek egemenliği’ yorumlarına kapı açarak fıtrattaki dengeyi bozan sakat anlayışın kaynağında da dini bilmemek yatıyor.

“Dini öğrenmede hayâ olmaz” tavsiyesini ilke edinen Saadet Asrının Müslüman hanımları, Hz. Peygambere gerek Hz. Aişe vasıtasıyla, gerekse doğrudan dinî hayata dair—mahrem dahi olsa—her tür soruyu sormuş ve cevap almışlardı.

Kadın İlmihali’nde bu gerçekten hareketle özel hayatı da ilgilendiren pek çok ilmihal bilgisi yerini buluyor.

İlk sekiz bölümünde temel dinî bilgilere yer verilen eserde, dokuzuncu bölümden itibaren hanımları doğrudan ilgilendiren konu başlıkları sıralanıyor. Örtünme ihtiyacı ve tesettür ölçülerinin yer aldığı bu bölümü, kadının sosyal hayattaki yeri ve çalışma hayatıyla ilgili konular takip ediyor.

On birinci bölüm insan hayatında önemli bir yer teşkil eden ve çok itina gerektiren evlilik bahsine ayrılmış. Nikâhın hikmetleri ile başlanıp karı-koca münasebetleri ile devam eden ve boşanma ile biten bu bölümde, cennetten bir köşe olan ailenin dayandığı dinî ve ahlâkî temeller uzun uzadıya ele alınmış.

Bir sonraki bölümün konu başlığı olarak, ihmal edilen ve çoğu zaman suiistimallere uğrayarak aile ve toplum hayatında büyük yaralar açılması için istismar edilen kadın hakları üzerinde duruluyor.

On üçüncü ve son bölümde ise kadının fıtratına yerleştirilmiş özel bir haslet olan güzel ahlâkla ilgili konu başlıklarına yer verilmiş.

Aile hayatımızın, bir başucu kitabı özelliği taşıyan bu eserde anlatılan ölçüler ışığında şekillenmesini diliyoruz.

Kupon neşrine 19 Kasım’da başlanacak bu esere sahip olmanız için 59 kupon biriktirmeniz yeterli olacak.

***

STK Fuarındayız

Geçen Cuma gününden itibaren gazetemizde çıkan ilânlardan anlaşılacağı gibi, Yeni Asya olarak önümüzdeki günlerde bir fuara daha iştirak ediyoruz.

Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı tarafından organize edilen ve bizim de katkıda bulunduğumuz Uluslararası STK Fuarı, 15 Kasım 2007 Perşembe günü Eyüp’teki Feshane binasında açılacak ve 18 Kasım Pazar gününe kadar devam edecek.

İslâm dünyasının her yerinden sivil toplum kuruluşlarını buluşturacak olan fuarda, STK’lar kendileri için ayrılan standlarda tanıtımlarını yapacaklar.

Yeni Asya olarak biz de ayrı bir standla fuara katılacak ve hem katılımcı STK temsilcilerine, hem de ziyaretçilerimize hizmetlerimizi tanıtma imkânı bulacağız.

Bu anlamlı etkinliği organize eden TGTV yönetimini kutluyor, fuarın bilhassa şu günlerde daha fazla ihtiyaç hissettiğimiz İslâm kardeşliği ve dayanışmasını güçlendirmeye vesile olmasını diliyoruz.

12.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Tam 30 yıl sonra



Takvim yaprakları sararıp soldukça yıldönümleri de geçiyor. Bunlardan birisi de Belfaour Deklerasyonu’nun 90’ıncı yıldönümüydü. 2 Kasım 2007 tarihinde sessiz ve sedasız bir şekilde tam 90 yılını devirdi; aslında bu deklerasyon veya ilan Osmanlı’nın sonunu ve bölgenin geleceğini tayin eden bir deklerasyondu. Arap ve İsrail basını haliyle bu tür münasebetleri kaçırmıyor, canlı tutuyor. En azından hatırlıyor ve hatırlatıyor. Türk basınında konuyla ilgili bir satıra rastlamadım. Yine iki ülkenin basınında Annapolis toplantısıyla alakalı olarak hergün mutlaka yeni yorumlar ve haberler yeralıyor. Türk basını ise yine yaya. Türkiye’nin tutumu da belli değil; katılıyor mu katılımyor mu? Ama Abbas ile Şimon Peres arasında Ankara F orum’u çerçevesinde yapılacak görüşme Annapoylis’in bir provası olarak nitelendirildi.

Belfaour Deklerasyonu yayınlanalı 90 yıl olmuştu ve Enver Sedat da aniden Knesset’e (İsrail Parlementosu) gideli ve orada konuşalı tam 30 yıl olmuştu. İsrailliler Godot’yu beklercesine yeni bir Enver Sedat bekliyor ve Knesset’e yüz sürecek Arap liderlerini arıyorlar. Beşşar Esad’a kaç defa: “Esad ol” diye mesaj gönderdiler. Beşşar, Sedat’ın akibetinden mi korktu nedir bir türlü oralı olmadı. Gerçekten de Ortadoğu’da barış yapanlar lanetle anılıyorlar. 2002 yılında Beyrut Arap zirvesinde Abdullah’ın planı kabul edildiğinde ve İsrail bunu savsakladığında bu girişimi kurtarmanın ancak Suud Kralı Abdullah’ın Sedat gibi Knesset’e gelerek konuşması ve İsrail’in kutsal eşiğine yüz sürmesi olduğu söylendi. Mesela Thomas Friedman yazdı. Demek ki, İsrailliler psikolojik faktörü de unutmuyorlar. Ama bölgede İsrail’den ve Araplardan barış yapanlar üzerlerine lanet halkasını geçiriyorlar. İsrail’deki son bir maç rezalet ve skandalanının da gösterdiği gibi Rabin timsallerine kefiye geçirdikleri yetmiyormuş gibi bir de katili Yigal Amir ve hapiste doğan çocuğu için tezahürat yaptılar. Yani tüy diktiler. Sanki devlet mirasına onlardan daha mı fazla sahip çıkıyor? Ne gezer!

İsrail okul kitaplarında Nakba’dan bahsetmeme kararı alındığı gibi Rabin’le (ölümü ve barışı) ilgili tek bir satır yok. Menahım Begin sessiz sedasız Lenin gibi tekerlekli sandalyede ömrünü tamamlarken Enver Sedat, Camp David antlaşmasından kısa bir süre sonra Halit Şevki İstanbuli ve arkadaşları tarafından öldürüldü. Carter ise bugünkü aklı olsaydı asla broker ve aracı olarak Camp David’e imza atmazdı. Şimdi İsrailliler son kitabı yüzünden onu da lanetliyorlar.

***

İşte AKP hükümeti Belfaour Deklerasyonu’ndan tam 90 yıl ve Sedat’ın Knesset ziyaretinden 30 yıl sonra bir ilke daha imza attı. Sedat, İsrail Parlamentosuna giderken Şimon Peres de ondan 30 yıl sonra İsrailli bir lider olarak ilk kez TBMM’de konuşacak. Olmert bile buna ‘tarihi’ diyerek şapka çıkarmıştır. Herhalde bu sahi daveti ve atmosferi kastetmiş olacak ki; Peres ilk defa bir Müslüman ülkenin barışa aday tarafların ortak rızası ve hoşnutluğunu eşit bir şekilde kazandığını söylemiştir. Bu bir medih midir yoksa zem midir duruşunuza göre değişebilir. Ama Şimon Peres basit bir adam değildir. İsrail’in çekicisidir. Hammalıdır. İsrail’de atom bombasını imal eden ekibin başında bulunmuş en azından diplomatik ve teknik trafiğini yönetmiştir. Ramazan’da (2007) Kadir gecesinde Lübnan’da idik. İHH’nin organizasyonuyla gitmiştik. Yolumuz Kana kasabasına da uğramıştı. Kana’da Şimon Peres’in kanlı mirasıyla karşılaştık. Kısacık başbakanlığı döneminde seçimleri kazanabilmek için uçakları göndererek burada bir katliam icra etmişti ama yine de Netanyahu’nun caniliği ve şahinliği karşısında seçimleri kazanması için yetmemişti. Katliamı ben hacda basın vasıtasıyla takip etmiştim. Yani ağzından bal, ellerinden kan damlıyor.

Şimon Peres kimilerine göre, İsrail’in derin devletinin derin çekirdeğinde bulunan isimlerden birisi. Ama siyasi bir kadavra olarak kızağa çekilmeden önce cumhurbaşkanlığıyla taltif edildi. Katsav gibi değil elbette reformist bir yüzü de var. Bu özelliği onu kabil-i hitap kılıyor. Albright’ın Arafat’ı tasviri gibi. Sözlerinde yumuşak ama tutumu diğerlerinden farklı değil. Farkı üslupta icraatta değil. BOP’un asıl fikir babası odur ama Necip Fazıl’ın ‘Beni birisi anladı o da yanlış anladı’. Veya ‘Sakarya ayağa kalk dedim birisi amuda kalktı’ dediği gibi Bush onu anladı ama eksik anladı. Yeni Ortadoğu kitabı neoconlara ve Bush’a farklı bir şekilde ilham kaynağı ve pusulası olmuştur. Peres ekonomi üzerinden siyasi ve ideolojik asimilasyonu savunuyor. ‘Büyük organizasyonlarla midelerini doyuralım, zihinlerini ve fikirlerini boşaltalım ve öfkelerini yatıştıralım’ tezini savunuyor.

***

Birçok devlet kademesinde İsrail’in bekasına hizmet etti. En son piramidin tepesine çıktı. Birçok defa dışişleri bakanı oldu ve şahinlerle birlikte çalışmaktan erinmedi. En son Şaron’un da ortakları arasındaydı. Ama en başarısız olduğu kademe başbakanlıktı. Ne savaşı ne de barışı becerebildi. O ne barışın ne de savaşın şahini olabildi. O’nun için hep gölgede kaldı ve sonunda sembolik bir makam olan cumhurbaşkanlığına getirildi. Ama bunu herkesten çok hak etmişti. Bunca hizmetten sonra sembolik görevinde gerçekten de dinlenmeyi hak ediyor. Oturduğu yerde uyuklayan adam için ideal bir görev. Mithat Bereket devlet hiyerarşisinde hizmetleri açısından Peres’i, Gül’e benzetti. Sıralamada takdim tehirler olsa da Gül de dışişleri bakanı, başbakanlık görevlerinin ardından kendisini Çankaya’da buldu. Bu buluşma onun bir meyvesidir.

12.11.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Kendine olan borcunu öde!”



“Bana yetecek kadar rızka kanaat ettikten sonra, ne şundan korkarım, ne bundan.”1

İmam-ı Şafiî’ye ait bu ifade.

Cenab-ı Hak, yarattığı her canlıya yaşayabileceği kadar rızkı vereceği teminatını vermiş. Öyleyse rızık konusunda endişe etmemeli insan. Allah’a hakkıyla tevekkül eden kimse “İşimden, gücümden, aşımdan, maaşımdan olurum” endişesine kapılmaz; sebeplere sarılır, çalışır, çabalar; Allah az veya çok ne vermişse ona kanaat eder.

Bu gerçeği ruhlarına, kalblerine nakşeden büyükler onun içindir ki rızık endişesiyle yanlışlara göz yummaz; doğruları, hakkı, hakikati haykırmaktan geri kalmazlardı. Allah Resûlü (a.s.m.), “En üstün cihad zalim bir sultana karşı doğruyu söylemektir”2 buyurmuyor muydu?

Her doğruyu her yerde demek doğru değil şüphesiz. Ama bazı doğrular vardır ki ne pahasına olursa olsun yeri ve zamanı gelince mutlaka söylenmelidir. Öyle ya, an gelir yetkili, idareci kişi yanılır, yanıltılır, yanlışta olduğu halde kendini doğru yolda sanabilir ve zararı sadece kendisiyle sınırlı kalmaz, idare ettiklerini de ilgilendirebilir… İşte böyle bir anda yanlışları çekinmeden söyleyebilecek yürekli insanlara ihtiyaç duyulur ve uygun bir üslûpla anlatılan hakikatler çoğu kere meyvelerini verir. Hele idareci böyle şeylere açık olursa…

Üst seviyeli bir yöneticiye herkes her şeyi söyleyebilir mi?

Bu her şeyden önce cesaret işidir.

İşte Behlül böylelerinden biriydi. Karşısında Halife vardı o gün. En üst düzey bir idareci… Behlül’ün eline fırsat geçmişti. Ortada yanlışlar vardı. Mutlaka söylemeliydi. Gerçekler yeri ve zamanı geldiğinde söylenmezlerse yetim düşerlerdi. Hacdaydı ve Halife Harun Reşid de oradaydı. Onu şaşaalı, şatafatlı hayat içinde görünce, Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı sade hayatı hatırlatarak uyarmıştı ve şimdi sözlerinden memnun kalan bir Halifeyle yüzyüzeydi. Üstelik “Güzel söyledin ey Behlül! Başka bir diyeceğin var mı?” diyen bir Halifeyle. Devam etti konuşmasına Behlül. “Ey Emir!” dedi. “Allah’ın rızık, yakışıklılık ve servet ihsan ettiği kullar, mallarını yerli yerinde, güzelce harcar, harama girmez ve Allah’tan korkarsa salih kimseler arasına girerler.”

Acaba buna Halife ne cevap vermişti?

Önceki öğütler olduğu gibi bunlar da Padişahın hoşuna gitmiş ve Behlül’ün bu sözlerini hediye ummak için söylenmiş sözlerden zannedip, “Biz senin deynini ödeyeceğiz, emir verdik” demişti. Deyn borç, hediye, para anlamlarına geliyordu.

Buna sert bir çıkış yaptı Behlül: “Ey Emir! Dinin karşlığında deyn ödeme! Hakkı ehline ver! Kendine olan borcunu öde.”

“Biz sana lütufta bulunmak istedik. Maaş bağlanmasını emretmiştik.”

“Hayır ey Emir!” dedi Behlül. “Eğer Cenâb-ı Hak beni unutacaksa sana zırnık koklatmaz. Benim ücret ve maaşımı yaşama ve mülk edinme izni bahşeden Allah verir. Senin vereceğin deyne ihtiyacım yok.”3

İnsaflı idareciler hep böyle âlimlerden istifade etmişlerdir.

Dipnotlar:

1- Hz. Peygamber ve İlmi, s. 107.

2- İbni Mace, Fiten: 20.

3- Sıfatü’s-Safve, 2:232.

12.11.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Meşveret üyeleri etki altında kalırsa?



Bazı zihinlerin aşamadığı, kimi zaman hislerinin galeyana geldiği mesele ve ardından gelen suâl şudur:

“Meşverette çoğunluk susuyor, fikirlerini cesâretle söyleyemiyor. Ya yönetici, ya mümtaz şahsiyetlerin veya ağabeylerin etkisinde kalıyor… Kimisi de bazılarının dolduruşuna geliyorsa ne olacak?”

Başta belirtmeliyiz: Cemaati ve şahs-ı maneviyi, başkalarının etkisi altında kaldığını düşünmek, onları reşit olmamak, meseleleri bilmemekle itham etmek demektir. Bu, yanıltıcı ve aldatıcı bir bakıştır. Bu soruya şöyle bir soru ile karşılık verilebilir:

Meşveret üyelerinin kararları sizin düşüncelerinizle paralellik arz etse, o zaman etki altında mı kalmış oluyorlar?

Ayrıca, herkes sizin gibi düşünmek zorunda değil. Tıpkı, sizin de herkes gibi düşünmek zorunda olmadığınız gibi. Çevrenizdekilerin sizin fikrinize destek vermesini istediğiniz gibi, onlar başkalarının düşüncelerini paylaşmalarını ister. Burada önemli olan, “tek doğru, tek güzelin” değil, “daha doğru ve en güzelin!” aranmasıdır. Tek doğru ve yalnızca güzel sizin düşünceleriniz değildir. Daha doğrusunu ve güzelini aradığımıza göre de elbette teferruâtta farklı yaklaşımlar, değişik bakış açıları ve üslup olacaktır. Ki, bu meşveretin, fikir hürriyetinin, demokrasinin gereğidir. Ehl-i Sünnet cemaati içinde inançta bile (Eş’âri ve Matüridî), ibadet ve muamelatta (Hanbelî, Malikî, Şafiî, Hanefî) farklı bakış açıları, kimi zaman zıt görüşler yok mu?

Bu farklılıklar, coğrafyanın/iklimin, şartların, imkânların, mekânların tabiî bir sonucudur. Ve bu farklılıklar güzelliktir, zenginliktir. Dolayısıyla siyasî görüş ve üslûpta da tek bakış açısı, tek kalıp beklenmemeli. İnsanların düşünce yapıları, sosyal statüleri hangisine müsaitse o yolu tercih ediyorlar. Dolayısıyla, “Kimin baskısı altında kaldılar?” diyen bir anlayış kabul edilebilir değil. Hepimiz, herkesten, her şeyden olumlu, olumsuz, az veya çok etkileniriz. Beşeriz, bazen veya birçok kere şaşarız.

Diğer taraftan birinin düşünceleri ve yaklaşım tarzı, falanca; sizinki filanca ile örtüşmesi neden baskı olsun! Veya sizin etkinizde kalınırsa iyi de, başkasının tesirinde kalınırsa niye fena olsun?

“Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir”1 “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz”2 kültürüyle yoğrulan, Risâle-i Nur’dan başkalarının etkisinde kalır mı kolay kolay?

Birisinin hakikatleri şiddetle müdafaa etmesi veya sebat göstermesi neden hakikatin değil de başkasının etkisinde kalmak olsun? Meseleye şöyle bakmak gerekir:

Taassup (körü körüne, tahkik etmeden bir şeye yapışmak) yerinde hak; ve safsata yerinde bürhan/delil, belge; ve tadlil-i gayr (başkasını sapıtmışlıkla suçlamak) yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez. (Bu meseleyi biraz açarsak; taassup, bir şeye körü körüne yapışmaktır. Kişi, taassup değil gerçeğe, saçma-sapan gerekçelere değil delillere dayanıp; başkasını sapıklıkla suçlamaz, istişare ederse kimse onu yolundan caydıramaz.) Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve Selef-i Salihîn zamanlarında hükümfermâ hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmazdı.2

Dipnotlar: 1- Münâzarât, s. 49.; 2- Muhakemat, s. 32.

12.11.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Serdengeçti'nin hatırasına (2)



Bundan 24 sene evvel (10 Kasım 1983) aramızdan ayrılan Osman Yüksel'in, nasıl bir milliyetçi ve mukaddesatçı olduğunu, bir önceki yazıda anlatmaya çalıştık.

Ayrıca, onun şairlik yönünü de bir nebze olsun nazara verdik. Bir şiirini iktibas ettik, onun hayli etkileyici daha başka şiirleri de var.

Serdengeçti'nin ayrıca mücadeleci, siyasetçi ve nüktedan bir kişiliği vardır ki, onu da nazara vermeden geçemeyiz.

Mebus, mahpus ve nüktedan

Evet, Serdengeçti'nin altmış küsûr yıllık hayatı hep çetin mücadeleler içinde geçti. Defalarca mahkemelik oldu, hapishanelerde yattı.

Kendi esprili ifadesiyle "Sekiz defa mahpus, bir defa da mebus" olmuş.

DP döneminde (1952'de) yaşanan "Malatya hadisesi/Yalman sûikastı" sebebiyle hapsi cezasına çarptırıldığı halde, 1954'te Üstad Bediüzzaman'la görüşmesinin de tesiriyle, Demokratlara hepten düşman olmadı, onlarla irtibatını bütünüyle koparmadı ve 1965 seçimlerinde AP listesinden Antalya milletvekili oldu.

Ancak, parti yönetimiyle de uyum sağlayamadı ve sık sık tenkitlerde bulundu. Bir sonraki seçimde "Demirkırat"ın aleyhinde yazmaya ve eski milliyetçi arkadaşı Av. Bekir Berk'e de bu cihetten sataşmaya başladı.

Ama, herşeye rağmen yine de Nur'lara ve Nur talebelerine düşman olmadı Osman Yüksel. Kırgınlıkları çabuk tamir ve telâfi etmeye çalıştı.

İrtica ihracatı

Kendisiyle görüşmemiz, 12 Eylül (1980) ihtilâlinden bir müddet sonraydı. Cağaloğlu'daki Yeni Asya merkez binasına geldi. Hal hatırdan sonra "Çocuklar, ne yapıyorsunuz, ne gibi hizmetlerle uğraşıyorsunuz" dedi. Biz de, hemen orada hazır bulunan yabancı dillere tercüme edilmiş Risâlelerden nümune göstererek şu karşılığı verdik: "Hizmetlerimizden biri şunlardır. Bu kitapları burada basıyor ve muhtelif ülkelere gönderiyoruz. Ecnebiler de okuyup istifade etsin diye..."

Osman Yüksel'in esprili cevabı hazırdı. Dedi ki: "Demek ki, irtica ihraç ediyorsunuz, öyle mi? İyi o zaman. Darbe konseyine bildirelim de sevinsinler bari. Hani, Kenan Paşa geçenlerde 'İhracatımız az, bunu mutlaka arttırmalıyız' diyordu ya. İşte, size en güzel ihracat malı. Üstelik, bizde istemediğin kadar var..."

* * *

Mecliste 1965–69 döneminde mebusluk yapan Serdengeçti, aynı yıllarda beline kravat takmakla da meşhûrdur.

Oldum olası, kravat takmaktan hoşlanmazdı... Milletvekilleri için Meclis'e kravatla gelme mecburiyeti konulunca, ne yapacağını düşündü ve ertesi gün kravatı beline bağlayarak gitti.

Kapıda yapılan kontrol esnasında kravat takmadığı görülünce, durdurulur ve içeri alınmak istenmez.

O da, bu durum karşısında belinde kuşak gibi bağladığı kravatı gösterir ve şu açıklamada bulunur: "Evet, kravatsız gelinmesin denildi. Bundan haberim var. Fakat, kravatın mutlaka yular gibi takılması gerektiği yönünde bir ifade kullanılmadı. Sadece takılsın denildi; eh, biz de böyle taktık işte..."

Bediüzzaman'ı ziyaret

Osman Yüksel, Üstad Bediüzzaman'ı iki kez ziyaret ettiğini kaydediyor.

Birinci ziyaret 1952'de İstanbul'da, ikincisi ise 1954'te Isparta'da gerçekleşmiş. Bu iki ziyaretle ilgili olarak "Son Şahitler"de yer alan hatıra notlarının—ki, bir kısmını bizzat kendisinden dinledik—bir hülâsası şöyledir:

"Said Nursî'nin mücadelelerle dolu hayatı, o yılmazlığı, o dönmezliği, bana İlâhî bir heyecan veriyordu. Onun hayatıyla ve fikirleriyle ilgili gelişmeleri dikkatle takip ediyordum.

"Bundan yıllar önceydi. Denizli adliyesinde stajyer bulunan bir arkadaşım, Said Nur'un harikulâde hayatından bahsetmiş, bana Nur Risâleleri getirmişti. Eserlerini tam mânâsiyle okuyamamakla beraber, kudretli, kurtarıcı bir ruhun karşısında olduğumu görüyordum.

"Serdengeçti'de 'Said Nur ve Talebeleri' başlıklı bir yazı yazdım... Yazım, inanmış temiz, mü'min gönüller tarafından heyecanla karşılandı. Birçok tebrik telgrafları, mektupları aldım. Artık Said Nursî Hazretlerini görmek benim için adetâ bir mecburiyetti.

"İstanbul'a gittim. Aradım, sordum. Fatih'te Reşadiye Otelinde kalıyormuş... Gidip oteli buluyorum.

"Talebeleri, 'ikindiden sonra kimseyi içeri almıyorlar. Amma sizi herhalde kabul ederler. Bir soralım... Buyurun!' dediler. İçeri girdik. Beni görünce: 'Sen Serdengeçti Osman?' 'Evet' dedim. 'O yazıları yazan sen?' 'Evet'. Ellerinden öptük. Bize işaret etti. 'Oturun.' Oturduk.

"Üstad, 'Ben seni eskiden biliyordum. Emirdağ'da iken mecmuanı getirdiler. Allah ve din yolundan herşeyimden vazgeçtim, ser'imi bu yola koydum, demişsin. Aferin, aferin, maşaallah, maşaallah... Daha çok da genç. Bir oğlum olsaydı adını Serdengeçti kordum' dediler. Oğlum olsaydı böyle yetiştirirdim' iltifatlarında bulundular."

"Soba yanıyor, Üstad bir mürakabe halinde imiş gibi susuyor, etrafındaki talebeleri hayal gibi sessizce dolaşıyorlar, Üstad'ın hizmetine bakıyorlardı. Sanki bu oda, bu köşe, şu binbir milletin, binbir rezaletin, kaynaştığı İstanbul'da değildi. Ahiretten bir köşe idi... Öyle bir haz içinde idim."

* * *

"1954 senesiydi, bu, Üstadı ikinci defa ziyaretimdi.

"Isparta'da dinî ve millî neşriyatı satan bir kitapçı dükkânı vardı. Oraya giderek Üstadı sordum. Bu esnada aniden Zübeyir Gündüzalp zuhur etti. Rahmetli ne kahraman insandı, ne iman vardı Rabbim onda, ateş gibi bir delikanlıydı. Üstadı ziyaret etmek istediğimi söyledim. 'Üstad hasta, ama sizi kabul eder' dedi. Ayrı ayrı yollardan Üstadın kaldığı eve gittik. Devamlı polis kontrolündeydi. Mahalle arasında ahşap bir eve girdik.

"Kendilerine bazı mebusların selâmını götürmüştüm. Malatya hâdisesinden sonra tevkif edilişimi Üstada şikâyet ettim. 'Eskiden, Halk Partisi devrinde olduğu gibi, bunlar, Demokratlar da bizi hapsediyorlar efendim' dedim. Cevap olarak, 'Elbette hapse gireceksin, yoksa hizmetten vaz mı geçti, İslâm dâvasından döndü mü diye Müslümanlar senden şüphelenirler' diye buyurdu.

"Halk Partisiyle, Demokrat'ın mukayesesini yaptı. Halk partisinin kol kestiğini, Demokrat'ın ise parmak kestiğini, ehven-i şer olduğunu ifade etti. Halk Partisine karşı, Demokrat'ı desteklemek lâzım geldiğini söyledi.

"Bu arada lâtife ederek, 'Serdengeçti, beni siyasete karıştırıyor, bende siyaset yok' dedi; ama, başka da ne söylemek lâzım geliyorsa söyledi."

Bilgi/belge

Serdengeçti'de "Said Nur ve Talebeleri"

Osman Yüksel'in, ilk kez bundan 55 sene evvel Serdengeçti mecmuasında neşredilen "Said Nur ve Talebeleri" başlıklı makale, âdeta bir destan gibi okunur.

Tarihçe–i Hayat isimli eseri okuyanlar, bu coşkulu makaleyi iyi bilirler.

Hani o "Bahtiyar bir ihtiyar var..." diye başlayıp şu paragrafla biten makale: "...Şimdi Türkiye’de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve talebeleri. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırdısı, nutku, alâyişi, nümâyişi yoktur. Bu bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir dâvâya vermişlerin şuurlu, îmanlı, inançlı kalabalığıdır."

İşte, önemli kısmı Tarihçe–i Hayat'ta iktibasen yer alan bu uzunca makalenin orijinali daha da uzundur. Sizler için araştırıp bulduk. Takdim ediyoruz. Bu dasitânî makalenin devamı şöyledir:

"...Dünyanın herhangi bir yerinde bu çapta bir insan zuhur etse, sadece ve sadece hürmet görür. Eli öpülür. Mesele haline gelir. Gazeteler onu bütün cihana takdim eder.

Bizim bozuk nizamımız, bizim tercüme kànunlarımız, Hakk'ın ve halkın bu kadar sevdiği bu aziz adamı, bu seksen yaşındaki zâtı, mahkemeden mahkemeye sürüklüyor...

Kànun, karakol, polis, jandarma meselesi haline getiriliyor.

Halk tarafından kendisine "Bediü'z–zaman" (zamanın eşsiz insanı) ismi verilen bu harikulâde imân, dâvâ, ruh kahramanına, bu büyük mücahit zâta, günlük zevklerin, ihtirasların peşinden koşan bir sürü dönme, basma kâğıt tüccarı adam, saldırmaktan, haraket etmekten utanmıyor.

Utanma... Fakat heyhat!.. Utanma da imândan gelir. Bunlarda ne gezer... Merhûm Akif'in 'Bir kızarmaz yüz, bir yaşarmaz göz bütün sermayesi...'

Evet, bütün sermayeleri bu.

Bir gün gelecek, bu vatanın çocukları, bu dönmeleri, bu servet, şöhret, şehvet azmanlarını dâvâ edecek, onlardan hesap soracak... Ne cevap verecekler?

Evet, milletin kahramanlarına dil uzatanların, mukaddesatı çiğneyen kirli ayakların, ulvî ruhlara ihanet eden nâdanların, tarih önünde elbette hesaba çekileceği günler yakındır. 'Belki yarın, belki yarından da yakın!'"

(Serdengeçti, Mart 1952)

12.11.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa



Gaziantep/Şahinbey’den

M. Salih Cengiz:

* “Edison gibi Gayri Müslimler Cennete girecek mi? İslâm dini geldikten sonra Müslüman olmayıp fakat insanlara yardım ederek fena işler işlemeyen insanlara kötülük yapmayan insanların durumu nasıl olacak? Cehenneme mi gidecek?”

Allah adalet ve merhamet sahibidir. Hiç kimseye zulmetmez. Hiç kimseye haksızlık etmez. Affetmedikçe hiç kimsenin hesabından geçmez. Affı ve mağfireti daima mü'minler üzerindedir. Merhameti gazabını geçmiştir. Hiç kimsenin zerre miktar hayrını zayi etmez. Şakir’dir; kullarına gerçek mânâda teşekkür eden, karşılık verendir. Adaleti gereğidir ki, kim zerre miktar hayır yaparsa karşılığını görecek; kim zerre miktar şer yaparsa karşılığını görecektir.1

İnsan hayrının ve şerrinin karşılığını dünyada görebileceği gibi, ahirette de görebilecektir. Takdir tamamen Cenâb-ı Allah’a aittir. Fakat genel itibariyle mü'minler hayırlarının karşılığını Allah’ın lütfu ve merhameti gereği ahirette görecekler. Mü'minlerin dünyada gördükleri hayır ve iyilik ise Allah’ın fazlındandır.

Kâfirler için ise af yoktur. Çünkü Kur’ân şirk olmadıkça günahların affedilebileceğini, fakat şirkin affedilmeyeceğini bildiriyor. Kur’ân şöyle buyuruyor: “Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediğine bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa pek büyük bir cinayet işlemiş olduğunda şüphe yoktur.”2

Şirk içindeki bir insan dünyada rahat yaşayabilir. Ama, dünyadaki bu iyilik imtihan sebebiyledir. Şükür ister. Vereni bilmek ister. Vereni bilen kula, ahirette de iyilik yapılır. Çünkü Allah Kerim’dir. Fakat Allah’ı bilmeyen kul için, Allah’ın ahirette bir iyilik taahhüdü yoktur. Orada hesap vardır, adalet vardır. Çünkü Allah Hasib’tir, Âdildir, İzzet ve Celal Sahibidir. Nitekim kul Allah’ı bilmemiştir. Allah’ı bilmeyen Allah’tan ebedi iyiliği de hak etmemiş olur.

Bu genel ve temel bilgiler İslâmın bize bildirdiği vahiy bilgileridir. Fakat bizim, bu bilgilerle yetinmeyip, haddimizi aşarak, insanları Cennete ve Cehenneme tasnif etmek gibi bir görevimiz ve sorumluluğumuz yoktur. Bize düşen, mümin olarak ehl-i iman lehine dua yapmaktır. Duâmızdan bütün müminler hissedar olurlar. Fakat Allah’ın kimi nereye göndereceği hakkında yorumlar yapmak bize düşmez. En fazla, çok merak ettiğimiz insanların yapıp ettikleri hayır olduğu gibi, akıbetlerinin de hayır olması için duâ yapabiliriz.

***

Kayseri’den Muhlis Özdemir:

*“Kur’ân-ı Kerimi hatmettikten sonra duâmızı evvelen bizzat sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed’e (asm) ve bütün mü'min ve müminata âcizane hibe ediyoruz. Acaba diyorum kendi ruhumuza ve makamımıza da hibe edebilir miyiz?”

Kur’ân’ı zaten kendimiz için okuyoruz. Onun sevabı, bereketi, sevabı, feyzi eğer Allah için okumuşsak önce kendimize gelecek ve bizden önce ahiretteki makamımıza ulaşacaktır. Kur’ân’ın, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”3 Ayeti buna işaret ediyor.

Allah için okumadığımızda ise kendimize dokunmadığı gibi, başkalarına da hayrımız dokunmaz.

***

Ahmet Özdemir:

*“Geçmiş kaza namazlarım var. Onları nasıl telâfi ederim?”

Kaza namazlarınızı kılmaya niyetlenmişsiniz. Allah niyetinizi sahih ve makbul eylesin. Niyet hayırsa, akıbet hayırdır demişler. Size gücünüz yettiğince bu niyetinizi fiiliyata dökmek kalıyor. Allah hayırlar ihsan eylesin. Âmin.

***

Diyarbakır’dan okuyucumuz:

*“Ablam bir şey üzerine yemin etti. Sonra o yeminini bozdu. Acaba kefareti nedir?”

“Ablam bir şey üzerine yemin etti. Sonra o yeminini bozdu. Acaba kefareti nedir?”

İsim belirtmeyen okuyucumuz:

* “Hediye kulağı, gözü ve kalbi çeler” (Camiüssagir) hadisini açıklar mısınız?”

Bu hadisi iki mânâda ele almak gerekir: 1- Rüşvet mânâsında anladığımızda: Hediye almak kişiyi minnet altında bırakır. Kişiyi hakkı ve adaleti uygulayamaz hale getirir.

2- Hediyeleşmek mânâsında anladığımızda: Kişi hediye vermek suretiyle insanların gönlünü, memnuniyetini kazanır ve hayır duâsını alır.

***

Fatma Çelen:

* “Merhaba benim bir adak kurbanım var yalnız çalıştığım için gün içinde müsait olamıyorum ikindiden sonra kurban kesmemin bir sakıncası var mı? Bir de ben vekâlet verirken ne yapmalıyım ve kesimden sonra yapmam gereken bir şey var mı?”

Kurban her vakit kesilir. Vekâlet verirken sadece kalben niyet edip, vekâlet vereceğiniz kimseye bunu bildirmeniz yeterlidir. Kesimden sonra etin israf edilmeden fakirlere dağıtımı işini bizzat yaparsanız makbule geçer. Güven duyulan bir kişi de yapabilir.

Dipnotlar: 1- Zilzal Suresi: 7, 8, 2- Nisa Suresi: 48, 3- Haşr Suresi: 18, 4- Mâide Sûresi, 5/89.

12.11.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

İlerleme raporu



AB ilerleme raporu, daha önceden hatırlatılan eksikliklerimizin bir tekrarı mahiyetinde. Vurgu daha net ancak üslûp incitici değil. Teşvik edici ve cesaretlendirici yönde.

301. maddeden gına geldi artık. İnşaallah bu defa değişecek. Hükümetin iradesi o yönde. Hâlâ süren “Türklük tabiri mi, yoksa Türk milleti mi veyahut Türk ulusu mu hakaret kapsamına girsin” tartışmaları bile ne kadar kısır bir döngüde hareket edildiğinin bariz bir örneği.

AB, demokratik standartları yükseltecek başka istekleri de sıralıyor. Bir anlamda, giderilmeyen, telâfi edilmeyen konu başlıklarının hafıza tazelemesini yapıyor. Bize düşen, ev ödevimize daha sıkı çalışmak. İstikrar ortamını bozmaya matuf sıcak ve gergin gündemlerin gazına gelmeden, AB sürecini tavsamadan demokratik reformların hızlandırılmasını sağlamak.

Genelkurmayın konumu ve siyasete müdahale biçimi de, sürekli taze örneklerle rapora giren bir mevzu. Silâhlı kuvvetlerin, siyasî ağırlığını hissettirecek pozisyonlardan kaçınması için demokrasi ikliminin Meclisten yana ağırlığının hükümet etme yaklaşımı ile birlikte güçlenmesi lâzım.

İlerleme raporunda, bilhassa 27 Nisan bildirisine atıf yapılıyor ki, gerçekten cumhurbaşkanı seçim sürecini tıkayan ve siyaseti etkisizleştirmeye dönük bir çıkış olduğu hepimizin malûmu.

Taşlar yerli yerine oturacaksa, bırakalım siyaseti siyasetçi yapsın, vesayetçisi olmasın ve halk bunu dört yılda bir rahatça değerlendirip, ona göre siyasetçinin karnesini doldursun.

Bu noktada AB raporu, siyasetin ve demokrasinin faaliyet debisini yükseltecek mahiyette. Bütçesi denetime kapalı kurum ve kuruluş, istisna bırakılmadan kapsamın içine alınırsa, sanırım siyasetin eli güçlenir. Siyasî iradenin hesap verme kalitesi de artar.

İlerleme raporu, dinî özgürlükler açısından da Türkiye’yi yeterli bulmuyor. Elhak doğrudur. Mevcut haklar, takdire şayan, ancak eksiklikler ve dayatmalar hâlâ varlığını koruyor. Gayri müslimlerin talepleri bu anlamda öne çıksa da, içerde başörtüsü yasağının devam ediyor olması bile başlı başına bir ayıp, bir kambur ve bir mahcubiyet örneği.

Yargının siyasallaşmaması, özgür irade ile hareket etmesi ve rejim kaygılarının nüfuz ettiği bir alan olarak uygulamada karşımıza çıkmaması da, ihtiyacımız olan bir öncelik. Raporda, yargının bağımsızlığı gereğine değiniliyor.

Siyasî düşüncelerin devletin resmî görüşü olarak belirlenen çerçeve ile çatışması halinde, bunun hukukî zeminde bir mağduriyete kapı açması, doğrusu demokrasilerde ender rastlanan bir demokrasi garabetidir. Özellikle AB sürecindeki bir ülke için asla kabul edilemez.

Etnik merkezli çatışmaların kaynağında yer alan problem ise, birbirini inkâra dayalı ırkçı söylemlerin meydana getirdiği gerginliklerdir. Milliyetçi söylemlerin radikalleşmesi ve artan tansiyona bakıldığı zaman, iki tarafı keskinleştiren, karşılıklı besleyen bir mekanizma fark ediyoruz.

Bunu çözmenin yolu, son günlerde arka arkaya günah çıkarmaya çalışan, “hata yaptık” diyen paşaların Kürtçeyi yasaklayan, ırkçılığı dayatan geçmişteki tutumlarla aşılamayacağı aşikâr.

Güneydoğu ile ilgili AB yaklaşımı, bizi tam ifade etmese de kendi içimizde kültürel ve sosyal taleplerin sonuna kadar demokratik haklar olarak karşılanması gerekir. Aksi halde başımızı ağrıtacak görünüyor. Milletin birliğine sokulan bu ırkçılık çomağı, artık iş göremez hale getirilmeli.

Sivil siyasetin icrasını, yargının istisnai alan bırakmadan yargı yolunu açık tutmasını ve kamu harcamalarının her türlüsünün Sayıştay denetimine girmesini, en hayatî ve demokrasinin olmazsa olmazı olarak mütalâa etmek gerekir.

Bu konuda Mecliste yasaların bekletilmesinin sebebi, artan dirençler ve üretilen yeni gündemlerle etkin ve nüfuzlu varlıkların kendilerini vazgeçilmez görme ve saltanatlarını sürdürme telâşından başka bir şey değildir.

Bunların çözümü konusunda da, AB İlerleme Raporunda tesbitler var. Buna göre yol haritasının ve taahhüt edilen başlıkların bir an önce hayata geçirilmesi, önümüzü tıkayan gündemlerden ülkeyi uzaklaştıracaktır.

İlla demokrasi, illa demokrasi… Farklılıkların teşvik gördüğü, temel hakların sonuna kadar kullanıldığı daha insanî ve mütebessim bir demokrasi asaletine ihtiyaç var.

Türkiye, bunu başaracaktır inşaallah.

12.11.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Pakistan dramı...



Hadiselerin hayhuyu arasında Pakistan ve Gürcistan’daki örtülü darbeler Türkiye’de doğru dürüst değerlendirilemedi.

Gerçek şu ki ABD’nin el attığı her yerde fitne ve kriz çıkıyor. Kissinger taktiğiyle, hedef ülkelerin başına darbeler, suikastlar, iç karışıklıkla anarşi, kargaşa ve kaos, sefalet ve terör, işgal ve katliâmda işbirlikçilerini istimal fitnesiyle iç savaşa sürükleme projesi, en bariz bir biçimde “Irak sahnesi”nden sonra, Pakistan’da uygulanıyor.

Bu plânla, Bediüzzaman’ın “İslâmın zeki bir mahdumu” diye tanımladığı Hint Müslümanlarının kurduğu Pakistan, Ön Asya’da bu hedefin başına konulmuş.

Afganistan zaten işgal altında. Pakistan’ı da felç etmekle hem Asya’yı tamamen egemenlik ve çıkar alanına katmak, hem de Batı ve Güney’den Irak’la çevrelediği İran’ı, Doğu’dan da kuşatmak...

Doğrusu General Ziyaü’l Hak’a darbe yaptırıp Zülfikar Ali Butto’yu devirerek bütün ricalara rağmen idam ettirmekle, ABD Pakistan’a kan bulaştırdı. Tıpkı İngiltere ve ABD’nin, Türkiye’de ihtilâllerin anası olan 27 Mayıs kanlı darbesiyle Türkiye siyasetine bir türlü silinemeyen kan lekesini bulaştırdığı gibi...

* * *

İslâm Zirve Konferansının kurucularından olan Butto’nun “tek suçu,” Pakistan’ın birliği için çalışması ve nükleer enerji çabasını devam ettirmesiydi.

Daha yarım asırlık bir devlet tecrübesi olan “genç Pakistan” o günden bu yana kendine gelemedi. Aynen Türkiye’de olduğu gibi, darbeler, ara rejimler peş peşe devam etti...

Ne yazık ki General Müşerref’in izinden giden, Türkiye’de Harp Akademilerinde eğitim gören General Müşerref de, kendini Genelkurmay Başkanı yapan Başbakan Nevaz Şerif’i bir darbeyle devirip sürgüne yolladı. Anayasayı ilga etti, partileri kapattı, kendini devlet başkanı ilân etti...

Darbeye, “Pakistan’ın Kıbrıs’ı” “Keşmir politikası”nı bahane eden Müşerref’in, Nevaz Şerif’in başlattığı, “Hindistan’la diyalog ve diplomasi” politikasını “tâvizler”e vardırması ise dikkat çekici.

İki hafta önce ilân edilen olağanüstü halle, kaderi Türkiye’nin kaderine benzeyen Asya’nın bu kadirşinas dost ve kardeş ülkesinde, Kissinger’in öngördüğü ve dünya para spekülatörü Macar Yahudisi Amerikalı Soros’un uyguladığı “iç çatışma ve içsavaş” projesi bütün safhalarıyla devrede.

Yüzbinlerin karşıladığı eski başbakan Nevaz Şerif’i havaalanından geri çevrilmesi ve ülkeye kabul edilen Benâzir Buttu’nun ev hapsinde tutulmasıyla Pakistan iyice karıştı. Binlerce kişi tutuklandı, yargısız infazların ardı arkası kesilmiyor.

Irak ve Afganistan’da, kargaşa ve kaosla her gün onlarca, yüzlerce kişinin katledilmesine, şimdi Pakistan da eklenmiş. Bir türlü üniformasını bırakmayan Müşerref, bir ay içinde olağanüstü halin kaldırılıp seçimlerin söz verilen 5 Ocak’ta yapılacağını duyursa da, Pakistan bir türlü durulmuyor...

* * *

Aslında bütün bunlara sebep, ABD’nin 11 Eylül olayları sonrası, Pakistan’ı kıskaca alması oldu. Müşerref’i başa getiren ABD, Pakistan’ın yüzyıllardır bu ülkede eğitimin asıl unsuru olan medreseleri kapatmasını istiyor.

Bush yönetimi, Pakistan’da dinî eğitimin temel taşı olan medreseleri “terörist yetiştirmek” gibi kabul edilemez dehşetli bir iftirayla suçluyor. Medreselerde İslâmın öğretilmesini, her Müslümanın tabiî olarak gösterdiği Afganistan ve Irak işgallerine tepkiyi “El Kaide’ye destek” olarak görüyor.

Dahası, medreseleri Pakistan’ın bir gerçeği bilen ve bölgedeki Amerikan politikalarını benimsemeyen bütün Pakistanlıları “terörist” olarak damgalıyor. Irak’ta işgale karşı direnen ve Irak’ın bağımsızlığını savunanları “terörist” olarak yaftaladığı gibi...

Ve fitnenin en dehşetlisi, neoconlar bunu, darbe yaptırıp “devlet başkanlığı”nı bahşettiği Müşerref’ten türlü türlü baskı ve dayatmalarla kayıtsız şartsız “istiyor.”

Bu yüzden Pakistan hükümeti, iki arada bir derede. Müşerref, halkı ile kendisini iktidara getiren ecnebiler arasında kalıyor. Pakistan’ın içine sokulan fitne ile kriz, içinden çıkılmaz bir hal alıyor. En sonunda ABD, Müşerref’i de gözden çıkarma sinyallerini veriyor. Bütün dünyada hegemonyası uğruna fütursuzca kullanıp attığı diğer “dostları” ve “yerli işbirlikçileri” gibi...

Sonuçta Müşerref yönetmiyor; yönetiliyor. Aynen “İsrail’e hizmeti vazife bilen” Evanjelist Bush’un, jeo-politik bilen şahıslar tarafından kullanıldığını fark etmeyip, Yahudi ifsat şebeklerince yönetilmesi misâli.

Bütün mesele, “Pakistan’ın istikrarsızlığa uğratılması ABD’nin plânları arasındadır” tesbitinde bulunan, ABD’yi çok iyi tanıyan Pakistan eski istihbarat başkanı General Hamid Gül’ün tahlilinde ortaya çıkıyor:

“Pakistan nükleer kabiliyeti olan Müslüman bir ülkedir. ABD, iç etme politikasının bir parçası olarak Pakistan’ı, komşularından ve Çin’den koparmak istiyor. Başkan Nixon’ın kitabı “Gerçek Savaş,” 21. yüzyılda iki Müslüman devletin nükleer silâhları olabileceğine karşı Pakistan ile Afganistan arasında da düşmanlıklar meydana getiriyor.”

Pakistan’ın dramı bu. Kısacası Pakistan, “ABD’nin iç etme politikası”nın kurbanı...

12.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri